RSS Feed for This Post

Din ve Vicdan Özgürlüğü II

Dinin kurumsallaşması ve iktidar sevdası


“Aranızda en üstün olmak isteyen, sizlere hizmet etmekle yükümlüdür.”

“Kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği görmezsin. Ne zaman kendi gözündeki merteği ortadan kaldırırsan işte o zaman kardeşinin gözündeki çöpü kaldırabilmek üzere oldukça iyi bir görüşe kavuşacaksın.” (Hz. İsa Aleyhiselamın Hadisleri)

Bir önceki yazımızda din özgürlüğüne dair dört ana esas belirlemiş ve bu konu etrafında değişik örnekler vermiş, dahası ülkemizde yaşanan din özgürlüğü problemlerine değinirken hatırlarsanız şöyle demiştik: “Kendi tarihimiz açısından bakarak; Peki, devlet neden dini, vicdanlara ve mabetlere hapsetmek suretiyle kontrol altına almak istesin ki? Sahi din bu kadar korkutucu bir şey midir ki kontrol edilme ihtiyacı duyulsun? ya da geçmişte hristiyanlık tarihinde olduğu gibi, dinsel bir şiddet süreci mi yaşamıştık? Din ve mezhep kavgaları mı yapmıştık? Din ya da kilise eliyle engizisyon mahkemelerinde işkence ve zulüm mü görmüştük?”

Daha önce yazmış olduğum bu satırları, derinlere inmek suretiyle; biraz daha açmayı, sağlıklı bir tahlil yapabilmek adına önemli olduğunu düşünüyorum. Ve meselenin bam teline dokundurmak için; din özgürlüğü problemlerinin, tarihsel olarak başlangıç noktasına ve kaynağına bir yolculuk yapmak gerekecek.

Araştırmalar, tarihi süreç içerisinde din özgürlüğü problemlerinin daha çok hıristiyanlıkla  ortaya çıktığını göstermektedir. Teorik ve haklı olarak kendini “Sevgi dini” olarak takdim eden bir dinin, güç ve iktidar sahibi mensupları tarafından, başka dinlere ve kendi içinde oluşan “heretik ve schismatic” oluşumlara karşı, tavizsiz ve gaddarane bir şiddet politikası gütmesi ve bunun insanlığa sunmuş olduğu ağır tahribat ve bedeller, ilgili konuyu ve süreci araştırmaya değer kılıyor. Daha çok  batıda gelişen ve insanlığın vicdanını duvara asıp, hayvani (belki de daha aşağı)  mertebeye ulaşmada, zirve yaptığı bu süreç, değil başka bir dine, farklı bir mezhebe dahi tahammülün olmadığı bir süreç olarak, tarihe geçmiştir. Zira Ortaçağ’da kilisenin mutlak bir otorite konumuna hızla yükselme arzusu ve devleti ele geçirme gayretleri nedeniyle bağnazlık ve tahammülsüzlük had safhaya ulaşacak. Ve böylece batı’da “tek kral, tek devlet ve tek din” anlayışı hakim olacaktı.

Olayın başlangıç noktasına dönecek olursak; Hz.İsa ve getirmiş olduğu ilahi mesajların, ümmeti tarafından yayılma süreci, yaklaşık 310 sene gizli ve el altında gerçekleşmiş ve bu insanlar o günün zalim cabbarlarına ve oligarşik despotlarına karşı, bu dini gizlilik içerisinde korumaya muvaffak olmuşlardı.

İmparator Constantin tabandan gelen zorlama neticesinde, hıristiyanlığı din olarak kabul etme ve din özgürlüğünü getirme mecburiyetinde kalmıştı. Gerçi bu Hıristiyanlık üzerinde kontrolü elde tutmak için yapılan bir kabulleniştir. Eğer o günün Hıristiyanları, Constantin’in bu oyununa gelmeyip, daha çok üst yapı ile ilgilenMEselerdi, ihtimal dinlerini bir süre daha koruyabilirlerdi yorumu getirilebilir. Zira hiristiyanlığın (resmi) din olarak kabul edilişi, hıristiyanlara indirilen büyük bir rehavet darbesi olmasının yanında, iktidar sahibi zalim ve jakoben yöneticilerin, dini ve siyasi gücü kontrol altında tutma maksadıyla, baskıcı ve despotik yönetimlerinin ilk nüvesini oluşturacaktı. Tabii hiristiyanlığın resmi din olarak kabul edilişin ardından, hristiyanların bir kısmı eski gerilimlerini (hassasiyetlerini) kaybedip, kelepir sevdasına düşmeleri ayrı bir araştırma ve inceleme konusu olabilir.

İmparator Constantin 313 yılında Milan fermanı ile, ferman söylemlerinin aksine dinde toleranssızlığa giden yolun kapısını aralamıştır. “Bir devlette tek din ve din içinde birlik” ilkesiyle Constantin, heretiklere karşı savaşta, kiliseyi desteklemiş ve hatta önderlik etmiştir. Bu dönemde, heretiklik manevi ve medeni suç olmaktan çıkarılıp, sonu engizisyon mahkemelerine kadar varan bir dizi zülmi cezalara kadar gitmiştir. Bu dönem kilise ile devletin yetkilerinin kaybolup kaynaşmaya dönüştüğü bir dönem olarak adlandırılabilir.

Daha sonra 380 yılında I.Theodosios ile hıristiyanlık önce devletin resmi dini haline gelmiş, peşinden de devlete hükmeden bir kurum haline dönüşmüştür ki buna “hiristiyanlığın devletleşmesi” ya da “Dinin kurumsallaşması” tabiri daha uygun düşecektir. Yani “Kilise devlet içinde değil, Devlet Kilise içindedir” artık. Başka bir deyişle, “kilisenin (ruhani kılıcın) devleti ele geçirmesi” olarak da yorumlanabilir.

Sonuçta, insanlığa kan kusturacak öylesi bir teokratik düzen gelmiştir ki, bunu Papa VIII.Boniface şu şekilde izah etmektedir.

“Kutsal Katolik ve apostolik kilise dışında günahların ne affı ne de onlardan kurutuluş yolu vardır. Mevcut iki kılıç (dünyevi  ve ruhani) kilisenin iktidarındadır. Bir devlette iki baş olamaz. Dünyevi otorite, ruhani olana tabidir. Ruhani otorite kral da dahil herkesi yargılayabilir ama o hiç kimse tarafından yargılanamaz. Çünkü onun otoritesi ilahidir.”

İşte bu aşamadan sonra din özgürlüğü alanındaki felaketler süreci başlamış oluyordu.

Bu despotik tekelci yönetim, İncil’de geçen “Ve efendi hizmetçiye dedi; Yollara ve çitlerin boyuna çık. Bulduklarını içeriye girmeye zorla ki evim dolsun.” Sözünü kendine referans alarak zora başvurmanın lüzum ve doğruluğuna inanır. Hoşgörüsüzlük ilke haline getirilir. Ve sonuçta Nietzsche’ye “Anarşist ve Hıristiyanın kökeni birdir”, “Kutsal anarşistler” sözünü dedirtecek, şiddet ve yüzyılları bulan din ve mezhep kavgalarının fitili ateşlenmiş olur.

Bu kadarla da kalınmaz ve “Ruhun kurtuluşu için, her türlü ten cezası, her işkence hatta ölüm caizdir” düşüncesi ortaya atılır ve engizisyon mahkemelerinin fikri alt yapısı oluşturulur ve bu zülüm düzeni devlet eliyle meşrulaştırılmış olur.

Dinde zorlamayı makul gören anlayışın temelinde, “Hıristiyanlı/Kilise dışında kurtuluş yoktur” kuralı dikkate değerdir. Bu kural maalesef kendinden olmayana şiddet yolunu açmış ve yeryüzünü kana boğmuştur.

Zira öğretiye göre, hiristiyanlığın asıl amacı ruhun ve insanlığın manevi kurtuluşudur ve bunun da tek ve mutlak yolu hiristiyanlıktır. Yani tek bir mutlak doğru vardır. O da kendileridir. Bu kurtuluşa gelmeyen kılıçla yola gelecektir. Dolayısıyla dinde zorlama insanın en kutsal görevidir. Toplumun zor kullanmama sebebinden dolayı topyekün cehenneme gitmektense bireylerin acı çekmesi ve hatta ölmesi gayet normaldir!

İşte bu anlayış, kendinden olmayan din ve mezheplerle bir savaşın ifadesidir. Zira insanlığın manevi kurtuluşunu hedef almış fanatik bir inancın, ne başka dinlere ne başka mezheplere ne de kendi içindeki farklı oluşumlara müsaade edeceği beklenemez. Özgürlüğe gem vurma ve zorlama suç olarak değil, kutsal vazife olarak nitelenmiştir.

Hiristiyanlık içinde oluşmuş  her mezhebin kiliseleri de, “mutlak hakikatı” kendilerinin temsil ettiğini iddia etmiş ve kurtuluşun sadece kendilerinde olduğuna iman etmişlerdir. Dolayısıyla kendileri dışındaki oluşumları heretik kabul ederek, onlarla savaşmayı vazife bilmişler ve kanlı mezhep savaşları böylece başlamıştır.

532 yılında İmparator Jüstinyen hipodrom’da 40.000 civarında insanı doldurup katletmesiyle vurguladığı  “Tek devlet, tek kanun, tek din” anlayışının doğurduğu “Kral kimse, din o’dur.” felsefesine inanmış ve bunu da vahşetinin gerekçesi yapmıştır. Artık halk, kralın dininden olmak zorundadır.

Hz. Peygamberin (S.A.V), Bizans Kralı Herakleios’a gönderdiği mektupta “İslamı kabul etmekten kaçınması halinde halkının günahını da üstleneceği” şeklindeki uyarısı, muhtemelen hıristiyanlıktaki halkın, kralın dininden  olması zorunluluğu sebebiyledir. Yoksa İslam’da hiç kimsenin, bir başkasının suçunun cezasını çekmeyeceği esaslı bir prensiptir. Ayetlerle de sabittir.

Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki; insanlığa zulüm ve gözyaşı getirmekten başka hiçbir işe yaramayan, yukarda anlatılan öğretiler ve bu öğretilerden müteşekkil zihin yapısı daha çok, iktidar odaklı kurumsallaşmış bir dinin, günümüz tabiriyle vatikanizm öğretisinin eseridir. Dolayısıyla Hz. İsa (a.s)’nın getirmiş olduğu ilahi mesajla uzaktan yakından alakası yoktur.

Çünkü, her türlü müessese gibi, (devlet de buna dahildir) Kiliseler de konformizme, sosyal ve siyasal muhafazakarlığa, yani mevcut durumun her ne pahasına olursa olsun sürdürülmesine tabiatları gereği yatkındırlar. Bunun yanında ilahî mesajın, yani dinin yeryüzünde insanlar tarafından temsil edilen ve ‘yönetilen’ bir müessesesi olamaz. Bunun yanında; Papa, kardinal, piskopos gibi hiyerarşik otoriteler zinciri Hz. İsa’nın getirdiği dinde yoktur. Bu durum, Kiliselerin kendilerini bir devlet gibi teşkilatlandırmaları sonucu ortaya çıkmıştır ki, insanları din değil, bürokratik yapılarla yüz yüze getirmiştir. Bu hiyerarşik yapı, doğal olarak kendini korumak için din ile hiç alakası olmayan kıymeti kendinden menkul ve kendine ait bir iç kanun ve kurallar bütününü de beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Kiliseler ve kurumsallaşmalar, özünde bir yabancılaşmayı, yani dinden uzaklaşmayı taşımakta ve bireyin yasa ve kurallara boğulmasıdır ki, tarihte yaşanan acı olaylar da bu gerçekliğin yansımasıdır.

Şimdi, hristiyanlık tarihinde ve din özgürlüğü problemleri çerçevesinde, tarihte yaşanmış bazı olayların altını çizmeye çalışalım.

Din savaşlarına en önemli örneklerden biri Antakya ve Kudüs’ün işgalidir. 1098 yılında Antakya’yı ele geçiren haçlılar şehirdeki bütün Müslümanları katlederek, Kudüs yoluna koyulmuşlardır. 1099 yılında Kudüs işgal edildiğinde ise, yaşlı, kadın, erkek, çocuk savunmasız 40.000 insan kılıçtan geçirilmiş. Kutsal mekanlar yağmalanmış. Bütün Museviler de, Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle sığındıkları sinagoglarda yakılmıştır ki, bu olay insanlık tarihinin en acı katliamı olarak geçmiştir.

1204 yılında ise, Küdüs’e yönelen IV.Haçlı orduları, İstanbul’a uğrayarak, zulüm ve nefretlerini ortaya dökmüşlerdir. Oradaki halka, inanç farklılığından dolayı zulmedilmiş. Din adamları asılmış, savunmasız kadınlara ve rahibelere tecavüz edilmiş. Aziz olarak bilinen kişilerin mezarları dahi yağmalanmıştır. Ayasofya cami dahi bu yağmadan nasibini almıştır. Öylesine bir yağmadır ki bu, İstanbul harabe şehir haline gelmiştir. Bununla da yetinmeyip, İstanbul’da bir Latin patrikliği kurmuşlar ve Ortodoks halkı zorla Katolikleştirmeye çalışmışlardır. (Şahsi kanaatim şayet Bizans, Bizans olarak kalsaydı, sanırım sorun yoktu ve Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a en azından belki de kılıçla girmeyecekti. Zira Bizans artık koca bir zülüm meydanı ve haçlı seferlerinin üssü pozisyonundaydı diye düşünüyorum)

Buradan Haçlı  seferlerinin amaçlarından birisi de, heretik ilan edilen Bizans’ın tekrar Katolikliğe dönüşünü sağlayarak yeniden Papa’nın egemenliği altına girmeyi sağlamak olarak yorumlanabilir. Hatta biraz daha ileri giderek, geçtikleri her yolda bir enkaz bırakmaları sebebiyle bu hareketin sömürü ve emperyalist amaçlar taşıdığını da söyleyebilirim.

1313 yılında Tapınak Şovalyeleri Papa ve Kral işbirliği ile, heretik ilan edilmiş ve şovalyeler diri diri yakılarak idam edilmişlerdir. Ve Tapınak şovalyeleri, papaya ve krala Karuni bir servet bırakarak tarih sahnesinden silinmişlerdir.

1572’de Fransa’da Katolikler, IX. Charles’ın emriyle bir gecede 20 ila 70 bin arasında Protestan’ı katletmişlerdir. Enteresandır, Papa, bu katliamı kutlamak için özel bir madalya bastırmıştır. (Saint-Barthelemy Katliamı)

Yine din özgürlüğü problemlerinin sebep olduğu otuz yıl savaşlarını da hatırlatmak gerekiyor. Protestan ve Katolik birlikler arasında çıkan savaşta Almanya koca bir harabe ülke halini almış, 300 ayrı eyalete bölünmüş ve bunun yanı sıra nüfusu da 16 milyondan 6 milyona düşmüştü. Bu savaş sonunda yorgunluk ya da bıkkınlık hali olsa gerek, kısmi bir din ve vicdan özgürlüğü getirildiğini de belirtmem gerek.

Ve Engizisyon Mahkemeleri… Bu mahkemeler, XIII. Yüzyılda ortaya çıkmış, hıristiyanlıktan dönen, heretik akımlara karışan, dini esaslara başkaldırmış, kısmen de Yahudileri ortadan kaldırmak ve yok etmek maksatlı kurulmuş ve XIX. Yüzyıla kadar etkisini sürdürmüş Katolik kilise mahkemelerdir. Bu mahkemelerin, heretik akımlara karşı başarısız olmuş hükümdarların tahttan indirileceği kararını alması, vahşeti boyutunu daha da derinleştirmiştir. Öyle ki bu vahşet; yüzyıllar boyunca, yüz binlerce kişiyi yakma, kazığa oturtma, mezardan çıkarıp kemikleri yakma, dilini kesme, evlerini yıkma, mala gasp, hapis, sürgün, kürek çekme gibi cezalar olarak tezahür etmiştir.

Endülüs’ün yıkılışıyla, İspanyol Engizisyon Mahkemeleri bu sefer Müslümanlar ve Yahudiler üzerinde akıl almaz işkence ve zulümlere başlamışlar. Sonuçta ya Amerika yerli halkının kaderini paylaştılar ya da göçe zorlandılar. Osmanlının yardımlarıyla bir kısmı Kuzey Afrika’ya bir kısmı da İstanbul’a yerleşmişlerdir. (İstanbul’da yaşayan bir Yahudi Cemaatine mensup bir arkadaşım bana bu olayı anlatmış, Osmanlı’ya şükranlarını iletmişti.)

Ve Batı  dünyası 1500 yılı aşkın süren din savaşları  sonucunda savaşmaktan yorulması  sebebiyle olsa gerek, içlerindeki farklı mezhep ve görüşleri kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak bu kabulleniş yani din ve vicdan özgürlüğünün kabulu, dinden kurtulmak şeklinde ortaya çıkmıştır. Batı dinden ve kilise baskısından kaçarken pozitivizme ve hümanizme tutunacak. Özgürlüğe yelken açacak. Ancak bu da dini aşırılık sonrası, özgürleşme aşırılığını doğuracaktır. (Bu tespitler de, ayrı bir yazı konusu olabilir.)

Yukarda anlatılan olaylar baz alındığında aforoz, engizisyon ve endüljans (günahları affetme yetkisi) gibi tanrısal gücün temsil edilmesi ve bunun doğurduğu problemler de ayrıca göze çarpmaktadır.

Aslında yazı  boyunca anlattığım şey, daha doğrusu tarih boyu yaşanan şey, dogmatik tekelcilik sebebiyle, kilisenin elinde tuttuğu gücü  (din, yönetim, ekonomik güç) kötüye kullanması ve din istismarına gitmesidir şeklinde özetlenebilir. Dolayısıyla suçlanacak şey din midir, yoksa güç ve iktidar düşkünü insanoğlunun ihtirasları mıdır? Sorusunun cevabı hayati önem kazanmaktadır.

Tabii burada dinin kontrol altına alınması gereken tehlikeli bir dogma olduğu sonucu ortaya çıkmaz. Ya da kimilerimiz, Türkiye’de çok yaygın bir klişe olan; “‘Evet, evet, din zaten siyasete hiç karışmamalı, vicdanlarda yaşamalı’ diyebilirler” Oysa bu peşin hükümlü bir genellemedir.  Çünkü dinin siyasete karışarak insanlık adına, özgürlük, adalet ve barış getirdiği bir düzine, tarihsel olay da sayabilirim. Kaldı ki, bir dinin hayatın hangi yönlerini düzenleyeceği konusunda o dinin kendi kaynakları ve inananları dışında kimsenin karar verme yetkisi de yok. Meselenin bir diğer boyutu ise, yukarda anlatılan despotik ve zulüm olayları din boyutlu gibi görünse de, bu çoklu durum sadece din değil, din-dışı felsefeler ya da ideolojiler ve her türlü -izm’ler için de geçerli. Örneğin diyalektik materyalizmin siyasete karışması, ‘silahlı propaganda’ya koyulmuş Leninist bir komünizm şeklinde de olabilir.

Bu durumda “Dinin siyasete karışması  noktasında bıçak sırtı denen hassas denge nasıl olmalıdır?”  Sorusu akıllara gelebilir. Şahsi kanaatim; tarihsel süreçler ve yaşanan tecrübeler iki duruşu karşımıza çıkarmaktadır. Birincisi; ferdi esas alarak, sadece insan odaklı, din adına iktidar talebinde bulunMAyan anlayış, ikincisi ise; iktidarı ve gücü ele geçirmeye dönük, din adına siyaseti önceleyen algılama biçimidir ki; bu duruş (iyi niyetli dahi olsa) insanoğluna çok cefalar çektirmiştir.

Birinci duruşu İslam dinini baz alarak, meseleyi biraz daha açarsak; İslam, şuur sahibi insanları tek tek muhatap almıştır ve insanlar dünyadaki eylemlerinden, yaptıklarından ve yapmadıklarından sorumlu olacaklardır. Din mesajını fertlere iletir. Fertlerin görevi vazifelerini yerine getirmektir. Fakat fertler vazifelerinin ötesinde somut sonuçların peşine düşmesi gerekmez. Yani insan vazifesini yapar, sonucu verecek olan Yaratıcının işine karışmaz. Bu özelliği ile ilahi mesaj daha çok ALT YAPI ile ilgilidir. Fertler için en önemli vazife iman ibadet, ahlak, vicdan gibi konulardır. ÜST YAPI tali bir konudur. Şerif Mardin’in dediği gibi; “İslam gibi toplum ilişkilerini İlahî bir mesajın ışığında değerlendiren ve toplumu gereken İslami ideale yaklaştırmaya çalışan bir dinde, dinin kendisini bir ‘üstyapı’ kurumu olarak değil, bir ‘temel şekillendirici’ olarak ele almak” gerekir. Belki de burada önemli olan siyasetin dine dolayısıyla insana hizmet eder şekilde tutulmasıdır.

Bu ilkelerden, esas alınan unsurun taban olduğu (insan, ahlak, vicdan… olduğu), devlet, güç ya da iktidar sahibi elitist zümre… gibi tavan için yani üst yapı için, fertlerin zarar görmesinin istenemeyeceği sonucu ortaya çıkar.

Bu nokta çok önemlidir. Daha kestirmeden açık olarak ifade edeyim;

Eğer birinci duruşa sahipseniz mesela, devletin ali cenap menfaatleri için, Dersim Katliamını hoş göremezsiniz. Ermeni tehcirini hoş göremezsiniz. Vicdanları kanatıp, Gazi, Sivas Madımak, Maraş olaylarını hoş göremezsiniz.  “Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” da diyemezsiniz. Devleti putlaştıramazsınız. Kendinden olmayana düşman gözüyle bakamazsınız. Milleti ve insanlığı kendine hedef seçip “eylem planları”, “lahikalar”, “kafes” operasyonları hazırlayıp uygulayamazsınız. “Ayışığı”, “Yakamoz”, “Sarıkız”, “Eldiven” gibi darbe planları da hazırlayamazsınız. Dahası, camilerdeki mahyalara “Önce Vatan”, “Ne mutlu Türküm diyene” şeklinde ucuz hamasi yazılar da yazamazsınız. Kısacası hukuku, adaleti ve vicdanları ayaklar altına alamazsınız. “Milli menfaatler mi, ahlak mı önemli ?” sorularını soran ahmak kafalara, “Ahlak” diye haykırarak duruşunuzu belirlersiniz.

Tarih boyunca tecrübelerce sabit olan ve sıkıntılı bir duruşu temsil  eden ikinci duruşta ise, en önemli vurgu “iktidar” vurgusudur. İktidara ve güce endeksli bir duruş tarzıdır. Yazıda konusu geçen hristiyanlığın devletleşmesi suretiyle kurumsallaşması ya da Siyasal İslam dedikleri İslamcılık bu duruşu temsil eder. Bu duruşun, aktörlerinin ortak özelliği iktidar talebidir denilebilir. Bu duruşu temsil edenler oldukça dindar olabilirler ancak en önemli fark önceliklerinin değişmiş olmasıdır. Evet bunlar, toplumsal düzeni sağlamak için, problemlerin çözümü için iktidarı ele geçirmek gerektiğini inanmışlardır. Alıştıra alıştıra mı söylemem gerek bilmiyorum ancak, Humeyni Devrim hareketini ve hatta, MSP, RP, FP gibi siyasi partileri de bu çizginin devamı olarak görmekte bir beis görmüyorum. Hatta, bu ikinci duruşun temsilcileri içerisinde, Hizb-ut Tahrir, Usame Bin Ladin ve El Kaide gibi Kur’anı literal yorumlayıp, hatasız masum dindar yönetici arayanlar dahi vardır. Yeryüzünde böyle bir insan olmadığı için, bu taleplerini gerçekleştirebilmek adına tabii olarak, iktidar amaçlı çalışmak zorunda olduklarını da belirtmem gerekir. Sonrası malum; dini despotizme  kadar varılabilecek keyfi uygulamalar ve baskılar kendini gösterebilir.

Özetle ikinci duruş; devleti önceleyen, üst yapıya önem veren görüşlerdir. Bu görüş esasen ehl-i Sünnet itikadına da uygun değildir. Fakat, Sünni Müslümanların yaşadığı yerlerde de yaygınlaşmıştır. Sünni Müslümanlar arasında iktidar talebini önceleyen bu görüşlerin yaygınlaşmasında modernite etkisi ve Şiilik yadsınamaz ölçüde etkili olmuştur.  

Bu arada, bir diğer önemli hususa da parantez açmam gerekiyor;

Yazının amacı, hristiyanlık tarihindeki kötü örnekleri sıralayarak  “onlar kötü, biz iyiyiz” iddiasında bulunmak değil elbette. Yazını amacı, din ve vicdan özgürlüğünün esaslarını belirleyerek dünya barışına katkılarını anlatabilmek. Dahası dinin siyasete karışması noktasında iki farklı duruşu gözler önüne serip, sorunun temellerine inebilmek ve geçmişten ders almak olarak özetlenebilir. Bunun yanı sıra dini kontrol altına alma çabalarının, altında yatan gerçekliği gözler önüne serebilmekti.

İslam tarihine baktığımızda, insani hataların, hırsların ve bağnazlıkların da mevcut olduğunu görebilirsiniz. Hz. Peygamber’in vefatından çok geçmeden Müslümanlar arasında fazlasıyla siyasi karmaşalar, ihtilaf ve çatışmalar başlar. Hz. Osman ve Hz. Ali’yi şehit edenler Müslümandır. Sıffin savaşıyla, “Hariciler” olarak bilinen ve hem Sünnilere hem de Şiilere karşı bugünün deyimiyle “terör” uygulayan, Günümüz Taliban ya da El Kaide’sine benzer fanatik mezhep de çıkar.

Maalesef ikinci duruş dediğimiz bu anlayış, Hz. Muaviye’den sonra çeşitli saltanatlar şeklinde devam etmiş; bu saltanatlarda Emeviler’de olduğu gibi, devletin/toplumun huzuru için fertler feda edilmekten çekinilmemiştir. Mitleşen devletin korunması “bir ibadet gibi” ele alınmış; bu uğurda her şey feda edilmiştir. Hakeza İttihat ve Terakki marifetleri ile, Osmanlı’nın son dönemleri ve hatta Osmanlının manen çöküş dönemleri de bu anlayışı temsil edebilir. Bugün bu anlayışı, Siyasal İslam ya da İslamcılık diye tanımladığımız, ideolojik yaklaşımların yürüttüğünü söyleyebiliriz.

Daha sonraki yüzyıllar boyunca da Müslüman mezhepler, devletler, emirlikler, hanedanlar arasında sayısız savaş  yaşanır. Evet, mezhep çatışması İslam’da Hıristiyanlığa göre daha azdır, ama yine de vardır.

Bu elbette İslam’a aykırıdır ama her dinde olduğu gibi İslam tarihinde de yine din adına pek çok dünyevi çatışma, kaos, ve kör fanatizm üretenler olmuştur ve halen de olmaktadır.

Ve sonuçta, dönüp dolaşıp şu soruyu tekrarlamak ihtiyacı hissediyorum.

“Yaşanan acı gerçekler karşısında suçlanacak şey din midir, yoksa güç ve iktidar düşkünü insanoğlunun ihtirasları mıdır?

Gelecek Yazı

  • Din ve Vicdan Özgürlüğü Sürecinde İslam Tecrübesi ve Sonuç

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.

Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 10 Yorum

  2. Yazan:Mustafa Tarih: Ara 10, 2009 | Reply

    Saygideger Mehmet Bahadir bey…

    uzun tarihi sebebleri saymaniz izah etmeniz dogru ve güzel buluyorum. Velakin bunun meseleside vardir. Hiristiyanlik uzun bir sürec ile siyasetde radikallesti. Konstantin ile Theodosius ve Justinian merhalelerdir. Kilisenin mutlak gücü hacli seferleri ile basladi . Bu savaslar kiliseyi merkezilestirdi. Papa Gregorun reformlari yön gösterici idi. Ondan evvelde kilise Imparatorlarin altinda idi.
    Atlayalim 16.yüzyila. Dini özgürlerin baslamasi avrupada protestanligin ortaya cikmasi ve neticesinde cok kanli savaslardir. Mesela 30-yil-savaslarinda Almanyanin nufusu önemli oranda “yok oldu”. Bu savaslar her memleketde siyasi bunalimlar, ihtilaller, ic savaslar ve devletler arasi savaslara sebeb oldu. Jean Bodin isimli fransiz hukucu yeni sistem öneri sürdü: Mutlakiyet. Fransiz krali mutlak kral olacak ve asilzadelerin ve kilisenin silahli gücü sifirlanacak. Mutlakiyet sistemi önce basarili idi. Ama yeterli degildi. Thomas Hobbes isimli ingliz filozofun “Leviathan” ve diger eserleri ile modern devlet felsefesinin temeli atildi. Avrupada devlet-din iliskisinin temel eseri “Leviathan”dir. Bu kitab sarttir okumak. O kitabda kemalizmide bulmak mümkün. Rousseau Hobbesi savunur. Hobbese göre devletin temeli dine dayanmaz ve ferdlerin ortak iradesinin devlet hakimini “görevlendirmelerine” dayanir. Dini organisasyonu devlet belirler. Itikadda ve ibadet sekillerine bile devlet el atar. Devlet izin vermedikce dindarlar kendi aralarinda ibadet icin toplanamazlar. Itikadda Hiristiyanlik tek hakikat iddiasini terk etmesine zorlanir. Sadece “Isanin Allahin oglu inanci” yetermis. Hobbes derki eger kilise devletin verebildiginden daha genis vaad ve korku verirse bunun devlet icin tehlikeli olacagidir. cennet vaadi ve cehennem korkusu gibi dini akideleri devlet karsi koymaliymis. Eski ve yeni ahitlerin tefsirlerine devlet yön verir. Özellikle siyasi sistemlerin o eserlerde izahi gecersiz oldugunu tefsir olarak ögretilmeli imis. Neticede dinin sahibi devlettir. Nicin devlet sahibligi olacak? Cünkü öyle olmaz ise toplum ve devlet yikilir.
    Hobbesi asiri bulanlar devletin dini islere karismamasini kiliseninde siyasete bulasmamasini söylerler velakin UYGULAMAKTA daima güclü gizli Hobbesci akim var olmustur. Protestan kiliselerin cogu siyasetin güclü gölgesindedir. Iskandinav ve ingilterede kral piskoposdur. Katolikler üzerinde cok baski var idi. Katolik kilisesinide dize getirdiler. Bunu becermeden evvel itikad konulara el atilmasin diye Papayi “hatasizlik” dogmasini konsil ile belirlediler. Kilislerde takiyecilik yaygin. Sistem ile uyumlu olduklarini söylerler. Din dilini bile degistirmisler. Dualarini bile. Papazlarin “sadece biz hiristiyanlar cennete girecektir” sözünü istitemezsiniz. Bunun gibi bircok dini konular “sansürlü”. Din hürriyeti var derler ama uygulamakta heryerde az veya cok Hobbesin ruhu dolasmakta.

  3. Yazan:MY Tarih: Ara 10, 2009 | Reply

    Ellerine saglik Mehmet Kardesim,

    Bastan sona bilgi dolu ve keyifle okunan bir yazi.

    Din özgürlügünün yani sira vicdan ve devleti de ele alman çok isabetli.

    Din (inananlar için) ilâhî bir mesajdir herseyden önce. Beser’in Insan’a, oradan da ALLAH’a giden yoludur. Yasaklar, emirler ve daha nice “bilesen” ile sekillenen DiNE UYGUN YASAM BiçiMi eger insanî boyuttan hele hele vicdandan ayri tutulursa din folklörlesir. Cuma namazi ile cumartesi gecesi gidilen sinema arasinda fark kalmaz.

    Ülkemizde ne yazik ki yukaridaki hüzünlü durumu teyid edebilecek çok durum var. Islâm’a yönelik korku ve kuskularin bir kismi da bundan kaynaklaniyor ve bu çerçevede korku sahiplerini çok iyi anliyorum.

    Olayin devlet ve Vicdan boyutunu ihmal ederek yapilan çok tartisma oldu, makaleler, kitaplar yazildi. Bunlar kisir döngülerden çikamiyor. Zira fasist bir devlet her zaman “kardesim gidin caminize, kilisenize, karisan mi var?” diyebilir.

    Ardindan da kendi vatandasina kursun sikan devlet terörü ölenleri kafasina göre “sehit” ilan ederek bu mertebeyi de kendi siyasetine alet eder.

    Hepsi hristiyan oldugu halde asirlarca birbirleriyle savasmis bir Avrupa örnegi ve kendi içinde KALICI barisi tesis edemeyen Islam cografyasi ibretliktir.

    Laiklik ugruna dini devletten ayirmayi konusurken aslinda Insan’i vicdan’dan ayirdigimizin farkina varabilecek miyiz?

    Suçlu kim? Pozitivizm? Ulus-devlet? Endüstri devrimi? Fransiz ihtilali? Vatikan? Diyanet? Kapitalizm?

    Kanaatimce Insan’in ve insanlarin bu saydiklarimla olan iliskisi BOZUK. Yani mesele Insan’la basliyor. Idrak ile basliyor.

    Neden? Insanlar eski çaglarda kendi elleriyle yaptiklari heykellere kudret atfetmisler, MUTLAK kabul etmisler onlari. 19cu yüzyil insani bu “ilkel” topluluklara tepeden bakarken kendi eliyle yaptigi teknolojiye tapmis. Bilimi MUTLAK kabul etmis. Mürsid zannetmis.

    Ya ulus devlet? Saglik ve egitim hizmetiüretir gibi Insan’in yerine vicdan üreten(!) ulus-devlet? çesitli -izmler ile Insan’a “artik düsünme, senin yerine ben düsündüm” diyen komünizm, fasizm… Ve rastlantiya bak ki Hitler ve Stalin ayni yerde bulusmus: Katliam, soykirim…

    Bugün liberallere ANLATAMADIGIMIZ sey de bu. Piyasanin iyilik ve vicdan üretecegini sanmak, piyasa fetisizmi. binlerce yil önce tastan heykellere tapmak ile New York borsasina tapmak arasinda ne fark var?

    Bu yaziyi yazarak çok uzun koridorlara açilan bir kapiyi açtin, en az 10 bölüm daha yazman gerekiyor 🙂

  4. Yazan:eg Tarih: Ara 10, 2009 | Reply

    “Bu durumda “Dinin siyasete karışması noktasında bıçak sırtı denen hassas denge nasıl olmalıdır?” Sorusu akıllara gelebilir. Şahsi kanaatim; tarihsel süreçler ve yaşanan tecrübeler iki duruşu karşımıza çıkarmaktadır. Birincisi; ferdi esas alarak, sadece insan odaklı, din adına iktidar talebinde bulunMAyan anlayış, ikincisi ise; iktidarı ve gücü ele geçirmeye dönük, din adına siyaseti önceleyen algılama biçimidir ki; bu duruş (iyi niyetli dahi olsa) insanoğluna çok cefalar çektirmiştir.”

    bu noktada ortaya konan yol ayrımında yazarın birinci yolu seçtiği, ikinci yolun “engellenmesini” ise meşru bir anlayış olarak gördüğü anlaşılıyor. sanıyorum bu tür bir anlayışın liberal anlayışlardan bir farkı yok. zira liberaller de dinle ilgili özgürlüklerin tümünü bir birey problemi olarak ele alıp birey bazında çözmeyi amaçlıyorlar. halbuki bizlerin liberalizmin dinle ilgili en büyük sorunu olarak tespit ettiğimiz sorunların başında bu anlayış gelmektedir.

    bu yorumumdan ikincisine öncelik verdiğim anlaşılmasın. ancak islam dininin bütün dinler gibi bir cemaaet içinde şekillendiği, toplumsal iktidara ve siyasete nüfuz etmek yoluyla müslümanların kendi ferdi veya cemaat haklarını garantiye alma hakları vardır. eğer ilk yorumdaki gibi sorunu bir birey sorunu olarak öne sürerseniz zaten mevcut liberal demokrasilerden bir farkınız kalmaz. ancak liberal demokrasilerin gerçek demokrasiler olmadığını iddia etmemizin ana kriterlerinden birisi bu anlayıştır zaten. siyaset, iktidar, devlet vs…bunların yönetilmesinde ve cemaat ya da bireylerle ilişkisinde sadece bireysel anlayışlar öne çıkamaz. cemaatlerin de hakları ve talepleri dikkate alınmalıdır. zaten bışak sırtı nokta da da burada başlamaktadır…

    mehmet kardeşimin verdiği tarihi bilgiler ve gösterdiği emek için kendisine teşekkür ederim. ancak sonuç bölümünde çözüm önerileri zaten liberal demokrasinin çözüm önerileri ve bugün batının dinle ilgili şaşılığının da ana kaynaklarını oluşturan anlayışları gösteriyor. ve ben sonuç bölümündeki çözüm önerilerine hiç katılmadığımı söylemekle yetineyim şimdilik…

  5. Yazan:MY Tarih: Ara 10, 2009 | Reply

    Sonuç bölümü ve Enver’in itirazi aslinda çok önemli bir noktaya çekiyor dikkati, kanimca iki yoldan birini seçmek yerine grilere yönelecek cesareti göstermek lâzim:

    1) Yobaz laiklerin ve liberallerin sevdigi din: Kisisel, bireysel, kokmayan ve bulasmayan. (MB’nin bunu savundugunu sanmiyorum, birey yerine KUL demeyi tercih edecegini tahmin ediyorum)

    2) totaliter Islam daha dogrusu degisik versiyonlariyla IslamcilikLAR: Suudi Arabistan, Iran, … Dogmatik olarak Siizm (sia degil) ve Vahabizm farkli olsalar da ayni kapiya çikiyorlar. Hatta DOGRU-YANLIS ayrimi halk adina devlet eliyle yapildigi için Kemalizm, stalinizm veya Nazizm’e bile benziyorlar evrildikçe.

    Bunlarin her ikisinin de Islam’in özüne aykiri oldugunu düsünüyorum. Insan’in birey-alti dünyasini göz önüne alan yeni bir rejim üretilmeli. Fahiselik, sehitlik ve özgürlük isimli yazida bu birey-alti dünyaya bakisimi anlatmistim.

    Aksi takdirde “Islamci” ya da dini hassasiyeti olanlarin “ötekilere” söyleyecek sözü kalmaz. Eskiden oldugu karsilikli dayatmacilik oynariz.

    Teknoloinin ilerlemesi iyi ve kötü olan herseyi bize yaklastirdi hatta evimizin içine soktu. Bu sebeple dünyanin bugünkü haline uygun rejimler üretilmeli.

    Enver’in hassasiyet gösterdigi gibi bence de pozitivist tabanli ideolojiler (meselâ liberalizm) çözüm olamaz. Ama bunlari “iSTEMEZÜK” diye elimizin tersiyle itmek de çözüm degil.

    Tamam, domuz sana yasak ama koyun nerede? keçi nerede? :))

    Doga bosluk sevmez, hepimiz bindik batinin alametine, gidiyoruz kiyamete!

  6. Yazan:MB Tarih: Ara 11, 2009 | Reply

    Sevgili Enver Bey

    bu noktada ortaya konan yol ayrımında yazarın birinci yolu seçtiği, ikinci yolun “engellenmesini” ise meşru bir anlayış olarak gördüğü anlaşılıyor. sanıyorum bu tür bir anlayışın liberal anlayışlardan bir farkı yok. zira liberaller de dinle ilgili özgürlüklerin tümünü bir birey problemi olarak ele alıp birey bazında çözmeyi amaçlıyorlar. halbuki bizlerin liberalizmin dinle ilgili en büyük sorunu olarak tespit ettiğimiz sorunların başında bu anlayış gelmektedir.

    Enver Bey önemli bir konuya değindiniz. Hassasiyetiniz için teşekkürler..
    Liberallerle ilgili tespitleriniz doğrudur. Ancak birinci duruşun liberallizmle ilintili olduğunu düşünmüyorum. Zira söz konusu birinci duruş, Hz. Hasan’ın başlattığı, bugün ise Bediüzzaman’ın devam ettirdiği bu çizgi, iktidar talebinde bulunulmaması ve ferdi esas alan iman hizmetidir. Evet bu yol zor ve meşekkatli bir yoldur. Uzun solukludur. İğne ile kuyu kazmak gibidir, Sonuçta tercih meselesidir. Ancak birinci duruşun, ikinci duruştan daha emin ve sağlam ve daha kalıcı bir yol olduğu, tarihsel gerçeklerle sabittir diye düşünüyorum. Zira bir binayı inşa ederken üst yapı diye tabir ettiğimiz çatıdan başlamazsınız, öncelikle alt yapının sağlam olması gerektiğine inanıyorum.

    Meâlen, “Bir kavim (inanç ve zihniyet) planında kendini değiştirmedikçe, Allah da onların (içtimaî, siyasi..) vaziyetlerini değiştirmez” âyetinde de İfade olunduğu üzere, zihin ve kalbler değişmedikçe, içtimaî ve siyasî yapının değişmesi mümkün değildir. Bu ayetten, ALT YAPI’nın önemini anlıyorum ben. Darbeler veya devrimlerle bu yapıya belki geçici şekiller verilebilir, aşılar yapılabilir ama, bunlar hiç bir zaman kalıcı olmaz.

    Aslında anlatmak istediğim başka bir şeydi. Bir örnekle anlatayım.
    Toplumu bir ağaca benzettiğimizde, ağacın kökü, toplumun dayandığı inanç ve zihniyet yapısının, yani çekirdeğin zihin ve kalblerde yerleşmiş haline tekabül eder. Ağacın gövdesi ve dalları, toplumda köke göre şekillenmiş hayâtî müesseselerdir. Ve, her çekirdek tabiî olarak kendi meyvesini vereceği için, ağaçta meyveye benzetebileceğimiz siyasî-ictimaî yapı da, kalb ve zihinlerde kökleşmiş çekirdeğin türünden olacaktır.

    İşte, 19. asırla 20. asrın iik çeyreğinde İslâm ağacı, meyveleri dökülmüş, dalları kırılmış, gövdesi kurumaya yüz tutmuş, kökleri ise, zihin ve kalb topraklarından adeta sökülmekle burun buruna gelmiş durumdaydı. Böyle bir vaziyette meyveyi tamire çalışmak, hattâ köklerinden sarsılan bir ağaçtan taptaze meyveler beklemek belki abes olurdu ama, ne var ki, İslamı alem hep meyveyle meşguldü.

    Bu demek değil ki; dindarlar siyasetten elini çeksin. Kabuklarına çekilsin. Yazı da da belirtmiştim. Zira İslam’ın siyasetle ilgili alanlarda da talepleri, emir ve yasakları vardır…

    Sonuç olarak Yobaz laiklerin ve liberallerin sevdiği dini savunmadığımı belirtmeliyim:)

    Belki de, çözüm Mehmet Yılmaz Bey’in dediği gibi grilere yönelebilecek cesareti gösterebilmek Allahu alem…

    bu yorumumdan ikincisine öncelik verdiğim anlaşılmasın. ancak islam dininin bütün dinler gibi bir cemaaet içinde şekillendiği, toplumsal iktidara ve siyasete nüfuz etmek yoluyla müslümanların kendi ferdi veya cemaat haklarını garantiye alma hakları vardır. eğer ilk yorumdaki gibi sorunu bir birey sorunu olarak öne sürerseniz zaten mevcut liberal demokrasilerden bir farkınız kalmaz. ancak liberal demokrasilerin gerçek demokrasiler olmadığını iddia etmemizin ana kriterlerinden birisi bu anlayıştır zaten. siyaset, iktidar, devlet vs…bunların yönetilmesinde ve cemaat ya da bireylerle ilişkisinde sadece bireysel anlayışlar öne çıkamaz. cemaatlerin de hakları ve talepleri dikkate alınmalıdır. zaten bışak sırtı nokta da da burada başlamaktadır…

    Noktası virgülüne kadar katılıyorum….

    Sevgilerimle…

  7. Yazan:MB Tarih: Ara 11, 2009 | Reply

    Mehmet Bey

    Sizin teşvikleriniz ve destekleriniz olmasa ben böyle bir yazı yazamazdım. Konuya açıklık ve derinlik getiren değerli yorumlarınız için de teşekkür ederim.

    Bu yaziyi yazarak çok uzun koridorlara açilan bir kapiyi açtin, en az 10 bölüm daha yazman gerekiyor 🙂

    Haklısınız, konu o kadar derin ki hala birşeyler söyleme ihtiyacı duyuyorum. Düşüncelerimi tam olarak ifade edemediğimi, söylenecek daha çok sözlerin olduğunu düşünüyorum. Kırık mızrabımla ancak bu kadar dillendirebildim 🙂

    En güzeli de; yorumlar konuyu derinleştirdikçe, yeni ufuklar, yeni söylemler ve yeni öğretiler ortaya çıkıyor…

    Ben de bundan sürekli istifade etmeye çalışıyorum ve sürekli öğreniyorum.

    Bu yüzden tekrar teşekkürlerimi iletmek isterim…

    Muhabbetle ve hayırlı cumalar…

  8. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ara 11, 2009 | Reply

    Bu iki yol meselesini kişi bazında değil toplum bazında değerlendirirsek daha doğru olur diye düşünüyorum. Ümmetin bir kısmı siyasetle meşgul olmalı, bir kısmı iman hizmetiyle, bir kısmı şahsi tekamülüyle, bir kısmı ilimle, fenle, teknolojiyle vs. Kişileri istidatları ve ilgileri dışında zorlamak yerine kendi ilgi ve eğilimlerini kendilerinin belirleyebileceği bir ortamı hazırlamak lazım. Şu anda durum pek böyle değil. Hasbelkader bir cemaate giren adam kurallara uymaya zorlanıyor, polit büro gibi despot bir mekanizma işliyor. Gri bölgelere girilmesine değil, adım atılmasına bile fırsat verilmiyor insanların. Bu da insanların seçim özgürlüklerini ve kabiliyetlerinin neşv ü nema bulmasını engelliyor. Adam siyasete meraklıysa o adamı siyasete yönlendireceksin, yoksa “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığın kardeşim, biz bu işlere bulaşmamalıyız” filan dersen adamı iç çekişmelerle baş başa bırakırsın. Ya da Mehmet’in verdiği bir örnek vardı ona muhalefet olsun 🙂 Ney üfleyen, hayatında dinginlik arayan, siyasetten nefret eden adamı da bırakacaksın öyle bir yol tutup gidecek. Yani standart bir mükemmel müslüman modeli zorlamamak lazım diye düşünüyorum acizane.

  9. Yazan:MY Tarih: Ara 11, 2009 | Reply

    Ekrem Abi haklisin bu merkezî cemaat organizasyonlari hakkinda. Temennilerine ek olarak bence bir alt gruptan digerine geçis olmali yani birinde baslayan ötekine geçebilmeli ve/veya bilgi akisi olmali aralarinda.

    Zaten senin elstirdigin eski düzen daha askerî/endüstriyel bir düzendi. Kanimca bu tür devletler ve firmalarla beraber butür cemaatler de tarihe karisiyor. Bunun yerine network/matix olarak nitelenebilecek cemaatler aliyor. Doktrin zaten Islam’dan yola çikarak kurulmussa bir patron/lider o kadar gerekli degil. Doktrin de evrilmeli zaman içinde. Ama cemmat üyeleri de buna katilmali.

    Eger alt gruplar arasinda geçis/etkilesim az olursa RUHBAN SINIFI olusmasi kaçinilmaz. “Kardesim ben bunun mektebini okudum” diyen ilahiyatçi vb kendi dogrularini dayatir yoksa. Gelsin mezhebî taklid, akli iman çengeline asip vicdanini buzdolabina koymak, vs vs

  10. Yazan:birhristiyan Tarih: Mar 7, 2010 | Reply

    Sayin yazar;

    Hz. Isa’nin hadisleri dediginiz hadisler nelerdir? Kaynaginizi aciklayabilir misiniz?

  11. Yazan:MB Tarih: Mar 7, 2010 | Reply

    Sevgili “bir hristiyan” kardeşim

    İlginiz ve alakanız için öncelikle teşekkür ederim.

    Hz.İsa Aleyhisselam’ın 2 hadisini alıntı yapmıştım.

    1. “Aranızda en üstün olmak isteyen, sizlere hizmet etmekle yükümlüdür.”

    2. “Kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği görmezsin. Ne zaman kendi gözündeki merteği ortadan kaldırırsan işte o zaman kardeşinin gözündeki çöpü kaldırabilmek üzere oldukça iyi bir görüşe kavuşacaksın.”

    İlk hadisin kaynağı; Matta, 20/23-27.
    İkinci hadisi ise; Ahmet Yüksel Özemre’nin “Hazret-i İsa’nın 114 Hadisi” adlı eserinden aldım…

    Özemre’nin kitabı, geleneksel kültüre ilişkin belirli bir birikim ve bilince sahip okurlarca sanırım sevinçle karşılandı. Hz.İsa ve İncil çevresinde oluşmuş olan birikime de ciddi bir katkı niteliğinde bu çalışma. Bilgilerinize…

    muhabbetle…

  1. 4 Trackback(s)

  2. Oca 26, 2010: Din ve Vicdan Özgürlüğü III : Derin Düşünce
  3. Mar 10, 2010: Bilim ve Teknoloji Neden Avrupa’da Gelişti? : Derin Düşünce
  4. Ağu 10, 2010: Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat : Derin Düşünce
  5. Şub 26, 2013: Âl-i İmrân Suresini Okusalardı İslâmcı Olmayacaklardı!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin