RSS Feed for This Post

Cihan Aktaş ile söyleşi

SNB- Marcel Proust Kayıp Zamanın İzinde’yi ısırdığı madlen kurabiyenin damakta bıraktığı tatla yazar, yani çocukluğuna yolculuk ederek.  Sadece görüntüler, yaşananlar değil; renkler, kokular, tatlar, hisler de bu hafızada (Proust memory) depolanır. Sizi Cihan’a götüren renkler, kokular, tatlar, nesneler… neler? Ve o kayıp zamana dönersek ya da kayıp demeyelim, bellekteki anılara, Çocuk Cihan’ın yaşadığı dünya, onu en çok etkileyen şeyler hangileri, hayalleri neydi, üzüntüleri, sevinçleri, en unutulmazı?

CA- Sevgili Suzan Nur, sizin tatlı ısrarınız olmasaydı girişemeyeceğim bir söyleşi olurdu bu şu dönemde. Hayatımda bu kadar masa başında kaldığım bir dönem daha yaşamadım. Neyse ki romanım bitti, yayın sürecinde bana düşen aklıma geldikçe düzeltmeler yapmayı sürdürmek.

Mutlu bir çocukluk yaşadığım için kendimi şanslı sayıyorum. Hayal meyal hatırladığım dağ köyleri var, karlı tepeler, gri soğuk lojmanlar, sıra altlarında sürdürdüğüm oyunlar, uçar gibi bir baş dönmesiyle indiğim tepeler… Dört yaşındaydım ki kasabaya yerleştik. Kira evlerinde yaşıyorduk. Babam aykırı bir adam, TİP’e ilgisi var, sendikacı, annem  çok kelli felli kuralcı bir öğretmenin kızı, babası onu köy enstitüsüne göndermediği için bir travma yaşamış olabilir diye düşünüyorum, kendi içine dönük, çocuklarına bile bir mesafesi olan bir kadındı. Ancak anneydi, oradaydı, özverili bir kadındı, ona güvenebileceğimi bilirdim. Rol modelim değildi, babam daha çok ilgimi çekerdi, onu bulunduğu dünyaya ait olduğumu düşünürdüm: Kitapevi, öğrenciler, sendika, dernek, seyahatler, yardım kampanyaları…

Bir yanımla içe dönük bir yanımla taşkın bir çocuktum. Baba kendi âleminde, anne mesafeli, zannedersem biraz da olsa ortada büyüdüm, ortanca olmaktan da ileri gelen bir bağımsızlığım vardı. Bir yanımla mahalle çocuklarına elebaşılık ederdim. Sosyal faaliyetler gerçekleştirirdik. Yoksul çocuklara, kedilere, köpeklere iyilik etme gibi hedefler belirlerdik. Kemalettin Tuğcu kitaplarının etkisi ile zannedersem, bir izbeyi mekâna dönüştürmeye bile uğraşmıştık.

Bir yanımla ise kitapların dünyasına kapılmaktan ileri gelen bana çok azap veren bir yalnızlık duygusu, yalnızlaşma korkusu yaşıyordum, rüyalarıma bile giriyordu bu yalnızlık. Anlaşılmadığımı, o kasabada yaşamaya devam edemeyeceğimi, geçip gitmem gerektiğini düşünürdüm. Bu duygumda babamın evden kopukluğu, otoriter mizacı ve annemin mesafeli duruşu etkili olmuştu muhakkak.

Annemin az çok uzlaşarak içinde olduğu dünya bana yabancı geliyordu. O dünyaya dâhil olmamam gerektiğini düşünüyordum.

Başka bir dünya var, başka türlü bir varoluş, bunları düşünüyordum erken yaşta. Sürekli resim yapıyordum, önüme gelen her şeyin üzerine, çarşaf, duvar, pijama, kitap defter demeden her yere resim yapıyordum.

Yine de “mutlu bir çocukluk” dedim, değil mi? Gerçekten de öyle. Oyun, kitap, uzun geziler, dernek faaliyetleri, müsamerelerle renklenen bir dünyaydı, bir yanımın neşeli olmasını sağlıyordu bütün bunlar.

 

SNB- Ne çizdiğinizi hatırlıyor musunuz, en çok hangi imgeyi kullandığınızı, çocukken ben de çizerdim ama bu evdeki kırmızı burunlu porselen kuğu ve bacası tüten ev olurdu sıklıkla. Yani evin içi ya da ona dair bir şeyler olurdu, ya da evdeki divanın altına gizlenip şiir yazardım, güvenin yansıması belki de. Sizdeki imge neydi ve başka türlü bir varoluş demişsiniz, çocuk dünyanızdaki o varoluş algısını tetikleyen neydi, onu fark edişiniz?

CA- Her şeyi çizmeye çalışıyordum sanki. Bir kere ev resmi çok çizerdim. Kız, bahçe, at resimleri… Daha asli olarak çizgi roman hazırlamaya çalışır, bir hikâyeyi resimlerdim, daha okuma yazma bilmeden de. Özellikle Bahadır, Karaoğlan isimleriyle yayınlanan Türk tarihine göndermelerde bulunan resimli romanlar, Tommiks ve Hürriyet gazetesinde okumadan resimlerine bakarak anlam vermeye çalıştığım Fatoş ile Basri benim modellerimdi.

Her şeye rağmen bir güven sorunu olduğunu düşünüyorum, rüyalarımdan hareketle. Çok uzun yıllar gördüğüm bir rüya şöyleydi: Oturduğumuz iki katlı bahçeli evin arkasında geniş bir fiğ tarlası var. Ben o fiğ tarlası içinde koşturarak bir şey arıyorum, eve de giriyorum, kimse yok, etrafta kimse yok ve ben delice bir şeylerden kaçıyorum. Bu rüyayı lise yıllarına kadar gördüm.

Sorunun annemin sevgisini göstermeyen mesafeli yapısı ve -çok sık eve sarhoş bir şekilde gelerek sızan ve çıkardığı sorunlarla annemi daha da içe dönük hale getiren- babamla ilgili endişelere bağlı olduğunu düşünüyorum.

Erken okumalar ve hayal dünyamın etkisiyle uzaklarda bir yere ait olduğum fikriyle iç içe gelişen bir farkındalıktı belki de söz konusu olan. Orada kalırsam toprağını bulamamış bir bitki misali kuruyacağımı sezinliyordum.

 

SNB- Çocukluktan ilk-gençlik dönemine geçmek istiyorum, üniversite dönemini bundan sonra konuşacağız ki özellikle o döneme girmeden bu sorumu cevaplamanızı istiyorum. Kendime baktığımda, defterlerim, şiirlerim, yazılarım, dönemin sanatçılarının fotoğraflarının olduğu defterlerim,’Black is beautiful’ posterlerim… çok daha idealist bir genç vardı. Düzenli okuma olmasa da o dönemde okuyup etkilendiğim yazar ve şairler, şair olma hayalim…

Genç Cihan’a bakarsak, tam da sosyalleşmenin başladığı bu ilk gençlik döneminde nelere önem verirdi, neyi severdi, çapkın mıydı mesela, yaramazlıkları var mıydı, defterleri, şiirleri, yazarları… Kim gibi olmak istiyordu, hani Cezare Pavese Yaşama Uğraşı’sının 5 Mart 1939 tarihli bölümünde “Bir delikanlı ne kadar kendi adına düşünmek isterse istesin, kendisini her zaman çevresindeki dünyadan alınmış soyut bir örneğe uydurmaya çalışır.”der ya, sizin örneğiniz kimdi? Ben Ölü Ozanlar Derneği’ni defalarca okuduğumu hatırlarım o dönemde-en az on kez, ciddiyim-, sizin ilk gençlik yolculuğunuzda kimler vardı? 

CA- Bu nasıl da kitaplık çapta cevap gerektiren bir soru sevgili Suzan… Nereden başlayayım, hangisini anlatayım, hangi merhaleyi, kurumu, cemaati, denemeyi, katılım çabasını… Siyasetten etkilenen, siyasal duyarlıkla güdümlenmese de bazen siyasetin gölgesinde kalan bir edebiyat aşkından söz edebilirim.  Lise yıllarında sevdiğim aktör Cüneyt Arkın, yazar ise Dostoyevski’ydi. Bir taraftan Hareket dergisini okurdum, diğer taraftan Hey dergisine göz atmadan geçmezdim; en sevdiğim roman, Heatcliff yüzünden, Uğultulu Tepeler. Bir hafif Batı müziği düşkünlüğüm vardı. Okulun yaban dili İngilizce. Elimde sözlük, Fransızca bir şarkıyı Türkçeye çevirmeye çalışıyordum. Bir antikomünist duyarlıkla halkçılığın bileşkesi, kendini hazır kalıplarla tanımlamaya izin vermiyor. Allah var, ötesi ona göre şekillenecek. Üniversite yıllarında Ali Şeriati, Baudelaire, Tolstoy; onlar hâlâ hayatımda… Üniversite yıllarının sevgili şair ve yazarları arasında Karakoç, Özel, Blake, Kazancakis, Pasternak, Kuşeyri, Emily Bronte  ve Garaudy var; Garaudy “Kıyısız bir gerçekçilik üzerine” kitabındaki sanat eleştirileriyle Müslüman olmadan önce de benim yazarımdı. Niye aralarında kadın yazar ve şair yeteri kadar yok, bu soruyu da konuşmalıyız. Aslında sevdiğim kadın yazarlar var, az önce değindim, Uğultulu Tepelerin’in yazarı… Halide Edip, Emine Işınsu…

 

SNB- Niye aralarında kadın yazar ve şair yeteri kadar yok, bu soruyu okur Cihan Aktaş’a soracağım ama öncelikle saydığınız bu yazarlardan hangi kahramanlar size daha yakın? Ve saydığınız bu isimler, Türk edebiyatında kendinizi çizgisel olarak bağladığınız yazarlar diyebilir miyiz?

 

CA- Denilebilir. Halide Edip’in Kaya’sı ve Rabia’sı beni Şule Yüksel’in Feyza’sından daha fazla sarmıştır ve zaten Rabia ile daha erken bir yaşta tanıştım. Feyza elbet önemli bir karakter, Şule Yüksel de çok saygı duyduğum bir yazar. Fakat ben eve dönmeyi idealize eden Feyza yerine, ki o kendi bulunduğu konumda haklı da olabilir bu tercihinde, kamusal alanı değerlerine bağlı olarak dönüştürme mücadelesi verme isteği ve yeteneğine haiz Kaya bana daha yakın geliyor. Öylesine inançlarına sadık bir karakter ki Kaya, bakan eşi ile gittiği Avrupa başkentlerinde İslami kıyafetiyle dolaşmakta ısrar eder. Konuyu dağıttım, nerede kalmıştık…

 

SNB- İlk gençlik yıllarını anlatıyordunuz…

 

CA- Epik bir duyarlık, toplumcu bir hassasiyet…  Hatıra defterlerim, bana hediye edilmiş kitaplar, lise yıllarında nasılsam temel duyarlık ve kişilik özellikleri itibarıyla hâlâ aynı kişi olduğuma inandırıyor kısmen. Bir yanım hep dışa dönük, bir yanım nahif, örselenmeye hazır… Deli yanımı, aileden ve gelenekten gelen değerlerle dengeleyip durdum. Bazen başka türlü olamayacak diye savurdum kendimi önüme çıkan boşluğa. Allah’la konuşmayı, duayı hiç bırakmadan…

Ve aşk… Aşka açık bir yanı olmayan insanın hayatını toptan değiştirecek ölçüde köktenci kararlar alabileceğini sanmıyorum. Bu nedenle de aşk ve devrim, aşk ve dava arasında kurulu bağları irdelemek önemli geliyor bana. Hayata ve ölüme aşkla bakıyorsanız eğer, bir kitap okuduğunuzda kendinizi değiştirecek düzenlemelere gitmeyi göze alırsınız. Ben her alakamı aşkla kuran ve aşk yaralarıyla yol alan bir insan oldum hep. Aşkla çizim yaptım, aşkla yazmayı sürdürdüm. Aşk evliliği dışında bir evlilik de yapamazdım, belki evlilik için bu doğru bir yaklaşım olmasa da…

Bu anlamda İkbal’e kendimi yakın hissederim. Şeriati, İkbal’in dünya görüşünü irdelerken bu dünya görüşünün özünü şu elementlere bağlar ya: Kaygı, aşk, amel… 

Aşk derken kastettiğim belki tam olarak vecd. Varoluşun hissettirdiği coşkuyla kendini varlığa açma ve varlığı dönüştürme, keşfetme, bu yolla süren büyük keşfin ya da hareketin içinde yer alma… Kişiyi kesinlikle saf tutan, saflaşmaya çağıran bir durum bu. Çapkınlık çok yüzeysel, ancak ilişkiye veya ilintiye karşılık gelen ve sadakat gibi kavramları hafife alan bir olgu gibi gelir bana öte taraftan. Yani aşkla çapkınlık arasında temelden bir fark var olduğunu düşünüyorum. Aşka açık olma sadakat ihlalinin söz konusu edilemeyeceği varoluşsal bir konumlanma.

Sıradan insanın sadece karşıt cinsle ilişki üzerinden okuduğu aşk, aslında insan varlığının bütün bağlantılarında bir tür vecdle oluşturabileceği  yol, köprü.  Kuru, kupkuru, şiir okumamayı başarı sayan dava adamı sadece bir öfke ve mekanik bir ödev bilinci sunabilir muhataplarına söylemleriyle…  Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım, düsturunun farklı türde bir kutsanmışlığıyla varlık üzerini kapayan yapay örtülerden arındırılıp özsel gerçeğine en yakın bir mahiyette algılanabilir mi? Sevmeden, aşkla bağlı olunmadan adım atılan ilişkiler, gerçekleştirilen, kurulan işler, tanımlanan hedefler, bütün olarak aşkın yerini tutan heva ve heves belki de, kolesterol denen tabii durumu bir illete dönüştürüyor.   “Bütün hastalıkların kökeni sevgi yoksunluğudur” diyordu ya Büyülü Dağ’ın gizemli doktoru…

 

SNB- Her alakayı aşkla kuran ve aşka dair girizgah olan açıklamanız var ya, bu, aşk bölümünde bir kez daha arz-ı endâm etmeli kesinlikle. Ama şimdi sıra üniversite dönemindeki Cihan’ın. Üniversite, üniversite, üniversite… Bu dönemdeki kendime baktığımda, hayatımdaki ak ve karanın, acı ve mutluluğun en keskin olduğu dönem. Çok okuduğum, arayışla çoğu şeyden vazgeçerek bir şeye ulaştığım, ya da ulaşmaya çalıştığım şeyin ardından ezanın ve cefanın eksik olmadığı, yine de ciddi anlamdaki ilk öykümü yazdığım, aman aman olmasa da dereceye girdiğim -hatta Bal filmi için yazdığım yazıda bundan bahsetmiştim-, kör olduğum-babamı kaybettiğim dönem-, o körlüğün içinde yapayalnız sevgi aradığım… Tüm kalabalıklar içinde, Cebeci’de, tren istasyonunda, trenin geçişini her yakaladığımda mutlu olup dilekler dilediğim, gerçek dostlarla karşılaştığım, gerçek düşmanla yüzleştiğim… dönem. Hâlâ hayatımı etkileyen, bu yüzden Ankara’ya gidemediğim, gittiğimde nefes alamadığım bir kentin içinde kalan gençliğim… Hani insanlar gençliğine dönmek isterler ya, belki de bu yüzden hiçbir zaman dönmek istemediğim bir gençlik.

Ya Cihan, o ne yaptı üniversitede, lise döneminde biraz bahsetseniz de bundan, daha derine inersek, nelerle yüzleşti, onun için ne anlama geliyor bu dönem? İç ve dış yolculuğu için hangi adımları takip etti ve öyle bir şansı olsaydı, o günlerine dönmek ister miydi?

CA- Ben babamı (çok geçmeden de annemi) size göre çok daha geç bir yaşta kaybettim. Arada şöyle bir fark oluyor. Siz babanızı erken yitirdiğiniz için artık ona yaslanamayacağınızı, onun sevgi ve ilgisinden mahrum kaldığınızı fark etmekle gelen acıları da yaşadınız. Bense hem annemin hem de babamın adım adım çocukluk çağına döndüklerini gördüm, yani Kur’an’da sözü edilen hassasiyetle onlara yaklaşılması gereken sınav dönemi. İnsan elinden geleni ne kadar yaparsa yapsın o sınavı layıkıyla verdiğine inanamıyor. Arada fiziki kopukluk olduğu için yanlarında bulunduğum dönemlerde ne kadar ilgilensem de yeterli görünmüyor şimdi bana.  Fakat acının paylaşılması konusunda haklısın. İnsan önündeki dağın yıkıldığını görüyor sanki, artık anne ve baba yok, ölüm işte orada. Cümleler, tepkiler, ilkeler… yanı başında ama giderek bir hatıraya dönüşüyorlar.
Ebeveynin yitimiyle gelen acının dostlukları sınamasını ben de yaşadım. Taziye dini bir vecibe ama aynı zamanda yürekten geldiğini, acının paylaşıldığını, anlaşıldığını hissetmek istiyorsun. Beklediğin olmadığında bir şeyler zedeleniyor, sarsılıyor ya da tam tersine birileri daha anlamlı bir yer kazanıyor dünyanda, yanında oldukları için.
Gençlik günlerine dönmeyi ben de istemem. Gençlik benim için bir imtiyaz olmanın yanında sorumluluktu çünkü. Bizim kuşak gençliğin bedelini ülke ve toplum menfaatleri adına ödemesi beklenen bir kuşaktı. Toplumculuğuna rağmen bireysel hayat çizgisini korumanın mücadelesi hiç kolay değil. Bir de başörtüsü mücadelesi var bunun içinde. Geçmişime bağlı olsam da geçmişte yaşamayı sevmiyorum. Geriye dönmeyi bazen mimarlık mesleğini bir süre daha sürdürebilmek adına tercih edebilirdim. Oysa o da gerçekçi olmazdı. Yazarlık mücadelesinin çizgisi kesintiye uğrardı. Annemle babamın son üç yılında onlarla daha fazla ilgilenebilmiş olmayı, bunun için de yakın geçmişe dönmeyi isterdim.
Söyleşinin başında kokulardan söz ettiniz ya… Mesafeli bir kadın olan annem bana hayatın en güzel imgelerini sunan insan oldu aynı zamanda. Belki o nedenle de zengin bir iç dünyasına sahip oldum ve bir anne saplantısından uzak yetiştim. 

SNB- “İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler.” der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Geçmiş, değiştirilmeden anlatılamaz ya da başka bir ifadeyle saf/değiştirilmemiş bir geçmiş yoktur. Pavese, “günleri değil, anları anımsarız”, diyerek şu gerçeğe ışık tutar: Ân’ın dışına çıktığımızda, öncülü ve ardılıyla onu hikâye etmeye başladığımızda, ona başka şeyler katar, gerçekliği bozar, yeni bir gerçeklik inşa ederiz. Sartre, “…hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir. Ne var ki, bu değişikliği kimse fark etmez. Gerçek hikâyelerden söz edilmesi bunun kanıtıdır. Sanki, gerçek hikayeler olabilirmiş gibi.” der Bulantı adlı eserinde gerçekliğin anlatılmaya başlandığı an değiştirildiğini anlatmak için. Bu yeni gerçekliği bugün’den/şimdi’den etkilenerek yaparız. Kısaca şimdi, geçmiş’i inşa eder. (Bu kısmı Yaban Çilekleri için yazdığım yazıdan arakladım bu arada.)

Sizinle geçmişi konuştuk, ama bugünden bakılan, içine yalanlar katılan, değiştirilen geçmişi. Bazen taraflı, bazen fazlasıyla öznel, bazen abartılı… Geçmişe baktığınızda, bir şeyleri değiştirmiş olabileceğinizi düşünüyor musunuz, ona haksızlık ettiğinizi, yücelttiğinizi ya da daha nesnel olmaya çalışsaydım aslında bu hikâyede hatalı bendim dediğiniz bir an’ı yakalıyor musunuz?

CA- Burada sanırım içtenlik ve hayal gücü birbirinin içine geçebiliyor, söz konusu olan sanat dolayımlı bir dışavurumsa. Rousseau’nun İtiraflar’ı uç bir örnek olarak hep hatırlanır, ama ben yine de o kitapta anlatılanların da bir kurgu olduğundan kuşku duymuyorum; bir itiraf kurgusu.
İnsan kendi kendisine karşı içten olabilir, ama benliğindeki tamamlanmamış süreçleri ya da utanca kapılmaya sebep olan sahneleri başkalarıyla paylaşma konusunda sakınımlı olması bu içtenlikle çelişmez. Bu anlamda Heine’e katılıyorum. Bütünü tastamam yazamayacağımıza göre parçayı betimlerken bile gerçeği bir yanıyla değiştirmiş oluruz.
Geçmişi bütün gerçekliğiyle anlattığımı düşünmüyorum, buna borçlu olduğumu da; geçmişine takılı bir yazar da değilim. Bir şeyler anlatırken kullandığım süzgeç sadece geçmişe değil bugüne de, başka insanların tecrübelerine de dönük; edebiyat itiraf demek değildir. Edebiyat geçmişin estetize edilmesi de değildir tabii. Aslında en çok edebiyat yoluyla kat kat örtülerle kuşatarak gerçeği değiştiririz, bu, hikâye yazarken mahremiyeti ihlal ettiğime dair eleştiriler duyduğumda  dile getirdiğim bir tespit. Yasemin Çongar’ın bir yazısında okumuştum: Phyllis Dorothy James “bir otobiyografi fragmanı” altbaşlığıyla yayımlanan “samimi olma zamanı”nda merhametli mesafeden söz ediyor.  Gerçeği kararında müdahalelerle yeniden kurgulamak zaten edebiyat denilen büyük tecrübe ve birikime sebep olan asli saiklerden biri değil mi?
Geçmişimi tamamen tartışmadım henüz. Yeteri kadar yazmadığımı düşündüğüm için bir eksiklik duysam da bir haksızlığın oluştuğu kanısında değilim. Çocukluk yıllarım güllük gülistanlık değildi, yine de bana güzel gelmeye devam ediyor.

“Ruhun malzemeleri” anlamında yeterince şanslıydım. Aile faktörünün dışında bir hayal dünyasına beni iten sebepler ne denli sahici olabilirdi? Şimdi bile aynı şeyi düşünüyorum. Bizi hayatın başka bir yerde olduğunu düşünmeye götüren sebep, eşit şartlarda yaşayan bir başkasına, kardeşimize öyle gelmeyebiliyor. Mesela kız kardeşin kadar kadın meclislerinde oturup oradan buradan konuşmaları dinlemeye kendini kaptıramıyorsun; özlediğin hayat başka bir yerde akıyor. Zamanın akışını başka bir kulakla dinliyorsun örneğin ya da kulakların tıkalı oluyor. Hayal ettiğin dünyaya dahil olmanın öyle kolay olmadığını anladığında da bir yırtılma başlıyor benlikte belki. Kültür tarafından yaralanma desek bile, ben yontma taş diye tabir edilen dönemlerde de benzeri kişilik farklılıklarının bulabileceğini düşünüyorum. Bir yazar arkadaşımla bu bağlamda yazışıyoruz. Yazı büyük zamanımızı alıyor, hayatı yaşama etrafında birçok girişim ve tecrübeden uzak kalıyoruz. Bundan şikayet etsek bile yeteri kadar sahici değil şikayetimiz, dışında kaldığımız akışların içine katılsak da yazamadığımız cümleler yüzünden huzursuz olacağız.

 

SNB- How wonderful is Death, / Death and his brother Sleep! diyor, Shelley; Shakespeare “Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi / Ölmek uyumak… uyumak / belki rüya görmek” ve Kuran, Zümer/42’de Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır diyor, Enam/60’ta ise  O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyutan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır)… diyor.

Rüyalar, hakiki âlemin kapıları, ölümün kardeşi, onunla aynı kapıya açılan bir âlemin göstergeleri. Peki sizin için rüya ne anlama geliyor? Etkileniyor musunuz rüyalarınızdan, onlara anlam yüklüyor ve bunun hayatınıza etkisi oluyor mu? Ve eğer mahreme girmeyeceksek, yukarda bir rüya anlattınız ama benim merak ettiğim sizi en çok etkileyen rüya? Örtük de olsa anlatabilir misiniz?

CA- Çok çarpıcı, sarsan rüyalar vardır, kimilerini anlatmamayı tercih etmek gerekir gibi geliyor bana.   Yukarıda bir rüyama değindim. Liseyi bitirinceye kadar zaman zaman gördüm o rüyayı.  Kasabadaki evde yaşıyormuşuz hâlâ.  Evin arkasındaki geniş arazide koşuyor, daha doğrusu bir şeylerden kaçıyorum. Öyle uzun uzun ve umutsuzca koştuktan sonra bir şekilde eve girmeyi başarıyorum ama evde kimse olmuyor. Boş, daha doğrusu terk edilmiş evde umutsuzca dolaşıyorum. Hollywood’un felaket filmi sahnelerindeki gibi… Üniversite yıllarındaki bir rüyam da -aslında kâbus sanki-  proje teslimi üzerine. Bir şekilde projeyi teslimine gecikiyor ve bunun tedirginliğini yaşıyorum.  İlk rüyamı yatılı okul tecrübesinin eseri olarak görürüm, ikincisi ise mimarlık eğitiminin telaşlı akışının mizacımla etkileşiminin eseri gibi gelir. Rüyaların en azından bir kısmının derin anlamları olduğunu düşünürüm elbette ama çok aşırı bir yoruma da gitmeden, hayra yormaya çalışırım.

SNB- Önce aşk vardı. Gökler kat kat kurulmamış, yeryüzü kadem kadem örülmemişken, aşk vardı. Ay gecede saklanmadan ve gölge güneşe nikahlanmadan, aşk vardı. Dağlar yerin boynuna gerdanlık gibi takılmamış, yıldızlar gökyüzünde billur avizeler gibi yakılmamıştı ve aşk vardı. Hava suyla dertleşip toprak için ağlamamışken ve su toprakla bir olup ateşe kin bağlamamışken, aşk vardı… Kaderi heceleyen mühürlü defterden ve üzerine ant içilen kalemden önceydi O. Önce yoktu ve aşk vardı…” diyor Ömür Ceylan, Önce Aşk Vardı’da.

Aşk imiş her ne var âlemde… Aşk üzerine konuşmaya başlasak sanırım susmak mümkün olmaz. Mümkünler âleminde en çok mümkün olmasını istediğimiz şey belki de aşk, her iki anlamda da. Önce aşk nedir’i konuşalım ve ardından daha önce söylediğiniz ve gerçekten beni çok etkileyen bir cümle vardı: ben ‘her alakamı aşkla yaşayan’ yerine ‘aşkla kuran’ daha doğru… demiştiniz. Her alakamı aşkla kuran… Bunu açsanız biraz da.

Ve bu bölüm altındaki son soru: Sevgi mi, aşk mı? Hangisini tercih ederseniz, neden? Ki ben sevgi derdim, aşktan korktuğum için.

CA- Sevgiye dönüşen aşk en güzeli değil mi?…

SNB- Sondan başladınız cevap vermeye. Bu durumu sevgili okurlara şikâyet ediyorum. Konuyu dağıtıyorum, aşk…

CA- Aşk konusunda kesin bir tanımlama ya da formül ileri sürülemez gibi geliyor bana. Devrimlere benzettim bir yazımda. Devrim yapılmaz, gelir. Aşk da tasarlanmaz. Gelir. Yıkıcı bir sıçramaysa devrim, aynı şey aşkta da yaşanır. Nasıl karşılanacağı, sevgiye dönüşüp dönüşmeyeceği kişiye bağlı. Alternatif 14 Şubat yazıları yazıyorum birkaç yıldır. Bu yıl biraz Ferhat-Şirin-Hüsrev üçlüsünü inceledim. İçlerinde aşkı bana en saygıya değer görünen, Ferhat. Herkesin bir hesabı kitabı var, onun yok. Postmodern zamanlarda yaşasaydı da Şirin’in öldüğüne dair düzmece haberi aldığında intihar edecek yerde yeni bir dağı delmeye girişseydi ya Ferhat… Şaka bir yana, işte öyle bir kurgu düşünüyorum çoktandır, Ferhat merkezli.

Aşk başka bir varlığın içinde kaybolarak kendini yeniden bulmaya yönlendiren bir hayat enerjisi, yaratıcı bir sıçrama hali. Senin de şimdilerde okuduğun İvan Agueli aşkla çalışma arasında bir bağ kuruyor. Amaçlılık, dünyaya varoluşa bir anlam kazandırma, kendine anlam kazandırma, kendini değer açısından çoğaltma… Narsizmi güçlendiren sınamalar da aşk olarak adlandırılıyor tabii… Şehabeddin Sühreverdi “Cebrail’in Kanat Sesi”nde kendini tanıma sıfatına bağlıyor aşkı. Sevgiye ulaşmak üzere yeniden ve yeniden yollara düşmeyi gerektiriyor ya, işte o ruh hali değerli geliyor bana.

SNB- Agueli bitti bu arada. Öneriniz üzerine okumuştum Özgürlüğün Romanı’nı. Şark’ı içinde taşıyan Batılı modern ressam Ivan Agueli’yi anlatan biyografik eser. Sembolizmi saf resimle birleştiren, şuuraltı kübist etki taşıyan, resminde zihne/akla önemli yer veren, Cezanne hayranı, ruhi perspektif oluşturmaya çalışan, melâmi-meşrep bir sanatçı Agueli. Merak eden okurlar varsa, yazarı Torbjörn Safve. Konu kitaplara gelince çenem düşüyor. Artık soruma geçeyim. Bu sorunun herkesçe cevabı ve altındaki anlamı farklı. Hangisini seçerseniz nedenini de söylemek zorundasınız çünkü sadece bir damak tercihinden değil aynı zamanda insana bakışınızla ilgili de bir tercihi içeriyor cevabınız. Çay mı kahve mi?

CA- Neskafe hiç değil, Türk kahvesi de değil. Çay, o da Seylan Hindistan İran çayı değil, ot kokusu hissettiren Rize çayı, Tahran’a giderken yanımda götürüyorum Rize çayını. Bazen sigara içmediğim için çayı önemsediğimi düşünüyorum. Nihat Genç iki çalışma arasındaki geçişi kolaylaştırmak için sigaranın işe yaradığının düşünüldüğünü söylemişti bir keresinde. Ben o geçişi çayla kolaylaştırmaya gidiyor ve pek çok zaman yarım bırakıyorum bardakta, çalışmaya dalıp gittiğim için. Dostlarla sohbet sırasında da çay eksik ya da fazla cümleleri yerli yerine oturtmak için geçişi sağlıyor belki. Bir yudum alıyorsunuz. Tazelemeye kalkıyorsunuz. Tabii sadece Rize çayı da değil. Yeşil çay, hatmi çayı, melisa çayı…

SNB-  Akşamlar ağlatıyor, ağladım, çok ağladım!
           Ay ışığı insafsız, güneşler acımasız:
           Buruk aşklar elinde uyuşup esrik kaldım,
           Yeter, yarılsın teknem! Alsın beni bu deniz!

Esrik Gemi’de Arthur Rimbaud gemi ile, kendini; deniz/su ile de huzuru simgeler ki şairin beni en çok etkileyen dizeleri bunlar. Ağlamak… ve yalnızlık;  bazen acziyet, bazen zehir, bazen boşluk , bazen çokluk, bazen huzur, bazen gözyaşı ,bazen kelime, bazen sükut… ne çok bazen.

Biraz mahreme girsek de, bunu sormak istiyorum. Sizi en çok ağlatan an/sebep hangisi ve Cihan Aktaş için nedir yalnızlık?

CA- Kolay ağlayan biriyim, daha çok da gözlerim dolar. İnce davranışlar karşısında olduğu kadar beklemediğim kaba hareketler de gözlerimin dolmasına sebep olur.  Film seyrederken bir sahne içine çeker beni, orada ağlamaya hazırlanan kişiye katılırım. Vefasızlığı hissetmek tabii; insan gözyaşlarının boşandığını fark ediyor. Yazının olağanüstü bir terapi etkisi var. Ağlamak yerine kağıda kaleme koştuğum ya da gözyaşlarımı çalışmaya yoğunlaşarak dindirdiğim olmuştur 20’li yaşlarda.

Yalnızlık duygusunu yaşamaya yazgılıyız, kendimizi oyalama yolunu tutmuyorsak tabii. Hubut’u yaşamışız, nasıl yalnızlık duymayalım? Başlangıçta sanıyorsunuz ki yalnız olduğunuz için kağıda kaleme sarılıyorsunuz.  Sonra ancak yazı yoluyla kendini ifade edebilen biri olduğunuz için yalnızlıkla barışmaya çalışıyorsunuz. Bu kolay olmuyor ama nihayet gerçekleşiyor. 

Yalnızlık duygusunu doğarken yanımızda getiriyoruz.  Yatılı okuldayken yalnız kalmak için köşe bucak arardım. Ancak daha öncesi de var. İlkokul çağının öncesinde bile odanın bir köşesine çekilip düşüncelere daldığımı hatırlıyorum. Hayal veya düşünce, ikisi aynı şeydi. Bir masanın altını tercih ettiğim olurdu. Topluluğun genel neşesine uyum sağlamakta her zaman zorlanmışımdır, bu hâlâ da böyle ve sanırım pek çok yazar da benim gibidir. Bazen de -hele kadın olarak yazma cüreti gösterdiyseniz- yalnız kalmak için bir mücadele verirsiniz. Zamanın sizin için rastgele akmadığına birilerini ikna etmeniz gerekir mesela…

SNB- Kadın, kadın, kadın… Ah, ne zor bir konu. Hele de spesifik bir bağlamda sorulmazsa. Kadınlar ne ister demişti bir film, kadınlar ne ister sahi? Kadınlara bakış, kadın hakları, feminizm… Kadın konusundaki fikirlerinizden genel olarak bahsetseniz. Sınırlandırmayı size bırakayım.

CA- Kadınlara bakış, iyi de kimin bakışı?  Lacan bu anlamda “kadın yoktur” diyor ya… Yüceltilirken bir tanıma hapsediliyor, hayal kırıklığı uyandırdığında ise lekelenerek nâ-meşru bir zemine sürgüne gönderiliyor. Bana kalırsa kadınların öncelikle kendilerinin kendi varlıklarını kul olarak, emaneti üstlenmiş insan olarak yeniden düşünmeleri gerekir. Aksi takdirde çok nahif bir yapıyla kullanışsızlığı ifade eden tanımlardan kaçınmaya çalışmakla geçiriyoruz hayatımızı. Sonuçta belirgin bir paradoks var. Erkeklerin kadınlara bakışını oluşturan da popüler kültürden önce çevrelerindeki kadınlar.  Bu konuda bir sıkıntı varsa önce kadınların kendilik algılarında başlıyor.  

Haklar konusunda da benzeri bir düşüncem var. Çaba göstermek gerekir diye düşünüyorum. Esasında ben dayanışmadan yanayım. Yani blok bir kadın hakları mücadelesi o kadar anlamlı gelmiyor bana. Çünkü bilinç yükselmesi yaşanacaksa birlikte yaşanacak.  Feminizm bu nedenle kadın meselelerine getirdiği köklü eleştirilerle önemli bir akım olsa da yalıtık mücadele, mevcut sorunu başka bir açıdan yeniden üretmeye yatkınlaşıyor gibi geliyor bana. Kendime özgü bir feminizmim var, diyorum bazen; yapısal bir şey. Mesela kendimi “gelin” olarak algılamakta çok zorlanmışımdır. İşte, soyadımı değiştirmek istememek de belki aynı duygudan, kendi biyografisinin temellerini koruma kaygısından ileri geliyor. Boş bir inat sayılmamalı bu, gelin olarak gitmenin travmatik bir yanı var ve paradoksal bir şekilde kadınları güçlü kılan bir şey, bu yolculuk. Ben kendi kimliğime özgü kodları yeteri kadar sabitleştirdiğim için belki evlendikten uzun bir zaman sonra eşimin ülkesine gitmeyi göze alabildim.

Konudan uzaklaştık galiba.

SNB- Hayır, hayır. Devam edin. Feminizm diyordunuz…

CA- Feminizm… Popüler kültürün mekanizmalarından geçen her olgu gibi feminizm de şimdi Mary Wollstonecraft gibi teorisyenlerin zamanında öne sürdükleri temel eleştirileri ört bas eden bir yavanlık içinde. Şirret, illetli, çirkin kadınlar feministler, öyle bir algı var. Düşünümselliği olmayan kör, kaba bir inatlaşma!  Bu imgeler kadınları yüceltmeye dönük 1960’ların işçi hareketlerini hatırlatan sloganlarıyla taklitçi feministler tarafından da güçlendirildi kanımca. Zayıf olana, ezilene moral kazandırmaya dönük düşünsel ve ameli çabalar elbette değerli. Ama nihayet kendini baskıcı ya da despot olmakla suçladığı karşı cinse göre tanımlarken eleştirdiği nitelikleri yüceltme noktasına da sürüklüyor kadınları bu tür idealleştirmeler. Bu nedenle çok taraflı eleştirilerin sürekli aktif olması bana önemli geliyor. Benzeri eleştirileri geliştirmeyi ve tartışmaları sürdürmeyi erkeklerle birlikte gerçekleştirmek gerekir diye düşünüyorum. Sonuçta Kur’an’ın tavsiyesi, birbirini hasım değil dost ve yardımcı olarak görmek…

Şu da var tabii… Hazır kadınlık paketlerinin sebep olduğu daralmalar, yaşattığı acılar kadar, buna bağlı olarak kurgulanan erkeklik durumları ve algıları da erkeklere baskı yapıyor. Sosyal kadınlık durumu gibi sosyal erkeklik durumu da var ve hiç kolay oluşmadığı tahmin edilebilir.

SNB- Anne Cihan Aktaş nasıl biri? (burada çocuğunuzdan kopya çekebilirsiniz)

CA- Anne olduğum için çok mutlu olduğumu söyleyerek başlamalıyım, ama hiç kolay da gelmedim bu noktaya. İlk kızımın doğumuna ansızın yakalandım diyebilirim. Çok seviyor, gözümden sakınıyor, yine de kendimi anne olarak görmekte zorlanıyordum. Aklım hep eksik bıraktığım başka şeylerdeydi. Bunun bir sebebini kolaylıkla aile içinde evlenip de anne olacak şekilde bir eğitim almayışıma bağlayabilirim, bu doğru da, annem kızlarını evliliğe hazırlayan bir anne olmanın uzağında durdu hep.  Ama toplum etkisi diye bir şey de var, sanırım bizim ailenin kızları da evliliğe klasik usullerle hazırlanamadılar. Elimizde tığ ya da şiş olmadığı için değil. Kitap okumaya düşkünlük olmalı bunun sebebi. Annem kızlarını övmekten hiç hoşlanmazdı, bizler de olduğu gibi görünerek geçirdik hayatımızı. O anlamda hani sofalarda, beş çaylarında öğrenilen türde bir kadınlık bilgisi maharetinden, becerisinden yoksun olduğum söylenebilir.

Anneliği de kendi kendime öğrendim, zaten annelik böyle bir şey, bilimsel açıklamalar sadece açıklama olabilir. Anne olmaya can atmıyordum, anneliği yücelten söylemlere de hâlâ gerçek kadını, gerçek anneyi görmenin uzağında kalmaları nedeniyle eleştiri getirdiğim olur.

Sonuçta otoriter bir anne değilim, özverili olduğumu düşünüyorum, iki kızımı da dört yaşlarına gelinceye kadar kreşe vermekten kaçındım, daha sonra da yarım gün için vermeye başladım. Çocuğun yetişmesinde kendi evinin sağladığı güveni çok önemli buluyorum. Bir de toprakla temas ve oyun konusunda mahrum olmasınlar diye çaba gösterdim. Hani, parklara pikniklere götürmekle kalmadım, yıllarca yaz aylarının bir kısmını annemle ve babamla birlikte benim memleketim olan Erzincan’ın Refahiye kasabasının Pınaryolu köyünde geçirmeye dikkat ettim.  Bir de masallar konusunda bir titizliğim oldu. Son yıllarda hepimizin hayatında olan, ezbere bildiğimiz masallar üzerine tartışmalar yoğunlaştı. Şiddet unsuru, üvey anne miti, korku uyandıran imgeler… Ben kızlarıma ünlü masalları hep yeniden yorumlayarak anlattım. Ayrıca çokça masal uydurduğum olurdu.

Genellikle insanlardan bir şey isteyeceksem bunu bir kez yapıyorum. Kızlarıma da herhangi bir konuda yardım isteyeceksem, bir kez söylerim. Tanıdığım süre içinde yapmadıkları takdirde kalkıp kendim girişirim.

Özde titiz bir ruhum var. Belirlilik, disiplin, vaktin iyi kullanılması, verilen sözün tutulması… Bu özelliklerim kızlarıma da geçti. Küçük kızımla odasının dağınıklığı konusunda polemiğe giriyoruz bazen. Odasına elimi sürmemi istemiyor. Kendisi de ancak kafasındaki bir programa binaen zaman ayırıyor odasının temizliğine, düzenine. Bunu başka gençlerde de görüyorum, odalarının dağınıklığından rahatsız olmuyorlar. Bu konu üzerine düşünüyorum. Zannedersem sebebi masanın üzerindeki bilgisayar. Uzam onlar için adeta ekranda bir varlık kazanıyor, oda teferruata dönüşüyor.  Bir şeyler üst üste yığılıyor ve belirsizlik kazanıyor, emin olamıyorsun, işe yarıyorlar mı, yarayacaklar mı, ne zaman kadar sürecek tozlanmaları… Odanın bir köşesinde şövale, diğer köşesinde üst üste yığılmış giysiler ya da kitaplar var. Merkezde olan masanın üzerindeki bilgisayar. Masanın üzerinde tabaklar bardaklar tokalar başka birçok şey birikiyor. Ekranın çektiği labirentten dönüp de onları mutfağa taşımak için uygun bir zaman kollanıyor. Ya da şöyle bir açıklama yapıyor: Çok fazla işi var. Dağınık planların bile o dağınıklığın içinde bir düzeni var. Başkasının toparlaması demek, karmaşık düzenin bozulması anlamına geliyor. Mesela pantolonunu  attığı yerde bulmak istiyor, bulamadığında düzenine karışıldığı hissine kapılıyor. Aklıma şakayla karışarak Marshall Berman’ın “devingen kaos”  tanımlaması geliyor. “Devingen kaosun içinden geçebilmek için onun devinimlerine uymalı ve uyarlanmalı, onu yakalamaktan öte bir adım ileride olmayı öğrenmeli… Bir yandan da şöyle: Özel hayatı, kişiselliği o kadar kutsal ki dağınıklığıyla, kirli tabakları, kirli çoraplarıyla birlikte onun müdahaleye hazır olduğu ana kadar bulundukları yerde el sürülmeden durmalı… Bir adım öteye gidip şunu söyleyebilir: Bir de sokaktan paçavra toplayan insanları kahraman olarak niteliyorsun!

SNB- Okumak; kültürel/sosyal standardizasyondan kurtulup, kendi ben’in(iz)le yüzleşmektir. Her yazar okur için farklı bir yolculuktur ve her yazar farklı bir yolculuk yapar. Hatta okurla yazar arasında aşk-nefret ilişkisi vardır çoğunlukla. Okur, sonuna kadar vazgeçmez yazarından. Yürek komşusudur yazarı çünkü, onu reddetmek kendi yüreğine ihanet olacaktır.

Benim bu yolculuğumdaki özellerim Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Hilmi Yavuz, Sadık Yalsızuçanlar, Selim İleri ve İhsan Oktay Anar… Elbette başka yazarlar da var, neredeyse tüm kitaplarını okuduğum, ama bu saydıklarım bir şekilde daha özeller benim için. Şimdi okur Cihan Aktaş’a sıra gelsin. Onun özelleri kim? (Aslında sayıyı beşle sınırlandıracaktım ama altı tane saydığım için sizin sınırınız da bu. )

CA- Altı gerçekten çok az, ama deneyeyim: Aliya İzzetbegoviç, Ali Şeriati, Karatani, Ranciere, Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören… Çok indirgemeci oldu, çaresizce. Hadi hile yapayım burada: Knut Hamsun diyemedim, Kazancakis, Doris Lesing de diyemedim. Bir ekleme yapmam mümkün olacaksa, Camilla Paglia demeden geçmek istemem.

SNB- Gençlik okumalarından bahsederken Dostoyevsky, Ali Şeriati, Karakoç, Özel, Blake, Kazancakis, Pasternak, Kuşeyri, Emily Bronte  ve Garaudy’yi saydınız ve orada cidden tartışılması gereken bir soru sordunuz?  Niye aralarında kadın yazar ve şair yeteri kadar yok? Ben de kendi okumalarıma döndüğümde -birkaç isim hariç- kadın yazar ve şairler hep sonradan okunmuş Sahi neden yok?

CA- Yukarıda biraz değinmiştik, biraz daha açalım, peki… Bana kalırsa bunun sebebi, bize öğretilen kamusallığın sırrının erkek yazarların elinde olması. Edebi kamudaki kadın dili zaafı da bununla ilgili. Evet Jane Austen ve Halide Edip de okuyorum, önemsediğim yazarlar ikisi de, yatılı okul öğrencisiyken Barbara Cartland da okudum, ancak bu yazarlar da bir bakıma edebi kamudaki erkek dilini öğrenerek yazma tecrübesini yansıtıyorlardı. Tercih ettiğimiz erkek yazar, başlıca tercih sebebimizin ötesinde bir de uzun bir yazı geleneğinin genetik imtiyazlarına sahip olarak yazıyor. Din ve felsefe alanında olduğu gibi sanat alanında da bu kesinlikle böyle değil mi?

Kadın yazarları okuyoruz, onlardan öğreniyoruz, ama asıl erkek yazarları okuyarak yazının sırrına, sevdiğimiz kadın yazarlar tarafından da ulaşılmış olan sırlara vakıf olmaya çalışıyoruz. Kadın yazarın kadın dili adına geliştirdiği ve kadın merkezli anlatıları çekici ve farklı gelse bile kendimize tuttuğumuz ayna gibi, ancak kurgu ve felsefe alanında erkek yazarlardan öğrenmeyi öncelediğimiz açık. İstisnalar elbette var ve giderek de artıyor sayıları. Bazen kadın duyarlığı felsefeyle bir araya geldiğinde olağan üstü etkileyici bir dil oluşturuyor, orası öyle: Yukarıdaki listeme Camilla Paglia’yı eklemeyi istedim, çünkü sanat eleştirisi alanında bambaşka bir bakışı var doğrusu. Bizde ise Zeynep Direk’i önemsiyorum bu anlamda.

SNB- Hazır okur Cihan Aktaş’la konuşurken ona şunu da sorayım. Şiirler asla tam olarak diğer dillere çevrilemezler ama bu soruyu gene de sormak istiyorum. ‘ İyi’ bir şiir yabancı dillere çevrilebilmesi mümkün olan mı yoksa olmayan mı? (Bu iyi’yi, güzel, etkili, harika… olarak da değiştirebiliriz) Ve bu konudaki asıl sorum şu ki, Kırkıncı kapı sitesi  ( http://www.kirkincikapi.com. ) yazarlarıyla bunu tartıştık geçenlerde: Şiir / şair kutsal mıdır?

CA- Saf şairlerde özel bir ilham olduğuna inanıyorum. Söz gelimi Blake bende bu hissi uyandırır. Ancak bu niteliği kutsallık olarak adlandırabilir miyiz, emin değilim. Kutsal kavramı ilahi olanla ilişkiliyse, şiir tıpkı dua gibi bunu başarabiliyor bazen. Tabii bu çok tartışmaya açık bir konu, sıradan olandaki ilahi işaretlerden söz etmeye götürür bizi. Ruhumuzu sarsan, bize daha önce fark etmediğimiz duygular yaşarken algılarımızı incelten, bizi başka dünyalara götüren, özlediğimiz ve belli belirsiz bildiğimiz diyarların açıklamasını yapan mısralara şairler de ilahi bir bağış olarak ulaşıyorlar elbet.

İyi bir şiir bazen yabancı bir dile çok az aksamayla çevrilebilir, bazen de bu başarılamaz. Mütercime, çevrilen dilin yeteneğine bağlı bu. 

SNB- İkinci el kitaplar, içlerindeki farklı dünyayı kendi dünyanıza kabul etmenizdir… Farklı hayatlarla, kokularla, hüzün ve renklerle gelirler dünyanıza; içlerinde okunmuş ve kesilip sararmış takvim yaprakları, ayraçlar, derkenarlar, çizgiler, kokular ve üzerine sinmiş lekelerle önünüzdedirler, bir daha onun içinden alamayacağınız. Sonra yerleşirler kitaplığınıza, eskiyseler, çok eski, farklı ciltleriyle diğerlerinden ayrılırlar, ebatları ve kalınlıklarıyla farklılıklarını sergilerler, çoğunlukla eksiktir bir parçası, incinmiştir bir tarafı, farklıdırlar, yaşamış ve yaşanmışlardır, diğerlerinin arasında ama farklı bir varlıkla arzı endam ederler… Siz onu dünyanıza aldığınız kadar, onlar da sizi kendi dünyalarına kabul ederler… Evet, evsiz ve vahşidirler diğer kitaplara göre, bir elden diğerine geçerken, farklı mekanlarda gezinmiş göçebelerdir; çok el dokunmuştur üzerlerine, davetsiz misafirler açıp içlerini göz atmak istemiştir sırlarına; ama siz onu elinizden kalbinize misafir edene değin asla sırlarını öğrenemezsiniz, göstermezler, önce size alışmalıdır, önce sizin varlığınızı kabul etmelidir… Sonra sizin bir parçanız olduklarında, göçebeliklerinin konaklama mekanında bir süre dinlenirler, ta ki gitme vakitleri gelene değin…

İkinci ek kitapların bendeki izlenimleri bunlar, ya sizde ne anlama geliyorlar?

CA- Siz o kadar güzel anlattınız ki ben neler ekleyebilirim acaba? Belki bir yorgunluk ve hüzün ifadesini ekleyebilirim, çok haklı vahşilik niteliğine. Ben de çok severim ikinci el kitapların taşıdığı hayatların göstergelerini okumayı, yorumlamayı. Lekelerle, çizgilerle, aidiyet ifade eden isim ve imzalarla yaşlı bir insanın konukluğunu hissettirirler, elbet özen göstermelisiniz. Şu var ki yıllardır muzdarip olduğum toz alerjisi nedeniyle çoğu zaman sadece ikinci el kitapların değil, kendi uzun zaman el sürmediğim aşina kitapların da yanına yaklaşmaya çekiniyorum. Bazen vücudumun vereceği tepkiyi göze almaya mecbur kalıyorum bir yazı yazarken. Zannedersem tablet pc yakın gelecekte benim için zorunlu olacak. Kütüphanemin daha az el değdirdiğim İstanbul’daki bölümündeki kitaplardan neredeyse hiç yararlanamıyorum, toz yüzünden. Eski kitaplar, tozları alınsa da alerjik tepkiye yol açıyor.

SNB- Şimdi sırada okur ve yazar ilişkisi var. Siz mi okurunuzu seçtiniz, onlar mı sizi? Okurun etkisi ne üzerinizde, diyelim ki bir yazıyı yazarken okurum burada beni yanlış anlar kaygısıyla yazmaktan vazgeçtiğiniz şeyler oluyor mu ve bunun olumsuz etkisini hissediyor musunuz? Yazmak istemek ama yazamamak… Burada aklıma Dosto geliyor, Zweig diyor ki onunla okur arasındaki ilişki için, ne dostane ne de huzurludur, bilakis tehlikeli, zalim, şehvetli içgüdülerle dolu bir uyumsuzluktur. Ya yazar Cihan Aktaş’ın okurla arasındaki ilişki nasıl?burada bir sorum daha olacak okur ve yazar ilişkisi bağlamında. “Derisini soyunamayan yılan yok olur. Düşüncelerini değiştirilmesine izin verilmeyen zihinler yok olur: Zihin olmaya son verirler” der Nietzsche. Siz yazarlık dışında, gazete yazarlığı da yapan bir kişisiniz. Doğal olarak tüm bu yoğunluğun, değişimin içinde belki de en çok değişmek zorunda kalan insanlardansınız. Peki bu değişimler, okurlarınız tarafından nasıl karşılanıyor?

CA- Sıcak, hoş, farklı katmanlarda süren bir ilişkinin yanında, öfkeli, nefret dolu, tehditkâr bir üslup da eksik olmuyor. Sevgi dolu yaklaşım, samimiyetle yazma ve kendimi eleştirmekten de çekinmiyor olmamla ilgili olabilir. Neredeyse üniversite yıllarından beri fikirlerimi, duygularımı, gözlemlerimi, tecrübelerimi yazı yoluyla paylaşıyorum okuyucuyla. Bunun sağladığı bir güven, bir duygudaşlık ve karşılıklı beslenme elbette var. Nefret ve öfkenin ise iki sebebi olabilir en azından: Birisi, değiştiğime, fikirlerimi değiştirdiğime dair kanaatten ileri geliyor. Anlamsızlığını konuşmak bile fazla. Diğeri ise, Taraf’ta yazarken daha ziyade muhatap olduğum bir okuyucu profilinin tepkisi ki başlangıç dönemine göre epeyce azaldı. Şöyle sorular soruyorlar:  Nasıl başınızı örtersiniz? Nasıl Taraf”ta yazarsınız? Nasıl Kürtçülük yaparsınız?.. .

SNB- Artık Yazar Cihan Aktaş’a geliyoruz yavaş yavaş. ‘Yazarda olması gereken tek şey bir kalem bir miktar kağıttır. Bu yeterli. Yeter ki, o kalemin ve kağıt üzerine yazdıklarının tek sorumlusunun yalnızca ve yalnızca kendisi olduğunu bilsin.’ diyor Kadınlar Rüyalar Ejderhalar’da Ursula K. Le Guin. Size göre bir yazarda olması gereken nedir, bir kalem ve kağıt mı, bir oda ve biraz para mı, ya da bambaşka bir şey mi?

CA- Le Guin’in özellikle denemelerini çok beğeniyor, bu açıklamasına da katılıyorum. Tabii ki her şeyden önce yazıyı seviyor, sahiden de yazmadan edemiyor olmalısınız. Elbet hayatınızı kazanmanız gerekiyor, kendinizi ve ailenizi geçindirecek bir kazancınız olmalı. Bu açıdan şanslı sayılırım, ailemizin geçimi temelde eşimin sorumluluğu altında. Öte türlüsü olsa nasıl yaşar ve yazardım, bunu düşünüyorum sıklıkla. Yazardım tabii, mutlaka yazmayı sürdürürdüm, ancak şimdiki kadar/gibi yazamaz, daha Kafkaesk bir üsluba sahip olurdum. Yazamadığım bir evlilik hayatı mümkün olamazdı gibi geliyor bana, bunu evlenirken de biliyordum. Tehmine Milani’nin “İki Kadın” isimli bir filmi var. Mimarlık öğrenimini sürdüremeyen bir kadının mutsuz evliliğini anlatıyor. Kocasından gizlice bir suçu örtbas etme çabasıyla kitap okumayı sürdürüyor. Benim bildiğim bir örnekte de kadın kocası karşı çıktığı halde müstear adlarla da olsa yazmayı sürdürebilmek için daktilosunu bir battaniyenin içine sararak karyolasının altında gizliyordu.

Demek istediğim, evliyseniz yazma aşkınızı biraz da olsa paylaşabilmeli eşiniz ki iç rahatlığıyla o kağıda kaleme yönelebilesiniz. Kağıt kalem elbette yeter de sürekli annesinden babasından gizli notlar alan liseli kız telaşı içinde yazarlığı sürdürmek kolay değil.

Söz konusu olan nihayet verili dünyayla yetinememekten ileri gelen bir açma, yeniden tanımlama çabası. Elime kalem kağıt alamadığım şartları düşünemiyorum, zannedersem bir tür mağara dönemi şartları demek olurdu ki o zaman da mağaranın duvarlarına resim yapardım.

 Bu konuda kötü bir şöhretim vardı çocukken. Oturduğumuz kira evlerinin duvarları resimlerle kişilik değiştirirlerdi. Şu duyguyu iyi hatırlıyorum: En güzeli bu resim oldu, bu evden taşınsak bile o kalmaya devam edecek.

SNB- J Mağara ressamı. O zaman da sorum şu olurdu sanırım, bir fırça biraz boya mı, yoksa bir duvar, biraz da av eti (para) mi?  

CA- Sadece bir keski yeterdi mağarada sanırım. Ot seven biriyim, herhalde molalarda ot toplamaya çıkardım.

SNB- Otların canı yok mu? Yalnız cevabınız gayet başarılı. Bir sanatçının bakışı bu.

CA- Vejeteryanlarla tartışmalarımda ben de hemen sizin sorunuzu sorarım. J

SNB- Yazar Cihan Aktaş’a geçtiğimize göre eserleriniz hakkında da sormak istediğim sorular var. Cihan Aktaş ne anlatmaya çalışıyor bu eserlerle kendine ve okuruna?

CA- Bir anlama ve gelişme çabası bu, başka türlü de düşündüğüm yok. Yazı benim için mizacıma uygun bir öğrenme yolu. Resim yaparak, kilim dokuyarak, ayakkabı tamir ederek, bağdan üzüm dererek de öğrenirsiniz. Üçüncü romanımın leit-motiflerinden biri, “eksik olan başka bir şey” şeklinde bir cümle. Hepimizin içinde bazen sebepsizce oluşan özlemle, ıstırapla, şaşkınlıkla karışık duygunun haber verdiği şey nedir? Eksik olan, yitirilmiş hikmet ya da cennet, mükemmel yapının bazen bilinçli olarak eksik bırakılan bir tuğlası, Octavio Paz’ın dediği gibi, bize başka bir dünyayı işaret ediyor. İyi ve doğrunun, adil ve haklının ilahi kelâmla alakası üzerine düşünerek gerçeğe biraz daha yakınlaşabiliriz olsa olsa, ama o hep bir adım öteye kaçacaktır.

SNB- Yazmak bir şekilde güzel. Önemli olan; yazarın, kimin okuduğunu bilmesi değil, bir gün, hiç bilmediği bir coğrafyada dahi okunabileceği ihtimalinin olması ve oradaki okurun eserin yazarını merak edeceğini bilmesi, kendisinden yıllar sonra dahi. Okur, merak eder çünkü. Siz, okurunuzun gözünde nasıl anılmak istiyorsunuz bir yazar olarak ya da yazar olarak en önemli hayaliniz nedir?

CA- Sadece kendi amaçlarıma sadık kalarak çalışmayı sürdürmeyi düşünüyorum. Okuyucunun yargısı değişebilir ve elbette yazarken kılı kırk yarsam bile son tahlilde düşündüğüm okuyucuda bırakacağım izlenim değil, metnin kendi gereksinimleri oluyor. Bir de ben roman yazmaya geç başladım, hiç olmazsa altı yedi roman yazabilmiş olmayı isterim hayata gözlerimi yumarken. Yapmaya çalıştığım, yazılarımla açmaya çalıştığım kaygının okuyucudaki karşılığı çok farklı olabilir, bunu kestirmem imkânsız. Geçen gün attığım bir tweet ile bunu anlatmayı umdum belki de. “Sevdiğim sanatçıların ortak sözü bu: Böyle olmaması gerekirdi, henüz her şey bitmiş sayılmaz, her şeye rağmen harekete geçmek gerek.” diye yazmıştım. Okuyucuda hayata ve ölüme umutla, inançla yaklaşabilmek için pencereler açabilen bir yazar olmayı isterim, ama bunu yapabilir miyim bilmiyorum. Çünkü bir de yazarın kendi özel zamanına özgü bir atmosfer siniyor yazdıklarına.   

SNB- “…şeylerin tek bir biçim halinde algılandığı dünyada, sanatçı ancak orada yüksek bir gerçekçilikle idrak edebilir, görünene karşıtmış gibi duran hakikatleri…” diyor Stefan Zweig Üç Büyük Usta’da. Sanat ve sanatçı… Cihan Aktaş için sanat ve sanatçı hangi anlamlarla vücûd buluyor? Son dönemde yazdığınız Ivan Aguéli’den İsmet Özel’e medeniyet meselesi adlı bu makale özellikle kültürü içine alan bir sanat anlayışı teziyle öne çıkmasıyla önemli. Bu yazı aslında sanata bakışınızı açımlasa da bundan biraz daha bahsedebilir misiniz?

Bu arada sayenizde Agueli’yi tanıma fırsatı buldum, yukarda teşekkür etmemişim, teşekkür ederim.

CA- Birileri vesile olsa da aslında biz o yazara doğru yol alıyoruzdur, bir yerde ister istemez karşılaşacağız. Agueli mutlaka karşınıza çıkardı.

Camus’un sanata bakışı daha üniversite çağındayken yakın gelmişti bana: Sanatın yalancı bir lüks ve bencil bir edebiyatçının yapıtı olmadığını savundu Camus; nefes alan, kullanılabilir bir sanat için yazdı ve yaşadı. Uysallaşmayan saçmalıktan söz etti, hiç yok olmayan umuttan.

Bir de şu var: Atalarımızın bize bıraktığı mirası olduğu gibi tekrarlamanın adını sanatsal üretim koymamız onlara haksızlık olur. Bu mirası korumak ayrı, ama işlemeyi de değil, ileri sürdüğü özü kendi dönemimizin biçim ve içeriğiyle nasıl yorumluyoruz acaba? O yazıda bunu anlatmaya çalışmıştım. Sanatçının kendi döneminin çocuğu olmasını önemli buluyorum. Tabii bu sanatın ilerleyen bir şey olduğuna inandığımı göstermiyor. Medeniyet yükselmiş, zirvelere ulaşmış ve sözünü söylemiş, sanatsal alanda bir çığır da açmış mutlaka. Senin buradan aldığın ders ve bu dersten hareketle çağına sunduğun ifade ne olacak?

SNB- Sanat yalnızca nasıl’ı ve ne’yi değil, neden’i de sormalı. Peki yazar Cihan Aktaş, neden sorusunu soruyor mu?

CA- Sanatsal üretim bir eksiklik, yetersizlik, kayıp duygusu ve bilinciyle gerçekleşiyor. Bitmiş olan eserden ziyade kurma, oluşturma sürecinde bir şeyler tamamlanır gibi oluyor, cevap bulmaya başlıyor.  Bizi sarsarak bir mısra, bir fırça darbesi, bir notayla harekete geçmeye zorlayan hissin sebebine doğru yolculuğun işaretleridir sanat eserleri… Miro’nun söylediği gibi, sanatta ilerleme diye bir şey de yok.  Sözünü ettiğin yazımın sonunda ifade ettiğim gibi:  Şu veya bu güzellik değil, sadece gerçeğin kalbidir sanatta aranacak olan, hakikattir. Hakikat nedir öyleyse? Hadid Suresi’nde izah edilen dünya hayatını ve elbette sonsuzluğu idrakin yollarından biri. Nedir bu dünyada varoluşumun sebebi, varoluş, yaratılış sebebim ne olabilir sorusuna bağlı ciddi, her alana yansıtılmasını önemli bulduğum zarafetle, yapıp etmeyle sürdürülen içi dolu bir anlama çabası.

SNB- Olayların nedenini sormak dışında bir de her yazarın yazma neden’i vardır. Nasıl’ı, neden’i ve ne’yi anlatırken dayandığı yazma neden’i ne?

CA- İki yönlü bir açma çabası oluyor kanımca: İlki kendi döneminizle ilgili, ikincisi ise temel insanlık durumları etrafında.

Sözgelimi ben başörtülü bir yazar olarak neredeyse on yılımı yazma hakkımı savunmak üzere araştırmalar yapmak üzere geçirdim. Çok da uzun bir zaman geçmedi aradan ama şimdi bu size gülünç geliyor belki. Başörtülü bir yazar hikâye yazmamalı, aksi halde mahremiyet kaybı gerçekleşir, derdi biri, başörtülü bir yazarın edebi metni sahicilikten uzak olacaktır, derdi diğeri. Neredeyse on yıl İslami araştırmalara yoğunlaşarak Müslüman kadının hiç kuşku duymadığım bir sese sahip olması bağlamında kitaplar yazdım. Aynı dönemde hikâye yazmayı sürdürsem de romana geciktim. Tabii romanın bir zamanı var, bu nedenle de gecikme sebebimi sadece araştırma kitapları yazmış olmama bağlamıyorum.

Daha temel olan ise benliğimizdeki o yalnızlık, o gurbet hissi. Bir telafi, onarma çabası.  Bir roman yazsan ne olacak, diğerine gelecek sıra, senin için de öyle oldu sanırım. Sisifos’un tırmanması ya da aşkın asla başlangıçta uyandırdığı tamamlanmışlık hissinde ikâmetini sürdürememesi… Âşık olduğumuz kişi her sorumuzun cevabı olmayı sürdüremedi, yaptığımız resim de öyle, çünkü bu dünyada tamlığı yaşayamamaya yazgılıyız. Müminsek, teslimiyetimizin gereğini yaparak rıza yoluyla sorunların cevabını hak etmeye çalışıyoruz. Rilke’nin “Güz” şiiri etrafında yazdığım bir yazıda şiirdeki güzle birlikte düşen yapraklar ve başka her şeyi şöyle anlatırken ifade etmeye çalışmıştım o huzursuzluğu. Biz hepimiz düşeriz, düşmüştük, özlediğimiz bir yerden, muhtemelen yine güz günlerinde. Bir yere gitme telaşı, hiç bir yere gitmeyecekken bile, olduğu yerde duramama, kabına sığamama, uzaklarda bir yerlerdeki bir şeyi, birilerini özleme, bir sebep arama, bilinen bütün sebepleri eleyerek yeni sebeplere ulaşma arzusunun kaynağı nedir öyleyse…

SNB- “Denilebilir ki seküler felsefenin amacı olarak sinema her zaman hayalin buyruğundadır. Ancak sinemanın dinî görüşün, aşkın, birleştirici metafiziğin buyruğunda rüya niteliğini kazanması da alabildiğine güçlü bir olanaktır. Silahı aşk ve dua olan derviş kamera denen aracın profan ufkunu delecek, onu şuhud aleminin sırların doğrultacak(tır).”diyor Ayşe Şasa, Yeşilçam Günlüğü adlı eserinde. Tasavvufi sinemanın önündeki aşması gereken en büyük zorluk, kitsch örneklerin çoğalarak bu tarzın tüketim ürünü haline düşmesi, (izleyici, imkân…)alanını genişletirken, aslında daraltıp, kendisini kuyruğundan yiyen yılan (ouroboros) gibi tüketmesi.

Ülkemizde de örnekleri zamanla artan bir alan bu sinemada. Sizin tasavvufi sinemaya bakışınız nasıl? Doğru ve hatalı gördükleriniz, takdir ettikleriniz, endişeleriniz?

CA- Bu tür sinemanın üstadı Tarkovski’dir, samimi ve yaratıcı bulurum. Sinema alanında daha çok İran sineması ilgi alanıma giriyor, bu sinemanın ana dalgasını oluşturan yapımların bir kısmında Tarkovski etkisi çok belirgindir. “Mistik” kelimesine mesafeliyim biraz. Bu bağlamda üretilmiş çok fazla yapım var, E.T.den tutun, Matrix’e kadar, hatta Avatar da aynı bağlamda değerlendirilebilir;  derin okumalarla mana yüklenen filmler. Bir de Paulo Coelho’nun romanlarına karşılık gelen bir duyarlık var ki dini salt mistik bir söylem olarak alıyor sanki… İnsanlar sıkılıyor, Ferrari”lerini satıp sahiden ya da ruh göçü anlamında Katmandu’ya gidiyor, bilge oluyorlar. Evet ama ABD’nin Afganistan’da neler yaptığını sormuyorlarsa ve Filistinli mültecilerin hak ettikleri belayı bulduğunu düşünüyorlarsa ya da Ruanda katliamı gibi bir hadise yaşanmamış gibi safari penceresinden bakıyorlarsa Afrika’ya,  hayatlarında değişen bir şey olmuyorsa, zamanın ritmi hep aynı kalıyorsa örneğin veya tüketici olarak bir sorgulama gerçekleştirmiyorlarsa, orada mistisizm bir ruhsal pansuman olmakla sınırlı kalır; panteist herhangi bir deneyim. Yazarken bazen büyülü gerçekçi sinema dediğim oluyor. Tasavvufi tecrübenin sinemaya ancak dış çizgileriyle, hikâye/olay yönüyle aktarılabileceği kanısındayım. Daha ötesi sanki mahrem geliyor, bir ruh asaletiyle, tevazuyla tanımlanamaz olan şiirle anlatılabilir de role dayalı olarak imkânsız neredeyse. Tezahürleri olabilir tabii. Tarkovski ve Mecid Mecidi bu bağlamda önemsediğim yönetmenler.

 

SNB- Gelenek, modern ve postmodern? Biliyorum çetrefilli konular ama bu kavramlara bakışınızdan bahsedebilir misiniz biraz?

CA- Bu kavramları açımlamadan ya da tartışmadan kendi konumuzu ve konumumuzu tanımlayamıyoruz ki… Gelenekle modernlik arasında yaşanan gerilim üzerinde var olmaya çalışıyoruz, hepimiz. Değişimlerin çok hızlı yaşandığı 20. yüzyıl bu açıdan çok sarsıcı bir zaman dilimi. Sınırlar, konumlar, aidiyetler sarsıldı. Günah kapıları da sanki her zamankine göre daha fazla açık. Kur’an açısından baktığımızda geleneğe dönük eleştirel bir yaklaşım öneriliyor bize. Atalardan bize kalan maddi ya da manevi miras sadece sevdiğimiz, saydığımız insanların eseri veya hatırası diye kutsanamaz. Kabileci feodal duyarlıklara karşı ne kadar da önemli bir hatırlatma, uyarı… Seyyid Hüseyin Nasr anlamında “traditional” diye adlandırılan yeni-gelenekselci bir kalıpla bakmıyorum tarihe ve medeniyetlere doğrusu.  Orada bir indirgemecilik ve kutsama var. Müslüman kadın mesela, sanki sadece tarihin bir döneminde gerçekleşmiş varlığıyla gerçek. Bugün içinde yurtlanmaya izin vermeyen gelenek övgüsünde ayrıca samimi olmayan bir ikilik de görüyorum. Yani siz tarihin bir döneminde gerçekleşmiş Müslüman kadın olmaya çalıştığınızda, yeni-gelenekselci bir ilişki ağının saygın muhatabı olacaksınız diye bir şey yok. Canlı, önemsenen tartışmalar modern kadınlarla sürdürülecek. Modernler gibi yaşarken söylemsel olarak geleneği göklere çıkartmak, modern dönemlerin hızlı, aşırı yenilikleri karşısında haklı eleştirileri, rahatsızlıkları olan kafası karışık insanlar üzerinde ne yapacağını, nasıl yaşayacağını bilememe etkisi yapıyor gözlemlerime göre. Öyle ki Julius Evola, ki kendisi bir İtalyan baronudur aynı zamanda, Hintli kadınların ölen kocalarıyla birlikte yakılmasını işte bu felsefeyle övgüye değer buluyor.

Daha açık bir örnek, Rıza Mirkerimi’nin Hayal Perdesi’nde irdelediğim filmi, “Bir Parça Şeker”. Sahici, sağlam değerlerin hâlâ aktif olduğu dünya, göçe, yeni başlangıçlara zorlayan çağrılarıyla tehdit altında. Çözümün kadim şehirdeki yüksek duvarlarla çevrili bir bahçenin içindeki şiirsel eski zaman evinde yaşamakta diretmek olduğu söylenebilir mi? O çözüm değil, sadece bir korunma çabası olur. Çünkü hayat başka yerlerde bütün karmaşıklığıyla sürerken sizin iyi amellerinizin katkısını bekliyor. Bunu Mirkerimi ile konuştuk. Müslüman, her şart altında İslam’ı yaşayabilir, hicret elbet çok değerli, ancak hicretin bir diğer mesajı, Habeşistan örneğinde de öyledir, İslam’ı öğrenme, yaşama ve anlatma imkânını bulacağın bölgelere, beldelere yolculuk değil mi? Yani yüksek duvarların arkasına, aşina muhitin güvenilir iklimine çekilerek veya kendini kapatarak değil, varlığını yeni ifadelere ve ortamlara açma şeklinde gerçekleşiyor hicret ve böylelikle ortaya çıkan dinamiklerle yeni medeniyetlere başlangıç teşkil ediyor.

Postmodernizm nihayet modernizmin bir nefes alma, hayata karışma çabasıdır.  Büyüsünden arındırılan dünyaya ahiretsiz bir ruh, bir büyü kondurma girişimi. Öyle ki gerçeklik ilkesinin yerini simülasyon alıyor. Evrensel, total bir ideolojisi olan modernizme karşı postmodernizm pozitivizmi de sorguladığı için Müslümanlara yakın geldi, bu çok tabii. Ancak postmodernizm aynı zamanda labirentleri ve aynalı merdivenleriyle yanılsamaları çoğaltan bir geçiş alanı. “Her şey geçer.” sloganının sebep olduğu bir dağılma, merkezsizleşme, öznenin kaybı ya da silikleşmesi açısından bakıldığında İslam’ın her öğretiye eşit mesafede duran postmodern durum açısından büyük anlatı olması ve evrenselliğiyle sorgulandığı ve mistisizme indirgenmeye zorlandığı bir sürecin dil ve ifade güçlükleriyle karşı karşıya bugün Müslümanlar.

SNB- Meriç, ” Cemiyet kendisine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar. Boğarsa mesele yok. Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir Baudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya da cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir, Sezar, Napolyon, Hitler.” Toplumumuz  hâlâ farklılıkları boğmaya mı çalışıyor? Kendisine benzemeyen çocuklarını kabullenmeyi nasıl öğrenecek ve ne zaman?

CA- Bebeğe can veren olmadığını öğrendiği ve bu canın hikmetleri üzerine düşünme zahmetine katlandığı zaman… Bir riski, zahmeti göze almak gerek. Çünkü sonuçta aykırı olanın şiddetini hazırlayan da boğma denemeleri belki. Her şey büyük ölçüde aileye dönüyor.

 

SNB- İran sineması ve müziği özellikle Türkiye’de de takip ediliyor ama bunun dışında bilgilerimiz çok az. İran ve Türkiye’nin sanat (edebiyat, sinema, müzik…)  karşılaştırmasını yapsanız, beğendiğiniz ve beğenmediğiniz yönleriyle. 

CA- Kısa, olabildiğince özlü bir cevap vereceğim: İran geleneğinin sunduğu imtiyazlarla güçlü bir birikime ve potansiyele sahip bir ülke; tasviri ve nümayişe dayalı sanatlarda ve buna bağlı olarak da sinemada geniş halk kitlelerini de içine alan bir kültür ve sanat politikası yürütüyor ve sansüre rağmen bu politikanın devrimle kazandığı ivme kültür ve sanat alanlarında toplumla bütünleşen bir hareketliliğin ortaya çıkması gibi bir sonuç veriyor. Türkiye’de son yıllarda bu alanlarda bir hareketlilik var ama orta direk mesela tiyatroya hâlâ mesafeli ve dijital teknolojinin sunduğu avantajlara rağmen sinema alanında çalışmak insanları zorluyor. Edebiyatta, roman ve öyküde Türkiye daha zengin bir ortama sahip son otuz yıldır. Buna karşılık İran’da devrimden bu yana sanat enerjisi görece daha özgürlükçü ve faal bir ortama sahip olan sinema alanına kanalize oluyor diye düşünüyorum. Bu sadece genel bir izlenim, ayrıca bir araştırma yapmış değilim. Sanat eğer hayata yedirilecekse, bu konuda İran daha derin alışkanlıklara sahip. Ayrıca bizler gibi alfabe değişikliği sendromu yaşamamış insanlar. Bununla birlikte Türkiye’nin de sanatsal üretim alanında büyük bir enerjisi, potansiyeli var. Devlet desteği yanında ailelerin de çocuklarının önünü kesmemesi gerekiyor.  İran’da aileler sanat eğitimi alanında çocuklarına daha fazla destek oluyor gibi geliyor bana.

SNB- Tanrı size bir yüz vermiş, siz kendinize bir tane daha yapıyorsunuz diyor Hamlet, Ophelia’ya. Tüm yüzlerden soyunduğunuzda, maskeleri çıkardığınızda kim’le karşılaşıyorsunuz?

CA- Yüreğini temiz tutmaya ve amaçlarına güvenen, kimseye kötülük yakıştırmayan ve her kötülük haberinde ilk kez karşılaşıyormuş gibi sarsılan, yine de geri çekilmeyen, kötülük sebeplerine karşı mücadele etmeye azimli kız çocuğunu görüyorum bakışlarımda. Sadece kendi emeğine güvenerek yol alan o çocuğun dünyasından çok fazla uzaklara gidemiyorum. O çocuğun amaçlarına sadık kalmasaydım, bir kasabada konuklarını ağırlamaya çalışırken içten içe çöken bir kaymakam eşi olurdum, ya da bir mimarlık bürosunda desinatör misali çizimler yapan sıradan bir mimar. 

İnsanın kendine de yabancı yüzleri var. Hoş insan kendini tanımakla da mükellef değil mi? Bazı durumlar var ki nasıl davranacağımızı bilemiyoruz. O yüzden maskelerimizi indirmiş bile olsak, aynada beliren yüz ne kadar açık seçik bakalım?  Kendini tanıma,  ölümüne kadar sürecek bir çaba. Kendini bilen Rabbini bilir. Sanırım en çok secdede olduğumuz kişiye yakınlaşıyoruz.

SNB-  Evet, ben de dönüp dolaşıp hep Yunus’un “Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır?”dizelerine geliyorum. Başladığım noktaya döndüğümü sansam da bu yüzden, bakıyorum ki başladığım yerde ama daha farklı bir konumdayım. Açıkçası zor bir soruydu bu ve çok yürekten, samimi bir cevap verdiniz. Ve en son sorum. Bunu, bir arkadaşım bana yolladı size sormam için, benim de sizden cevabı merakla beklediğim soru şu:

İnsan Cihan Aktaş kendisinin de katıldığı bir şablonla tanımlanmış ya da katılmadığı bir şablona hapsedilmiş olabilir mi? Kısacası Cihan Aktaş olmak İnsan Cihan Aktaş olmaktan uzak, yabancı, anlaşılmaz ya da bilinemez bir şey mi? Bilinen bir isim olmakla insan olmanın gerekleri birbirinden ayrı şeyler olarak kabul edilebilir mi? İnsan Cihan Aktaş’ın  kendisi için biçtiği kostüm ile insanların ona uygun gördüğü kostüm arasındaki fark(lar) ona göre ne?(isim olmak-insan olmak)

“İsim olmak”, beşeri ilişkilerde edep gereği  mecburen giyilen (otosansür) bir tür “İnsani çıplaklığı”nı örten/saklayan/gizleyen bir kostüm müdür ki bizler bir ismin bir insan olarak ortaya koyduklarına rağmen bildiklerimizle yetinmeyip İnsan Cihan Aktaş’ı merak edip öğrenmeye çalışarak belki de bile isteye saklanmış olanları merak  ediyoruz? Sizce bunun sebebi/sebepleri neler olabilir?

CA- Bunun çok fazla sebebi vardır. Acaba yazdıklarının neresinde sorusu, her zaman sorulur. Anlattığınız her kadında sizden bir parça, her ailede kendi aile ortamınızdan esintiler olduğu düşünülür. Bir taraftan da hayat akıp giderken bir şeyleri değiştiriyor varlığınızda. Bu değişimler yazdıklarınıza yansıyor. Sizin yazdığınızın okuyucudaki karşılığı da bir mesafeyle gerçekleşiyor. Böylelikle metin ve yazar arasında daima çoğalan bir uçurum olması olağan. Metin bir bakıma yazarın aynası, ama bir bakıma da akıp giden bilinç ırmağının bir safhasından ibaret.

Okuyucuları Ursula K. Le Guin’e, bu fikirler aklınıza nereden geliyor, diye sormuşlar ya, hepimiz benzeri sorularla karşılaşıyoruz. O siz misiniz, sizin başınıza mı geldi… Yazar yazdıklarıyla özdeşleştirildiği takdirde tabii ki yüzlerce maskesi olan biri olarak da anlaşılıyor ve insanlar onca maskenin gerisinde kim var, anlamak istiyor.

Ben kelli felli, çantasında kartvizitleri olan bir yazar değilim, hiç kartvizit sahibi olmadım, yazabilme özgürlüğünün işte o şekilde bir bağımsızlık talep ettiğini düşünürüm. Epeyce kendi zamanına göre yaşayan, kusursuz olmayan, ancak elinden iyilik gelen biri olmaya çalışıyorum. Severek yazıyorum, yazma özgürlüğüne sahip olmayı, bunun için bir mücadele vermiş de olsam bir imtiyaz olarak görüyorum, dolayısıyla bunun bir bedeli okuyucuyu anlayışla karşılamak olsa gerek. Demek istediğim gizemli biri olmayı istediğim yok, hatta fazlasıyla tedbirsizim lafın lafı açtığı konuşmalarda, ketum olmanın çok uzağındayım. Aynı zamanda çok rahat kendi içime kapanırım, rahatça konuşmaya başlayabilmem ortamla ilgili.

SNB- Aslında bir tarafım söyleşinin bitmesini hiç istemiyor. J Sanırım bağımlılık yaptınız.

CA- Bitmeyebilir J

SNB- Bu gidişle bitiremeyeceğiz sanırım ama hatimeyi yapmak zorundayız.  Elbette ben de kendi hatimemi yapacağım ama siz bunu, yayımlandıktan sonra okuyabileceksiniz. Cihan Aktaş’ın son cümleleri ne olacak bu söyleşide?

CA- Doğrusunu isterseniz siz söyleşi için yazdığınızda sıkıntı duydum önce. Hep aynı şeyleri söyleme korkusu yüzünden en çok. Söyleşiyi yapan edebiyatçı bir yazar olunca farklı bir tat alıyor insan. Kendi içinde nadasa terk ettiğin arazilere açılıyorsun.  Öyle sorular sordunuz ki sayfalarca yazabilirmişim gibi geldi. Dar bir zaman aralığında gerçekleşti söyleşi,  bu nedenle gösterdiğiniz anlayışa müteşekkir olduğumu belirtmeliyim.

 

 

HATİME

Hatimeye başladığımda önce şunu fark ettim. Cihan Aktaş’la söyleşi yaptığımız bu süre zarfında, ondan gelen cevaplara, yorumlara, paylaşımlara… o kadar alışmışım ki, bitişin hafif bir hüznü üzerime sindi daha söyleşi bitmeden ve biz soruları cevapları birbirimize gönderip son düzenlemeleri yaparken. Cihan Aktaş’ı daha çok tanımak istiyordum ve sorularımı da bu minvalde seçmeye çalıştığım için her cevabın yazarın bir parçasını yansıttığını düşünüyorum. Özellikle yapısal ve kronolojik bir söyleşi olmasına çalışmamın sebebi, parçalar bütünü tam olarak yansıtmasalar da, o parçalardan bütüne dair tespitlerin daha kolay tespit edilebilecek olması ve zaman içinde değişen, gelişen Cihan Aktaş’ı daha rahat görebilme ve gösterebilme istemiydi.

Söyleşiye başlamadan önce tanıdığım Aktaş nazik, bilgili, olgun, mütevazı bir çizgideydi sonra onun sıcak, kıvrak zekalı, kendini geliştirmek için hâlâ ter döken, siyasi gündemin dışında edebiyat, sanat ve insan’a dair kavramları irdeleyen, kendi tezini oluşturmuş, donanımlı bir yazar olduğunu fark ettim ve evet, söyleşinin sonunda -bana rağmen- hâlâ mütevazı ve nazikti. Söyleşimizde kendi eksik okumalarımın farkına vardığım isim oldu ve sayesinde Şeriati, Agueli ve Aliya kitaplığıma ve fikir dünyama giren isimler oldu. Çok farklı alanlara dair sorularımı cevapladı ki, bu cevaplardan kitabi bilgiden öte kendi düşün dünyasında olgunlaşan fikirleri görmek sanırım yazar Aktaş’ı değerlendirirken birçok kişiye kapı açacaktır. Aslında cevapları daha uzun tutmasını isterdim daha çok şey öğrenebilmek için ama öyle yoğunluğun içinde cevapladı ki kimi soruları, her ne kadar arada bir ‘tembellik yok!’ diye baskı kurmaya çalışıp yoğunluğunu arttırsam da, üşenmeden sorularıma vakit ayırma inceliğini gösterdi.

Bu söyleşiyi yapabildiğim için kendi adıma çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Kusursuz Piknik’i birkaç yıl önce okurken, yazarıyla bir gün böyle söyleşi yapabileceğimi asla hayal edemezdim ve bir okur olarak bunu yapabilmiş olmak gerçekten bir ayrıcalık. Kendisine gösterdiği sabır için müteşekkirim. Daha nice eserinde ve söyleşide onunla olabilmek dileğiyle…

Bu arada Aktaş’ın son eseri Sınıra Yakın bugünlerde yayımlanacak. Bu eseri elime alıp, dünyama katmayı ve onu Cihan Aktaş yazarlığı bağlamında incelemeyi çok istiyorum. Hayatını yazmaya adamış bir insanın yazı ve kurgu dünyasını görebilmeyi ve gösterebilmeyi ve de.

Yeni yazılarda ve söyleşilerde buluşmak üzere, hoşça kalınız…(SNB)

Cihan Aktaş hakkında

1960 doğumlu Refahiye-Erzincan doğumlu Cihan Aktaş, Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’ni (1978) ve İstanbul DGSA Mimarlık Fakültesi’ni (1982) bitirdi. 1995’te TYB (Türkiye Yazarlar Birliği), 1997’de Gençlik Dergisi tarafından ‘Yılın Hikâyecisi’, 2002’de TYB tarafından yılın romancısı olarak ödüllendirildi.  2009’da “Kusursuz Piknik”  isimli hikâye kitabı ESKADER tarafından yılın hikâye kitabı ödülüne lâyık bulundu. Deneme, fıkra, araştırma, hikâye ve romanları Yeni Devir, Millî Gazete, Mavera, Nehir, Dergâh, Yeni Şafak… gibi dergi ve gazetelerde çıkan yazar, şu anda Taraf gazetesi ve çeşitli internet sitelerinde köşe yazıları yazmakta, Tahran Tabatabai Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde ders vermektedir.

Kitaplarından bazıları:

İnceleme-Araştırma: Sömürü Odağında Kadın (1985), Veda Hutbesi (1985, 1992), Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar I (1989, 1990, 2006), Tesettür ve Toplum/Başörtülü Öğrencilerin Toplumsal Kökeni (1991, 1993, 1995, 1997), (1995), Şark’ın Şiiri-İran Sineması (1998, 2005), Bacı’dan Bayan’a/İslamcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi (2001, 2003, 2005), Dünün Devrimcileri Bugünün Reformistleri- İran’da Siyasal, Sosyal ve Kültürel Değişim (2004, 2005),  Türban’ın Yeniden İcadı (Mayıs 2006), Bir Hayat Tarzı Eleştirisi İslamcılık (Mart 2007), Yakın Yabancı (Aralık 2008) , Kardeşliğin Dili (2010), İktidar Parantezi: Kadın Dil Kimlik (2011)

Hikaye: Üç İhtilal Çocuğu (1991), Son Büyülü Günler ( 1995), Acı Çekmiş Yüzünde (1996), Azizenin Son Günü-Azerbaycan hikayeleri ( 1997,2006), Suya Düşen Dantel (, 1999), Ağzı Var Dili Yok Şehrazat (2001, 2005.), Halama Benzediğim İçin (2003), Duvarsız Odalar, 2005), Kusursuz Piknik (2009).

Roman: Bana Uzun Mektuplar Yaz (2002, 2003, 2005), Seni Dinleyen Biri (2007)

 

 

 

… E-kitap okumak için…

Roman nedir? Nasıl Yazılır?

Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Öyküler (Suzan Nur Başarslan)

“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…” 

Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

  Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın 

 

Kitap tanıtan kitap 3

Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… İnsanları birleştiren, zaman ve mekân engellerini ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz. 

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz. 

Trackback URL

  1. 9 Yorum

  2. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Mar 21, 2012 | Reply

    “Kendi türünüde mükemmele erişen bir başyapıt o türü aşar, diğerleriyle mukayase kabul etmeyecek bir seviyeye gelir.” diyordu Goethe.

    Bu söylesi de söylesi türünü asmis, yeni bir “sey” olmus. O kadar emek vermissiniz ve yürekten yazmissiniz ki… bu gidisle yeni bir akim baslatirsaniz sasirmayacagim 🙂

  3. Yazan:suzannur Tarih: Mar 21, 2012 | Reply

    Umarım öyle olur 🙂
    Bu arada Cihan Hanım’ın ilgi ve nezaketi bu söyleşinin ortaya çıkmasında asıl etken. Cidden çok yoğundu ve o yoğunluğun içinde sorularıma cevap verdi ve özellikle beni bir yerde çok şaşırttı ki, yaptığı bir tespit, tam bam telime dokundu ama bunu söylemeyeceğim 🙂 Bunu nasıl hissetti, anlayamadım. Sanırım tecrübe ve cümlelerin satır aralarını görme becerisi bu. Kendisine buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

  4. Yazan:bekir Tarih: Mar 22, 2012 | Reply

    merhaba. uzunluğunu görünce bilgisayar başında okumaktan vazgeçtiğim çıktı almak suretiyle bunu okumam gerektiğini düşündüğüm ama çıktı da alamadığım son çare olarak e-kitap okuyucu vasıtasıyla okuyabildiğim harika bir söyleşi olmuş. emeğinize sağlık.

    söyleşinin soru tarafında duran suzan hanım’a, cevap kısmında duran cihan hanım’a ayrı ayrı teşekkür ediyorum. cihan hanım’ın içinde her ne kadar daha fazla roman yazamadığı için bir ukde bulunsa da ben en çok hikayelerini seviyorum. sinema ile de ilgilendiğini bildiğimden dolayı dikkatimi çeken yerler mevcut. zaten iran sineması’nı incelemeyi cihan hanım’ın “şarkın şiiri iran sineması” kitabını okuyarak başlamıştım. satır aralarında okumalarımda bana yardımcı olacak tavsiyeler aldım. tek bir konunun olmadığı ama klasik söyleşi tarzında da uzak bu samimi konuşmalar için her iki yazarımıza da tekrar tekrar teşekkür ederim.

  5. Yazan:suzannur Tarih: Mar 22, 2012 | Reply

    Güzel yorumlarınız için kendi adıma çok teşekkür ederim Bekir Bey. Gözlerinize sağlık.

  6. Yazan:suzannur Tarih: Mar 27, 2012 | Reply

    Söyleşinin haberi:
    Cihan Aktaş’ın saklı bahçesi konuşuldu!

  7. Yazan:nisan mümtaz Tarih: Mar 27, 2012 | Reply

    galiba bu okuduğum en güzel Cihan Aktaş söyleşisiydi. Ellerinizize, dillerinize, kaleminize sağlık

  8. Yazan:suzannur Tarih: Mar 27, 2012 | Reply

    Teşekkür ederim Sayın Mümtaz, asıl sizin gözlerinize, yüreğinize sağlık…

  9. Yazan:Özlem Tarih: Nis 30, 2012 | Reply

    Sevgili Cihan ve Suzannur söyleşiyi halen okuyorum. Ama dayanamadım, bir iki cümle yazmak istedim. Harika bir söyleşi olmuş. Son zamanlarda bu kadar kaptırdığım bir yazı olmamıştı. Bir eeeh haleti ruhiyesindeydim. linize dilinize sağlık. Okumaya devam:)

  10. Yazan:suzannur Tarih: May 1, 2012 | Reply

    Sevgili Özlem, çok teşekkür ederim. Gözlerinize sağlık…

  1. 2 Trackback(s)

  2. Nis 1, 2012: Cihan Aktaş’la Sohbet (5 Nisan Perşembe, 19:00) | Emek ve Adalet
  3. Nis 8, 2012: Son 30 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin