RSS Feed for This Post

Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 4: Mahalle Baskısı)

 

Sunuş: İşyerinizde, düğün salonlarında, lokantalarda şık giyinmiş insanların hal ve tavırlarına bakın. Tek tek hal hatır sormalar, sizli bizli konuşmalar, hanımlara yer vermeler, şefin önünde düğme iliklemeler, “kritik durumlarda” düzeltilen kravat ve kemerler… Vücud dilinin de dahil olduğu bu kibarlık selinde sürüklenirken tuvalete gittiniz… Tam bir şok! Klozetin kapağını kaldırmadan çiş yapan biri var bu zerafet ormanında. Sifonu da çekmemiş! Acaba “kamusal alanı” bu kadar hoyratça kullanan kim? Bütün hanımlara kapıyı tutan mı? Yoksa şu iki büklüm olmuş el öpen mi? Belki de hesabı ödemek için “ölümü öp” diye bağırarak kredi kartını garsonun burnuna sokan şu bıyıklı.

 Ötekiler tarafından “görünebilen” insan ile tuvaletteki “görünmez” insan… Nasıl desek, aynı insan değil.  Neden değil? Görünmez adam filmlerinden bilirsiniz. Ötekiler tarafından görünmediğini fark eden insanlar genellikle suç işlemeye başlarlar. “Mahalle baskısı” ortadan kalkınca ya da utanma/ ayıplanma tehlikesi YOK olunca insanlar “özgürleşirler”.

Ötekiler, suçlar, günahlar ve sapıklar

Hareket halindeki bir trende oturanlar pencereden dışarı baktıklarında istasyon binalarını, direkleri ve ağaçları hareket halinde görürler. Filozoflar da çoğu kez MUTLAK sabit bir sıfır noktasında durduklarını zannederler. Yaşadıkları ülke, tarihi devir, inançları, ideolojileri onlara normal/doğru gelir, bir sıfır noktasıdır adeta. O noktadan geçmişe ve geleceğe bakarak kavramlar, sistemler inşa ederler. Bir an gelir, kendi icadlarını Hakikat sanırlar, kendi icadlarının esiri olurlar. Varlık ve Hiç’i okurken Jean-Paul Sartre’ı belki de en çok bu yüzden takdir etmeliyiz: Sartre gözlem yaparken ve düşünürken “Trenin hareketini” unutmamış, insanın sübjektif gerçekliğini de hesaba katmış. Varlık ve Hiç’ten satırlarla devam edelim:

 “… Bir anahtar deliğine eğilmişim, birden ayak sesleri duyuyorum. Tüylerim diken diken oluyor, utanç duygusu kaplıyor bedenimi. Birisi beni gördü mü? Doğruluyorum. Bomboş koridoru tarıyor gözlerim. Yanlış alarm. Rahat bir nefes alıyorum. Kendini YOK eden bir tecrübe değil mi bu yaşanan? Biraz yakından bakalım: […] Ötekiler‘in varlığı hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar kesin. Bu yanlış alarm neticesinde [gözetlemekten] vazgeçebilirim. Ama eğer devam edersem kalp atışlarımı duyacağım ve merdivenin her gıcırtısında yerimden sıçrayacağım. İlk alarmdan sonra Ötekiler YOK olmadı. Ötekiler her yerde, altımda, üstümde, yan odalarda. Ötekiler‘in gözündeki varlığımı derinden hissetmekteyim. Hatta UTANÇ‘ım kaybolmayabilir. Alnımda kırmızılık. […] O köşedeki karanlıkta birinin saklanması ihtimali. Esas mesele Ötekiler’in şuurumdaki tecellisi, yoksa bilimsel bir gerçeklik, objektif bir varoluş değil söz konusu olan…”

 Psikanaliz ile Felsefe’nin iç içe geçtiği bir kitap Varlık ve Hiç. Düşünülen nesne kadar düşünen özne de aklın otopsi masasına yatırılıyor. Zira İnsan şuurlu olarak yaptıklarını önce hayalinde canlandırır. Eylemleri birden bire çıkmaz ortaya. Planları vardır İnsan’ın;  değer yargıları, korkuları, geçmiş (=geçMEyen) acıları vardır. Bu sebeple düşünen İnsan’ı ürettiği düşüncelerden AYRI tutamazsınız. Bütün bu iç dünyanın “sahnelendiği” Şuur tiyatrosunu fikirden ayıraMAZsınız. Çünkü BEN’lik elbisesi giydirilmiş olan İnsan’ın bir de iç dünyası vardır, BEN’den başka bir de Kendi’si vardır:

 “… düşünce mahsulü olmayan şuurum için, şimdi kendim olarak varım. […] Kendim’i görüyorum çünkü biri beni görüyor. Şuur, kişi’yi ya da onun nesnel varlığını bilemez. Şuur ancak Ötekiler için bir nesne olduğu zaman kendini idrak eder… Kendimin dışında bir dayanak noktam yok, bana bakan Ötekiler için bir mihenk noktası olmam sayesinde kendim için varım. Bu nedenle, UTANÇ dediğimizde kastedilen Ötekiler‘in baktığı ve yargıladığı nesnenin  ben  olduğum gerçeğinin fark edilmesidir…” (Varlık ve Hiç, J.P. Sartre)

 Sartre’ın bu sözleri biraz şizofren görünebilir ilk bakışta. Açalım. Yazarın amacı iki şeyi birbirinden ayırd etmek: Birincisi insanların bir mekân içindeki cismanî varoluşları. Nesnel, gözle görülür, elle tutulur bir varoluş bu. İkincisi ise insanların kendi varoluşlarının şuurunda olmaları yani VARLIK ŞUURU‘nun varlığı. Bu iki varoluş insanların birbirlerine BAKMASI sebebiyle sürekli bir çapraz ilişki teşkil ediyor. BAKAN bir insan için, GÖREN bir şuur için Ötekiler birer nesne. Ötekiler‘in nesnel varlığını GÖREN kişi kendisinin de ötekiler için bir nesne olduğunu idrak ediyor. Yani hem kendi şuurumu hem de nesnel varlığımı ötekilerin bakışı sayesinde idrak ediyorum. Tabi ötekiler de benim gibi, benim bakışım ve görme ihtimalim sayesinde kendi varoluşlarını idrak ediyorlar. Bu bağlamda UTANÇ gibi bir hissin Sartre tarafından masaya yatırılması isabetli oluyor tabi. Zira utanç Ötekiler‘e endeksli bir his. Öteki olmadan tarif edilemeyecek bir his. Hatta Ötekiler‘in cismânî varoluşu (BAKIŞ) kadar şuurlu varoluşunu da (YARGI, AYIPLAMA) zorunlu kılan bir his:

 “…Utanç birinin önünde kendinden utanmaktır. Ötekiler BEN ile Kendim arasındaki vazgeçilmez bağlantıyı  teşkil eder. Ötekiler’e görünen BEN’den utanıyorum […] Bir dışım var, bir tabiatım, Ötekiler‘in varlığı benim [Cennet’ten] dünyaya düşüşümdür.” (Varlık ve Hiç, J.P. Sartre)

 Sartre’ın başarıyla yakaladığı “insanlık durumu” bu. Bir yanda sürekli aynı kalan, bana kendimden bahsetme imkânı veren bir iç varoluş: “İstanbul’da doğdum, ilk okulu filan yerde okudum, falanca ile evlendim, 40 yaşındayım,…”. Bütün bu yıllar geçerken kim bilir kaç milyar hücrem öldü, saçlarım döküldü, tırnaklarımı kestim, hatta belki bir kaza geçirdim, kolum veya bacağım koptu. Ama hiç değişmeden kalan bir “kendim” var ki o kesilip biçilmekten, azalıp çoğalmaktan münezzeh. Dışarıdan gelen maddî taarruzlarla yok edilemeyecek bir “kendim” bu. Bu iç varoluş gizemli bir yolla bedenime iliştirilmiş. Bu kollar, bu bacaklar benim. Bakan gözler, acıkan mide benim. Hem BEN’im (AYNILIK, HÜVİYET) hem de onlar benim [malım] onlara sahibim (İYELİK). Ben bu vücud’um ve bu vücud Ben’e ait. Gerçekten gizemli bir mesele. İhtimal Kıyamet’e kadar da aralanMAyacak bu sır perdesi. “Bakış” adlı geçen bölümde sunduğumuz bu fotoğrafı anımsıyor musunuz?

 Chartres Katedralinden bir detay. Dünyaya “düşmüş” ilk insan. Sağ elini şakağına dayamış, aslî vatanın hasretiyle artık “elinde” olmayan Cennet’i özlüyor. Manevî “BEN” bir Yok’luk, bir hasret, bir nostalji olarak ifade bulmuş. Sol eliyle ayıp yerini örtmüş. Fizikî, objektif, bedensel varlığının da idrakinde insan. Ruhu Tanrı için, bedeni ise “ötekiler” için var. Nefs ve vücud elbisesi giydirilmiş bir mânâ. Sınırsız ruh ile sınırlı bedenin temas noktası, Sartre’ın [Bulantı’da] söylediklerini hatırlayın: ‘‘…‘Ben’ deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum‘‘…”

Matematikleşmiş bir felsefe?

Varlık ve Hiç’te Sartre gerçekten derine inmiş. Kabul edelim ki anlamayı zorlaştıran bazı faktörler yok değil. Meselâ icad ettiği bileşik kelimeler. Bunlar bir matematik kitabındaki formüller, değişkenler , grafikler gibi birer gösterim, birer “konvansiyon”. Eğer ne olduklarını biliyorsanız işinizi kolaylaştırıyorlar. Ama yeni başlıyorsanız okumaya bu sefer yazarın fikirleri ile aranızda bir engel teşkil ediyorlar. Hele bir de tercüme edilmişse okuduğunuz kitap, yandınız! Bu kitaptan 16 yıl önce basılan bir kitabı Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı eserini okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.  Ancak bu “matematikleşmiş” felsefenin en büyük avantajı soyutlama. Başka filozofların ayrı ayrı kitaplarda tartıştığı meselelerin ortak zeminini keşfetmek için bu soyutlama elzem. Zira Sartre’a göre Sapıklık / Suç/ Günah olarak gördüğümüz bir “kusur” aynı fikrî zeminde birleşiyor olabilir: Irkçılık, sadizm, mazoşizm. Hatta neden olmasın? Kibir, dedikodu, oburluk, alkol, uyuşturucu, işçilerin sömürülmesi, hırsızlık, işkence, tecavüz…

Kötü’nün bize bu kadar farklı suretlerde görünmesi elbette yaşam biçimlerimiz ve geleneklerle ilgili. Meselâ Türkiye’de “ahlâk” kelimesi genellikle “belden aşağı” bir ahlaktır. İşçinin maaşını geç ödeyenin ahlâkından şüphe edilmez. Eksik tartan, rüşvet veren filan “uyanık” olur. Birisine “ahlâksıııız!” diye bağırdınız mı mutlaka cinsel bir şey anlaşılır. Ama sureti ne olursa olsun KÖTÜ karşısında içimizde bir ses duyarız, bir rahatsızlık, bir huzursuzluk. Bu bizi yargılamaya ve bir tarafı tutmaya iter. Polisiye bir film seyrederken bile hemen “bizimkiler” olur bazı aktörler. Yalancı, zalim, riyakâr kim varsa film bitmeden ceza görmelerini bekleriz. Ölseler üzülmeyiz.

Özetle KÖTÜ‘nün bir evrenselliği var aslında. Tarif edilmesi güç olsa da KÖTÜ‘nün kötü kokusu evrensel, daha doğrusu fıtrîdir. Dini inancı ne olursa olsun her insanın bu kokuyu duymasını bekleriz. İşte Varlık ve Hiç bu kötü kokuyu öznellik / sübjektivite yönünden tahlil ediyor. Psikanalist Jacques Lacan’ın isabetle tespit ettiği gibi:

“… bakışlar sayesinde kurulan çapraz ilişki, bakan ve bakılanın hem şuur hem de nesne oluşu. Kötülük yapanın ve kurbanın büründüğü roller; Sartre  KÖTÜ‘yü işte bu çerçeveye oturtuyor…” (The Seminar of Jacques Lacan: Freud’s Papers on Technique)

 Gerçekten de psikanalizde kötülük/sapıklık bir savunma mekanizması. Müslümanca tabirle nefsin bir oyunu. Geçmişte kalmış ama geçMEmiş bir travmayı bir silah gibi kullanıyor nefsimiz.  Meselâ ailesinin şerefine sürülmüş bir lekeyi kabul edemiyor, hazmedemiyor insan. “Ben bu olamam, benim soyum/ aslım/ özüm bu olamaz” diyor. Başka tip travmaları düşünün. Meselâ bir uçak kazasından sonra yakınlarının cesetlerini bulamayanların halini. Cenaze yapılamıyor, yas tutulamıyor. Ya ölmediyse? Ya dönerse? Bu durumlardaki insanlar bazen ızdırabı “layıkıyla” yaşamayı (her gün yeniden ölmeyi) reddediyorlar. Özeleştiri yapmak, yıkılmış bir hayatı yeniden kurmak kolay değil. Sartre’ın tabiriyle “özgürlüğe mahkum” oldukları halde bu insanlar kaçıyorlar özgürlükten. O zaman Lacan gibi psikanalistlerin deyimiyle nesneleşmek gerekiyor. Yani bakış ile görünen objektif varoluşa odaklanmak. İnsan’ın cismanî varlığına dair bir vasfını yüceltmek, İnsan’ın TAMAMINA eşitlemek: Mesleği, ırkı, etnik kökeni, parası, cinsiyeti,… Bizim önceki yazılarda “şeyleş(tir)mek” konusu altında işlediğimiz bir mesele bu:

İnsan bu yolla Ötekiler’e kötülük yaparken ilk önce, ilk kötülüğü kendisine yapıyor. Baktığı ve gördüğü Ötekiler’i Şeyleştirmek için kendisi de “bakılan ve görülen” İnsan’ın kendisini Şeyleştirmesi gerekiyor. Dersim’de Kürtleri “böcek gibi” öldüren askerlerin, katliam emrini veren subayların, siyasîlerin (katliamdan önce) böcekleşmesi kaçınılmaz. Zira adı ister bürokrasi olsun ister piyasa isterse ideoloji, dev bir kıyma makinesinin çarklarından bir olmayı kabul eden insanlar hürriyetlerinden vazgeçme hürriyetini kullanmış oluyorlar Sartre’a göre.  Liberaller neden başarısız? Adlı  makalede anlatıldığı gibi:

“Naziler yok etmek için kamplara topladıkları Yahudilere “ein stück” diyorlardı, “bir parça”. [cisimleşen, eşya, nesne haline getirilen] İnsanlığa layık görülmeyene(!) karşı yapılan saldırganlık da suç olmaktan çıkarılıyordu böylece. Bugün Gazze’lilerin katli için “fetva” veren hahamlar da Gazze’li insanları aynı şekilde “parça” statüsüne indiriyorlar. İsrailli çocuklar bombaların üzerine “komik mesajlar” yazdıktan sonra askerler onları “öteki” çocukların üzerine atıyor.

  İnsana insan olduğu için kıymet veremeyen bir uygarlık ne kadar özgür/liberal olursa olsun fertlerini “ein stük” (mal, cisim,…) olmaktan kurtaramayacak.   Çocukların cinsel istismarı adlı makalemizde anlattığımız gibi pedofiller de içinde yaşadığımız tüketim toplumunun ürünleri. TV ekranında cozurdayan sucuklu yumurtayı, lüks otomobil satmak için soyuLmuş kadınları nasıl “ein stück” yapıyorsak pedofiller de çocukları birer zevk aracı, birer “parça” olarak görüyorlar”

Psikanalizde Kötü/sapıklık kavramına en yakın terim sanırım “perversion”. Freud ve Lacan gibi öncüler bu kavramı geleneksel ve dinî yargılardan bağımsız, nötr (bilimsel?) bir şekilde açıklıyorlar. Psikanalistlere göre Kötülük /sapıklık insanların katlanamadıkları gerçekleri yaşamaya direnmesinden kaynaklanıyor. Çünkü insan olmanın getirdiği hürriyet hissi travmatik durumlarda taşınmaz bir ağırlık. İnsan zorluklara direnmek yerine kabuğuna çekiliyor, içine kapanıyor, cismanî varlığına indirgiyor kendsini. Hür İnsan Hürriyet’ten yorgun artık, maddî determinizme tabi olmak istiyor. Nesneleşmek… Bu bağlamda “emir kulu” zalim bir subay ile o zulüme direnmekten korkan bir mazlum aynı şekilde şeyleşiyorlar. Jean-Paul Sartre’ın tahlili bu bakımdan çok eleştiri almış. Yani “nasıl olur da zalim Naziler ile zavallı Yahudileri aynı kefeye koyarsın?” diye hesap sorulmuş kendisinden o devirde. Ancak Sartre’ın derdi hakemlik yapmak, bir tarafı haklı çıkarmak değil. Hümanist bir perspektifte Kötü/Sapık dediğimiz fenomenin köküne inmek istiyor.

Varlık ve Hiç’te daha çok cinsel haz penceresinden bakılmış olsa da sadist/mazoşist tahlili bir kez daha şeyleşen/şeyleştiren İnsan’ı gözler önüne seriyor. Elbette bu tahlil ırkçılıkla birlikte aynı zeminde okunabilir. Ötekiler’i bir zevk nesnesi veya intikam nesnesi yapmak, kendisini de bu zevk/intikam veya başka tutkuların girdabında bir nesne gibi görmek… “Evet, tecavüz ettim çünkü küçükken bana da … Evet, insanları öldürdüm çünkü onlar da… Evet, hırsızım çünkü ben….”. Bütün bu ‘çünkü’ler, bütün bu sözüm ona determinist açıklamalar İnsan nefsinin özgürlükten kaçmak için, İnsan’ı nesneleşTİRmek için icad ettiği fikrî montajlar, kurgular, yalanlar değil mi? İster alkol, uyuşturucu, lüks araba koleksiyonu gibi gerçek bir nesne ile yapalım bu montajı, isterse kendimizi ve Ötekiler’i nesneleştirelim, neticede Kötü’nün kökü bir. Psikanalist, matematikçi ve filozof Daniel Sibony’nin sözleriyle ifade edecek olursak:

“Kötülüğün/sapıklığın başlangıcı oldukça basit: Bir travma var. Herkesin başına gelebilen türden. Ama müstakbel sapık başkalarının kaçtığı, halı altına süpürdüğü, sakladığı ve saklaNdıdığı bir durumda ÜSTLENİLMEZ olanı üstlenmek istiyor.

 Başa gelen kötülüğü üstlenmek, kabullenmek, o vasıfla “giyinmek” istiyor. Hayal edin. Başınıza gelen bir felaket geliyor. Bir silahlı saldırı, bir vefat, bir iflas… Savunma mekanizmalarınızı kullanabilirdiniz. Sonuçlarına katlanabilirdiniz ya da biraz başkalarını suçlayabilir, bir çıkış noktası bulabilirdiniz. Bunun yerine diyorsunuz ki: “Bu bir felaket değil, kazayla olmadı, ben zaten bunu istiyordum. Hedefim buydu”. Tabi müstakbel sapık açıkça bunu söylemiyor. Ama söylemiş gibi yaşıyor. Bu andan itibaren tam bir ters-yüz ediliş var. Dışarıdan ya da kendi kişiliğinizden destek almak yerine bu ters-yüz edilişe sarılıyorsunuz. Felakete, zulme, ızdıraba sahip çıkıyor, benliğinizin bir parçası yapıyorsunuz. Sapıklık üstlenilmiş bir travmadır. Sadizmin, mazoşizmin menzilini varın siz düşünün!

 Sapık’ın savunma mekanizması felaketin kaynağını kendisi olarak görmesi. Öteki’nden, dışarıdan gelmiş olmasını reddediyor. Kendini HER şeyin kaynağı görmek, HER şeyde kendini görmek, kendini HER şey, HER-kes, HER yer zannetmek; Öteki’nin yitip gittiği, Sapık’ın ilahlaştığı uçsuz bucaksız bir boşluk. HER olan Sapık aynı zamanda kendine HİÇ oluyor.” (Perversions, [Sapıklıklar] sf. 113-114)

 Sonuç

Jean-Paul Sartre Ötekiler’in şuuru ve objektif varoluşu ile ahlâkî kaygılar arasında muazzam bir köprüyü keşfetmiş Varlık ve Hiç adlı eserinde. Ötekiler’e bakış, “görüyorum demek ki görülebilirim, yargılıyorum, demek ki yargılanabilirim ben de…” Objektif varoluşumuz elbette bedenimizle başlıyor. Ama orada bitmiyor. Paramız, silahımız, sözlerimiz, yaptıklarımız… Biz insanların okşayan elleri bir tokat, bir yumruk da olabilir. İnsan hürdür.

Jean-Paul Sartre’ın aforizmalaşmış üç sözünü hatırlayalım makalemizi bitirirken:

  • İnsan özgür olmaya mahkumdur, dünyanın ağırlığı omuzlarındadır. Varoluş tarzı itibariyle hem kendinden hem de dünyada olup bitenden sorumludur.
  • Şuur hem kendisini hem de Öteki’nin şuurunu teşkil eder.
  • Şuur gerçekte Şuur’un şuurunda olmaktır. Çünkü dünyanın FaRKında olmak için kendinin de FaRKında olmak gerekir.

 

… Bu konu ilginizi çektiyse…

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. Haz 23, 2012: Resim sanatındaki Hakikat / Jacques Derrida : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin