RSS Feed for This Post

Yük ve Boşluk

Vefa Önal

“Ben daha seninle dolmadığımdan kendime henüz bir yüküm” (Augustinus)

Yaşam standardımızı yükseltmek, varolanı koruyabilmek için mücadele sırtımızda bir yüktür. Bu yükten yorulur, kimi zaman kurtulmak isteriz, ama oflaya puflaya bu yükü taşımaya devam ederiz. 

Sık sık yakındığımız, üstümüzden atıp kurtulmak istediğimiz “geçim” odaklı bu yük, aslında altında ezilip kahrolacağımız çok daha ağır başka bir yükü hissetmemizi azaltır.

Bu yük hayattır, bizatihi hayattır.

Şu veya bu düzeyde geçinmek bir yüktür, bazılarımıza ise bizatihi hayat yüktür.

Pek çok kişi, hayatın hay huyu içinde, bu yükün varlığını hissetmez. Hissedebilmesi için, kendini  sürekli tartması gerekir. Ama hayatın her türlü zorluğunu tartan insan, kendini tartmaya gelince yan çizer.

Tıpkı kantar gibidir insan, üzerine çıkan kamyon kamyon yükü tartar, ama kendini tartamaz.

Neden, çünkü içerdeki yük “trajiktir”. Dışarıdaki yük bunu örtücüdür.

O yüzden insan gözünü dışarı çevirir ve adına “geçim” diyerek ister, sürekli bir şeyler ister, bir şeyler olmak ister, bir şeyler tatmak ister, zengin olmak, ünlü olmak, güçlü olmak ister, hep ister.

Bu da bir mücadele, bir yük getirir beraberinde.

Peki isteği yoksa, başkalarının olmak, tatmak istediği şeyler, karşılığında taşınması gereken yüke değmediğini düşünüyorsa ne olacak?…

Tüm değer yargılarıyla, gündelik işleriyle üzerine üzerine gelen hayatın, aslında “iç karakteri”ni bir yük olmaktan çıkarmaya çalıştığını fark ediyor ve bu çabanın kendisinin beyhudelik ve anlamsızlıkla aynı anlama geldiğini kavrıyorsa o zaman ne olacak?..

Dışardan çok içerde, kendinde olan bir hayatın varlığını çok daha yüksek biçimde görüyor ve bunun “esas” olduğuna inanıp onu anlamak, tatmak, bilmek yaşamak istiyorsa, o zaman ne olacak?..

İşte o zaman hayat  zevkiyle sefasıyla, temsil ettiği değerleriyle, kışkırtıcılığıyla bir anlamsızlık, beyhudelik olup çıkar.

Dışsal olan pek çok şey huzursuzluk olup çıkar.

Dışşsal olana yabancılaşma, kendinde olanı tanıma başlar.

Dışsal anlamda yarattıklarının peşine düşüyor insanoğlu, ama içsel anlamda kendisini yaratanı terk ediyor Augustinus.

Dışardaki hayat tıka basa doludur, içerdeki hayat boşlukla doludur.

Dışardaki hayat ıvır zıvırın yüküdür, içerdeki hayat, boşluğun yüküdür.

Boşluk Tanrının sessiz harflerle yazdığı bir metindir. Bu metinde manayı taşıyan bir ses yoktur, boşluk manayı taşımaz, sunar, nesnesiz, harfsiz sunar.

Dışarının nesneleriyle dolu olan insan, boşluğun nesnesizliğinden sıkılır. Salt mana ona manasız gelir. İçinin aracısız ve dolaysız manaya temasının yarattığı boşluk onun alıştığı değildir.

Hayatı bizatihi yük olarak hisseden insan içinse durum tersidir, boş ve sıkıcı olan içimizdeki boşluk değil, dışarıdaki dolu görünüşlü bomboşluktur.

Nesnenin yarattığı doluluğun içi kovuk kovuktur. Bir arzunun peşine düşüp nesnesini ele geçiren insanın durumu da öyle. Hevesle kovalayıp elde ettiğimiz bir nesnenin haz doluluğu çok geçmeden yerini kovuğa benzeyen aç bir ağza bırakır.

İşte bu noktada, o ayrım başlar. Ya başka bir nesneyi tüketmeye koşarak içinizi kovuk kovuk yaparsınız, ya da kovuğunuzu boşluğa dönüştürecek sabrı ve erdem dönüşümünü gösterirsiniz.

Kabul edelim etmeyelim, hayat bizatihi insana yüktür, yük gibi gelmelidir. Bunun böyle gelmesi sizin içinizdeki trajik özü duymanızdandır. Bu öz bizim insansal varoluşumuzun ta kendisidir, bizi türümüzün ta kendisi yapan özelliktir, bizim Tanrısallıktan aldığımız payın en çarpıcı kanıtıdır.

İnsan-yaşam formunda olmak, kökeninde insanın istediği değil Tanrının istediği bir şeydir.

Tanrısallığı içinde duyan insanın, “yaşayan-ölen” sonlu bir yaşam varlığı demek olan “insan olmak”tan hoşnut olması beklenemez.

İçindeki trajik duyuşun kaynağı burasıdır, hayatı bizatihi yük kılan duyuşun kaynağı da ve tabii boşluğun.

İçinizdeki sonsuzla, dışınızdaki sonsuzun “sonlu görünüşleri”nin karşılaşmasından doğan şeydir boşluk.

Trajik olanın silik ve dingin yüzü.

Tanrının sonlu ile sonsuz arasındaki geçirgenliği.

Boşluğu tanı, bunun için öğren.

Tanrı öğrenilmiş boşluktur.

Boşluktan sonrası hiçliktir, hiçlikten sonrası Tanrı. Yaşayan insan varlığın, Tanrıyı deneyimlemesinin en etkin hallerindendir boşluk.

Kendini boşlukla dolduran Tanrıyla doldurur, kendini beniyle dolduran boşunalıkla doldurur. Birinin yükü Tanrıdır, diğerinin yükü kendisi.

İnsana ağır gelen benidir, Tanrı değil.

Tanrı bir “müjde” taşıma yükü gibidir. Ağırlığı yoktur, ama varlığı bütün benliği sarar. Sevinci vardır, ama bir an önce dışa vurmak isteyip vuramayışın, kederli sıkıntısı, müjdenin içeriğini tam anlamıyla bilmek isteyip, bir türlü bilemeyişin meraklı huzursuzluğu da vardır.

Bu yükle insan çökmez, yükselir.

Söz konusu yükseliş sizi nesnelerle içiçelikten, ya yanyanalığa, ya da yukarıya götürür.

Hayatın hızı karşısında içinizde sizi yatıştıran muhteşem bir yavaşlık devinimi oluşturur.

Bunaltıcı anlarında hayatı, uzak bir uğultu algısına çevirir.

Bu yükseliş ve her şey demek olan o kutsal boşluk, varoluşun trajik özünü duymakla başlar. Bunun Tanrının özünün yaşayan varlık özüne dönüşmesinin “trajikliği” anlamına geldiğini derinden duymakla bizi kuşatır.

Sezeriz ki insan, Tanrının tragedyasıdır.

Bunu hissederek yaşamak, kendi içinde bu yükle dolaşmak, bu tragedyanın en kutsal repliğiyle donatır bilinci : boşluk; hayatıysa bizatihi bir yük kılar.

Hayat görevdir, boşluk amaç.

Boşluk keşiflerle doludur, hayat görevlerle.

Boşluk neden keşiflerle doludur, çünkü Tanrının yeryüzünden “kendine” doğru çekildiği adrestir.

Boşluğun “gölgemsi gerçekliği”nde dolaşarak sonsuza ilişkin sonsuz keşiflerin içine dalınır.

Hayatı bizatihi yük görenlerin heybesindeki yük, bu keşiflerdir. Ve bu yük, trajik duyuşa karşılık mücevher gibi bir armağandır.

 

Yunus bu sözleri çatar /

Sanki balı yağa katar 

Halka mataların satar 

Yükü gevherdir tuz değil

 

Armağanlar dolu boşluğa varmanın süreci üç aşamalıdır.

Birinci aşama: Hayat çekicidir, tek gerçektir, insan bir çok şey olmak ister, hayatı onun sunduklarını adeta yalayıp yutmak ister. Eğlenmek, sahip olmak, türlü türlü beklentiler içinde, türlü türlü hazların peşinde koşmak anlamlı ve arzulanan bir şeydir. Hayat bizatihi yük olmadığı gibi, soyut bir olgu olarak pek farkında da olunamaz.

İkinci aşama: Bir şeylerin doğru gitmediği hissedilmeye başlanır. Kendini sürüklenen, ordan oraya çarpılan, bir oyuncak gibi görmeye başlanır. Eskisi gibi insan kendini hayata olduğu gibi bırakamaz. Bir şeyler onu tutar, ben ne yapıyorum, ben kimim, hayat nedir gibi sorular derinden ve sık sık sorulur. Hayat yavan, anlamsız gelir. Yaşıyor olmak bir yüke dönüşerek, iki de bir kabus gibi kişinin üzerine çöker.

Üçüncü aşama: Trajik olan açığa çıkmıştır. Acı dışarıdan bir nesneden değil, varoluşun kendisinden çekilir. Ama tuhaf bir biçimde başka türlü yapamaz. Bu acıya dönük ve bunu artırıcı bir yalnızlıktan çok haz alır. Gündelik hayatın içinde olmak onun sadece gerekliliğiyle sınırlıdır. Hayatta olan biten genel kabul gören pek çok şey, anlamsızlık ve bayağılık duygusu verir ona. Kendine çekilmek bir ibadet biçimini alır. Kendinin diplerine çekildikçe koyulaşan acıdan, belli bir derecesinde boşluk doğar.

Üçüncü aşamadaki insan yedeğinde boşlukla gezer, dünyaya yokmuş muamelesi yapan bir ruh, varmış muamelesi yapan bir beden olarak.

Yükü “gevher”dir, acısı doğurgan.

Acı Tanrısına uzak düşmüşlüktür, bu uzaklık duygusu boşlukla varoluşuna içkinleşir. Yoksa Tanrının insandan uzaklığı, ona  “şahdamarından daha yakın” oluşundandır. Bu yakınlık Tanrıyı duyuran ama görmeyi engelleyen bir durumdur.

“Düşmüş bir kraldan başka kral olduğuna kim ağlayabilir.”  Pascal.

İnsan Tanrıya olan “uzaklığının” bu düşmüşlüğünün ıstırabını ona doğru yürüyerek hafifletebilir.

Ama aramızda yürünecek bir mesafe yoktur. İşte burada “boşluğun ontolojisi” başlar.

” Ruhun boşlukları olmasaydı manevi yol da olmazdı; çünkü senle onun arasında ayağını atabileceğin bir mesafe yoktur.” İbn Ataullah.

Boşluk, Krallığımıza giden yoldur.

Bu yolda yürüdükçe yük hayatı, boşluk yükü dönüştürür.

Yük ve boşluk insanı dönüştürür.

Yük gevher’e, insan veli’ye döner.

 

 

 

 … Sanat üzerine okumak için…

İnsan’sız Sinema Olur mu?

Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.

Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.

Öyküler (Suzan Nur Başarslan)

“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…” 

Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Roman nedir? Nasıl Yazılır?

Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin