RSS Feed for This Post

Jerusalem (Markar Esayan)

Canı çok yanar. Canın çok yanar. Ah, canın çok yanar. O can yanmasının adı, sonra korku olur. O korku hep ayrılığı  hatırlatır. Geldiğin güvenli yeri, kovulduğun cenneti…

Ben bir başkasıdır diyordu Rimbaud öğretmeni  Georges Izambard’a ve Paul Demeny’e yazdığı mektupta[1] şair olmaktan bahsederken. Öteki olmaktan çok, kendindeki öteki’yi, başkası’nı arayışın ve buluşun ve kendi’nde öteki’nin bulunmasını isteyen bir romandır Jerusalem[2]. Bir çocuğun aileden ayrılıp yatılı okula gitmesinin hikâyesi temelinde anlatılan, bir çocuğun kendine ve dünyaya bakışı, onu anlamaya, anlamlandırmaya çalışması, değerleri birey üzerinden topluma yayarak kendinden yola çıkışı, kendince bu dünyaya tavır alışı, kendince adaleti savunuşu anlatılmaktadır. İç dünyayla paralel verilen dış dünya; oidipus kompleksiyle bütünleştirilen kopma, ayrılık ve bunun Mesih İsa’nın yalnızlığıyla örülü iç içe geçmiş anlatımı; birey, aile, çevre, toplum ve tüm bu unsurların birbirini etkileyişi ile şekillenmiş bir dünyaya davet eder Jeusalem, bir çocuğun dünyasına.

Sekiz yaşındaki bir çocuğun sekiz ay süren ayrılığının, korku’larıyla yüzleşerek -ve aslında ona yenilerek- bu ayrılığın açtığı yaralarla başka’laşarak tamamladığı bir öykü bu. Günah ve ceza, korku ve cesaret, bencillik ve cömertlik, intikam ve af, güven ve güvensizlik, merak ve sıkıntı… Kendi ben’inin evreninden evrene bakış, kendi hatalarından insanlara varış, kendi inancından inançlara, varlığından varlıklara… Bir’den çok’a uzanan bu öyküde, Ermeni-Türk olmak, Yahudi-Müslüman-Hıristiyan olmak, yakında ve uzakta olmak, kavuşma ve ayrılığı yaşamak… İlk ayrılıktan (cennetten dünyaya), doğuma, anneden/aileden kopuştan çocukluktan kopuşa… kadar katmanlı ayrılıkların irdelenmesi: Anneden kopuşla Oidipus kompleksinin baskın varlığının çocuğun dünyasında şekillenmesi ve bu ayrılıktan ‘ilk ayrılık’a ulaşılmasıyla romanın fizik düzeyden fizik ötesi sorgulamaya ulaşarak ayrılık’ın farklı katmanlarda incelenmesi…

Roman iki düzlemde karşımıza çıkar: birey ve iç dünya; sosyalleşme ve dış dünya. İstanbul ve Jurusalem bu anlamda bu iki düzlemin verildiği gösterge mekanlar olurlar. Aynı düzlemi yazar, kahramanları ile de yapar: Ekrem ile Filistinli Müslümanların hayatının gözleminin yapılması kadar, Mesih İsa’nın son yolculuğunun aktarımında da işlev görerek çift işlevde karşımıza çıkmasını; Vasken’le Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalan Ermenilerin ve dostluğun verilmesini sağlar. Yani mekân ve kahramanlarına iki işlev yükleyerek romanını katmanlı hale getirir ve bu katmanları kahramanında birleştirerek iç ve dış dünyayı başarılı bir şekilde verir. Mekândaki bir diğer başarısı ise, eserin anlatmak istediği öteki vurgusunu aktarabilmek için yazarın kimlik sorununu verebileceği en iyi yeri seçmesidir. Kahramanın diğerleri için her anlamda aidiyeti ile öteki oluşu (İstanbul, Türkiye, , anne Türk baba Ermeni, zengin…), öteki’nin dünyasındaki kişilerle öteki’lere dokunuşu ( Filistinli Ekrem, Türkiye’den sürgün edilen Ermeni Vasken…) tam da bu karmaşık, kozmopolit dünyada çok daha rahat açımlanacak bir etki sağlar romana.

Kahraman anlatıcı bakışı ve iç-monologlarla ilerleyen roman, anlatıcı kişinin sekiz yaşının sekiz ayını anlattığı ama ileriye yönelik verdiği bilgilerle geçmişe dair anlarını anlattığı anı-roman özelliği taşımaktadır. Yazarın hayatından da izler taşıyan roman bu noktada otobiyografik bilgiler de içermektedir. Roman tematik anlamda ayrılık ve yalnızlık üzerine yoğunlaşır.  Yazar kavuşmadan bahsederken şöyle der: “Bu ikisi birbirini tamamlayan şeyler. Bir geriye dönüş, yuvaya dönüş, cennete dönüş, rahme dönüş, vatana dönüş… Kitabın ana temalarından birisi de bu elbette. Aşk, sevgiliye dönüş, Allah’a dönüş. Hep bir dönüş var. Bir yerde bir mükemmellik vardır. Biz başta onun içerisinde bir şekilde yer almışızdır, oradan doğmuşuzdur. Ama o bizden alınmıştır. Buna ayrılık deriz.”[3] İnsanın yalnızlığına odaklanır gibi görülen romanın en önemli yanı ise, bireyden topluma bakışın verilerek, sosyolojik tespitlerin bu dünyayla aktarılmasını sağlamış olmasıdır. Birey kendi dünyasındaki olayların tespitini yaparken bunu topluma da aktararak olayların neden ve sonuçlarının değerlendirilmesini okuruna çok daha rahat aktarma yolunu bulur. İnsana dair dünyanın “Çocuk ve anlam dünyası” merkezinde çok yönlü sorgulandığı romanda şu kavram ve olgularla da karşılaşırız: Güven, aidiyet, Ermeni ve Hıristiyan olmak, baba ve çocuk, isim, öfke, suçluluk, kaybolma, korku, kelimeler, iyi-kötü, terk edilme, cezalandırılma, suskunluk, hasret, dışlanma, Tanrı’ya bakış, Jerusalem’in anlamı, an-hafıza-rüya, kimlik, sosyal farklılık, dinler, kader, masumiyet ve bozuluşu, gerçekler ve bunlara bakış, intikam, tamamlanamamışlık duygusu, utanç, dostluk, günah ve bedelini ödemek/kefaret, güç, saygı, hayat ve ölüm, savunmasızlık, taciz, yabancı ülke, aile, kaçış, isyan, adalet, eşitsizlik, sevgi…

Bu dünya, yazarın isimsiz bıraktığı, büyükbabasıyla aynı ismi taşıyan bu çocuğun dünyası, girift, sorgulamalarla dolu, isyan kadar teslimiyetle dolu… Bu çocuk, her çocuk gibi olan bu çocuk, ailenin, güvenin, sevgi ve korunmanın içinden ayrıldığında birden büyümek ve olgunlaşmak zorunda kalan bu çocuk, korku ve özlemiyle kabuslar görüp altına kaçıran, terk edilme ve cezalandırılma olarak gördüğü bu ayrılıkla, hayatının merkezine terk edilmeyi, yalnızlığı koyan bu çocuk, her duygusunu abartarak yaşayan ve kendi mantık örgüsünde keskin analizler yapan, eleştirel bakış açısıyla insan ve geleneklere bakan, çıkarımlarıyla sadece kendisini değil toplumu da irdeleyen, kendince olaylara ve olgulara tavır alan ve kendi adalet sistemi olan bu çocuk, gittiği gibi ailesine dönemeyen ve yabancılaşan bir çocuk.

Aslında yazarın kahramanını çocuk olarak seçmesi kahramanın kimliğinin değil dünyasının önemli hale gelmesine yardımcı olarak okurunu kimliklerinden soyundurur. Bunda da yabancılaşmanın daha çok yaşanacağı Tanrısal bakış açısının yerine seçtiği kahraman anlatıcı bakış açısı etkili bir işlev yüklenir. Çünkü hangi kimlikte olursanız olun, bir çocuk aileden ayrılıp da yabancı bir şehre, ülkeye gittiğinde, başkası için öteki olur ve bunları yaşaması kaçınılmazdır ve yazar da size bunları ben anlatım ile en rahat şekilde ifade etme olanağını bulur ve bunu hissetmenizi sağlar. Bu çocuk ayrılığı yaşayan bir çocuktur, ayrılığı her yaşayan gibi, herkesin bir gün yaşadığı gibi: yalnızdır, üzgündür, öfkelidir, boşluğunu tamamlayamamıştır… Sevgi arsızıdır evet, ama kızamazsınız, hak ettiğini ister. Evet, abartır duygularını ama kim abartmaz? Evet, gerçekle hissettiği farklıdır ama yalnızlık kimi etkilemez? Ve çocuktur her şeyden önce, her çocuk gibi güveni, sevgiyi, aidiyeti tek yerde ister: Ailede.

Ve bu çocuk, çocuk dünyasından aslında büyüklerin dünyasının krokisini çıkarır, küçük farklılıklarla yaşananların aynı olduğunu okurunun yüzüne çarpar. Bu noktada sizi Sineklerin Tanrısı’na yaklaştırır ama ondan farklıdır. Kim olduğunuz, kimliğiniz, dininiz, bulunduğunuz yer önemli olmaktan çıkar. Sizi kendi evreninde, içinde bulunduğunuz evrenin gerçekliğiyle daha naif ama keskin bir üslupla yüzleştirir.

Nietzche’nin eserine ismini verdiği Ecce Homo, Platus’un İsa Mesih’i ölüme mahkûm ettikten sonra onu gösterip söylediği sözdür: İşte o adam! Bu yüzden bu cümle, mahkûmiyetin, işkencenin, ölümün, yalnız kalmanın metaforudur. Yalnız yürünen yol ve kalabalık içindeki teklik. O olma, diğeri, öteki…  Ecce Homo olmayı göze almalı yol çıktığında öyleyse, öteki olmayı, yalnız kalmayı, kalabalığın izlediği ama sessiz kaldığı adam olmayı… ve eserin leitmotifi şu olur: Eli eli, lama şabaktani! Kalabalık içindeki yalnızlığı anlatır eser. Ve Jerusalem’deki bu yolculuk, bu gidiş ve dönüş, ilk gidiş ve dönüş’ü(cennet), ilk gidiş ve dönüş’ü(aile), gidiş ve dönüş’ü(Mesih İsa’nın) imleyerek çoklu bir yolculuğu tek bir yolculuk üzerinden anlatır. Bu yolculuk, yazarın sanata bakışının göstergesi olur aynı zamanda: Yolculuğu kendinden kurmacaya kaydırarak, sanatı bir’den çoğa ulaştırarak, kurgusundaki gerçeklikle kendi gerçekliğini farklılaştırarak, farklı karakterleri eserinde irdelerken onları kendi ötekisi gibi, öteki kendi yaparak.

Esayan, “Sanatın da doğal itkisi içini açmaktır. Yalnızlığını paylaşmak, yalnızlığını paylaşarak çoğalmaktır. İnsan içini dökmek ister. O yüzden resim yapar, müzik yapar, anlatır, roman yazar. Diğer insanlar da öyle; kendimizi açmaya çalışarak yaşıyoruz. Burası önemli ama burda dahî bir mahrem sınırı olması gerekir. Çünkü mahrem bizim varlığımızın, özgünlüğümüzün, tekliğimizin sığındığı bir yer. Onun tamamen açılması ve her şeyin gösterilmesi işi bir pornoya dönüştürür. Farklılıkları eritip tektipleştirme olur. Durmamız gereken bir yer var. Ben bunun iyi ve gerekli bir şey olduğunu düşünüyorum.”[4] diyerek sanata bir sınır da çizer ve onu mahreminin ötesine taşıyarak eserle kendi arasında bir uzaklık oluşturarak eseri postmodern çizgiye taşır ve yazılıp bittikten sonra eseri okuyucuya bırakır. Artık yazar değil, Jerusalem’in kahramanıdır kendisini anlatan. Kimi yerlerde hangi parçanın yazara ait olduğunu merak etseniz de aslında bunun bilinmemesi kahramanın kurgusal gerçekliğinin en güzel yönünü oluşturur ve onu hayatımızın gerçekliğine dahil eder.

İşte tam bu noktada, Jerusalem’deki sekiz yaşındaki bu çocuk, hayatınızın içinde, sizin bir tarafınızı oluşturan, özdeşlik kurabildiğiniz ve ondan yola çıkarak kendinizdeki farklı parçalara ulaşabildiğiniz tarafınız olur. Ben’iniz bir başkası olur. Onda sadece ben’inizi değil, sürgün ettiğiniz diğer parçalarınızı da bulursunuz. Ve bu parçalarınızı bütünleyemeden, onu ben’de birleştiremeden, hayatınızın parçalarında ben’inizi inşa edemezsiniz tam anlamıyla.

Ve ona bir isim vermek gerekseydi, yazar hangi isimler arasında gitti geldi bilmiyorum ama ben ona, Hisus derdim. Küçük Hisus…[5] Yalnızlığının göğünde kalabalığı izleyen, küçük, mahzun çocuk…

 

 

 

 


[1] Arthur Rimbaud, Illuminations, Cehennemde Bir Mevsim, Çeviren: Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, Çağdaş Matbaacılık, Şubat, 2001.

[2] Markar Esayan, Jerusalem, Timaş yayınları, İstanbul, 2011

[3] http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/08/06/yazar-markar-esayan-buyumeyi-basaramamis-cocuklariz

[4] http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/08/06/yazar-markar-esayan-buyumeyi-basaramamis-cocuklariz

[5] Ermenice İsa

 

Sanat üzerine e-kitap okumak için…

İnsan’sız Sinema Olur mu?

Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.

Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.

Öyküler (Suzan Nur Başarslan)

“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…” 

Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Roman nedir? Nasıl Yazılır?

Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:bhabeş Tarih: Oca 13, 2012 | Reply

    Markar Esayan’ı gazete yazılarından tanıyan biri için roman yazmış olduğunu duymak sizi kısmen de olsa şaşırtıyor. Ardından yazarın üslubunun ve hatıralarının bir romana fazlaca yakışacağını farkediyorsunuz. Roman yazmış olmasına yönelmiş şaşkınlık hâli, yerini acaba ne yazmış düşüncesine bırakıyor. Türkiye’de azınlık olmak zor mesele. Sesleri olması gerekenden daha az çıkıyor ve onların hayatları hakkında az bilgiye sahibiyiz. Esayan gibi kalemler sayesinde bu ülkede yalnız olmadığımızı ve bizden çok farklı ve aslında farklılıkları kadar benzer insanların da olduğunu farkediyoruz. Vicdanına inandığım bir isim Esayan ve vicdanına güvendiğim Suzan Hanım’ın kaleminden çıkan bu yazıyı okuyunca insanın kitapçıya koşturup bu seyahate katılası geliyor. İnşallah tez zamanda kitabı okurum. Bu güzel ve kapsamlı yazı için teşekkürler Suzan Hanım.

  3. Yazan:suzannur Tarih: Oca 15, 2012 | Reply

    Gazeteci yazarlara en güzel örnek, Dino Buzzati. Onun yazarlık çizgisi de ileri doğru akan bir ırmak, zamanla geliştirmiş yazınını. Bu noktada gazeteci yazarların yazın dünyasında işleri zor olsa da bunu başarabilen örnekler de var.
    Eseri sadece azınlık bağlamında okumamalı, öteki bağlamında ele almalı. Ve öteki sınırları belirsiz konvansiyonel bir kavram.
    Yorularınız için teşekkürler.Muhabbetle…

  1. 2 Trackback(s)

  2. Şub 4, 2012: Son 30 günde en çok paylaşılan yazılar : Derin Düşünce
  3. Şub 14, 2012: Son 90 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin