RSS Feed for This Post

Çağımızda Tasavvuf

Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre

Giriş
Tasavvufun, herkesi tatmîn eden bir tanımı verilemese ve hattâ mâhiyetinin ne olduğu dahi açık seçik ifâde edilemese bile, insan psikolojisi ve cemiyet üzerinde icrâ etmiş olduğu tesirlerden bunun ne muazzam bir vâkıa olduğunu hemen herkes teslim etmektedir.

Tasavvufun:

  • etimolojisi üzerinde de,
  •  bir düşünce sistemi mi yoksa bir hayat tarzı mı olduğu konusunda da,
  •  yalnızca İslâm’a has bir hareketi mi, yoksa her dinin yanında filizlenebilen bir tarzı mı temsil ettiğinde de,
  •  kalıplaşmış statik bir doktrin mi, yoksa dinamik unsurlar içeren bir ideoloji mi olduğu konusunda da

işin uzmanları da, kendilerini mutasavvıf olarak nitelendirenler de aralarında ittifâk edebilmiş değildirler.

Bu kabil kısır tanımlama gayretlerine dalmadan Tasavvuf’u, hâsıl ettiği etkilerinden hareketle kavramaya çalışmak belki en isâbetli yoldur.

Bununla beraber Tasavvuf’a ilgi duyan herkes bunun, târihî gelişimi içinde, bir teorik ve bir de hayata uygulanan vechesi olduğunu kolaylıkla kabûl etmektedir. İslâm âleminde Tasavvuf zâviye ve tekkelerde müesseseleşmiş, gelişmiş ve millî kültürümüzün de hiçbir kuvvetin ortadan kaldıramıyacağı bir parçası hâline gelmiştir. Bu kültürün zâhirî vecheleri olan: 1) tekke mîmârîsi, 2) tekke âdâbı, 3) tekke edebiyâtı, 4) tekke mûsıkîsi ve hattâ 5) “tekke san’ati” diyebileceğimiz tarzlar kendi başlarına ortaya çıkmış değildir. Bütün bunların ardında Tasavvuf’u bir hayat tarzı (Lâtince’siyle: modus vivendi) kılmış olanların: 1) irfânı, ve 2) bu irfânın telkin ve ihdâs ettiği o farklı, o avâmî olmayan estetik anlayışı yatmaktadır.

Dünyevîleşen Tasavvuf’un Yozlaşması Ve Buna Ülkemizdeki Tepkiler
Müesseseleşen Tasavvuf’un kaçınılmaz bir biçimde dünyevîleşip sosyal ve psikolojik açılardan yozlaşacağı daha IX. yüzyılın sonu gibi erken bir dönemde kendisi de tasavvufî hayatı dolu dolu yaşayan bir ârif olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin tekke ve zâviyelerin yozlaşmakta olduğu hakkında dostlarından birine yazmış olduğu bir mektuptan anlaşılmaktadır. Bu sekülârizasyon, tekke ve zâviyelerin yavaş da olsa sürekli bir biçimde:

1. Maddî ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklara yönelmeleriyle,

2. Ritüel ve teşrîfatın, yâni işin zâhirî vechesinin, ön plâna çıkarılmasıyla,

3. Tekkelere, istidâtlarına bakılmaksızın, yeni mürîdler celb etmenin önem kazanmasıyla,

4. Dünyevî güç odaklarının güdümüne girmenin bir politika olarak kabûl edilmesiyle,

5. Yaygın olmasa bile, bazı târîkatların alenen diğerlerinden daha üstün oldukları iddiasında bulunmalarıyla,

6. Bâzı meşâyihe ya da pîrâna Cenâb-ı Peygamber’de dahi bulunmayan vasıflar izâfe edilmesiyle,

7. Bâzı kimselerin dîvanlarına ya da diğer eserlerine olması gerektiğinden fazla önem atfedilmesiyle,

8. Şeyhlik icâzetinin lâyık olmayanlara ve hattâ seyr-i sülûk dahi görmemiş kimselere “teberrüken(!)1 ” dağıtılmasıyla,

9. Dervişleri maddî ve mânevî yönden istismâra kalkışan şeyhlerin ortaya çıkmasıyla,

10. Şeyhlik müessesesinin, çoğu tekkede, bir hânedanlık gibi babadan oğula geçmesini mümkün kılan bir an’anenin teessüsüyle, ve

11. Şeyhlerin tarîkat edebine uymayan tavır ve hareketleri ve mürîdleriyle lâubâlî olmalarıyla

gerçekleşmiştir.

Böyle bir genel gidişe karşı tepki gene Tasavvuf mensûblarından gelmiş ve Bayrâmî-Melâmîlik ile bunun tabiî uzantısı olan Hamzavî-Melâmilik, (ya da İkinci Devre Melâmîliği) özellikle Tasavvuf erbâbının dünyevî güc odaklarıyla fazlaca içli dışlı olmalarına ve tekke teşrîfâtına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Böylece 17. yüzyıldan i’tibâren tekke hayatını terkederek cemiyetin içine çekilmiş olan Hamzavî-Melâmîler, Şeyhülislâm’ın kontrolünden çıkmış olmakla, bu makāmın hiddetinin de odağı durumuna düşmüşlerdir. Ama aynı zamanda, Hamzavî-Melâmîler tasavvufî bir hayatın cemiyetten kopmadan ve tekkelere bulaşmadan da var olabileceğinin müşahhas misâli olmuşlardır.

Türkiye’de Cumhuriyetin ilânından sonra Resmî Gazete’nin 13.12.1925 günlü 243. sayısında yayınlanmış olan 677 sayılı “Tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile bir takım unvanların men ve ilgāsına dair kānûn” ile:

1. İslâmî tarîkatların büyük bir bölümünün kurumlaşmış ve sekülerleşmiş olmasının hâsıl ettiği ictimaî ve siyasî sıkıntılar,

2. Tarîkatların, yeni kurulmuş olan cumhuriyet idâresinin maddî ve mânevî kontrolünün altında tutabilmenin mümkün görülmemesi, ve

3. Siyâset üzerinde muhtemel bir takım baskı grupları oluşturabilmeleri potansiyelinin uyandırdığı şüphe ve endîşeler

dolayısıyla bunların kurum olarak varlıklarına ve sonuç olarak da folklorik vechelerine son verilmiş; tekke ve zâviyeler kapatılmış; mürîd, derviş, mürşid, dede, baba, şeyh ve pîr gibi unvanlar da lâğvedilmiştir.

Bununla beraber bu kānûnî uygulamalar türk halkının islâmî tarîkat idealine olan samimî ilgisini ortadan kaldırmamıştır. Millet, artık kendini herkesten ve özellikle de resmî makāmlardan gizleyen gerçek kâmilleri gene de arayıp bulmuş; onlara gene de mürîd olmuştur. Konulan yasaklar da, zamanla: 1) kendilerine yaygın kamu desteği arayan politikacıların ehl-i tarîki sık sık ziyâretleriyle, ellerini öpmeleriyle, himmetlerini dilenmeleriyle; 2) “kültür mirasımız” kalkanı arkasına gizlenerek, bazı tarîkatların âdab ve erkânının folklorik yanlarını ortaya koyan semâ, semah, cem âyini, zikir ve burhanların “gösteri” adı altında geniş halk kütlelerine sunulmasıyla yavaş yavaş kendiliğinden delinmeğe başlamıştır.

Bu yasakların kötü bir yanı da, esefle belirtmek gerekir ki, pekçok şarlatanın bu gizlilikden yararlanıp kendilerini şeyh diye ilân ederek mürîdlerini hem maddeten hem de mânen istismâr etmelerine müsait bir zemin hazırlamış olmasıdır.

Bu arada işin fikrî vechesinin ise, bu konuda hiç bir kānûnî engel olmadığı cihetle: 1) İlâhiyat Fakülteleri’ndeki Tasavvuf ile ilgili anabilimdalları aracılığıyla, 2) konunun uzmanlarının yayınladıkları özgün eserler ve akademik tezlerle, 3) islâmî tarîkat kültürüne ait kadîm eserlerin eski yazıdan yeni yazıya intikāliyle, 4) yabancı dillerden yapılan tercümelerle, 5) bu konuda yayınlanan dergilerle, ve 6) bazı vakıfların faaliyetleriyle yaygın bir biçimde işlenmesi ve yaygınlaştırılması mümkün olmuştur. Bu fikrî faaliyetin islâmî tarîkat kültürünün diri tutulmasında ve ve bu konuya ilgi duyanlara iletilmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan bir rolü olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Tasavvuf’un Evrensel Boyutu
“Tasavvufî bir hayatın fikrî zemini nedir?” diye sorulursa buna her mutasavvıfın kendi fehâmetine ve kendinde tecellî eden mânevî zevke ve neş’eye göre verebileceği bir cevabı vardır. Buna rağmen, İslâm’da, Şerîat’a dayanmayan bir tasavvufun bâtıl olduğu husûsunda bir icmâ olduğunu söyleyebiliriz. Bu çerçeve içinde Tasavvuf, ibâhacılık için bahâne edilemeyecek bir edebdir.

Mutasavvıfların îtikadları arasında bir karşılaştırma yapmanın, hakîkî bir fayda temin etmekten çok, fuzûlî bir cidâle yol açtığı ise bir vâkıadır. Sözden hâle geçememiş kimselerin, yâni hâl ehli değil de kāl ehli olanların, katıldığı tasavvufî (denilen) sohbet toplantıları da bu yüzden verimsiz, sıkıcı, münâkaşa ve hattâ nifâka yol açıcı olabilmektedir. Bunun sebebi ise bu kabil toplantılara katılanlardan Tasavvuf yoluna sülûk etmiş kimselerin kendilerini, işin başından beri kâmil saymasalar bile, mutasavvıf addetmelerinden ileri gelmektedir. İnsanın, bu yolda mânen ne kadar ilerlerse o kadar sükûtî olduğu ve münâkaşa ve cidâlden de o kadar kaçındığı bir vâkıadır.

Teorik olarak İslâmî Tasavvuf’un insana en azından, Şerîat’ı özel bir hâl olarak kabûl eden, bir Âlem Telâkkisi bahşetmiş olması beklenmektedir. Bu görüş, “Şehâdet Âlemi” (ya da “Zâhir”) denilen fizikî âlemi de, “Bâtın Âlemi” denilen fizik-ötesi âlemi de kucaklaması gereken, avâmın idrâk ettiğinden çok daha zengin olan ve bu yönüyle de insanı zenginleştiren yâni kemâlini arttıran bir âlem görüşüdür.

Şehâdet Âlemi, bu görüşe göre, Bâtın Âlemi’nin tafsîlen bir yansıması, bir tecellîsi gibidir. Böyle bir âlem görüşüne sâhip olan bir kimsenin Zâhir’in şe’niyetini (realitesini) aşmış, bunu kucaklayan bir üst Hakîkat’a erişmiş olduğundan söz edilir. Fakat Bâtın’a da nazar edebilen bir kimsenin, “Zâhir”e karşı tutumunda da klişeleşmiş îtikad açısından civârını rahatsız etmemesi ve avâm içinde nifâka sebep olmaması için daima temkin ve teennî üzere bulunması şarttır. Bu konuda kendisine en emîn örnek ise Hz Muhammed’dir.

Böylece Tasavvuf’un teorik vechesinden onun bir “hayat tarzı” olma vechesine yâni pratik vechesine geçmekteyiz. Mutasavvıfın ahlâk olarak Hz Muhammed’in ahlâkını yansıtabilen bir Mürşid-i Kâmil’in (ya da Mürebbi’-i Kâmil’in) ahlâkını kendisine örnek ve rehber olarak alması lâzımdır. Ayrıca bu dünyevî idrâkden ilâhî idrâke giden yolda (seyr-i sülûk’da) artık sâlik diye anılan kimsenin önündeki iki büyük engeli: 1) nefis engelini, ve 2) vehim engelini ortadan kaldırabilmesini sağlayan bir yol-yordamın da uygulamaya konulması gerekir.

Bu yol-yordamın uygulanması esnâsında sâlik iki türlü mânevî makāma (yâni hâl ve tavrını bilip kontrol edebildiği idrâk seviyesine) erer. Bunların biri kesbîdir; yâni sâlik bunları kendisine gösterilen yol-yordamı uygulamakla kazanır. Diğeri ise vehbîdir; yâni sâlike bu makāmlar çalışmasının bir semeresi olarak değil, Cenâb-ı Hakk tarafından verilir. Ancak 1) eriştiği makāmâtı olgunlukla hazmedebilen, ve 2) kendisinde Cenâb-ı Peygamber’ın o yüce ahlâkının yansımaları beliren kimseler Tasavvuf yolunun îtimâda şâyan rehberleri olabilmektedirler.

Tasavvuf yalnızca İslâm’a has bir vâkıa değildir. İslâm Tasavvufu’ninkine benzer bir âlem telâkkisi târih boyunca Çin’de de, Hind’de de, Mısır’da da, Yunan’da da, Almanya’da da, İsveç’de de, Fransa’da da, İtalya’da da, ve ilh … farklı zamanlarda, farklı kılıklarda, farklı terminolojilerle zuhur etmiştir. Bu farklı zuhurların biribirlerine bir sebeb-sonuç ilişkisi içinde bağımlı oldukları çoğu kere iddia edilmişse de bunun imkânsızlığı pekçok kere ayrıntılı incelemelerle ortaya konulmuştur. İslâmî Tasavvuf’un temelinde Kur’ân’ın bulunduğunu ise Louis Massignon2 pek güzel bir şekilde müdafaa ve ispat etmiştir. Bu konudaki en kapsamlı incelemelerden biri de Muhyiddin İbn Arabî’nin âlem telâkkisi ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’dan neşet eden Tao-culuk doktrininin âlem telâkkisinin mukāyesesi konusunda Prof. Dr. Toshihiko İzutsu tarafından yapılmıştır3.

İbn Arabî’nin âlem telâkkisi: 1) Âlem-i Gayb’da Zât’ıyla mestûr olan Hakk’ı Âlem-i Şehâdet’te en mükemmel tecellîgâhı ve Halîfesi olan İnsân-ı Kâmil’e birleştiren ve ontolojik bir Nüzûl (İniş) ile ontolojik bir Mi’râc’a (Yükseliş’e) mesned olan bir tecellîler eksenini, ve 2) bu eksen etrâfında seyelân eden İlâhî Rahmet’in her ân bir halk-i cedîd (yeniden yaratılış) ile âlemlere yansımasının idrâklere sunulan İlâhî Senaryo’sunu tafsîlen kucaklayan bir görüştür. İlâhî Hikmet’e vâsıl olmak ise işte bu İlâhî Senaryo’yu keşfetmekten, fehmetmekten ve şuurlu bir biçimde yaşamaktan ibârettir.

Toshihiko İzutsu bir yandan İbn Arabî’nin Fusûs isimli kitabında sergilemiş olduğu Vahdet-i Vücûd doktrinine dayalı âlem telâkkisinin anahtar-kavramlarını, diğer yandan da Lao-Tzû’nun Tao Tê Çing ve Çuang-Tzû’nun da Kitap başlıklı kitaplarında sergilenmiş olan âlem telâkkisinin anahtar-kavramlarını semantik bir incelemeye4 tâbi’ tutarak incelemiş her iki âlem telâkkisindeki anahtar-kavramların medlûllerinin âdetâ bire-bir örtüşmekte olduğunu ortaya koymuştur. Ortaya çıkan sonuç şaşırtıcıdır. Gerek İbn Arabî’nin gerekse Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun âleme bakış açıları Vahdet-i Vücûd idrâkinin temelde aynı, terminolojide farklı iki versiyonu gibidir.

İbn Arabî’nin anladığı şekliyle Zât, Amâ’, Adem, Kenz-i Mahfî, Gayb Âlemi, Hakk, Kader, Rabb, Vahdet, Kesret, Rahmân’ın Nefesi, Rahmet, Nefs, Rûh, İnsân-ı Kâmil gibi anahtar-kavramların Tao-culuk’da yalnızca ontolojik muâdilleri bulunmakla kalmamakta, fakat aynı zamanda bu kavramlar İbn Arabî’de nasıl bir yapı oluşturuyor ve biribirleriyle ne türlü ontolojik ilişkiler içinde bulunuyorlarsa bunların Tao-culuk’daki muâdilleri de kendi aralarında bu yapıyı ve bu ilişkileri aynen muhâfaza etmektedirler.

Çin’de MÖ IV-III. yüzyıllarda doğmuş olan, Çince konuşan iki zâtın 9.500 km uzakta, Mursiye/İspanya’da kendilerinden 15-16 yüzyıl sonra XII. yüzyılda doğmuş, Arapça konuşan bir başka zâtı etkilemiş olması ihtimâli, bir maymunun klâvyenin tuşlarına rastgele basarak Mevlânâ’nın Mesnevî’sini hatâsız yazması ihtimâli kadar imkânsızdır.

677 sayılı kānûn tekke ve zâviyeleri yasaklanmıştır ama Tasavvuf’u yasaklamış değildir. Tekke ve zâviyeleri andıran, iltibâsa yol açan ritüellerle bezenmiş olmamak kaydıyla Tasavvuf sohbetleri de yasak değildir. Ancak bu kānûnun, eşitlik ilkesine uygun olarak, hakkāniyetle yürütüldüğünü söylemek de pek mümkün değildir. Mevlevî âyinleri, Cem âyinleri, bazı tekkelerde alenen yapılmakta olan toplu zikirler, Mevlevî Dedeleri ve Alevî Babaları’nın bu unvanlarını kullanarak televizyonda arz-ı endâm etmeleri müsâmaha ile görmezlikden gelinmekte ve hattâ çoğu kere devlet erkânı ve devletin resmî kurumları tarafından da desteklenmektedir. Ama tarîkatla hiçbir ilgisi olmayan5 Nûrcular “tarîkatçı” diye nitelendirilmekte ve sohbet toplantılarını da polis pekālâ basabilmektedir. Bu kabil uygulamalarda, siyâsetin ince hesapları çerçevesi içinde, adâletin rafa kaldırılması maalesef nâdirattan değildir.

Bugün Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da İslâm’la şereflenenlerin çoğunun fıkıh ve kelâm yoluyla değil de hep Tasavvuf yoluyla İslâm’a girdiklerini tesbit etmekteyiz. Bunun sebebi Tasavvuf’un, “Mızraklı İlmihâl”in ezber gerektiren soğuk normatif vechesine mukābil, Peygamber ve Allāh sevgisini ön plânda tutmasıdır. Bu sevgi bir kere teessüs etti miydi Kur’ân’ın: “Allāh’a ve Resûl’e itaat edin ki merhamet edilmişlerden olasınız!” (III/132) emri ve müjdesi uyarınca Şerîat’ın normatif vechesi de kendiliğinden muhabbetle uygulanmaya başlamaktadır.

Tasavvuf: 1) fehâmet, 2) idrâk, 3) temyîz, 4) ilim, 5) iz’an, 6) edeb ve 7) irfân gerektiren bir vâkıadır. Konunun mâhiyetinin zorunlu kıldığı o şâhâne âhenk içinde bunlara sâhip olmayanların Tasavvuf’u anlaması da, sevmesi de, evrensel boyutunu fehm ve idrâk etmesi de muhâldir.

Heyhât ki günümüz Basın’ında da, İlâhiyât Fakülteleri’mizde de Tasavvuf’a ve Tasavvuf erbâbına alenen sövüp iftirâ atmayı ya da bu kabil sövme ve iftirâlara uygun zemin hazırlamayı bir nifâk unsuru değil de hâzâ bir ilim(!) ve de fazîlet(!) gibi telâkkıy edebilen, ve ekmeğe çalıştıkları nifâkın azametini idrâk edemeyen ham ervâhlar maalesef zuhur edebilmektedir.

* * *


[1] Teberrük: uğurlu sayma. Teberrüken: uğurlu sayarak.
[2]Collège de France’da ve Sorbonne Üniversitesi’ndeki École Pratique des Hautes Études’de kürsü sâhibi bir profesör olan Doğu Kilisesi (Melki) râhiplerinden Louis Massignon (1883-1962), İslâm hakkındaki derin araştırmalarıyla tanınmaktadır. Hallâc-ı Mansûr hakkında şimdiye kadar yapılmış olan en kapsamlı inceleme onun eseridir. İslâm’a hayrân ve Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişîni Ahmet Remzi (Akyürek) Dede’nin (1872-1944) de irfânına âşık olan Massignon, Dede’ye müslümanlığını ilân etmek istediğini ifâde ettiğinde Dede’nin, kendisine: “Bâtınen, sen zâten müslümansın. Zâhiren, bu papaz cüppesini taşırsan İslâm’a daha çok hizmet edersin” demiş olduğu rivâyet edilmektedir.
[3]Bk. 1) Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, (Çeviren: Ahmed Yüksel Özemre), 2. Baskı, 376 sayfa. Kaknüs Yayınları. Üsküdar 1998. 2) Toshihiko İzutsu, Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar – İbn Arabî ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun Mukāyesesi, (Çeviren: Ahmed Yüksel Özemre), 304 sayfa, Kaknüs Yayınları. Üsküdar 2001.
[4]Semantik inceleme: kelimelerin görünen, lûgat anlamlarının ardındaki medlûllerini, yâni işâret etmekte oldukları asıl anlamlarını, kullanıldıkları metnin kapsam ve bağlamından hareketle ortaya koymayı hedef alan tahlîl metodu.
[5]Nurculuk bir tarîkat değil yalnızca bir tavırdır. Tarîkatın nefret edilmesi gereken bir şey olduğunu vehmeden câhiller yazılı ve görüntülü Basın’da Nurculuğu ille de tarîkat diye nitelendirmeyi mârifet addetmektedirler.

.

 

… E-kitap okumak için…

 

yitikSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 45 Yorum

  2. Yazan:Mustafa Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Tasawwuf hakkinda konusmak eskiden öyle basit degildi. Edeb isterdi. Bir alime tasawwufu sormuslardida oda “ben tasawwufdan anlamam” deyip kesdiriyordu. Tasawwuf alimlerin eserlerini ise tavsiye ederdi okumak icin. Tasawwufu elbette bilirdi velakin ulu orta konusmalara malzeme olarak firsat vermezdi.
    Insanlar artik herseyi iddia ediyorlar. Prof.Özemrede Tasawwuf hakkinda “Buna rağmen, İslâm’da, Şerîat’a dayanmayan bir tasavvufun bâtıl olduğu husûsunda bir icmâ olduğunu söyleyebiliriz.” dedigi halde biraz sonra “Tasavvuf yalnızca İslâm’a has bir vâkıa değildir.” deyip kiyaslamalar yapiyor baska dinlerdeki mistik akimlar ile. Zamaninda bir takim oryantalistler sufilik hiristiyan kökenli kimi hind kökenli kimi yeni eflatunculuktan türeme, kimi surdan burdan binbir teoriler ortaya atarlardi. Hepside kiyas ile hareket ederek. Halbuki hepsi tutarsiz hepsi teoriden ziyade tez ve hipotez bile belki degildi. Genelde dil alimi olan oryantalistler teolojide ve felsefede cok “cüretkar” iddialar ortaya atarlardi.
    Ne diyelim artik? Susalimmi ? Herkez herseyi biliryor artik (!).

  3. Yazan:Cahil-i Kebir Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Bediüzzamanın İbn-i Arabi ve vahdeti vücutçulara karşı yazdığı eleştiriyi okursanız arzu ettiğiniz edep ile tasavvufun merkezi söylemini nasıl geçersiz kılındığını belki anlayabilirsiniz. Üstad Sünni dairenin hakikatiyle bu hareketin sınırlı dairesinin avamın değil havasın mesleği olduğunu belirtmiş, hatta üstüne bu havasında neyi neden yanlış yaptığınıda açıkça sahihen kanıtlamıştır. Mektubatını detaylıca okursanız neyin ne olduğunu anlarsınız..bilmek yetmez anlamak akıl etmekte gerekir..

    Fıkıh derki imani alanda bir konu hakkında şüphedeysen terk et… mademki şüphelidir, o yolda hakikati aramak vasat Müslümanın işi değildir..

    Kendini vasat üzerinde gören birileri varsa onunda hakikati temsil etmesi nefsinden başka her yerde geçersizdir..

  4. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Tasavvuf İslam’a özgü değildir. Tüm dinlerde vardır. Hristiyanlıkta da, Musevilikte de, diğer dinlerde de
    Bu, ne güçlü bir hakikat olduğunun göstergesi olabilir ancak. Ve kaynağının bir olduğunun…
    Fakat tarikat herkes için değil söylediklerine göre. Herkesin kaldırabileceği bir şey de değilmiş. Yunus’un deyimiyle zehr ile aş yemeğe benziyormuş. İlahi isimlerin tecellisine bir ayna olmak kolay iş olmasa gerek. Çünkü sadece Cemali isimler yok. Aşık olmak halini herkes bilir aslında. Gözünün başka hiçbir şeyi görmediği ve ayaklarının yerden kesildiği bir tuhaf haldir. İnsana olmayacak şeyler yaptırır; akıl, mantık uçar gider. Dünya sevgiliden ibarettir; hayatın tek anlamı odur. Teşbihte hata olmaz böyle bir şey olsa gerek.
    En iyisi paşa paşa namazını kıl, orucunu tut kardeşim; Bediüzzaman da müjdeyi vermiş “bu zamanda büyük günahları işlemeyip farzları yapan kurtulur”… Öyle aşık adamlar da bu zamanda çok kalmadı zaten. Bin tane şeyh var, hangi birine güveneceksin, zor işler zor.

  5. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    “…Çin’de MÖ IV-III. yüzyıllarda doğmuş olan, Çince konuşan iki zâtın 9.500 km uzakta, Mursiye/İspanya’da kendilerinden 15-16 yüzyıl sonra XII. yüzyılda doğmuş, Arapça konuşan bir başka zâtı etkilemiş olması ihtimâli, bir maymunun klâvyenin tuşlarına rastgele basarak Mevlânâ’nın Mesnevî’sini hatâsız yazması ihtimâli kadar imkânsızdır…”

    neyin imkanlı neyin imkansız olduğu tarihin kadim sorunlarından biridir. hep ilgimi çekmiştir mümkünlük meselesi ve bunu belirleyebilenlerle belirleyemeyenler neden nasıl hangi diplomalarla ayrılmaktadırlar?

    bir de temel sorun, içkin/batın olduğu iddia edilenin fazlasıyal zahirde tecelli etmesi, iddiasının aksine propaganda unsuruna yaslanması içinden çıkılmaz bir hale paradoksa sürüklemiştir mevzuyu. gizli olması gereken o denli aşikadardır ki, ne gizleyecek birşey kalmıştır ne de gizlenecek kimse…bu durumda hulul gerçekleşmiş, olması istenene ulaşılmış olduğunu düşünmeye hazır olduğumuz bir noktaya gelmişken biri çıkıp: “durun! yanlış anlaşıldı!” diye haykırınca ister istemez gaybde gizli olanın aşikarda tenkide tabi tutulup bu denli uluorta izutsudan ve massignondan delillerle izaha muhtaç hal alması insana büyük günahı çağrıştırıyor:

    uluorta tasavvufu eleştiren avamdan ziyade konuyu uluorta yerde savunma ihtiyacı hisseden havas zevatı içkini batını kavramakta zorlanmış sanıyorum. “…Konunun mâhiyetinin zorunlu kıldığı o şâhâne âhenk içinde bunlara sâhip olmayanların Tasavvuf’u anlaması da, sevmesi de, evrensel boyutunu fehm ve idrâk etmesi de muhâldir…” muhal olanı zahirde avama anlatıp ikna etmek de muhal değilmidir?

    “…3. Tekkelere, istidâtlarına bakılmaksızın, yeni mürîdler celb etmenin önem kazanmasıyla…” hangi koşulda olursa olsun propagandası yapılamayacak olanın propagandasının yapılması ve bundan medet umulması da muhal değilmidir?

    kendim için söylüyorum:

    tutarlılık sadece zahir için geçerli olmasa gerek; batıni olanın da tutarlılığı zorunludur. hoş, tutarsızlık olarak ifadelendirilebilecek herşey “anlaşılmamış” olmakla savunularak; anlaşılmak=teslim olmak düzlemine dayandığında iman problemine dönüp bu konunun imanın umdelerinden biri olup olmadığına karar vermeye yani başa dönüp batından zahire tecelli ederek avamda muhal oluveriyor. avamda muhal olanın ısrarla avamın huzurunda savunulması, avamın konu hakkındaki yanlış bilgisi ve cehaletinden çok konunun uzmanı yahut taliplisi havasın ne yapacaklarına karar vermesini gerektirmektedir. içkin olan iç meselenin içte çözümü. çünkü avam bir süre sonra ürün bilinirliği ve popülaritesini çağrıştıran sosyete polemiklerinin/paradokslarının gündemi bombalamasına benzer bir hayali de üretip zaten anlayamayacağı bir derinliği daha garip bir sığlıkla çığrından çıkarıyor ki sorumlusu avamdan çok mevzuyu mecraya salan havastır.

    örnekleyecek olursak;

    sezgilerin gücü adına mevzunun derinliğine hakim bir havasın meseleyi ele aldığı sırada sırlara vakıf olmaktan ziyade kendi sığlığına anlam arayan bir avam: “atma hocam!” dese, hadi buyurun bakalım, kim bunu sorumlusu? bu mevzunun zahirde işi ne yani aborjinler telepatiyle konuşabiliyorken neden cep telefonu kullanırlar? kimsenin bilmemesi gerekeni aşikar edip zahirde zuhur ettiren bir aborjin olmaksızın mevzu nasıl mecraya salınabilir?

    bana kalırsa mesele içkinliği kadar yani sır oluşu kadar problemini de sırda batında çözmelidir. yazı konusu edilmiş tasavvuf tasavvufmudur artık? belki “tasavvufun sonu” diyebileceğimiz bir tezin sahibi(avamsal rasyonel bir akılla bakınca yani; teşbihte hata olmasın derler) olmakla anabileceğimiz şeyhül ekberden sonra tasavvuftan bahsetmek doğrudan muhal olmuş olamaz mı? olay olmuş bitmiş plan dahilinde, avam birbirini yiyor olamaz mı? aşkımızı ilgili kişiye deklare etmedikçe ne olacağı malumumuz. ilgisiz kişilere anlattıkça ise “şaşkın davacı derdini mübaşire anlatır” durumu söz konusu. kanımca bu tip aşk işlerini uluorta konuşan insanları avam yada havas ilgiliye havale etmeli derim. reklam kokan cümleler olarak algılanmak bir aşık için en hicranlı yara olsa gerektir…

  6. Yazan:eg Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Allah rahmet eylesin Özemre üstada. Eğer Türkiye’de alim ve arif şahsiyetini üzerinde cem etmiş birisini arıyorsanız Özemre’ye bakmak bile yeterli olabilirdi. Zamanımızda çok kalmadı böyle insanlar. Yazısını daha önce de okumuştum. Bence güzel bir özet çıkarmış. Anlamak isteyen için güzel bir giriş yazısı.

  7. Yazan:eg Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    rüştü bey,
    tasavvuf konusunda yazı yazan hiçkimse onun tadını, zevkini ve derinliğini vermeyi taahhüd etmez. ama böyle bir meyve var, çok tatlı haberiniz olsun demek ister. o yüzden tasavvuf hakkında yazı yazılır. sizin de haberiniz olsun efendim böyle bir meyve var…cennet meyvesi. tatmak ya da tatmamak size kalmış…

  8. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Rüştü bey,

    Kızıma peynirin ne kadar güzel bir şey olduğunu tattırmaya çalışıyorum. Çünkü onu seviyorum ve onun da benimle aynı yemek hazzını paylaşmasını istiyorum. Şüphesiz ona yediğim peynirin ne denli güzel olduğunu anlatmam muhal. Tadıp bunu anlaması gerekli. Bütün çabam da zaten bunu sağlamaktan ibaret. Ona, kendi deneyimimi, annesinin deneyimini anlatıyorum. Peynirin ne kadar faydalı olduğunu anlatıyorum. Peynirin oluşabilmesi için ne denli uğraş gerektiğinden; uzun süre bekletildiğinden, mayasından bahsediyorum. Bütün bu reklam çabası sadece dilinin ucuyla tadına bakmasını sağlamak için. Herkes peynir sevmek zorunda değil biliyorum. Ama beni mutlu eden bir deneyimi başkalarıyla paylaşmak isteği de insani bir şey. Üstelik annesi onun yeterli kalsiyum alamadığını düşünüyor ve gelişiminin etkileneceğinden korkuyor.
    Tadını alsa anlayacak…

  9. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Ekrem bey;

    bana sorarsanız peynir örneği olmadı. ama daha uygun örnekler var. çocuklarımız da gün gelecek aşık olacak. baba olarak sizin yapabileceğiniz fazla birşey olmadığını göreceksiniz inşallah. baatının mahremiyetine aykırı bir aleniyet var ortada fazla zahir; bu durumda kamu malına dönünce de kızılıyor bir karar verilsin diyorum. peynir zahiri bir örnek baatınında süt maya inek ve emek pek örneğimizi açıklamaya yetmez diye düşünüyorum.

    selamlar

  10. Yazan:eg Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    rüştü bey,
    bence şöyle yapalım: bu tür şeylerin yazılmasına karşı olanlar okumasınlar efendim. bu daha net bir çözümdür bence.

    tasavvufun sanat ve edebiyattaki yansımalarını eğer birileri sizin gibi düşünüp yazmayalım, yapmayalım içimizde kalsın demiş olsaydı, bugün islam sanatı diye birşey olmazdı ortada…ama bütün dile getirilmezliğine rağmen dile gelebileni kadarı bile dünyanın en değerli sanat eserlerini, en büyük edebiyat eserlerini ve şiirlerini ortaya koydu.

  11. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Rüştü bey,

    Güzel şeyler üzerinde konuşulur. Romanların, hikayelerin, şiirlerin hemen hepsi aşktan bahseder. Aşkı tadan reklamını yapar. 6 cilt mesnevi-i manevi aşkın reklamı değil de nedir?. Kızım aşık olunca da emin olun bu sırrını birilerine anlatmak, paylaşmak isteyecektir. Yunus Emre de “bu sırlardan açılmaz” der ama kabına sığamaz, haykırmak ister; dizelerde rumuzlara gizler feryadını.
    Ne demek istediğinizi anlıyorum aslında. Ama anlatılan şeyler mahrem değil; aşk anlatılmıyor, anlatan nerede, görsek de dinlesek. Anlattığını söyleyenler için diyecek bir şey yok. Herkes her şeyi iddia edebilir.
    Özemre Hoca’nın dediği gibi 1000 senedir bu yolda çakma mürşidler; sahte sufiler var. Değerli şeyin sahtesi yapılır. Altının sahtesi olur; kimse tenekenin sahtesini yapmak istemez. Altının değerine de taklidlerinden bir noksan gelmez.

  12. Yazan:Mustafa Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Ekrem Senai bey Tasawwuf Islamiyete hasdir. Tasawwuf genis manada Islam ahlakidir. Tasawwuf özel bir kelimedir. Mistik kelimesi yerine koyamayiz. Diger dinlerde mistik akimlar olablir. Belki mesela hind mistigide mistik kelimesini kullanamayiz. Öyle kolayca terimleri kullanmak yanlis anlamalara yol aciyor.
    Mistik kelimesi muhtemelen yeni eflatuncu Proclos “bir konusmanin gizli manasi” seklinde tarif etmisti. Proclus gibi hiristiyan olmayan yeni eflatuncularda mistik hedef “Ruhun bilgi ve fikirin üstünde son sicrayisi ve zaruri olan tanrisallik ile birlesme.” Ondan evvel bir takim kilise babalari hiristiyan akidesinde olan temel meseleleri tarif ve izah icin bu kelimeyi kullandilar. Teslis ve Hz.Isanin (hasa) Allahin oglu iddiasi akil almadigi icin “mistige” tutundular. “Sir” manasinda aklin almadigi bir saha olarak izah ettiler. Eski yunancada myein “gözü ve dudaklari kapamak” manasinda. Kelimenin kökü ordan gelme.

    Hiristiyanligin etkisinden gelen anlayisa göre akil ve mistik saha temelden farkli ve zit. Bugün bile mistizim irrationalizm olarak görülmekte genelde. Bu sablon evrensellestirilmekte (!) bütün dinlere.
    Islamiyetde ne hulul nede akili hirpalamak vardir. Tasawwuf insanin nefsini kötü huylardan temizlemesi ve nefsi ile kalbi ile dinin ahlaki boyutunu yasamasidir. Kesf, haller, keramet, vecd, ilham ve bircok diger seyler yolun esasi degildir. Ahlakin amel ile bölünmez oldugu gibi ahlak ilminin marifet ve ilim ile hikmet ilede ayrilmaz bagi vardir. Formüle edilisi : Ilim/Iman + ihlas (Tasawwuf, Ahlak)+ Amel (Fikh). Bu ayrilmaz baglanti bir bütündür.
    Bir hiristiyanda incile haca sevgi olabilir, belki cesitli “halleride” olabilir. Psiko-tekniklerde vardir. Bir Insan birkac saat tekno müziginde cirpinsa bir takim “hallere” girer. Psikologlarin meshur bir deneyi vardir: afrika kabilelerinin birinde ayni hayat sartlari arasinda yasayan iki kardes birisi hiristiyan digeri animist. Ikisine belirli uyusturucu veriliyor. Hiristiyan olan “Ben Hz.Meryemi gördüm” diyor digeride “Atalarimim ruhlarini gördüm” diyor. Bütün böyle seylere Islam alimleri “Tasawwuf” demediler. Tasawwuf alimlerinin baska dinlerde Tasawwuf vardir dediklerini hicbir temel eserlerinde okumadim.
    Orda burda seklen benzerlikler ayni seyi olduklarini göstermez. Ve hepsinde Tasawwuf vardir hükmünede götürmez.

  13. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Mustafa bey,

    Yanlış ifade etmişim. İslam’a özgü değildir derken literatürdeki sınıflandırmayı esas alarak söylemişim. Yoksa Hz.İsa (S)’nın da, Hz.Musa’nın da (S) ve belki Buddhanın, Brahmanların (Hz.İbrahim ile bir ilgisi olabilir) dinleri de İslam’dı. Bu yüzden, evet hemfikirim, tasavvuf İslam’la ilgilidir ve başından beri ilgilidir. İlk esma talimini alan Hz.Adem’dir (S) mesela…

  14. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    haklı olabilirsiniz Enver bey;

    bundan böyle tasavvufla ilgili yazıları okumamak daha iyi olacak gibi.

    şimdi halvete girmiş bir adam düşünün. bitsede çıksak yaşadıklarımızı şöyle ballandıra ballandıra anlatsak doğuyu gezip anlatan batılı gezginler tadında diye düşünmüş olsun. tuhaf geliyor ilk bakışta ama adamımız insan mecbur anlatacak sır tutmak kimin harcı ki tasavvufçudan bunu bekleyelim. çelişki benim rasyonel zihnimde, takılıp kalıyor bazı noktalara, aşamıyor. ben şemsiye yapmalıyım daha iyi ve daha çok şemsiye…

  15. Yazan:Cahil-i Kebir Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    “Bediüzzaman Said Nursi’nin Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Vahdet-i Vücud Hakkındaki Düşünceleri”, Tasavvuf, Ankara, 2009, sayı: 23, ss. 543-581

    http://www.tasavvufdergisi.net/indir.php?tur=1&no=2076

    Tasavvuf dergisinde yayınlanan bir makale bu dergi sanırım tasavvufla ilgili Türkiyedeki yegane hakemli akademik yayını gerçekleştiriyor…

    Alıntı bile yapmıyorum. Üstad nerdeyse açık kapı bile bırakmadan konuya son noktayı koyuyor.

  16. Yazan:nimet Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    “İslam’a özgü değildir derken literatürdeki sınıflandırmayı esas alarak söylemişim. Yoksa Hz.İsa (S)’nın da, Hz.Musa’nın da (S) ve belki Buddhanın, Brahmanların (Hz.İbrahim ile bir ilgisi olabilir) dinleri de İslam’dı.”

    ekrem bey,
    Buddha ve brahmanlarin de dinleri belki islamdi demissiniz. Hep kafama takilmistir, Iran gezimden sonra inancimi sorgulamam sebep olmustur, seyyid ali muhammed de dediginiz gibi musluman olabilir mi? Olmazsa buna mantikli bir aciklamaniz var mi?

  17. Yazan:cb Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    selamlar,

    öncelikle Rüştü beyi tasavvuf konusuna eğilimli ‘mantıklı’ sorularından dolayı tebrik ederim,hakaret etmeden de soru üretilebiliyormuş tezine güzel örnek ve ayrıca çok yerinde sağlıklı sorular olduğunu düşünüyorum ve bir çok kez fikren ortak olduğum ve görüşleriyle birlikte kişiliklerine değer verdiğim Enver bey ve Ekrem beyden daha sağlıklı cevaplar bekliyorum.

    Aslını isterseniz ‘sır ve aşk’ın genellemesi olmaz diye düşünüyorum,düşünün ki bir hal,bir kalp herkes de ayrı tezahür etsin ve bunu anlamlandırmak için kullandığınız tüm argümanlar ‘bir’ olsun mümkün müdür?Sanmam.Bu tasavvufu yaşamanın eksikliğinden değil o bir hal,o bir kalp, ve şekle göre şekil değiştirdiği için tarifi ve tasnifi her gönüle ayrı düşmektedir,sanırım buluşamama noktamız tasavvuf gibi bir alanın genellenmesinden ve ‘sır’dan kaynaklı insana özgü halin doğru anlamlandırılamamasıdır.Buna mukabil Selef ya da Kelam (hiç birini birine üstün görmek ya da öncüllemek adına söylemiyorum) tarifi ve genellemesi daha aşikar olduğu için daha kolaydır ve genele hitap edecek potansiyeli vardır,bu değerlendirme ve puanlama olarak değil de biçim ve içerikten kaynaklı bir farklılıktan kaynaklanıyor olabilir.

    bence,selef+kelam+tasavvuf =islam,formül budur,üç sac ayağı misali

  18. Yazan:eg Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    valla cemile hanım ben insanlar ne sormak istiyorlar onu pek anlamıyorum. nedir merak edilen? rüştü beyden anladığım rüştü bey bu dile getirilmez olanın dile getirilmesinin propoganda olduğundan bahsediyor. ekrem bey de mevlana’dan örnek vererek açıklamış zaten. yani açık söyleyeyim, ne merak ediliyor, ne soruluyor ben bilmiyorum. hele rüştü beyin bir soru sorduğundan çok emin değilim doğrusu. daha çok soru kılığına girmiş cevap veriyor rüştü bey. olabilir ama onun “cevapları” da bana uygun değil.

    tasavvuf’taki şeriat, tarikat, hakikat, marifet sıralamasında bir sonraki bir öncekini “ilga eden” birşey değil, onu derinleştiren, ona hak ettiği irfanını kazandıran şeydir. namaz mı kılıyorsunuz, bunun hakikatine varmaya çalışarak namaz kılmaktan bahsediyorum mesela, görev olarak değil. ve açık söyleyeyim benim tüm hayatımda kıldığım böyle namaz – benim hissedebildiğim kadarıyla- sadece iki rekat olabildi şimdiye kadar, daha fazla değil…kelam, felsefe, fıkıh vesaire bunlarla ilgili olumsuz bir görüşüm yok elbette. ama tarife, tanıma ve “sıkıştırmaya” gelen bir islam anlayışı bende aşk ortaya çıkarmıyor. tasavvuf “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır” der bazı bazı mutasavvıflar. bundaki sırrın hissedilmesi çok önemlidir. sorun bir tarikate tabi olmak ya da onun propogandasını yapmak konusuna indirgenecek kadar basit birşey değil ki.

    tasavvufu kur’an’a alternatif birşeymiş gibi gösteriyor kimileri. hayır; tam tersi kur’an’ın anlam katmanları içinde aşkla çıkılan yoldur tasavvuf. kur’an’ı tam anlamıyla ve tüm hakikatiyle sadece akılla kavranabilecek bir metin gibi görenlerin (mesela selefilerin) yaptığı şey vahyi kendi sınırlı akılarının limitlerine çekmek ve “vahiy bu kadardır işte yersen” demektir ki herhalde vahye bundan büyük aşağılama da olmazdı gibime geliyor. bakın burada yazdığım uzun tasavvuf yazıları okunmadığı için bazen tekrarlamak gerekebiliyor. mesela ben buradaki insanların ibn arabî’nin füravun musa hikayesiyle ilgili kur’an’dan şuara suresinde geçen:

    ““Firavun dedi ki: “Âlemlerin Rabbi nedir?” (23)Dedi ki: “Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer ‘kesin bilgiyle inanıyorsanız’ (böyledir).” (24)Çevresindekilere dedi ki: “İşitiyor musunuz?” (25)(Musa:) Dedi ki: “O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.” (26)(Firavun) Dedi ki: “Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.” (27)”Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir” dedi (Musa). (28) (Şuarâ 23-28)”


    ayetleri ibn arabî’nin yaptığı gibi tefsir eden (birçok tefsiri paralel okurum genelde) ve bu birkaç ayette insanın sınırlarına gelebilen (ister akıl ister başka sınır)başka alime denk gelmedim. mesela isterdim ki burada islam konusunda hassas kişiler işte bu ayetleri anlamaya çalışsınlar. ama kimse okumuyor, sorduğu sorularda dahi karşı taraftan kendisinin onayını istiyor. rüştü beyin sordukları da buna dahil. rüştü beye saygı duysam da islam’a bakışını çok yüzeysel buluyorum üzgünüm.

  19. Yazan:eg Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    rüştü bey,

    “şimdi halvete girmiş bir adam düşünün. bitsede çıksak yaşadıklarımızı şöyle ballandıra ballandıra anlatsak doğuyu gezip anlatan batılı gezginler tadında diye düşünmüş olsun. tuhaf geliyor ilk bakışta ama adamımız insan mecbur anlatacak sır tutmak kimin harcı ki tasavvufçudan bunu bekleyelim. çelişki benim rasyonel zihnimde, takılıp kalıyor bazı noktalara, aşamıyor. ben şemsiye yapmalıyım daha iyi ve daha çok şemsiye…

    demişsiniz. gerçekten üzülerek söylüyorum sorun sizin rasyonel zihninizde. mevlana’yı bile okusanız aslında bu sorularınıza cevap alırdınız. ama mevlana’nın mesnevi veya divanını okumak uzun iş, zor gelebilir. bakın size “sufi ve şiir”adlı kitabı öneriyorum. en azından bu “söylenemeyeni söylemek “üzerine mutasavvıflar ne demiş bir giriş olur sizin için…muhabbetle

  20. Yazan:eg Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    herşeye “son noktayı” koymaya meraklı olanlara hiçbirşeyde son nokta olmadığını söyleyerek bir hikaye anlatayım: sadreddin konevi ile mevlana birbirlerini bilirler. konevi ibn arabî’nin damadıdır aynı zamanda büyük bir mutasavvıf olmasının yanında.

    derler ki konevi birgün mevlana hazretlerinin bir sohbetine katılmış. sohbet sonrası konevi mevlana’ya “bu kadar zor, çetrefilli konuları, bu kadar kolay hale nasıl getiriyorsunuz” gibilerinden birşey söylemiş. mevlana da konevi’ye “siz de bu kadar kolay şeyleri nasıl bu kadar zor hale getirebiliyorsunuz” diye cevap vermiş. kıssadan hisse; zorluk kolaylık, nokta, virgül bunlar hitap ettiğini insanın derinliğine, büyükliğüne, yüksekliğine bağlıdır:)) insan tek değil, her insan kadar alem var demektir. o yüzden kimisine o yöntem, kimisine de diğer yöntem “hitap eder”. ama son nokta asla ve kat’a mümkün değildir. eğer kendinizi birilerinin yaptığı gibi “çıplak uyarıcı” olarak görmüyorsanız!!!

  21. Yazan:Cahil-i Kebir Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    …ama son nokta asla ve kat’a mümkün değildir. eğer kendinizi birilerinin yaptığı gibi “çıplak uyarıcı” olarak görmüyorsanız!!!

    Wallahi biz sizin gibi kişilerin kendi nefsani sözlerinden tecrübelerinden kıssalarından hareket etmiyoruz.. alemimizde tektir.Bunun sınırlarınıda belirleyen irşad sözde hepimizi ortak ittifakla söylediği Kuran-ı Kerim ve Sünnet…bu size hitap etmiyorsa dilediğiniz macereya girin.Dinde zorlama yoktur.

    Alıntı yapmayım dedim ama okumak zor geldi düşünce üretmek daha kolay sanırım.Kısaca Üstadın yüksek edebiyle ve ilmiyle perişan ettiği merkezi noktalara çok kısaca değinelim;

    Iste Esmâ-i Ilâhiye’nin her biri, ayrı ayrı birer ayine ister. Hem mesela;
    Rahman, Rezzak hakikatli, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve
    merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahman nasıl hakiki bir dünyada rızka
    muhtaç hakikatli zî-ruhları isterse; Rahim de, öyle hakiki bir cenneti ister.

    Eger yalnız Mevcud, Vacibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakiki tutulup
    öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmaya
    karsı bir haksızlık hükmüne geçer.82

    Bu açıklamalardan sonra Bediüzzaman su sonuca ulasır: Iste su sırdandır
    ki; en büyük cadde, elbette velâyet-i kübra sahipleri olan sahabe, asfiya,
    tabiîn, Ehl-i Beyt imamları ve müctehid imamların caddesidir. Çünkü onlar,
    dogrudan dogruya Kur’an’ın birinci tabaka sakirtleridir…

    Üstad tasavvuf ehlinin merkezi düşüncesi şiarı olan vahdeti vücudu, delilleriyle geçersiz kılıyor.Bu algının sakat noktalarını gene esmaül hüsnanın zerafetiyle gerçekleştiriyor. Ardından Müslüman kişisel aleminizde rehber arıyorsa en doğru kendisinde şüphe olmayan adreside gösteriyor.Buna itirazı olanla elbette birşey tartışacak değiliz..

    Nokta Allah’ın izniyle konmuştur.

  22. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Sayın Cahil-i Kebir,

    Bediüzzaman ne vahdet-i vücut’u bitirmiş; ne de tasavvufa karşı çıkmıştır. Risalelerde sadece vahdet-i vücudun bir nihai makam olmadığı anlatılıyor; yoksa İbn Arabi’yi de baş üstünde tutar Üstad; vahdet-i vücudu da kabul eder. Tasavvufu kabul etmemesi ise tamamen bir zırva. 1000 sene İslam ümmetini ayakta tutanın tekkelerdeki “Allah Allah” zikirleri olduğunu söyler mesela. Telvihat-ı Tis’a; tasavvuf risalesidir; yoldaki tehlikeleri anlatır. Tasavvuftan övgü ile bahseder Üstad. Kendisi de Nakşi ve Kadiri dergahlarında mürid olmuştur. Hususi tesbihatında da Şah Nakşıbendi’nin evradı bulunur. Üstad’ın cadde-i kübra mesleğini üstün görmesi bahsettiğinizden çok farklı bir şey. Siz Risaleleri baştan bir okuyun, çok yanlış anlamışsınız.

  23. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Cemile hanım,

    Benim tasavvufla ilişkim henüz çok yeni. Ne bir intisabım var, ne de ufukta öyle bir ihtimal var. Hamlığın hamlığı mertebesindeyim. Aslında çıkıp burada fikir serdetmem de ayıp ama dediğim gibi o da hamlıktandır. Zaten oruçluyken benim akson ve dendrit geçişlerinde elektrik enerjisi zayıflıyor; misal verince de peynir, sucuk filan aklıma geliyor aşkı anlatırken pek uymuyor. Rüştü bey zaten benden çok fazla irfan ve basiret sahibi. Benim ona cevap vermek haddim değil. Belki ancak bu konuda büyükler ne demiş alıntı yapmak lazım ama önce o alıntıyı dahi yapabilecek asgari düzeye ulaşmak lazım. İnşallah.

  24. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    sayın nimet,

    İncil’de “onları meyvelerinden tanıyacaksınız” der. Kur’an da “sizden bir karşılık beklemeyene uyun” der. Herkes bir iddia sahibi olabilir. Tohuma ve semereye bakılır.
    İran’da Mehdiliğini ilan eden her adama itibar etsek işi gücü bırakmamız lazım. İran’da bu Mehdilik inanışı zaten manyak bir hal almış durumda. Eh Hz.Ayşe, Ömer ve Ebu Bekr konusundaki bozuk itikatlarını düzeltmeye de bir Mehdi lazım hakikaten.

  25. Yazan:arif Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Semazen net adlı sitede Prof. Mahmut Erol Kılıç hocayla Tasavvuf üzerine bir söyleşi yapılmış. Öğretici ve aydınlatıcı olabilir. Uzunca bir söyleşi olduğunu belirtmek isterim. Bu arada tartışan arkadaşların; ekrem bey, Rüştü bey gibi, seviye ve nezaketlerini Tasavvuf yolunda bir hayli mesafe aldıklarının göstergesi sayılabilir. Enver beyde bu güzel çalışmasıyla bu konuya ilgiyi celbetmiş oluyor. Hepsine teşekkür ediyorum. Tasavvuf için zarafet yoluda denir. Bir tekkede hiç yer olmadığı misafir dervişe kapıya konan içi lebaleb dolu bir su kabıyla anlatılır mesala. Misafir dervişde cevaben, kaba bir gül yaprağı bırakır ve suyu taşırmayarak kendini kabul ettirir. Kabalık ve cedel bu yolun harcı değil vesselam.

  26. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    arif bey,

    Allah razı olsun. Mahmud hocanın söyleşisi bütün tartışmayı vuzuha kavuşturuyor. O yüzden bir kısmını buraya alıntılıyorum.
    Şurada tasavvufla ilgili soruşturmaların kaynağı konusundaki tespit önemli:

    modernliğe geçilinceye kadar ki dönemlerde tasavvuf, tartışmanın bugün ulaştığı vechesiyle bir tartışma mevzusu olmuş değildi. Yani ilimler hiyerarşisi (merâtibu’l-ulûm) içerisindeki konumu toptan, küllî olarak sorgulanmış veya reddedilmiş değil bazı kısımlarına (cüz’î) yönelik tashih teklifleri ki bunlar da esasa müteallik olmayan bir takım isimlendirme teklifleriydi. Bu sebepten, geleneksel değerlerin tahrif edildiği böylesi bir çağda anlaşılması başlı başına bir problem haline gelen konulardan bir tanesinin de “Tasavvuf” olması hem modern çağı oluşturan zihniyet dünyasını ve hem de tasavvufu yakından bilenlerce anormal bir durum olarak görülmez. Tabulaştırılmış rasyonalizmin, alaycı pozitivizmin ve militan sekülerizmin tek geçerli düşünme biçimi yapıldığı ve üstelik bu zihniyet kalıplarının dînî ilimlere de sızdığı bir dünyada tasavvufun işi zordur. Çünkü bu yapı içerisinde “din”in de değerler sıralaması değiştirilmiş, ruhdan kopuk, materyalist ve soğuk yüzlü bir din çıkmıştır ortaya.

    Tasavvuf nedir sorusuna güzel bir cevap:

    Nedir tasavvuf? Aslına bakarsanız “tasavvuf” bir yöntemdir, bir bilgi değildir. Bir metodolojidir, bilgiyi elde ediş yollarından birisidir. En geniş anlamıyla düşünecek olursak bir tür “Din Felsefesi” de diyebiliriz ona. Sapmış modern anlamıyla değil sahih (otantik) ve aslî (orijinal) anlamıyla, “Hikmet” vurgusunu yitirmemiş anlamıyla buna gerçek felsefe de diyebiliriz. Yani dinin temel esaslarını anlamlandırma modellerinden, dinin yorumlanması çabalarından birisi olarak bakabiliriz tasavvufa. Tıpkı diğer modellemeler gibi o da insanî bir çabadır. Bir gerçeklik tasavvurudur. Başkaları da başka modeller geliştirebilir, başka tasavvurlar ileri sürebilirler, nitekim öyle de yapmışlardır. Bütün dinlerde söz konusu dinin esaslarını tefsir ederken hep benzer ekollerin oluşmuş olduklarını görürüz. Çünkü kalkış noktaları benzer olan düşünceler benzer sonuçlara varırlar. Dolayısı ile bir yönüyle evrenseldir bu. İşte bu yaklaşım tarzının İslâm dîni özel alanındaki adı ise teknik tâbiriyle “tasavvuf” olarak isimlendirilmiştir. Bu isimlendirme de katı ve kalıplaşmış bir isimlendirme değildir. Binanaleyh bu kelimenin etimolojik kökeni üzerinde modern araştırmacıların aksine muhakkik sûfîler fazla durmamışlardır. Çünkü onlara göre isimlendirme değil muhtevâ daha önemlidir. Bunun için “Eskiden tasavvufun adı yok ama içi vardı, şimdi ise içi yok adı var” demişlerdir. Bu kelime yerine başka kelime tercih edenler de olmuştur. Meselâ İbnu’l-Arabî tasavvuf kelimesini de kullanmakla beraber “tahakkuk” ve “muhakkik” tâbirini daha çok sevmiştir. Hasılı isme takılıp kalmayıp müsemmâya, o ismin delâlet ettiği mânâya nüfuz edebilmek gerekir ki bu bile tasavvufî yöntemin öğretilerinden bir tanesidir.

    Şu soru ve cevap da önemli:

    Peki tasavvuf, tezkiye, zühd, takva, huşû, ihsân gibi İslâmî kavramların kişilik planında içini doldurma çabası olarak nitelendiğinde, insan buna tasavvufî herhangi bir bağlantısı olmadan, sade bir Müslüman olarak yönelemez mi?

    Allah’a giden yollar mahlukatın nefesi sayısıncadır. Tabii ki bir kimse bu kavramları belirli derecelerde zevkedebilir. Ancak bütün dînî kavramlar kutsal kavramlardır ve içleri dolu oldukları zaman belirli bir te’sir gücüne ulaşırlar. Gazinoda atılan “Allah” nârasıyla tekkede söylenen “Allah” lafzı dil özellikleri açısından aynıdır. Ama birisinin içine yüklenen anlam ile diğerinin içine yüklenen farklıdır. Biliyorsunuz “İlâh” kelimesi, “Allâh” kelimesi İslâm öncesinde de kullanımda olan kelimelerdi. Hz. Peygamber O’nu anlatmak için yeni bir kelime aramadı. Mevcût olanın semantik yapısını değiştirdi. İşte şimdi eğer “Allah” diyeceksek bu kelimeyi Hz. Muhammed’den almamız lâzım. O açıdan benzer bütün dînî kavramlar bir peygamberin fem-i muhsîninden alınmalı, tabir câizse kap kaynağında el değmeden doldurulmalıdır. Zira onun “Beni Rabbim eğitti” (eddebenî Rabbî) dediği Rabbi onun için “O ancak kendisine bizim bildirdiklerimizi söyler” demek sûretiyle araya başka bir şey girmeden doğrudan nasıl kelimelerin içinin doldurulduğunu bizlere gösterir. İşte bu kelimeler kâmil bir ağızdan diğer bir kâmil kulağa dökülür ve böylece bu kavramlar içlerindeki bütün ilâhî enerjileriyle beraber intikal ettirilirler.

    Enerjileri olmayan kelimeler güdüktürler, gerekli tesiri yapamazlar. İçlerinde canlı tohum taşımadıkları için kişiyi hâmile bırakamaz ve bir doğum gerçekleştiremezler. Demek ki olay sadece bir takım kavramları bilmek demek değildir. Hülâsa, bütün bu kavramları içlerine ruhlarının üflendiği o ilk halleri gibi kimden alabiliyorsa kişi derhal oraya gitmelidir. Ayrıca sizin sorunuzda saydığınız bu kavramları kendilerine birinci dereceden meslek yapmış kimselerin meslekî bilgi ve yeteneklerine de müracaat edilmesi bizim lehimizedir, bizim menfaatimiz îcâbıdır. Her ilmi uzmanına sormak her mesleği ustasından öğrenmek zannederim evrensel bir eğitim prensibidir. Vakit kazanmış oluruz.

    Ve ezber bozan şu kısım da muhteşem:

    Tasavvufun Doğu’nun mistik dünyasından ve felsefesinden yoğun bir biçimde etkilendiği, bunun da insanların değer ölçülerini bozduğu iddia edilir. Ne orandadır bu etki ve bu tasavvufun aslî karakterini bozmuş mudur?

    Tasavvufun İslâm kaynaklı olduğunu kabul etmek istemeyen bir takım kimseler ona dış kaynak arayışına girmişlerdir. Bazı oryantalistlerin de desteğiyle zorlamaya dayalı kimi iddialar ortaya atmışlardır. Kimisi Hinduizmin tesirinden, kimisi Neoplatonizmin tesirinden kimisi de Yahudî Kabbalasının tesirinden bahis açmışlardır. Bir kere her şeyden evvel te’sir almak ne demek onu tartışmamız gerekmektedir. Hangi konularda bir kişi bir başka gelenekten etkilenebilir ve bunun bir mahzuru değil bilakis bir katkısı olur ve hangi konularda hiç bir te’sir alamaz.

    Kur’an-ı kerim’deki bazı âyetler İncil ve Tevrat’ta da aynen yer almıyor mu? Bunun üzerine ucuzcu bazı oryantalistler “Zaten Muhammed Kitabını onlardan kopyalayarak yazdı” demediler mi? Kendi Mişna’larını “an fulân, an fulân” zinciriyle nakleden Yahudî âlimleri mi acaba bizim hadis ilmimizin kurucularıdır? Basra ve Kûfe nahivcilerinin Aristocu kıyas ve çıkarım yöntemlerini Arap dili içerisine katmalarının daha sonra İslam fıkhının ortaya çıkmasına zemin hazırladığı görüşünden yola çıkarak Aristo’nun İslam fıkhının babası olduğunu söyleyebilir miyiz? Hendek savaşında Hz. Peygamber’e gelip “Biz Farslılar savaşlarımızda düşmanla daha kolay başa çıkabilmemiz için hendekler kazardık” diyen Selmân-ı Fârisî’nin bu teklifini beğenen Hz. Peygamberin acaba İran te’siri altında kaldığını mı söylememiz lazım? Bu bir teknik konudur doktrinle alakası yoktur dolayısı ile bir kazanımdır Müslümanlar için. İslam tasavvufu da benzer bir durumdadır. Bazı sûfîlerin bazı sözleri ve görüşleri bazı başka dinlere mensûb kimselerin görüşlerine benzeyebilir. Bunların birbirlerini tanımalarına gerek bile yoktur. Çin’de matematikçiler 2 ile 2’yi toplarlar 4 çıkar. İspanyol matematikçiler de 2 ile 2’yi toplarlar 4 çıkar. Şimdi kim kimden almıştır?

    Bunlar birtakım evrensel gerçeklerdir her yerde aynı sonuçları verir. Ancak aralarında birtakım mukâyeseler yapılabilir.

    Hayatında Arapça’dan başka bir dil bilmeyen İbnu’l-Arabî’nin bazı görüşleri ile kendinden onbin sene önce yaşamış Çin’li Lao-tse’nin bazı görüşleri arasında Japon profesör Toshihiku İzutsu Türkçe’ye de çevrilen nefis bir mukayeseli çalışma yapmıştır biliyorsunuz. İlginç benzerliklerin yanısıra bir çok farklılıklar da bulunmuştur.

    Daha önce bahsettiğim İslam tasavvufunu dışarı atmak isteyen guruplar maalesef karşı savlardan hiç haberdar değiller. Belki de işlerine gelmiyor. Mesela biliyor musunuz bir çok Hindu araştırmacı sûfîlerin Hindistan alt-kıtasına gelmelerinden sonra Hinduizmin onlardan büyük etkiler aldığını ileri sürüyorlar ve bazı eklektik Hindu mezheblerinin ortaya çıkmasını buna bağlıyorlar. Hatta bugün pek çok müntesibi bulunan Sikh dininin aslında sûfîlerden etkilenen Guru Nanak isimli bir Hindu’nun kurduğunu söylüyorlar.

    Tabii bu arada bazı sûfîler de kendi eğitim metodlarını geliştirirken birtakım Hinduların faydalı olabilecek bazı yöntemlerini de kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir diyebiliriz. Ama bunların hiç biri doktrine ait şeyler değil bir takım pratik uygulamalardır. Meselâ yogik uygulamalarda yer alan ve temiz nefes alış-verişini düzenleyen nefes tekniklerinin (prânâyâma) Müceddidiyye şeyhleri tarafından haps-i nefes dersi olarak geliştirilmiş olması mümkündür. Fakat bu esası etkilemez. Çünkü Müceddîdilikte daha pek çok eğitim metodları bulunmaktadır ki bunların hepsi bir doktrin altında bir araya getirilmişlerdir. Bu gibi kimselerin sıkça ortaya attıkları bir diğer iddia da Yahudi Kabbalacılığının sûfizmi etkilediği iddiasıdır. Oysa hem İbrânîceyi ve hem de Arapçayı iyi bilen Fransız din tarihçisi profesör Paul Fenton en eski Kabbala metni olan Sefer Yetzira’nın en kadim nüshasının Kuzey İspanya’da bulunduğunu ve yazılış tarihinin İbnu’l-Arabî’nin vefatından yaklaşık elli sene sonraya tekabül ettiğini söyledikten sonra şöyle bir dehşet isbatta bulunur ve bunu yayınlar: En eski Kabbala metni İbnu’l-Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’sinin bir bölümünün aynen tercümesinden ibârettir. Bütün teoriler altüst olur. Ayrıca biliyorsunuz meşhur Yahudî filozofu Maimonides Kâhire’deki okulunda derslerin arasında sûfîlerden gördüğünü itiraf ettiği toplu zikir ve devran da yaptırdığı için bazı Yahûdî din adamları tarafından suçlanmıştır. Sabatay Tsevi’nin üzerindeki sûfî tesirler ayrı bir inceleme konusudur. Netîce olarak şunu söyleyebiliriz sûfîler de tıpkı diğer insan cinsi gibidirler, te’sir alır te’sir verirler. Ancak bunlar doktrine müteallik değildir vesselam.

    Söyleşinin tamamını okumak için:
    http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=702

  27. Yazan:eg Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    cahil-i kebir sadece risaleleri okumamakla kalmammış, aynı zamanda tasavvuf dergisinden (ki o yazıyı o şahıs referans vermeden çok çok önce okumuştum, tasavvuf dergisi her sayısıyla takip ettiğim bir dergidir) linkini verdiği yazıyı da okumamış. bediüzzaman’ın ibn arabî’ye olan saygısını, birçok noktadaki ortaklığını bile görmezlikten gelmiş. yani linkini vermiş ama yazıyı okumamış. vahdet-i vücud ile ilgili – benim açımdan küçük nüanslar – harici pek bir fark da göstermemiş ibn arabi ile. yani bir insan link verir ama okumazsa böyle oluyor demek ki. başkasını nefsle konuşmakla suçlar ama kendisi sadece nefsle konuşmakla kalmaz, aynı zamanda gerçekten “büyük cahil” olduğunu da ispatlar!!!

  28. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    ekrem bey;

    yazıdan alıntı vermeniz güzel olmuş. itiraz edilebilecek bazı kısımlar var lakin en mühim tespit oralara takılmayın diyor (eyvallah) o da neymiş:

    “…Netîce olarak şunu söyleyebiliriz sûfîler de tıpkı diğer insan cinsi gibidirler, te’sir alır te’sir verirler. Ancak bunlar doktrine müteallik değildir…”

    ozaman gelip dayanacağımız nokta şurası:

    “…Aslına bakarsanız “tasavvuf” bir yöntemdir, bir bilgi değildir. Bir metodolojidir, bilgiyi elde ediş yollarından birisidir. En geniş anlamıyla düşünecek olursak bir tür “Din Felsefesi” de diyebiliriz ona. Sapmış modern anlamıyla değil sahih (otantik) ve aslî (orijinal) anlamıyla, “Hikmet” vurgusunu yitirmemiş anlamıyla buna gerçek felsefe de diyebiliriz. Yani dinin temel esaslarını anlamlandırma modellerinden, dinin yorumlanması çabalarından birisi olarak bakabiliriz tasavvufa. Tıpkı diğer modellemeler gibi o da insanî bir çabadır…”
    şayet herkes bunda hem fikirse doktriner bazda taban tabana zıtlıklar ortaya çıkmaması gerekmektedir. yani farklılıklar olmakla birlikte çıkış noktası doktrinden yola çıkan iki kişiden herbiri mümkün sapmalarla birlikte kuzeye yolculuk yapmalıdırlar; olaki herkes kutup noktasını tuturamayabilir ama golf topu gibi kutup deliği çevrelerinde bir yerlerde olmalılar. buraya kadar sorun olmaz zaten. asıl sorun kuzey güney doğu batı yolcularının çığlıkları. çıkış noktası doktrinden varılan yönlerin bu denli tezatlığı ister istemez bir problem olduğunu düşündürüyor. hoş bu problem değilse şayet “problem” denen şeyin varlığı şüphelidir. görecelik hesabıyla herşey mümkün, bu durumda problemden bahsedilebilecek bir problemsiz doğru yok. herneise o, hernasıl isteniyorsa nitelenebilir ve kimsenin kimseyi kınama hakkı yok yanlış da yok doğru da yoktur; tam bir no problem dünyası. yok böyle değilse, o zaman bariz olarak doktrinden bir sapma var ve taraflardan birileri bu işi iyi manipüle etmeyi başarıyor. yoksa ne?

  29. Yazan:eg Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    “Daha önce bahsettiğim İslam tasavvufunu dışarı atmak isteyen guruplar maalesef karşı savlardan hiç haberdar değiller. Belki de işlerine gelmiyor. Mesela biliyor musunuz bir çok Hindu araştırmacı sûfîlerin Hindistan alt-kıtasına gelmelerinden sonra Hinduizmin onlardan büyük etkiler aldığını ileri sürüyorlar ve bazı eklektik Hindu mezheblerinin ortaya çıkmasını buna bağlıyorlar. Hatta bugün pek çok müntesibi bulunan Sikh dininin aslında sûfîlerden etkilenen Guru Nanak isimli bir Hindu’nun kurduğunu söylüyorlar.”

    mahmut hoca’nın yukarıdaki cümlelerine belki knouyla direkt ilgili değil ama bir ekleme yapmak isterim. gandhi, küçüklüğünde ve gençliğinde devam ettiği hindu tapınaklarında bhagavad gita(hindu kutsal kitabıdır ve mahabharata adlı destanın en şiirsel bölümüdür) ile kur’an-ı kerîm’in beraber okunduğunu ve çoğu insanın birinden diğerine geçerken aradaki farkı bile hissetmediğini söyler bir söyleşisinde.

  30. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Gandhi’nin özgeçmisini okusaniz sasiracaginiz çok ama çok sey var 🙂

    tasavvufun ne oldugu ve ne olMAdigi daha çok tartisilir. Ama Tasavvuf’un bana ögrettigi seylerden biri iyi insan / kötü insan ayriminin yanlis olmasidir.

    insanlar iyi ve kïotü seyler yaparlar. Zaten bu özgürlük bize verilmemis olsa YARGI GÜNÜ nasil bir anlam tasirdi?

    Tasavvuf bize nefs’ten bahseder. Bu bilginin Islam’in içinde, disinda, yada öncesinde/sonrasinda oldugu nasil tartisabiliriz? Insan Islam’dan önce var miydi? yok muydu? Insan nefsi de ayni sekilde vardi insan ile beraber. Bu nefse karsi mücadele etmenin ilmi elbetteki ALLAH tarafindan yaratildi, insanlara verildi. Kur’an bastan asagiya bunun anlatimiyla dolu.

    Peki nefs ile mücadele bilgisi Islam disindaki toplumlarda yok mu? elbette vardi. Bunun isaretleri de her yerde mevcut. ama önce insanin içinde mevcut.

  31. Yazan:eg Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    rüştü bey,
    bence problem tasavvufu bir doktirk olarak görmekte. doktrin olarak gördüğünüz andan itibaren hepsi birbirinin tıpatıp aynısı insanlar çıkmasını bekliyorsunuz. ama insan böyle birşey değil. kaldı ki doktrin olan düşünceler de birbirine taban taban zıt yorumlar üretirler. bunda bence çok şaşacak bir durum da yok. sizin gibi akıllı ve ihsan sahibi bir insan, nasıl bu kadar çok doktrin bazlı düşünebiliyor doğrusu şaşırıyorum. niye bu kadar “matematik” bekliyorsunuz dinden bunu anlamakta zorlanıyorum. niye hep bir reçete peşindesiniz. eğer reçete olsaydı size ne kalırdı ve siz ne ile değer kazanır ya da kaybederdiniz…

  32. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Rüştü bey,

    Her koyun kendi bacağından asılır. Kişi, doktrinden sapma olup olmadığına bakacak. Bakmazsa bezirganlar ortalığı doldurur; doğru ile yanlış birbirine karışır. Kabe’nin çevresindeki muhafızlar gibi her bid’at gördükçe nida etmemiz, “haram” dememiz pek mümkün görünmüyor. Osmanlı’da meşihat dairesi varmış, böyle bir şey belki bir derece faydalı olabilir ama bildiğiniz gibi laikiz. Bilmiyorum belki de bu yüzden Molla Kasım’ların sayısı arttı; her işte bir hayır vardır.

  33. Yazan:eg Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    sevgili mehmet,
    gandhi’nin özgeçmişiyle ilgili eğer “paylaşması kolay” bir döküman varsa elinde (bende var ama oturup yazmak lazım ,çok zor geliyor)paylaşır mısın siteyle. bence tam konunun üzerine mükemmel gider.

  34. Yazan:Cahil-i Kebir Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Alıntı yapmamakla iyi etmemişim sanırım..herşey kendi meşrebince Üstadın sözlerinden bir şeyler devşirmiş.Külliyata hakim olmak herkesin harcı değildir ben Nur talebesi bile değilim ama risalelere hakim olmadanda Üstadın son derece anlaşılır ve açık üslubuyla yüksek edep perdesinden ne demek istediğini anlayacak kadar şükür Risalelerle alakalıyım. Ben bu bağlantının iki önemli noktası olduğu düşünerek vermiştim. İlki tasavvuf hakkında onun savunucusu olup hakemli akademik bir yayından tasavvufun ”içinden” olmayan bir alimin konuya bakışı ve değerlendirmelerinin bizaat bu yayınca ele alınmasının önemli olmasından. İkincisi ise Üstadın genel üslubunun açıklığı ve sadeliğinin tartışma ve batıni içkin analmlar taşımamasından, böylece bu devrin müctehidinden konuyla alakalı bilgilendirme alınmakta idi, ki bu alimin Kuran-ı Kerim şiarından ve Sünneti seniyeye olan ”aşkın”dan burada kimsenin şüphesinin olmayacağını düşünerek bu yapılmıştı..umarım bu yorum nefsimizden içeriğe mümkününün en azından sahip olduğu için yayınlanır..

    Gelelim bağlantısını verdiğim makalede dikkatimi çeken bence önemli olan ve anlamını bir oraya buraya çekemeyeceğimiz açıklamalara;

    Tasavuffun kısa tanımıyla başlayalım;

    Nitekim Imam-ı Gazali tasavvufu, “kalbi Hakk’a baglayıp,masiva ile ilgiyi kesmek” seklinde tarif etmistir. Daha kısa ve özlü bir ifadeyle
    tasavvufu, dinin derunî/ bâtınî/iç boyutu seklinde tanımlayabiliriz.

    Tasavvuf yalnızca Islâm’a özgü bir terim olmasına karsın, diger semavî ögretilerin de bâtınî yönlerinin bulundugu bir gerçektir. Her ne kadar bu ögretiler arasında bazı ortak yönler bulunsa da, Islâm Tasavvufunun kendine özgü bir düsünce sistemi ve varlık anlayısı vardır.

    Tasavvuf ekollerinin ortak adı olan tarikat ise, tasavvufun amaçladıgı neticeleri elde etmek için izlenen yol ve uygulanan yöntem demektir. Tasavvuf
    egitiminin verildigi kurumlardır. Baska bir ifadeyle tarikat, tasavvuf yoluna girenlerin (sâlik) kendilerine mahsus bir yolculukla (seyr) menzilleri asıp, mânevî makamlarda yükselerek Allah’a ulasmalarının egitimidir…

    Bu yolda ilerleyenlerin samimi çabalarının sonucunuda üstad şöylşe özetlemiş;

    Said Nursi’nin tarikat ehli hakkında söyledigi su sözleri de oldukça önemli ve anlamlıdır: “Adi bir samimi ehl-i tarikat, suri, zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır.”10 Buradan da anlasıldıgı gibi, herhangi bir tarikat ehli, eger samimi/içten ise, hayatın olumsuzlukları ve
    seytanın hilelerine karsı, bilimle ve fenle ilgilenen bir kimseden daha iyi bir
    sekilde kendini korur. Tarikat ehli kimseler, tarikattaki sohbet, zikir ve vird
    gibi insana sevk veren vasıtalar yoluyla ve evliyaya duydugu muhabbetle imanını güçlendirir…

    FAKAT ;

    O, Kur’an ve Sünnetten beslenen tüm tasavvuf ekollerine çok hürmetli bir tavır takınmıs olsa da, onlardan hiçbirini temsil etmemektedir…

    Bediüzzaman’ın Islâm’a dair topyekûn kavrayısı içinde, tasavvuf üçüncü sırayı alır. Eger sıralamayı belirtmek gerekiyorsa, ilki Kur’an ve ikinci olarak Peygamberin Sünnetinden sonra gelir. Tasavvufa veya tarikata girmeden
    önce, insan kendini ebedî saadete ulastıracak yegâne yol olan iman açısından emniyet ve muhafaza altına almalıdır. Öyle ki, ona göre, Seyh
    Abdülkâdir-i Geylânî (470/1077–561/1166)19, Sâh-ı Naksibend20, (791/1389) ve Imam-ı Rabbanî gibi büyük sufi üstadlar eger bugün yasıyor olsaydılar, tüm gayretlerini ve çalısmalarını iman hakikatlerinin ve Islâm esaslarının tahkim
    ve takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü ebedî saadetin kaynagı ve medarı onlardır. Tasavvuf tarikine girmeksizin cennete giden sayısız insan oldugu halde, imansız cennete giren yoktur. Bu noktada tasavvuf, insanın o olmadan
    da yasayabilecegi bir meyve hükmünde oldugu halde, iman, insanın onsuz asla yasayamayacagı temel bir gıda olan ekmek gibidir…

    İbn-i Arabi için eleştirilerine gelince;

    O kudsi zatın kendisine özgü bir makamı
    var, makbuldür. Fakat kimi kesiflerinde sınırları tasmıs, muhakkiklerin çoguna aykırı düsmüs ve düsünmüstür…

    Onların kendi çagında gelmeleri halinde,
    Risale-i Nur’un dilini ve meslegini ihtiyar edeceklerini, bu zamanın, böylesi
    bir dili gerekli kıldıgını söylemektedir. Vahdet-i vücud ve vahdet-i suhud
    doktrinlerinin, kâmil veliler yetistirdigini fakat bu vadide yürüyenlerin, ehl-i
    velâyet ve suhud olmalarına ragmen, kimi müsahedelerini dogru tabir edemediklerini
    belirtir. Bu türden yorumlarda sorumlu olmadıklarını, onların rü’yet ve müsahedelerini, asfiya denilen tahkik ehlinin daha dogru tevil
    edebileceklerini söyler. Bu yorumlara avam-ı müminin dogruda muhatap olması halinde, “mecazın cehlin eline düsmesi”yle birlikte çesitli yanlıs anlamalara yol açabilecegini vurgular….

    Risale-i Nur açısından Vahdet-i Vücut ve Şuhud;

    “Vahdet-i vücud” terimi, “varlıgın birligi/tekligi” manasında kullanılan hem
    dinî, hem felsefî bir tabirdir. Bir bilmek, Allah’tan baska varlık olmadıgının
    idrak ve suuruna sahip olmaktır. Burada Allah ve âlem iliskisi esas alınmıstır.
    Allah, tek, müstakil ve ebedî bir varlıktır. Âlem ise, Onun isim ve sıfatlarının
    tecellisinden meydana gelen geçici ve gölge varlıktır…

    “Vahdet-i suhud”53 ise, “sahit olunanların birligi” veya “görmenin birligi”
    anlamında kullanılan bir tabirdir. Vecd halinde salikin her seyi bir görmesi,
    her yerde yüce Allah’ın tecellilerini müsahede etmesidir. Suhudî tevhidde, yani vahdet-i suhudda sâlikin her seyi bir görmesi geçicidir. Vecd
    hali geçince bu durumdan kurtulur. Birlik, bilgide degil görmededir. Vahdet-i vücud’da ise birlik bilgidedir. Yani sâlik, gerçek varlıgın bir tane oldugunu,bunun da Hakk’ın varlıgından ibaret bulundugunu, Allah ve O’nun tecellilerinden baska hiçbir seyin hakiki varlıgı olmadıgına inanır. Ancak vahdet-i vücud ehli bu bilgiye nazari olarak degil, yasayarak ve manevi tecrübe ile ulasır. Bu makama gelen sûfîler, Hakk’ın vücud denizine daldıkları için (fenâfillah) orada denizden baska bir sey göremezler. Kendi vücudunu da bu deryadan bir damla olarak kabul ederler. Bu halin sonunda, istigrak halinde damlayı da düsünemezler…

    Bediüzzaman, vahdet-i vücudu, “her seyde Allah’a daimî huzur arayan bir tasavvuf tariki, tarikatın en mühim mesrebi, bir mesreb, bir hâl ve nâkıs
    bir mertebe” olarak görüyor. Fakat bu mesreb, zevkli ve neseli oldugundan vahdet-i vücudçular, seyr u sülûkta o mertebeye girdikleri zaman, çogu
    çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar…

    Varlıgın birliginin bir baska boyutunu ise, hakiki aska lâyık mahbubun sadece Cenâb-ı Hak oldugu gerçegi olusturur. Sûfiler, kalbin, varlıgın kaynagı olan Allah’tan gayrı her seyden arındırılması yönünde özel bir çaba
    harcarlar. Çünkü kalbin asıl sahibi Allah’tır. Gönül, O’nun mücellâ bir aynası olmalıdır. Tecelliye açık hale gelmesi için, mâsivâdan arındırılması gereklidir. Çünkü mahbûb-ı hakiki O’dur. Diger sevgililer birer gölgedir. Varlıgı
    bir baska varlıga muhtaç olana ise var denilemez…

    Buradaki elestirilerinin aksine, vahdet-i vücudla ilgili bazı yorumlarında Bediüzzaman, bu görüste olanların tevhid fikrinde ileri gitmis olduklarını belirtir. Ona göre, varlıgın birligi düsüncesine mensup ârifler, varlıgı zorunlu ve mutlak olan Allah’tan gayrı olan varlıklara vücud/varlık niteligini lâyık görmemislerdir. Âriflere göre vücud unvanı, sadece Allah’ın sonsuz varlıgı için kullanılması gereken bir sıfattır. O’ndan baska var olanların varlıgı vehmîdir, izafîdir. Buna göre varlık, hayal olarak nitelenir. Görünen her sey birer gölgedir. Bu düsünce, Allah’ın mutlak varlıgında gaybubet etmis olmanın getirdigi bir hâlin ifadesidir…

    Bediüzzaman’a göre, vahdet-i vücud, seyr u sülûkta bir mertebedir, fakat burada bir makama yükselenler, sonrasını görmedikleri zaman, bu
    hâli, manevi gezinin son mertebesi zanneder ve orada kalmak isterler. Ona göre, veraset-i nübüvvete mazhar asfiyanın meslegi ve velayet-i kübrâda bulunan yüksek halifelerin, sahabilerin ve müçtehid imamların izledikleri yol, bu meslekten daha ” SALİM ve YÜKSEKTİR…

    Vahdet-i vücud ehli “Lâ mevcûde illâ Hû” der ve esyayı, varlıkları hayâl derecesine indirir.
    Bediüzzaman’a göre durum söyle açıklanır:
    “Cenâb-ı Hakk’ın Vacibü’l-Vücud, Mevcûd, Vahid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri vardır. Belki ayineleri, daireleri hakiki olmasa,hayalî ve ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki Vücud-u hakikinin ayinelerinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade sâfî ve parlak olur. Fakat bu mesrepte Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbâr ve Hallâk gibi isimlerin ise, tecellileri olmuyor, itibârî oluyor. Hâlbuki o isimler hakikattirler, gölge olamazlar, aslîdirler, tebei (ikinci dereceden olan seyler) olamazlar…

    Varlıgın birligi nazariyesinin en tartısmalı yönünün, Ilâhi isim ve sıfatların tecellisi söz konusu edilince karsımıza çıktıgını söyleyen Bediüzzaman, sahabilerin, müçtehid muhakkiklerin ve ehl-i beyt imamlarının, “esyanın hakikatleri sabittir” düsüncesine atıfta bulunarak, “O’ndan baska bir sey yoktur” inancının, seyleri hayâl düzeyine indirdigini, oysa Cenâb-ı Hakk’ın, Vâcibü’l-Vücud, Mevcud, Vahid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri oldugunu açıklar..

    Bu isimlerin tümü vardır ve gerçektir. Bunun
    yanısıra, sahabeler ve Hz. Peygamberin ailesinden gelen Ehl-i Beyt imamları gibi seçkin âlimler, “Esyanın hakikati veya gerçek mahiyeti sabittir
    (Hakâiku’l-esyâi sâbitetun)” ve “Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakikî bir sûrette tecelliyatı var” diye müttefikan beyan ederek bu hakikati güçlendirmis, tahkim ve takviye etmislerdir.
    Bununla birlikte Bediüzzaman, insanın su hususu aklına yerlestirmesi gerektigi uyarısında bulunur:
    “Kâinat içindeki tüm mevcutlar gerçekten var oldugu halde, onların vücudu, Vâcibü’l-Vücud’un vücuduna nisbeten gayet zayıf, kararsız ve karanlık bir gölgedir; fakat ne hayal, ne de vehim degildir. Cenâb-ı Hak, Hâlik ismiyle onlara vücud vermekte ve o vücudu idame ettirmektedir…

    Islâm’ın ele aldıgı kadarıyla, Bediüzzaman’ın ortaya koydugu üzere, imanın, her biri mümkin mevcutların varlıgını gerektiren altı esasına dayanır. Bu iman esasları hiçbir sekilde
    hayale veya hayalî varlıklara dayandırılamaz. Bu nedenle, varlıgın veya suhûdun birligiyle gark olmus bir kimse, yani vecd halindeki bir Vahdet-i
    Vücud veya Vahdet-i Suhud ehli, bu istigrak ve sekr âleminden içinde yasadıgımız su âleme dönüp sahv ve itidale kavustuklarında, önceki vahdet halini terk etmelidirler. Aksi takdirde, hakikatin zıddına hareket etmeleri mümkündür…

    Iste Esmâ-i Ilâhiye’nin her biri, ayrı ayrı birer ayine ister. Hem mesela; Rahman, Rezzak hakikatli, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahman nasıl hakiki bir dünyada rızka
    muhtaç hakikatli zî-ruhları isterse; Rahim de, öyle hakiki bir cenneti ister. Eger yalnız Mevcud, Vacibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakiki tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmaya
    karsı bir haksızlık hükmüne geçer. Bu açıklamalardan sonra Bediüzzaman su sonuca ulasır: Iste su sırdandır ki; en büyük cadde, elbette velâyet-i kübra sahipleri olan sahabe, asfiya, tabiîn, Ehl-i Beyt imamları ve müctehid imamların caddesidir. Çünkü onlar,
    dogrudan dogruya Kur’an’ın birinci tabaka sakirtleridir.(NOKTA)

    Sitede herkes herşeyi ”çok iyi” biliyor, bizde hergün öğreniyoruz elhamdürillah…

    Sözümü Kura-ı Kerimden apaçık bir ayetle tamamlamak isterim;

    Sana Kitabı indiren O’dur. O’ndan, Kitabın anası olan bir kısım ayetler muhkem’dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır” derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i İmran Suresi, 7)

    Elhamdürillah cahiliz ..En iyisini elbet Allah bilir.

  35. Yazan:cb Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Enver bey,

    tamam itiraf ediyorum biraz kurnazlık yaptım,ben de tasavvuf konusunda size yakın düşünüyorum,benim sorum da yok sorunum var o da bahsettiğiniz gibi yaşayamamak.Daha önceki yorumları nedeniyle Rüştü beyin ben de olumlu bir imajı var dolayısı ile sorularını çok yabana atmadım sadece biraz o soruları kullanıp sizden cevap bekledim,ne yapayım,sizin tasavvuf açıklamalarınızı çok beğeniyorum,samimi ve içten buluyorum dolayısı ile her fırsatta bu konuda açıklamalar yapmanız için kurnazca yönlendirmeler yapıyorum,üzgünüm :)Açıkcası özel soruları kullanıp genele yayılmış cevaplarınız içindi o mahalle baskısı 🙂

    Ekrem bey de,

    bana cevap verirken benim yöntemi kullanmış,kısmen farklılaştırarak,insan dediğimiz şeyin aynı noktaya düşmesi oldukça olası

  36. Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    estagfürullah cemile hanım. benim tasavvufla ilgim literal bir ilgi. yoksa mutasavvıf olabilecek ne bir gönle ne de zihne sahibim…

  37. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    Sayın cahil-i kebir,

    İki sayfa risale okumakla olmuyor bu işler maalesef. Bakın Üstad’ın yolu acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür. Önce aczinizi bilip Allah’tan ilim temenni edeceksiniz; sonra gayret edip risaleleri- Üstad’ın ifadesiyle gazete gibi değil- müdakikkane okuyacaksınız; bilenlere anlamadığınız yerleri soracaksınız. Cahil olmak kötüdür ama hem cahil olup, hem bildiğini iddia etmek çok daha kötüdür. Uzun yorumlar yazmadan önce bir abilerinize danışın isterseniz. Üstad’ın ağzından burada fikir serdetmeniz size manevi sorumluluk da yüklüyor çünkü.
    Ve ilk önce ihlas risalesini 3-4 defa mutlaka okuyun.

  38. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    Bir de cahil-i kebir kardeşim;

    Bediüzzaman’a göre, vahdet-i vücud, seyr u sülûkta bir mertebedir, fakat burada bir makama yükselenler, sonrasını görmedikleri zaman, bu
    hâli, manevi gezinin son mertebesi zanneder ve orada kalmak isterler. Ona göre, veraset-i nübüvvete mazhar asfiyanın meslegi ve velayet-i kübrâda bulunan yüksek halifelerin, sahabilerin ve müçtehid imamların izledikleri yol, bu meslekten daha ” SALİM ve YÜKSEKTİR…

    Güzel kardeşim; üstad birisi kötüdür, diğeri iyidir demiyor; birisi daha yüksektir diyor. Tabi ki ne Muhyiddin, ne Geylani, ne imam Rabbani bir sahabenin, bir halifenin seviyesine yükselemez. Bu, onlar düşüktür demek değil. Böyle anlıyorsan anlayışını tashih et, çok büyük hata yapıyorsun. Evliyaları tahfif ediyorsun, büyük vebale giriyorsun.
    Sen hep oku, bol bol oku. Külliyatı 3 defa bitir, sonra gel yorum yaz.
    Elhamdülillah, her yerde dersane var. Çal birinin kapısını ilim tedrisine başla.

  39. Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    cahil kebir kardeşim
    şöyle demişsiniz:

    “Sitede herkes herşeyi ”çok iyi” biliyor, bizde hergün öğreniyoruz elhamdürillah…”

    halbuki benim gördüğüm şey tam tersi. sitede çoğu insan öğrenmeye meraklı olduğu için hiçbirşeye “nokta” koymazken, siz her yorumunuz nihai doğruyu temsil eder şekilde “NOKTA” ile bitiriyorsunuz. nokta diyecğeinize virgülle bitirseniz belki daha iyi olur.
    mesela şunu söyleyeyim: bedüzzaman’ın risaleleri ile pek meşgul olmuşluğum yoktur. arada bir rastgele okurum ama çok fazla uzmanı olduğumu söyleyemem. ama tasavvuf literatürünü elimden geldiğince takip ederim. ibn arabî’den mevlana’ya, attar’a, senaî’ye, molla sadra’ya, hemedani’ye vesaire. ayrıca sözünü ettiğiniz “hakemli dergi”yi de ilk çıktığından beri takip ederim. linkini verdiğiniz yazıyı dergide okumuştum zaten. ve yazıdan benim çıkardığım ibn arabi ile bediüzzaman’ın vahdet-ü vücud görüşleri arasında sadece küçük nüanslar olduğudur(kaldı ki mutasavvuflar arasında bu konuda ayrıntılarda görüş ayrılıkları vardır zaten. bu yeni bir bilgi değil). ancak bediüzzaman’ı tasavvuf karşıtı gibi göstermek herhalde ona yapılan büyük bir hakaret olurdu(beni ilgilendirmez ama herhalde nur cemaatinin çeşitli fraksiyonlarının buna söyleyecek şeyleri vardır. zira ben tasavvufla ilgili görüşlerimi bediüzzaman’a dayanarak vermiyorum)şimdi sözünü ettiğiniz ayeti sizin anladığınız gibi anlarsak şayet kendinizi bağlı hissettiğiniz bediüzzaman’ın bütün kitaplarını çöpe atmanız gerekli bence…

    velakin noktası virgülü bizim bileceğimiz şey değil. biz sadece yolda bulunduğumuz konumda gördüklerimizi söyleriz hepsi o. kendi şahsıma hiçbir yazımda bir konunun noktasını koyduğum iddiasında olamam. zira kendi hayatım buna müsade etmez en başta. 10-15 yıl önce tasavvufa şirk olarak bakan birisi olarak bugün bu konumdaysam, o dönemlerde cevabını bulamadığım sorulara, ve çölde susuz kalmış bir kişinin suya hasreti gibi hasret olduğum gönül diline bazı mutasavvıfların cevap verebildiği içindir. şükür ki – hakkında bilgim hiç yeterli olmasa da – bediüzzaman da böyle bir şahsiyettir. ama günümüz tilmizleri değil!!! dolayısıyla bizim dikkate aldığımız şey noktalar değil virgüllerdir. zira noktayı koymaya gücü olan bir tek Allah’tır. nacizane tavsiyem nokta koymaktan vazgeçin. bedüzzaman sizin NOKTAnızı görseydi herhalde ondan temiz bir sopa yerdiniz gibime geliyor…

  40. Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    cemile hanım,
    mesela neden tasavvufa ilgim arttığını biraz kendi hayatımla bağlantılı açmak isterim.

    çocukluğumda hiçbir güne ayetel kürsi okumadan başlamazdım. ve o kadar saf ve o kadar kesin bir imanla inanırdım ki, eğer güne ayetel kürsi ile başlarsam o gün ne bana ne de sevdiklerimin başına kötü birşey gelmeyecek. bu “çocukça ” inanç aslında tasavvufda “ilmel yakîn” denen şeye çok yakındır. sonra sonra üniversiteye başladığım yıllarda çeşitli siyasi “inançlar”dan sonra tekrar islamla ilgim başladı. ama o dönemlerde “tek kaynak kur’an, kur’an’dan gerisini arayanlar şirkle çeşguldurler”cilerdendim uzun bir süre. tasavvufa, hadis ehline hep şirk gözüyle baktım. bu dönemim hayatımda en çok okuduğum dönemlere denk gelir aynı zamanda. islamı çok iyi ve kesin bir şekilde bildiğime inanırdım cehaletimin farkına varmadan. kur’anın bir tek yorumu vardı ve o da benim söylediğimdi elbette! sonra zaman geçtikçe bu görüşlerin akılcılığın hapsine düşmüş bir ideoloji olduğunu ve bu ideolojinin, islam’ın bana yapması gerektiğinin tam tersi kalbim katılaştırdığını ve beni sertleştirdiğnii fark ettim. herşeyi kendisinin bildiği iddiasında olan bir insanın bakışı vardı bende. benim görüşüme göre dünyada hiçbir müslüman akım doğru islam’ı temsil etmiyordu. zira doğru islam kur’an’ın yanına hadisler ve başka kitaplar konarak ve tasavvufçuların “zırvalarıyla” birlikte kaybolmuştu. evet kalben gelinen bu katılıkta o dönemler mevlana ya da ibn arabî’yi okusam da oralarda “şirk bulmak” için okuyordum. doğrusu eğer ararsanız Allah mutlaka aradığınızı veriyor size! o gözle peygamberde bile şirk bulmanız işten değldir mesela!!!kalp katılığı ile birlikte aslında fikrini, düşüncesini sert bir şekilde anlattığınız şeylerle iman ve ihsan açısından ilginiz kalmayabiliyor…bende de öyle olmuştu.

    yıllar sonra nasıl olduysa oldu tekrar tasavvuf literatürü ile kur’an’ın beraber okunmasına önem vermeye başladım. sanki kalbim yumuşarken, onca zamanda bilinç altımda aradığım şeylerin de -cevabını değil ama yolunu” bulur olmuştum. bakmanın niyeti görmeyi de belirliyordu ya, mevlana’ya ve diğer tasavvuf literatürüne bakış açım ve niyetim değiştiği için, onların kur’an’ın hazineleriyle selefi literatürde olduğunda çok daha haşır neşir olduğunu görmeye başladım. kalbim aynen çocukluk dönemlerindeki gibi saf ve yakîn bir imana teşne hale gelmeye başladı sanki. böyle olunca insan farkı daha net gözlemleyebiliyor…neyse uzun oldu biraz ama belk bir gün bir küçük değişim hikayesi olarak yazarım bunu:))

    sonuç itibariyle tasavvuf, çocuk imanını tekrar bulmak demek benim için…

  41. Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    yukarıdaki anımda “ilmel yakîn” yazmışım. “aynel yakîn” olacaktı…

  42. Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    bir ekleme de cahil- kebirden bir alıntıya olsun:

    “Vahdet-i vücud ehli “Lâ mevcûde illâ Hû” der ve esyayı, varlıkları hayâl derecesine indirir.
    Bediüzzaman’a göre durum söyle açıklanır:
    “Cenâb-ı Hakk’ın Vacibü’l-Vücud, Mevcûd, Vahid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri vardır. Belki ayineleri, daireleri hakiki olmasa,hayalî ve ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki Vücud-u hakikinin ayinelerinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade sâfî ve parlak olur. Fakat bu mesrepte Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbâr ve Hallâk gibi isimlerin ise, tecellileri olmuyor, itibârî oluyor. Hâlbuki o isimler hakikattirler, gölge olamazlar, aslîdirler, tebei (ikinci dereceden olan seyler) olamazlar…

    Varlıgın birligi nazariyesinin en tartısmalı yönünün, Ilâhi isim ve sıfatların tecellisi söz konusu edilince karsımıza çıktıgını söyleyen Bediüzzaman, sahabilerin, müçtehid muhakkiklerin ve ehl-i beyt imamlarının, “esyanın hakikatleri sabittir” düsüncesine atıfta bulunarak, “O’ndan baska bir sey yoktur” inancının, seyleri hayâl düzeyine indirdigini, oysa Cenâb-ı Hakk’ın, Vâcibü’l-Vücud, Mevcud, Vahid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri oldugunu açıklar..

    doğrusu bediüzzaman’a atfedilen bu görüşlerle ibn arabî’nin görüşleri arasında bir zıtlık yok. vahdeti vücudçuların eşyayı hayal derecesine indirgemeleri öyle cahil arkadaşın anladığı indirgemeye tabi birşey değildir.
    linkteki yazımda bakın ne demişim(belki o indirgemenize bir cevap olur diye alıntıladım):

    http://www.derindusunce.org/2009/05/12/islam-metafizigi-tasavvuf-ve-ibn-i-arabi-bolum-3-ve-herseyin-anlami/

    “İslam mutasavvıfları günlük hayatımızda tecrübe ettiğimiz varlıkların ontolojik durumuna işaret etmek için genelde “vücûd-u itibârî (kurgusal varoluş)” ya da mecâzî vücûd tanımlamalarını kullanırlar. Yani ampirik dünyanın varlıkları, temeldeki varoluşun birliği’nden ayrı olarak anlaşılmaya kalkılırsa salt bir hiçtirler. Ancak varoluşun birliği ile birlikte ilişki içinde düşünülürlerse, o zaman bu varlıklar gerçek varlıklardır. Molla Sadra bu varlıklara “salt ilişkiler” adını verir. İlişki, bu varlıklara ontolojik olarak bir izafet katmak için kullanılan bir tabir olarak düşünülmelidir. Yani âlem nihâi ve mutlak anlamda değil, sadece ve sadece izafî anlamda gerçektir. Mutasavvıfların “Allah var, başka da bir şey yok” anlamındaki sözlerinin gerçek karşılığı, tecrübî varlıkların ancak ve ancak “Hakk”a nispetle varoldukları, kendi başlarına varolamayacaklarıdır.

  43. Yazan:Cahil-i Kebir Tarih: Ağu 29, 2009 | Reply

    Yorumları okudum tebessüm oluştu… abiler filan girmiş işin içine cemaat ile tarikatı karıştırmış abimiz..Müslümanın sözü kendisinde şüphe olmayan Muhammed-ül Eminin emanetidir..Heleki dini hususuta size şakirt olmadığımı söylediysem inanmamanız sizin sorununuz. Hem okuyup hem anlamamakta bu denli ısrar ”militan” zihniyette olur..

    Öncelikle EG adlı yorumcuyu ciddiye almayacağım.Bediüzzamanı Tasavvuf ehliden saycakmış ”nerdeyse”.. hani nerdeyse aynışmış nüans farkıymış falan diyor,evet Nüansmış;

    Bediüzzaman’a göre durum söyle açıklanır:

    “Cenâb-ı Hakk’ın Vacibü’l-Vücud, Mevcûd, Vahid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri vardır. Belki ayineleri, daireleri hakiki olmasa,hayalî ve ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki Vücud-u hakikinin ayinelerinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade sâfî ve parlak olur. Fakat bu mesrepte Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbâr ve Hallâk gibi isimlerin ise, tecellileri olmuyor, itibârî oluyor. Hâlbuki o isimler hakikattirler, gölge olamazlar, aslîdirler, tebei (ikinci dereceden olan seyler) olamazlar…

    Bunu anlamlandıramayan ile tartışacak değilim…

    Gelelim Risale okuduğunu belli etmek istercesine tanımlamalarla bana ayar çeken Ekrem abimize;

    Üstad diyor ki;

    yüksek halifelerin, sahabilerin ve müçtehid imamların izledikleri yol, bu meslekten daha ” SALİM ve YÜKSEKTİR…

    Ekrem abi Risaleleri okumuş olup tanımlama yapacak kadar hakim olduğunu iddia edip;

    Güzel kardeşim; üstad birisi kötüdür, diğeri iyidir demiyor; birisi daha yüksektir diyor…

    Buna TOTOLOJİ deniyor..üstad açıkça adres veriyor ve bu gurubun içine almadığı tasavvuf ehlinin tehlikeli sular olduğunu böylece edeple işaret ediyor.

    Birde Ekrem abimiz;

    Tabi ki ne Muhyiddin, ne Geylani, ne imam Rabbani bir sahabenin, bir halifenin seviyesine yükselemez…

    Pardon…! Halifeleri zaten kendilerine has makamlarında bırakalım, saydıklarınız sahabenin herhangibir ferdine yetişemezler,ayaklarınız bastığı toz olamazlar… sonra vebalden bahsetmeyin..

    Sizleri cibir,zikir,tesbihat,havlet,sema,ney, ile başbaşa bırakalım. Bizlere Kuran-ı Kerim, Hz.Peygamberin sünneti, sözleri, sahabilerin ve müçtehid imamların izledikleri yol yeterde artar…

    (.) Nokta

  44. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 29, 2009 | Reply

    Risaleleri okumadığını söyleyip, Risale-i Nur talebesi olmadığını söyleyen birinin burada Üstad’ın tasavvufa bakışından dem vurması ancak kasti bir çatıştırma gayreti olabilir. Oyununuza alet olmayacağım.
    11 yıldır Risaleleri okuyan biri olarak bütün yazdıklarınız yalandır, iftiradır, cehaletin son noktasıdır.
    Ayrıca ona cibir değil, cifir derler ve bizzat Üstad’ın ilgilendiği bir ilim dalıdır.
    Ona havlet değil halvet derler. Üstad’ın hayatını okursanız Van’da bir mağarada halvet yaptığını görürsünüz.
    Zikir ve tesbihat tasavvuf terimleri değildir. Ayrıca Üstad’ın hususi tesbihatı vardır. Cevşen-i Kebir’e müracaat ederseniz tekrarladığı zikirleri, hususi evradını, Şah Nakşibendi’ye ait evradı hususi evradına dahil ettiğini görürsünüz.
    Sema ve ney konusunda da Risalelerde hiçbir olumsuz tabir yoktur. Üstad, insana ulvi hisler veren müziğin caiz olduğu hükmünü vermiştir. Ayrıca Hazret-i Mevlana’ya övgüler düzer. Risalelerde Mesnevi’den birçok alıntı vardır.
    Ayrıca Elhamdürillah değil elhamdülillah…
    Bu konu burada bitmiştir.
    Ünlem (!)

  45. Yazan:eg Tarih: Ağu 29, 2009 | Reply

    ekrem kardeşim aslında ben de sizin yazdığınız cevaba benzer bir cevap yazacaktım kardeşe ama sonra vazgeçtim. zira muhtemelen 18 yaşında birisiyle muhatap oluyoruz. bilmediği için birazcık bildiğini “tam bilgi” sanan bir cahil-i kebîr…o yüzden sanırım sizin yaptığınız gibi en doğrusu bu konuyu kapatmak. zira okuduğunu bile anlamayan ve üstelik art niyetli olan birisiyle tartışmak gerekli değil…

  46. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 30, 2009 | Reply

    Enver bey,size tamamen katılıyorum;kötü niyet sezildiği anda konuyu kapatıp tartışmaktan vazgeçmek en isabetli yol olsa gerek.Doğrudan, Cahil-i Kebir müstearıyla yazan yorumcuyu kastetmiyorum.Bu arkadaşımızın kötü niyetten ziyade,kendini kanıtlama gibi bir çaba içinde olduğunu düşünüyorum.Dikkat çekmek,onaylanmak ya da bilgi yarıştırmak amaçlı bir gayret var sanki bu kardeşimizde.En azından bu kardeşimizin tartışmaya açık görüşleri şimdilik belirli bir konuyla sınırlı.Açıkçası,farklı konular gündeme geldiğinde dün ne dediğini unutarak 180 derece dönüş yapanların durumu daha da vahim.Asıl samimiyeti tartışılır ve kötü niyetlilerden sakınmak gerekir ki,bir kaç gündür her farklı konuda vaziyete göre ayrı telden çalan bir katılımcı var.Bakın,üç farklı konuda ne yazmış arkadaşımız:
    “Kur’an,Hadisler ve İslami Çoğulculuk”başlıklı yazıya;

    Dini kaynaklarda en cetin ve en sert ifadeler “ehl-i bidat” hakkindadir. Bunlar coktur ve sabittir. Mustafa Akyolun arzuladigi hos görü icte inancda degil davranista ise mümkün hatta olmasi gerekendir. Yani birbirlerine olan davranislarda hos görü gerekiyor. Dinimizde bunu emrediyor. Fitne cikarma yasagi vardir. Müdara emri vardir. Iyi gecinmek vardir. Ama bu iyi gecinmek onlarin inanclarini illa dogru bulmamiz veya dogru olub olmamasina ehemniyet vermemek degildir.
    Müslümanlar siyasetde degil ilimde birlesmeleri gerek. Kendilerine has egitim ve ilim merkezleri canlanmali heryerde. Modern medreseler olmali mesela Türkiyede.

    Üstteki yazıya şöyle yorum düşmüş:

    Tasawwuf hakkinda konusmak eskiden öyle basit degildi. Edeb isterdi. Bir alime tasawwufu sormuslardida oda “ben tasawwufdan anlamam” deyip kesdiriyordu. Tasawwuf alimlerin eserlerini ise tavsiye ederdi okumak icin. Tasawwufu elbette bilirdi velakin ulu orta konusmalara malzeme olarak firsat vermezdi.
    Insanlar artik herseyi iddia ediyorlar. Prof.Özemrede Tasawwuf hakkinda “Buna rağmen, İslâm’da, Şerîat’a dayanmayan bir tasavvufun bâtıl olduğu husûsunda bir icmâ olduğunu söyleyebiliriz.” dedigi halde biraz sonra “Tasavvuf yalnızca İslâm’a has bir vâkıa değildir.” deyip kiyaslamalar yapiyor baska dinlerdeki mistik akimlar ile. Zamaninda bir takim oryantalistler sufilik hiristiyan kökenli kimi hind kökenli kimi yeni eflatunculuktan türeme, kimi surdan burdan binbir teoriler ortaya atarlardi. Hepside kiyas ile hareket ederek. Halbuki hepsi tutarsiz hepsi teoriden ziyade tez ve hipotez bile belki degildi. Genelde dil alimi olan oryantalistler teolojide ve felsefede cok “cüretkar” iddialar ortaya atarlardi.
    Ne diyelim artik? Susalimmi ? Herkez herseyi biliryor artik (!).

    Ve son olarak da “Çok Dillilik Eğitim Olarak Benimsenmeli”başlıklı yazıya dair görüşleri şöyle:

    Türkiye milli kalacaktir. “Türkiye vatandasligi” manasinda veya genis manada kültürel manada “Türk” kalacaktir.

    Modern devlet kosmopolit degildir. Millidir. Bati devletlerin hepsi öyledir. ABD bile “Amerikan” milliyetciligi yapar ve üst kimlik olarak vatandaslarina asilar. Bu kimlikde dil esas unsurdur. ABD her cesit hürriyet bulmak mümkündür ama inglizceyi/amerikancayi dislayan okul ve egitim sistemi yoktur. Kanadadan misal vermissiniz. Efendim Kanada yasayanlar inglizceden uzak kalma imkanlari yoktur. Her ne kadar fransizca konussa bir kanadali ve egitim imkanlari olsada 1. dil inglizce kalacaktir. Cünkü cogunlukta “eriyebilmek” dil iledir. Ayni dili konusanda “biz” vardir. Toplumun milletin harci ortak dildir. Türkiyedeki Kürtler Türkce bilmekteler cogunlukla.Ileride hepsi bilecektir.
    Egitim hicbir zaman gercek manada bireyci veya özgürlükcü olmayacak.

    Şimdi bu üç yorumu varın yanyana koyun ve bundan iyi niyet bekleyin:)Yoruma gerek var mı acaba.Her şey yeterince belli değil mi?
    Yani böyle bir anlayışa sahip birisiyle neyi tarışacaksınız?Ha,ben neden bu kadar üzerinde durdum diyeceksiniz,bana göre adalet ve hakikat adına mangalda kül bırakmayan ama bir sözü diğerine uymayan anlayışları deşifre etmek farzdır.Zira ne tür inciler döktüklerin hiç anlaşılmadığı gafletinden birilerinin kendilerini uyarması gerekir.Kısacası bu tavır(getirdiğim eleştiriyi kasdediyorum)ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorum.Belki biraz nefsi de davranmış olabilirim.Ama dedim ya hakikat arayışının bu kadar basit ve vaziyete göre eğilip bükülelecek bir şey olmadığının da hatırlatılması gerektiğini düşünüyorum.
    Yanıldığım ve haksızlık yaptığım noktalar var ise lütfen uyarınız.Zira en doğru ve makbul davranış insana yanlışının hatırlatılmasıdır.
    Saygılar.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Eyl 7, 2009: Son 30 günde en çok okunan yazılar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin