RSS Feed for This Post

Aydınlanma, Modernizm, Bilimcilik ve Uzman Cehaleti

“İnsanî gerçekliğe ilişkin modern çağın ortaya attığı bilgi iddiaları ve mükemmellik istenci hiç beklenmedik trajik sonuçlar doğurdu; bunlar söz konusu iddiaları maskaraya çeviren sonuçlardı. Modern felsefî antropolojiler, yeni bir insan yaratmayı hedefleyen dev teknolojileri haklandırmak uğruna, insanoğluna düşman bir tutum sergiliyorlardı. Bir zamanlar filozofların işi, bizzat kendi hayatları aracılığıyla, evrensel ölüm âkibetine nasıl dayanılabileceğini öğretebilmekti. Çağımızda ise, genellikle başkalarına yapılan katliâmlarin nasıl kabul edilebileceğini öğretmeye başladılar. Hem de hakîkat adına. Çağımızda kokuşmuşluklara, kapatılmalara ve hatta masum insanların katledilmesine hizmet eden şey, profesyonel düşünürlerin affedilemez tutumlarıdır. Bir tarafta özgürlük ve insan hayatının mükemmelleştirilmesi doğrultusunda dev kampanyaların yürütüldüğü, öte yandan ise bu hedefler uğruna binlerce canların telef edildiği bir dünya, bir anda gökten zembille gelmedi; anlı şanlı bildirgeler ve manifestolar böyle bir dünyanın habercileriydi. Bu dünya, kendi hedeflerinin değerliliğine kendisini inandırmak için, disipline edilmiş her aklın kutsadığı kelimeleri sürekli tekrarlıyordu.” 

Yukarıdaki sözler modernizmin en önemli eleştirmenlerinden Foucault’a ait.

Batı düşüncesi Aydınlanma ile birlikte kendisine yeni bir rota çizmiştir. Bu rotada Tanrı merkezli bir dünya görüşünden, bütün bilginin referansının insan olduğu, insan merkezli bir dünyaya gelinmeye başlanmıştır. İnsan aklının edinilecek bilginin tek referansı haline gelmesi ve aklın amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlarla tanımlanır hale gelmesi yeni bir egemenlik biçimi yaratmıştır. Bu egemenlik biçimi Adorno ve Horkheimer’in “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde belirttiği gibi tümelin akıl yoluyla tikel üzerine egemenliği şeklinde yansımıştır. Bir anlamda tümelin, birey üzerinde bireyin aklını işgal etmesi olarak işlev görmesi olarak da anlaşılabilir. Heidegger’in “das man” kavramında belirttiği gibi, birey artik kendi varlığını tümelin kendisine öngördüğü roller harici tanımlayamaz hale gelmiştir. Bu, bir anlamda Aydınlanma’nın kendi ideallerine ihanetidir. Ancak bu ihanet Aydınlanma’nın kendi iç tutarsızlığından zorunlu olarak doğan bir sonuçtur.

 

Aydınlanma ideolojisinin ikinci büyük çelişkisi, doğayı insana tâbi kılmasıdır. Aydınlanma öncesi dönemde insan doğaya tabi iken, Aydınlanma ile birlikte doğayı insana tabi kılmak özne ile nesnenin kesin çizgilerle birbirisinden ayrılmasına da yol açmıştır. Bu yolla insan için doğa artık dışsal bir şey; fethedilecek, üstünde hükümranlık elde edilecek bir nesne haline dönmüştür. Doğa üzerine yapılan bilimsel çalışmalar da onun egemenliği için araç olabilecek bilgilerdir. Horkheimer’in dediği gibi, doğaya egemen olma isteği, doğanın bir parçası olan insanın, kendi üzerinde de egemen olması gibi bir çelişki yaratmıştır. Bilim ve teknoloji doğa üzerinde egemenlik kurmak için kullanılırken, biçimlendirilmeye çalışılan “aşkın özne” tipolojisi, ayni zamanda üzerinde egemenliğin konumlanması dolayısıyla insanın çöküşüne de zemin hazırlamıştır. Böylece insanın doğa üzerindeki egemenliği, insanin hem kendisinin, hem iç dünyasının, hem de doğanın üzerinde egemenlik kurması seklinde sonuçlanmıştır. Bu iktidar ilişkisi yine Adorno ve Horkheimer’in dediği gibi öznenin, bir bakıma nesnenin de yazgısını paylaşması gibi bir sonuç doğurmuştur.

 

Adorno ve Horkeimer, modern dönemde aklın, öznenin üzerinde toplumun ajanı olarak, bir anlamda öznenin üzerine takılmış bir protez gibi işlev gördüğünü belirtirler. Protez hem o bedene ait, hem de o bedende dışarının temsilcisi bir şey olduğu için, protez akıl modern iktidarın da bir aracı olarak işlev görür. Aydınlanma ideolojisinin ileri sürdüğü gibi akıl sadece özgürleşme ve ilerleme değil, aynı zamanda iktidar ve egemenlik de demektir.  

Walter Benjamin modern dönemlerde insanın “hâlesini” yitirdiğini, biricikliğini kaybettiğini söylemiştir.  Yani yeniden üretimin yaygınlaştığı bu modern çağda her insan bir diğerinin aynısı olmuş, aynı şeyleri düşünür, aynı şekilde yaşar hale gelmiştir. Foucault işte insanin geldiği bu noktada radikal bir çıkış yaparak “insanın ölümü”nden bahseder. Tanrıyı öldürerek, insanı yüceltme ve aşkınlaştırma niyetiyle işe başlayan Aydınlanma ideolojisinin ulaştığı noktanın insanın ölümü olması manidardır.

 

Modern toplumun en belirgin özelliklerinden birisi, hegemonya ve ikna süreçlerinin kültürel boyutunun, sistemin genel boyutu içinde gitgide daha yoğun yer almasıdır. Kültür endüstrisi denen şey kültürün kendisini değil, şeyleşmiş bir sözde kültür üretmektedir. Kültürün endüstrileşmesi, insanın da endüstri toplumu içinde bir endüstri ürünü gibi görülmesine dolayısıyla bir nesne haline dönmesine sebep olmuştur.

 

Modern toplumlarda aşırı uzmanlaşma, bütünlüklü bir dünya, bütünlüklü bir hakikat, bütünlüklü bir insan tasavvuru yapılmasının da önünde engeller oluşturmaktadır. Aydınlanma öncesinde bilginin konumu ile modern dönemlerde bilginin konumu da bu uzmanlaşmanın etkisiyle oldukça değişmiştir. Foucault’un dediği gibi eskiden filozoflar insanları kendi hayatları aracılığıyla ölümün trajikliğine hazırlamak gibi bir yükümlülük içindeyken; yani bilgi, varoluşun ve ölümün manasına odaklanan bütünlüklü bir şey iken, Aydınlanma ile birlikte bilgi bir iktidar ve tahakküm aracı haline gelmiştir. Hayatı ve insanı anlama niyeti kalmayan bilgi, doğayı ve insanı iktidarıyla yönetme ihtiyacına yönelince, uzmanlaşmalar da bilimin her alanında derinleşmeye başlamıştır.

 

Uzmanlaşma, bilimin her disiplininin bağımsız adacıklar haline donduğu bir yapıyı temsil eder. Her bağımsız adacığın kendi elde ettiği bilgiyi hakikatin kendisi sanması gibi bir yanılsama, zorunlu olarak, bilim adamı denen yeni-rahiplerin kendi bilgi iktidarlarını kutsadıkları bir yapıyı zorunlu kılar. Bilimsel disiplin adacıklarında kendi bilgisinin, hakikatin tümü olduğu yanılsamasına, bu bilgiyle kurulacak iktidarda pay sahibi olmak da eklenince, disiplinlerin kendi aralarında bile birbirine düşman olduğu, bütüncü bir bilgi felsefesinden habersiz yeni bir yapı oluşmaya başlamaktadır. Kendi disiplinine dışarıdan bakamayan, belirli bir metafizik ilkeden mahrum olan bu yeni-bilimcilerin oluşturduğu “din” ise bilimcilik olarak adlandırılabilir rahatlıkla.

 

Bilimcilerden oluşan bu yeni bilim adacıklarında, demokratik eleştirilerden bağımsız, yapılan eleştirileri ” senin akademik titrin ne?” diye aşağılamaya çalışan, çalıştığı disiplinin verili bilgilerine biat eden bir bilim adamı grubu çoğunluğu oluşmaktadır. Bu bilim adamı çoğunluğu, disiplininin kendisine verdiği bilginin iktidarından haberdar olduğu ve bu iktidarı kaybetmek istemediği için bu bilgiye bir din gibi sarılmak ve bu bilgiye yönelik hiçbir eleştiriyi kaldıramamak gibi bir tutuma sahip olmaktadır. Paradigmalarla ilerleyen bilim, aslında o disiplinin içinde, o disiplinin kurallarına muhalefet eden ve bu muhalefetle yeni paradigmalara zemin hazırlayan bir avuç insan ve bu bir avuç insanin bulduğu paradigmaya itaat eden, iman eden çoğunluktan ibaret bir yapıdır.  

Evrim teorisine iman eden biyologları düşünelim. Evrim teorisinin yanlışlığı, doğruluğu bir yana, evrim teorisinin getirdiği iktidar yapılarının bilincinde olan, o bilimsel adacığın konformizminden ve iktidarından memnun olan biyologlar evrim teorisini tartışma yönünde disiplin içi muhalefetleri bile engizisyon mahkemesi gibi yargılamaktadırlar. Hele ki disiplin dışı bir muhalefet bu yeni-bilimcilikte söz konusu bile edilemez. Çünkü yeni bilimcilik, akademik iktidar araçlarıyla, bilginin özgürleşmesi gereken yapısına değil, iktidarın aracı olan ve belirli bir paradigmaya biat eden yapısına uygun hareket etmektedir. Mesela bir kişinin Heidegger konusunda okuduğu şeyler çok olabilir; üzerine duşunmuş, üzerine tartışmış olabilir ama felsefede “Heidegger üzerine doktora”nız yoksa akademik dünyada ciddiye alınmamak gibi bir tehlikeye açıksınız demektir. Buna, ünvan fetişizmi denebilir. Modernizmin ve modern bilimin en belirgin özelliklerinden birisi de bu ünvan fetişizmidir.

 

Bilimsel disiplin adacıklarının birbirlerine düşmanlığı, bilgiyi bütüncül olarak ele almak ve bütüncül bir yapıdan hakikate varabilmek imkânını da toptan yok eder hale gelmiştir. Bu yapı sonuç itibariyle kendi disiplin adacıklarına mahkum ( ama bunlara imanlı mahkumlar demek daha doğru), kendi disiplini konusunda felsefe yapabilecek, o disiplinin bilgisine dışarıdan bütünlüklü ve ilkeli bakabilecek ve eleştirebilecek kapasiteden yoksun bir bilim adamı profilini ortaya çıkarmaktadır. Toplumda bolca gördüğümüz, kendi uzmanlık alanının verili bilgisine hakim ama onu eleştirmekten aciz, o disiplinin içinden herhangi bir bilgiye yönelik  eleştiride saldırganlaşan, ultra küçük alanlarda uzman ama bunun dışındaki tüm alanlarda zırcahil bir bilim adamı profili ortaya çıkmaktadır.  

Uzmanlaşmış cahillerin çoğunlukta olduğu bilimci yapı öyle radikal bir yapıdır ki, kendi disiplinine yönelik bir eleştiriye maruz kalan bilim adamı büyük bir fanatiklikte saldırıya geçebilmektedir. Çünkü bilim ve bilgi artik “insanı yapan, olduran” araçlardan birisi değil, o bilimle uğrasan bilim esnafının iktidar kurma aracıdır. O iktidarlardan kolay feragat etmek istememek ise modern bilimcinin en belirgin özelliği…  

Okumalar:

Aydınlanmanın Diyalektiği – Adorno, Horkheimer

Akıl Tutulması – Theodor Adorno, Max Horkheimer

Bilginin Arkeolojisi – Michel Foucault

Felsefe Sahnesi – Michel Foulcault

Kelimeler ve Şeyler – Michel Foucault

 

… Bu makale ilginizi çektiyse …

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz. 

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 53 Yorum

  2. Yazan:TSD Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    Aklina yuregine saglik hocam.

  3. Yazan:eg Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    sevgili suat,
    bu yazı birkaç yıl önce adorno,horkheimer ve foucault okumalarımın yoğun olduğu bir zamanlarda yazılmış bir anlamda özet mahiyetinde birşeydi. yakınlarda tekrar dikkatimi .ekti göndermek istedim. adorno horkheimer, benjamin ve foucault’un modernizm eleştirileri ve o eleştirilerdeki yaklaşımları genelde benim de katıldığım şeyler. yazı da aslında onların fikirleriyle benimkilerin bir karması gibi oldu…ben teşekkür ederim.

  4. Yazan:Hasan Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Çağımızda ise, genellikle başkalarına yapılan katliâmlarin nasıl kabul edilebileceğini öğretmeye başladılar. Hem de hakîkat adına

    Çok merak ediyorum: bu aydınlanma dönemiyle birlikte insanları katliamların nasıl kabul edilebileceğini öğretmeye geçiş yaptık ya hani, acaba bunun öncesinde durum neydi?

    Acaba Haçlı Seferleri neden yapıldı?

    Acaba Talkan ve Haccac katliamı neden yapıldı?

    Bütün Tarım Devrimi boyunca savaşlar toprak ve hakimiyet için “din adına” yapılırdı. İnsanların birbirlerini öldürmek için gayet meşru bir nedeniydi din; ve bu aydınlanmadan sonra pek de değişmedi. Bu işin değişimi; en somut anti-militarist, demokrat ya da anarşist fikirlerin gelişmesiyle olacaktı. Burada elbette ki “fikirsel bir değişim” den söz ediyoruz.

    Ama ülke politikaları pek değişmedi. Sanayi çağına geçişle birlikte; tarım devrimi boyunca din adına yapılan savaşlar, bu sefer milliyetçilik adına yapılmaya başlandı. Ama temelde yine aynı güç ve hakimiyet istemi yatıyordu.

    Bugün dünyayı talan eden Amerikan yönetiminin de halkla pompaladığı en temel motivasyon dindir. İntihar bombacılarına da pompalanan aynı şeydir.

    Çünkü dinler; aslında “barış” isteyen şeyler değildir. “Doğası gereği” yapamaz bunu, çünkü dini gönderdiği iddia edilen varlık bile zaten kendine inanmayanlara karşı hiç de “demokrat” değildir. Din dediğimiz şey; herşeyden evvel bir iktidar projesidir, bu şekilde kullanılır ,gerisi fasa fiso.

    Aydınlanma çağı ile dünyaya gelmeye başlayan düşünce akımı; ötekisinden iyi olmak ile birlikte tek başına değerlendirildiğinde iyi değil. Daha doğrusu yeterli değil. Bunda belki de bu çağı yaratan adamların Kilise’nin “tanırım iyi çocuktur” dediği kişiler olmasının payı büyük. Bir de Cizvit Papazları örneği var..

    Yani aslına bakarsanız, bir milad olarak kabul edilen Aydınlanma Çağı, Sanayileşme, cart curt; bunların hepsinin değiştirdiği tek şey oyunun kuralları oldu.

    Oyun hep aynı kaldı.

    Modernizm temeline neden insanı alır? Çünkü modernizm; “modernitenin” bir sonucudur. Şehirlileşmenin, kapitalistleşmenin ve bunun sonucunda insanın gerçekte ortaya çıkışının, hakları olduğunu, mülkiyeti olduğunu düşünmeye başlamasının sonucudur. Bu yüzden modernizm’de; diğerlerinde hiç olmadığı kadar insan üzerinde durulur. Onun hakları olduğu temel düşüncedir. Akla ve gözleme dayalı büyür.

    Akla ve gözleme dayalı olma meselesini; insanın aklıyla bulduğu her şeyi doğru zannetme şeklinde yorumlayan aslında hiç kimse yok. Zaten her şey aslında insanın aklıyla bulduğu şey; din, faşizm, liberalizm, cart curt.

    Bu; gerçeğe yaklaşım şeklidir. Eskiden, aristokrat sülaleler, kendi varoluşlarını oldukça fantastik biçimde anlatırlardı. Örneğin Habsburg’lar, bir kartal tarafından getirildiklerini düşünürler ve bu yüzden üstün olduklarını zannederlerdi.

    Temelde dünyayı Allah’ın yarattığını düşünmekten pek bir farkı yok.

    Aynı zamanda eski Türklerde, İslam’a geçişle birlikte etkisi azalmasına rağmen varlığını sürdüren bir Tenrikut inancı vardı. Bu inançta; hükmedecek soylar Tanrı tarafından özenle seçiliyordu. Aynı biçimde Türkler; Gök Tanrı’nın kendi tanrıları olduğunu, Türklerin üzerinde oturduğunu düşünürlerdi. Bu yüzden de üstün olduklarını elbette ki.

    İşte “akla ve gözleme dayalı olmanın” yıktığı şey bu oldu. Artık hiç kimse böyle efsanelere inanmıyor. Sadece Tanrı efsanesi kaldı elimizde, o da gidici. “Akla ve gözleme dayalı olan düşünce”, mesela çıkıp Baykal; “beni kartallar getirdi, ben üstünüm” dese, dönemin en kullanışlı def etme küfürünü kullanır.

    Bu düşünce biçimi gayet yaygın olduğu için Hasan Mezarcı’nın mesih olduğuna hiç kimse inanmadı.

    Akla ve gözleme dayalı olan düşünce elbette ki hata da yapabilir. Bu zaten hayatın diyalektiğinde var. Ancak modernizm karşıtlarının; artık “bug yakalamak”tan öteye gitmesi gerekiyor.

    Modernistler falan şekilde düşünüp filan yanlış sonuca vardılar, iyi de, siz nasıl düşünüp doğru bir sonuca vardınız?

    Modernizmde eleştirilecek çok şey var. Bunların başında insanı tüketim ve üretim aracı haline getirmesi yatıyor. Bir araştırmada, “güzelin tanımı” yapılması istenmiş deneklerden. Herkes; uzun boylu, geniş adaleli, kaslı vs. gibi özelliklerle tarif etmiş.

    Aynı kişilere “peki siz arkadaşlarınızla bir yere gittiğinizde vücudunuzu göstermekten utanıyor musunuz?” diye sorulmuş.

    %60 oranla bu sorunun cevabı evet.

    Şüphesiz bunda modernizmin payı büyük. Bunlar belki insan var olduğundan beri varlar ama artık çok daha fazla bu.

  5. Yazan:eg Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    hasan kardeşim… insan ne kadar az bilirse o kadar “çok” bildiğini zanneder. ne kadar az bilirse o kadar çok, o bildiğine hayati birşeymiş gibi tutunur. yıllar önce(muhtelemen senin yaşlarında idim o zamanlar, üniversiteye giden ve kendini birşey zanneden çağlarımda) çok sevdiğim ve kur’an’ı kerim’i çok iyi bilen derviş gibi bir amcaya “şimdi siz kur’an’ı benden daha iyi bildiğinizi nasıl iddia edebilirsiniz?” (ben kur’an’ı üç beş mealinden yutmuştum ya başka ne bilinebilirdi ki kur’an hakkında!) gibilerinden birşey söylemiştim. halbuki yarım yamalak tercüme okumaları harici birşey bildiğim de yoktu doğrusunu söylemek gerekirse. o amca da sonradan benzerine birkaç yerde daha denk geldiğim çok güzel bir cevap vermişti gülerek ve şefkatle:”evladım elbette kur’an hepimize açıktır, hepimiz kendi maşrapamız büyüklüğünde deryadan su alabiliriz. ama bilir misin ki kur’an bir gelin gibidir. onu anlamak için herşeyden önce yüzgörümlüğü vermen gerekir. işte kur’an’ı anlamanın yüzgörümlüğü de edeptir” demişti. hayatımda en utandığım anlardan birisidir bu an. maalesef hala o anlarımı hayatımdaki kendine en güvenen, ama en cahil ve bu cehaletten dolayı da en edepsiz zamanlarım olarak görürüm…ama bu çağlarda genç insanlar genelde böyle olur (mesela sizin o çok eleştirdiğiniz gülen okullarında okuyan gençlerin sizden benden farkı da tam da budur. o yaşlarda dahi herşeyden önce tevazuyu, haddini bilmeyi ve edebi öğrenirler mesela…o okullarda okuyup da edepsiz ve terbiyesiz bir tek gence dahi denk gelmedim ben…neyse) şimdi yaşınız çok genç okumalarınız çok dar kapsamlı. bu yüzden de bunların hayati doğruluğuna tutunuyorsunuz sanki bu fikrinizi hayatınız boyunca değiştirmeyecekmişsiniz gibi. ben genç insanların fikirlerini her yerde söylemelerinin her zaman yanındayım. ama onlara şunu da söylemeyi borç biliyorum: herşeyden önce insanın okumalarının da, gördüklerinin de olması gerekene kıyasla çok çok az olduğunu bilmek ve buna göre davranmak gereklidir. benim size tavsiyem kendinizden bu kadar emin olmayın. aklınızın herşeyi bu derece açık edeceğine güvenmek insanın hakikatin çok uzağında kalmasına sebep olur. insan çünkü et yığını bir robot değil, kalbi ve vicdanı olan bir varlıktır. size tavsiyem ayn rand gibi vahşiler (üstelik roman diye basılan ‘şeylerinin’ edebiyatla ilgisi de yoktur)yerine gidin biraz dostoyevski okuyun. korkmayın insanın fikirlerini değiştirmesi son derece insani birşeydir. yoksa bir yazıyı aynen yukarıda olduğu gibi hiç alakasız bir yerinden tutmaya devam edersiniz…

  6. Yazan:Hasan Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Meseleyi kişiselin dışına alalım. Mesela yazınızda şöyle bir ifade var:

    Evrim teorisine iman eden biyologları düşünelim. Evrim teorisinin yanlışlığı, doğruluğu bir yana, evrim teorisinin getirdiği iktidar yapılarının bilincinde olan, o bilimsel adacığın konformizminden ve iktidarından memnun olan biyologlar evrim teorisini tartışma yönünde disiplin içi muhalefetleri bile engizisyon mahkemesi gibi yargılamaktadırlar

    Bakınız, burada siz de meseleyi belirtmişsiniz. “İman etmek” tersine tahammülü sıfırlamaktır. Neden? Çünkü bu bilginin, bir bilgi olarak doğruluğu-yanlışlığından ziyade, o bilginin sağladığı iktidar gücü önemlidir. İnsanlar bu güç üzerinden teşkilatlanır, yönetir, savaştırır.. Tarih bunun hikayesi.

    Modernizme, bilime karşı takındığınız bu şüpheci tavrın aynısını dine karşı da takındığınızı iddia edebilir misiniz?

    Mesela; Kur’anda da gerçekliği kabul edilen “bakireden doğan, 12 havarisi olan Tanrısal figürün” Hristiyanlıktan önceki pek çok kültürde de kelimesi kelimesine aynı biçimde var olması neyi ifade eder?

    “İman” dediğimiz şey tümüyle insanın aklını öldürmesidir, bunu sizde yukarıda belirtmişsiniz. Anlayamadığım şey şu; bilime geldiğinde kesinkes reddedip yerine eleştirelliği tercih ettiğiniz “iman” meselesini, neden dine geldiğinde savunuyorsunuz?

    Dinin ayrıcalığı nedir?

    Yine yukarıdaki örnekten gidersek; orada bir metafor olarak kullandığınız Engizisyon Mahkemelerini kim kurdu? Bunların kurumsal olarak olmasa da benzer işlevlere sahip halleri İslam’da da yok muydu?

    Yani görülüyor ki aslında değişen pek bir şey yok. Bu yüzden, yukarıda da yazdığım gibi, oyun hep aynı, sadece kurallar değişiyor.

    Ben “bilgili” olduğumu iddia etmiyorum. Böyle olduğumu herkes gibi bir dönem ben de iddia ediyordum, lisenin başlarında. Sonra sonra, felsefe, tarih, siyaset üzerine okuyup o dönem savunduğum her şeyin yanlış olmaktan öte insanlık dışı olduğunu görünce bu şekilde düşünmeyi bıraktım. Onlar geride kaldı artık.

    Sadece sorguluyorum. İnsanın en temel eylemi budur.

  7. Yazan:özlem Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    1.Mesela; Kur’anda da gerçekliği kabul edilen “bakireden doğan, 12 havarisi olan Tanrısal figürün” Hristiyanlıktan önceki pek çok kültürde de kelimesi kelimesine aynı biçimde var olması neyi ifade eder?
    Afedersiniz bahsettiğiniz bu ifadeyi açarmısınız. 12 havarisi olan bakireden doğan babasız tanrısal(? kur an da isa’ya tanrısal figür gibi bir anlam verildiğini ilk sizden duydum bunu da açarsanız sevinirim)figür hangi kültürlerde kelimesi kelimesine aynı geçiyor. İsa’dan önce mi isa’dan sonra mı? Hangi tarihi yazıtlarda ne şekilde. kur’an nın hangi kelimeleri ile tıpa tıp. Gerçekten merak ettim.
    2. Hayatınızda hiç ama hiçbir şeye iman etmediğinizi mi düşünüyorsunuz?
    Hasan kardeş hayatında hiç bir şeyin varlığına ya da yokluğuna iman etmemiştir doğru mu?
    3.Enver bey yazınız zaten benim çok sevdiğim bir alanda çok güzel bir yazı olmuş, kaleminize sağlık.
    4. Mehmet Bey bu sitedeki yazılar kadar yazılara konulan resimlerde çok ilgi çekici ama bu yazıya koyduğunuz resim fevkaladenin de fevkinde:))

  8. Yazan:Hasan Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Merhabalar Özlem hanım:

    Sorduğunuz sorunun cevabı şurada:

    Horus’un hikayesi genellikle şöyle devam eder: Horus, 25 Aralık’da bakire Isis-Meri tarafından dünyaya getirilir. Doğumu doğudaki bir yıldızla birlikte meydana gelmiştir. 3 Kral, yıldızı takip ederek Horus’u bulmuş ve bu yeni doğmuş kurtarıcıyı süslemişlerdir. 12 yaşına geldiğinde cömert bir çocuk öğretmendi. 30 yaşına geldiğinde ise Anup tarafından vaftiz edildi ve görevine başladı. Horus’un birlikte yolculuk ettiği 12 havarisi vardı. Hastaları iyileştirmek ve su üzerinde yürümek gibi mucizeler gösterdi. Horus; ”Gerçek”, ”Işık,” ”Tanrı’nın Oğlu”, ”Güzel Çoban”, ”Tanrı’nın Koyunu” ve bunun gibi birçok farklı isimlerle de biliniyordu. Typhon tarafından ihanete uğradıktan sonra Horus çarmıha gerildi, 3 gün boyunca gömüldü ve sonra yeniden dirildi. Horus’un bu karakteristik özellikleri, özgün olsun ya da olmasın, dünyadaki birçok farklı kültürü ve tanrılarını etkileyerek hepsinde aynı mitolojik altyapıyı meydana getirdi.

    Frigya’nın Attis’i 25 Aralık’da bakire Nana’dan dünyaya geldi, çarmıha gerildi, gömüldü ve 3 gün sonra dirildi. Hindistan’ın Krishna’sı bakire Devaki’den, doğumunu müjdeleyen bir yıldızla birlikte dünyaya geldi. Havarilerine mucizlere gösterdi, ölümünden sonra tekrar dirildi. Yunanistan’ın Dionysus’u 25 Aralık’da bir bakireden dünyaya geldi. Gezgin bir öğretmendi, suyu şaraba dönüştürmek gibi mucizeler gösterdi. ”Kralların Kralı”, ”Tanrı’nın Sevgili Oğlu”, ”Alfa ve Omega” gibi birçok isimle anıldı, ölümünden sonra yeniden dirildi. Persli Mithra 25 Aralık’da bir bakireden doğdu. 12 havarisi vardı ve onlara mucizeler gösterdi. Ölümünden sonra 3 gün gömülü kaldı ve yeniden dirildi. ”Gerçek” ve ”Işık” gibi birçok farklı isimle anıldı. İlginçtir ki, Mithra’nın kutsal ibadet günü Pazar’dı.

    İslam, İsa’nın Tanrı olduğunu ve çarmıhta öldüğünü kabul etmemekle birlikte diğerlerini tümüyle kabul etmektedir.

    Yukarıdaki benzerliğin kökeni Mısırlıların astrolojik gözlemlerine dayanıyor.

    Sözü edilen doğudaki yıldız Sirius’dur. 24 Aralık gecesi gökyüzündeki en parlak yıldızdır ve Orion kuşağındaki diğer 3 parlak yıldızla aynı hizadadır. Bu 3 parlak yıldız, antik zamanlarda olduğu gibi günümüzde de aynı isimle anılırlar: 3 Kral. 3 Kral ve en parlak yıldız Sirius, hepsi birlikte 25 Aralık’da güneşin doğacağı noktayı gösterir. İşte bu yüzden 3 Kral doğudaki yıldızı takip eder ve gündoğumunu yani güneşin doğumunu işaret eder. Bakire (virgin) Meryem, başak (virgo) burcundan gelir. Başak ”virgo the virgin” olarak da bilinir. Virgo (başak) Latince’de ”bakire” demektir. Başak aynı zamanda ”Ekmek Evi” olarak da bilinir. Ve başak, elinde bir demet buğday tutan bir bakire olarak tasvir edilir. ”Ekmek evi” ve sembolü olan buğday, hasat mevsimi olan Ağustos ve Eylül aylarını temsil eder. Ayrıca Beytüllahim’in (Betlehem) tam tercümesi ”Ekmek Evi”dir. Bu yüzden Beytüllahim dünyadaki bir yeri değil, gökyüzündeki bir yeri yani başak burcu takımyıldızını temsil eder. Ayrıca 25 Aralık’da, yani kış gündönümünde bir başka ilginç olay meydana gelir. Yaz gündönümünden kış gündönümüne kadar günler kısalır ve soğur. Kuzey yarımküreden bakıldığında güneş güneye doğru hareket eder ve gittikçe küçülerek silikleşir. Günlerin kısalması ve kış gündönümüne doğru hasat zamanının gelmesi antik medeniyetlerde ölümü temsil ediyordu. Bu, güneşin ölümüydü. 22 Aralık’da güneşin yok olduğu en belirgin şekilde görülür. Güneş 6 ay boyunca güneye doğru hareket eder ve o gün ufuktaki en düşük noktasına ulaşır. İşte burada ilginç olan şudur: Güneşin güneye doğru hareketi 3 gün boyunca durur. Bu 3 günlük beklemeden sonra güneş, haç şeklindeki güney takımyıldızının üzerinde yeniden yükselmeye başlar. 25 Aralık’da gerçekleşen bu olaydan sonra güneş bu sefer kuzeye doğru 1 derece hareket eder, günler uzamaya ve ısınmaya başlar, bahar gelir.

    Eski Mısır’da da gayet iyi bilinen bu durumlar, aynı zamanda eski Mısır dininin temelini oluşturmuştur. Gördüğünüz gibi Horus tanrısı buradan türetilmiştir.

    Bu benzerliğe dayalı olarak ilk Hristiyan tarihçilerinden Jsutin Matyr aynen şöyle der:

    Bizler, öğretmenimiz İsa cinsel ilişki haricinde doğdu, çarmıha gerildi, öldü, yeniden dirildi ve cennete yükseldi dediğimizde bizim Jüpiter’in oğullarına inandığımızı sanan insanlardan farklı birşey iddia etmemiş oluruz.

    Yani Martyr, Hristiyanlığın eski pagan dinlere çok benzediğini kabul etmişti. Bunun suçlusunu ise çoktan bulmuştu: şeytan.

    O ibareleri oraya kafa karıştırmak için şeytan yerleştirmişti, Martyr buna inanıyordu.

    İslam da, tümüyle Mısır dinindeki Horus’un bir kopyası olan İsa figürünü ufak değişiklikler hariç kopya etmiştir.

    İsa konusu çok daha karmaşık. Batı’da artık pek çok araştırmacı (örneğin Michael Baigent); İsa’nın isyancı bir Yahudi tarikatı olan Zelotların bir üyesi olduğunu kabul ediyor. Yeni bir din getirmediği de Baigent’in iddiaları arasında.

    İncilin yapısı da bu konuda bize bazı ipuçları vermektedir. İncillerden Matta İncili 60’lı yıllarda havari Matta tarafından yazıldığı iddia edilir. Markos incili de, kendisi bir havari olmayan ama havari Petrus’un yakın arkadaşı olan biri tarafından kaleme alınmıştır. Luka İncili’ni yazan Luka’nın ise İsa ile hiçbir ilgisi yoktur. Aziz Pavlus’un şahsi doktorudur ve ondan esinlenerek yazdığı düşünülür.

    Bu İnciller; İznik Konsiliyle birlikte “kanonik” yani kutsal ilan edilmişlerdir. Bu Konsilin toplanma nedeni o dönem yaşanan İncil enflasyonuydu. İpini koparan İncil yazmaya girişmişti. Konsil’de yalan olduğu kabul edilen İncillerin bazılarında Hristiyanlık tarihi ile ilgili ilginç bilgiler de vardır. Örneğin bazılarında İsa’nın kızı ve karısı olduğu söylenir. Kimilerinde de başka şeyler.

    İslam’daki İncil yorumunu ayetler üzerinden bir dönem incelemiştim. Ama ne dediğini tam olarak anlayamadım. Allah, Kur’anda İncil’in tahrif edildiğini söylüyor. Müslümanlar da İncillerin papazlar tarafından değiştirildiğini iddia ediyor.

    Peki hangi İncil? Bu İnciller zaten yazılış itibariyle “ilahi” değil ki. Elbette Papalık, bu incillerin Tanrısal esinle yazıldığını iddia etmektedir, zaten etmese şaşardım. Tahrif olunan bunlar mı, başka bir şey mi?

    Kur’ânda bu durumla ilgili pek bir şey yok.

    İncil’in bu yapısıyla ilgili hiçbir şey geçmezken aynı zamanda İsa’ya bir kitap verildiğini ve bunun incil olduğu söyleniyor.

    Elbette ki burada İncil derken, İsa’ya anlatılan, mushaflaştırılmamış sözler de olabilri. Zaten aslında, ilk indiğinde Kur’an da bir kitap değildi. Sonradan mushaflaştırıldı. (Derlenme aşaması da tam bir maceradır, inceleyeniz. Yakılan derlemeler, kayıp ayetler, “yahu bu sure ötekisinden daha uzun değil miydi?” diyen sahabeler ve hatta son olarak “kimse kur’anın tamamı benim elimdedir demesin. onun çoğu kaybolmuştur.” diyen İslam alimleri. )

    Benzer şeyler, Musa için de var. Onun hikayesi de bir takım mitolojik ögelerle benzerlik taşıyor. Hatta onda bu durum isim benzerliğine kadar gidiyor.

    Bu konularla ilgili hazırlanmış Zeitgeist isimli bir belgesel var. Tavsiye ederim.

  9. Yazan:Hasan Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Aynı zamanda Musa’nın ve Yahudilerin yaşadığı topraklarda tek Tanrı dogması yeni bir şey değildi. Bilinenin aksine, tek Tanrı inanışı Yahudilikten daha önce de vardı.

    Bunun bilinen ilk örneği, yine Mısır’da başlıyor. Akhenaton isimli Firavun; Tanrı Ra ile Tanrı Amon’u birleştirip ikisinden Aton isminde yeni bir Tanrı yaratıyor. Bunun üzerinden de bir din kuruyor, böylece tek Tanrılı hayata ilk kez geçilmiş oluyor.

    Ancak bu dine Akhenaton’dan başka hiç kimse inanmadığından, onun ölümüyle birlikte dini de tarihe karışıyor.

    Akhenaton’un Aton dinini kurma nedeni siyasidir. Karnak Rahiplerinin etkisinden kurtulmanın yolu olarak bütün Tanrıları tek isim altında birleştirmek ve bu eksende yeni bir din kurmayı seçti. Nitekim ömrü boyunca da o ve çevresi bunu yaptı. Bu esnada Amon rahiplerinin işlerine son verdi. Tabii bütün bunlar halk arasında büyük kargaşaya yol açtı. Ölümünden sonra oğlu Tutankhaton başa geçti ve Akhenaton’un dinine son verildi. Ayrıca Aton tanrısı için kurduğu Amarra şehri de lanetlendi ve terkedildi.

    Mısır dininde ” Tanrıları birleştirmek” ilk defa Akhenatonla başlayan ya da onunla son bulan bir şey değildi. Ondan önce ve sonra da her yeni krallıklar döneminde Tanrılardan ikisi ya da daha fazlası tek isimle birleştirildi. Ancak bu etkili bir değişim değildi ve o zamanın halkı için inanılacak nedenleri de vardı. Aynı şeye Yunan ve Hitit dinlerinde de rastlanıyor.. Bu Tanrıları yaratan insan; işine geldiğinde birleştiriyor, işine geldiğinde savaştırıyor, işine geldiğinde ise birleştiriyordu. Örneğin Hititlilerde her şehrin bir Tanrısı vardı. Ancak bir şehir diğerine egemen olursa yenilen şehrin Tanrısı yok oluyordu.

    Aynı zamanda, Dünya Tarihinin Perde Arkası isimli bir kitapta, Mısırlı ejiptologlar, Musa’nın Akhenaton’un atonist generallerinden biri olduğunu iddia ediyor.

  10. Yazan:Hasan Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Bir soruya cevap yazmayı unutmuşum.

    2. Hayatınızda hiç ama hiçbir şeye iman etmediğinizi mi düşünüyorsunuz?
    Hasan kardeş hayatında hiç bir şeyin varlığına ya da yokluğuna iman etmemiştir doğru mu?

    Bu, keskin bir iddia olur. Kendimi tümüyle “iman etmeme” üzerinde konumlandırmaya çalışıyorum. Çünkü, bilgi aktarımı dediğimiz şey, onun içeriğinden ve doğruluğundan ziyade, faydasına göre gerçekleşiyor.

    Bu bakımdan bize öğrendiklerimiz, tümüyle bize gösterilenler. Pulitzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’nde de bahsettiği şey: “öylebilsinlercilik”..

    Bu böylece dururken herhangi bir şeye iman etmek şöyle dursun; liberalizm dahil her şeye eleştirel yaklaşmaya çalışıyorum. Tanrı’nın varlığına da yokluğuna da iman etmiyorum. İlkinin de ikincisinin de “bilinebilinecek” bir şey olmadığı açıkça ortada. Bunlara sadece inanılabilir.

    Ama, en doğrusu, agnostisizm olacaktır. Mutlak inançsızlık. Bunun da sonu solipsizme kadar gider tabii, dikkat etmek lazım.

  11. Yazan:eg Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    bence mehmet “gizli” sanatçı. yazılara koyduğu resimler tam anlamıyla yazının özünü taşıyor. bir fikri, düşünceyi imgesel hale getirmekte bence oldukça başarılı. bu da zaten sanatçılık demektir. çok teşekkürler mehmet.

    hasan kardeşim dine bakın sadece bir örnek vereyim: 10-15 yıl önce tasavvufa şirk olarak bakarken şimdi tamamen başka bir noktadayım. bu kadarı sizi “keser mi?” acaba:))

  12. Yazan:Atilla Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Biz Türkiye’de yaşıyoruz. Buraya Aydınlanma felsefesi de anti-Aydınlanma felsefesi de ithal malı gibi giriyor. İkisinin de işimize yaramayacağı kanısındayım. Her ne düşüneceksek kendimiz düşünebildiğimiz zaman faydasını görürüz. Eğer tercihim uzmanlaşmamış cahiller ile uzmanlaşmış cahiller arasında olacaksa, ben şüphesiz ikincisini seçerim. Heidegger’in Foucault’nun üniversiteleri eleştiri konusu yapılan uzmanlaşmış cahillerle doluydu ama acaba bir üniversitenin Heidegger gibi düşünürlerle dolu olması mümkün müdür, mümkünse bile arzu edilir mi? Avrupa’nın üniversitelerini Heidegger’i Foucault’su ve pozitif bilim anlayışıyla çalışan binlerce uzmanıyla beraber mucize marifetiyle ülkemize getirme imkanımız olsa, yazarımız bunu başımıza gelen bir felaket olarak mı, yoksa bir fırsat olarak mı değerlendirirdi?

  13. Yazan:eg Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    hasan kardeşim,
    benim “aradığım” ile sizin aradığınız çok farklı şeyler. ben insan-ı kamil’in izini sürüyorum. bu çaba ise modernitenin insanı düşürdüğü bataklığın farkına varmakla olur. 20.yy filozoflarından bunun farkına varıp da “nereye gidiyoruz, nasıl bu hale düştük” diyen çok düşünür vardır. okuyun… sadece bunu diyebilirim size. yoksa sorularınızın cevabı zaten yazının içinde var. bilimci “iman” ile diğerinin farkı da; bilginin nasıl olup da iktidar mekanizması haline geldiğinin de…bilginin iktidarla kurduğu bu sıkı ilişki çok modern bir şeydir. okuyun… yazdıklarınızın hemen hepsinde foucault’un da dediği gibi( “Bu dünya, kendi hedeflerinin değerliliğine kendisini inandırmak için, disipline edilmiş her aklın kutsadığı kelimeleri sürekli tekrarlıyordu.”) aynı şeyleri tekrar edip duruyorsunuz. halbuki aydınlanma öncesi iktidar yapıları ile; insan- insan; insan- tanrı; insan-doğa ilişkileri vesaire, aydınlanma sonrasında çok radikal değişiklikler gösterir. bu radikal değişiklikler en büyük toplu kıyımları da yaratmıştır aynı zamanda. eski dönemlerdeki en büyük savaşların tümünün toplamında ölen insan sayısı bile muhtemelen 2.dünya savaşında ölenlerin toplamı kadar değildir. doğanın geldiği noktayı görmemek için kör olmak lazım. bunlar sebepsiz mi? benc eokuyun daha çok okuyun. batılı felsefecilerden düşünürlerden de moderniteyi eleştirenleri, gelenekselcilerden de moderniteyi eleştirenleri okuyun. belki ancak o zaman ne dendiğini anlayabilirsiniz. çünkü benim yazılarıma yazdığını yorumlar yazılarımı hiç ama hiç anlamadığınızı düşündürüyor; bunun da fanatik bir din ve tanrı düşmanlığı ile ilgili olduğunu düşünüyorum…

  14. Yazan:eg Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    “Avrupa’nın üniversitelerini Heidegger’i Foucault’su ve pozitif bilim anlayışıyla çalışan binlerce uzmanıyla beraber mucize marifetiyle ülkemize getirme imkanımız olsa, yazarımız bunu başımıza gelen bir felaket olarak mı, yoksa bir fırsat olarak mı değerlendirirdi?”

    :))sadece şunu söyleyeyim…heidegger, foucault benim batı düşüncesinde örnek verdiğim insanlardır. ancak benim fikir kaynağım çok daha başka yerlerden filizlenir. keşke foucault, heidegger bizim felsefe bölümlerimizde de olabilseydi. ama muhtemelen onlara sadece felsefeci diye saygı gösterirdir. ama “izinden” gitmezdim. binlerce uzmana gelince, zaten eleştirim de o “binlerce” uzmana. uzman cehaleti bizim ülkemize has birşey değil, tam tersi batı düşüncesinin bir türevidir. benim hayatımda felaket olmazsa fırsat olur diye bir düşünce (ya da tersi) yok. zaten batı düşüncesinde de bir tane heidegger var, binlerce değil!!!

  15. Yazan:Hasan Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Sayın eg;

    Modernizmin miladı olarak her neyi kabul ediyorsanız edin, bunun öncesiyle sonrası arasında ciddi bir farklılık yok. En azından kendi konum için söyleyeyim; tarihsel açıdan hiç farklılık yok. Savaşlar ve onların temelindeki duygular hiç değişmiyor.

    Ama değişen bazı şeyler de var. Şu anda, hukuksal olarak eski krallıklardan vs. çok daha öndeyiz. Bu tartışılamaz ölçüde doğru bir şey. Aynı zamanda teknolojik olarak da ilerideyiz.

    Bunlarla birlikte modernizm insanı körelttiği, doğayı katlettiği de tümüyle doğrudur. Çağımızın felsefesi: daha fazlasını iste.

    Ama bu, dinlerle çözülebilecek bir şey değil. Bir çelişki, kendi içinde çelişen başka bir çelişkiler yumağı ile nasıl çözülebilir?

    İnsan-ı kamil arayışı, islam da dahil her dinde, dinleri de geçin her felsefe de vardır. Übermensch, vesaire. Bu, ona özgü ya da sadece o takip edilerek ulaşılabilecek bir şey değil..

    Zaten galiba ulaşılabilecek bir şey de değil.

    Yazdıklarınızı epey zamandır -sinema ile ilgili olanları -ilgi alanım olmadığı için- hariç- büyük bir dikkatle okuyorum. Fanatik, otomatik bir karşıtlık gütmüyorum. Sadece sorgulamaya çalışıyorum. Yapmak istediğim bu. Modernite konusunda farklı düşünmüyorum sizden. Ama bir şeyin yanlış olduğunu ifade etmek, ne yazık ki nasıl doğru olabileceğini söylemek adına yetmiyor. Bana göre siz bu sorunu, ondan daha kötü bir şeyle çözmeye çalışıyorsunuz.

    Her neyse, bunları 15 yıl sonraki buluşmamızda tekrar ele alırız.

  16. Yazan:özlem Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Öyle ise şu şekilde birbirimizi daha iyi anlayabilmek için adım adım gidelim. Çağdaş felsefe bize şunu söyler insanın serüveni somuttan soyuta çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru yol aldı. İnsanlar önce anlamlandıramadıkları doğal olaylar kendi varlık sorunsalları, korkuları karşısında sığınacak tanrılar aramaya başladılar ateş, güneş, putlar sonra tanrı kavramı daha soyuta döndü. Ve önceleri çok tanrıcıydılar. Sonra insan düşüncesi ve zekası ilerledikçe tek tanrıcılığa doğru gelişim gösterdiler mesela sizin örnek verdiğiniz ilahların eski mısır’da birleştirilip tek bir ilaha dönüşme hikayesi gibi. Tevhidi dinler ise bize şunu söyler. İnsanoğlu ademin yaratılışından itibaren tek tanrı mevhumunu tanıyordu. Bütün peygamberler insanlığa tek bir yaratıcıyı anlattılar. Ancak her dönem dinlerin bu tevhidi karakterini bozup çok tanrıcılığa, putperestliğe dini evirmek isteyen insanlar oldu. Dinler tahrif edildikçe Allah sayısını tam olarak bilemediğimiz peygamber yolladı ve vahdeti öğretti. Yani eski mısır’da da hindistanda Da ya da dünyanin herhangi bir yerinde bir zamanlar tek tanrılı dinlerden izler görmek bizler için şaşırtıcı değil olağan mevzular. Çünkü tek tanrıcılık İsa ile doğmadı. Zaten ademden beri vardı. Yine Hristiyanlığın içerisinde pagan unsurlara rastlamak da bizim için şaşırtıcı bir olay değil. Çünkü İslamın zuhur sebebi zaten budur. Tevhidi dinlerin pagan ve çok tanrıcı batıl bazı dinlerin etkisi altında kalarak tahrif olması. Mesela çok basit benim aklıma gelen bir iki örnek Hristiyanlık yeni yılının, çam ağacı motifinin tam da hristiyanlık öncesi bir takım pagan motiflerden iktibas edilmesi. Ya da Meryem ananın, Hz. İsanın ilahlaştırılması ya da kiliselerdeki Meryem heykellerine bakın
    bir de Efesteki tanrıça heykellerine bir de aralarındaki inanılmaz benzerliğe. Yine haç gibi bir takım sembollerinde eski Mısır dinlerinde bildiğim kadarı ile yeri var.
    Ama Meryem’in bakire olarak doğum yapması ile ilgili kıssanın tabiki islamda ‘da yeri var. bu kıssaları eski Mısır ve sümer hikayelerinden esinlenme olduğuna dair iddia sanırım bahsettiğiniz belgesel ile populer oldu. Ancak hem turan dursun’un(ki kendisinin iddialarına konu olan hadisler son derece tartışmalı tek taraflı zayıf ve yanlıdır)hem de bu belgeselin iddialarını sorgulamadan hemen kabul etmemekte fayda var. Aşağıda linkini verdiğim sitenin sahibi de bir ateist olmasına rağmen buradaki iddiları üşenmemiş tek tek araştırmış ve çok ilginç saptırmalar bulmuş. Ben büyük kısmını okudum göz atmanızı tavsiye edebilirim.:) Bence agnostik olmak ateist olmaya nazaran daha mütevazi ve az dogmatik bir pozisyon. En azından araştırma ve öğrenme kapısı kapalı değil.
    http://suphecimelek.wordpress.com/2009/04/15/zeitgeist1/ sitenin adresi.

  17. Yazan:bora Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    hasan bey, yazınızda çok eleştirilecek nokta ve şaibeli alıntılar var. ancak vakit dar. belki sadece şu cümlenizden çıkarak bir şeyler söylemek mümkün olabilir.

    “Çünkü dinler; aslında “barış” isteyen şeyler değildir. “Doğası gereği” yapamaz bunu, çünkü dini gönderdiği iddia edilen varlık bile zaten kendine inanmayanlara karşı hiç de “demokrat” değildir. Din dediğimiz şey; herşeyden evvel bir iktidar projesidir, bu şekilde kullanılır ,gerisi fasa fiso.”

    dinler’in iktidar aracı olarak kullanılıp uygulamada tahrif edildiği doğrudur. ancak bu din’e değil onunla etkileşime giren insana izafe edilir. çünki insan melek değildir. ona gelen her bilgi nefsani eğilimleri ile karışarak ifade bulur. bu tasavvufta aynadaki temizlenmesi gereken kir yada lambadaki is’tir.

    dinlerin farklı düşünenlere karşı hoşgörüsüzlüğü doğru değildir. tevrat’dan kur’an a kadar bütün dinsel metinlerde öteki ile iyi etkileşimi teşvik yönünde örnekler ve tavsiyeler vardır.

    dinler ancak kendisine savaş açanlara karşı savaşır ve kafir kavimlerin elindeki kardeşlerini kurtarmak için mücadele ederler.

    dinlerin tek düşmanı vardır o da şeytan’dır. açıkça din şeytan’ın ve ona uyan nefsin saltanatını yıkmak ve eşrefi mahlukat potansiyeli olan insanı korumak üzere gönderilmiştir.

    bütün kötü şeyler bugün bilimcilerin pek inanmadığı şeytan’dan kaynaklanır ve buna eğilim gösteren nefs sayesinde hayata geçer ve yayılır. dikkat edilecek olursa bu mücadelenin bazı belirli dayanak noktaları vardır. bunlar emir ve yasaklarla belirlenmiştir. örneğin zina yapma, içki içme, kumar oynama, fal baktırma gibi. bu gün kimse bunların toplum ve insan üzerindeki tahribatını inkar edemiyor. diyebildikleri tek şey, haklısın ama nefsime güç yetiremiyorum.

    din açıkça kötü insana karşı mücadele halindedir. yoksa ateist, sosyalist yada başka bir dine mensup masuma karşı değil. hatta bunların temizleri belki inanıyorum diyenden fıtri olarak çok daha fazla müslümandır da tebliğ metoduna ayak direr. insanların çoğu malesef din bu ise ben bunlardan değilim diyor bugün.

    işte din adım adım alanını genişleterek Allah’ın yeryüzünde istediği düzenin kurulması için çabalar. karşı gelenlerle savaşır. siz kızınızı fahişe, oğlunuzu alkolik ve kumarbaz yapmaya çalışan birisiyle savaşmaz mısınız?

    lütfen dine izafe edilen yanlış uygulamalara bakıp karar vermeyin. Allah’ın niyetinin ve isteğinin insan fıtratıyla ne kadar uyumlu olduğunu görmek için kaynaklara bakın ve Allah’ın sadece insanı korumak ve kemalata erdirmek için vahyettiğini göreceksiniz.

    iman noktasında Allah’a iman dille ikrar şeklinde algılanır ama bana kalırsa tecelli’ye mashar olmayanın gerçekte imanı da yoktur. yani o taklidi bir iman üzerinedir ancak tecelli’ye mashar olanlar için Allah ve din ispatlanmıştır. artık o nasıl gördüğünü inkar edemezse Allah’ı da inkar edemez. Allah bu şekilde kendini kuluna ispatlamaya kadirdir. ancak bunun için aşk gerekir. aşkın belirtisi ise sevgilinin hiç aklından çıkmamasıdır. Allah istediği kulunun kalbine bu merak ve aşk tohumunu atar ve onu kendine çekip ona kendini ispatlar, şüpheden temizler.

    bu gün malesef peygamberi bir davetle karşıkarşıya değiliz. o yüzden insanların şüphelerini anlayışla karşılamak gerekiyor. ama iyi bir insanın Allah ile mücadelesi bile aslında onun Allah’ın oltasına yakalandığının göstergesidir. Allah ile savaşanlar eğer iyi kalpli iseler ve mücadeleleri samimi ise genellikle yenilir ve teslim olurlar.

    siz nasıl komünistlerin insan kardeşlerini sömürücü kapitalistlerden kurtarmaya çalıştığını ve bu mücadelenin desteklenmesi gerektiğini düşünüyorsanız bir müslüman da insan kardeşlerini nefsani ve şeytani sömürücü yönetimlerden kurtarmak ister. tek fark 19. yüzyıl tanrısızlaştırmasıdır. örneğin freud’un id-ego-süperego denklemi tasavvufta havatıra gelen etkilerin kaynakları olarak tarif edilmiştir. bu gün içgörüsü olan her insan kendi içine bakıp bu kaynakları tespit edebilir. freud’un modelinin tek farkı onun tanrısızlaştırılmış olmasıdır. ama ilhamını yahudi mistisizmden almış olması muhtemeldir.

    komünizm’de özünde şeytana karşı mücadeledir ama tanrısızlaştırılmış, aklileştirilmiştir. hangisi daha yetkin derseniz bana kalırsa kaynak çok daha yetkindir.

    selametle

  18. Yazan:eg Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    hasan kardeşim,
    bence yazdıklarımdan “sadece” sinema ile ilgili olanları okuyun bence.

  19. Yazan:eg Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    hasan kardeşim,
    bakın size şöyle birşey tavsiye edeyim. insanı “kuru aklının kafesinden” kurtaran şeylerden bir tanesi de sanattır. sanat insanın bir kalbinin olduğunu, akıl dediği “şeyin” hakikati anlamak konusunda ne kadar aciz olduğunu anlamak için çok önemlidir. çünkü kızmazsanız sizde kendimin üniversite çağlarımın başlangıcındaki hallerime benzetiyuorum. herşeyi çok büyük önem atfettiim aklımla çözebilecğeim yolunda sonsuz bir güvenim vardı. bu gerçekten çok komik bir güvendir aslında ama bu komiklik sizden kurtulup gidinceye kadar da sizin kafanızı duvara vura vura kendisinin sadece komiklik değil traji-komiklik olduğunu anlatır size. ben daha önce dediğim gibi 15 yıl sonra -inşallah yaşarsak- görmek isterim sizi. ama size mesela kendi yazılarımdan sadece sanatla ilgili olanlarını okumanızı tavsiye ediyorum. çünkü sadece sanat insanın ne kadar derin bir varlık olduğunu anlatır insana…

    bu arada niçe’nin üst-insan kavramıyla insan-ı kamil çok farklı şeylerdir… niçe de büyük bir hakikat arayıcısı olmakla birlikte beyni onun aradığı hakikate ulaşmasına asla izin vermemiştir. anlayabildiğim kadarıyla sizde de iyi bir beyin var; ama inanın bana kalp olmadan beyin kocaman bir çöp tenekesidir. sevgiyle

  20. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    Benim en çok anlamadığım nokta:neden her kötülüğün kaynağı din(ler)de aranır ya da din ile ilişkilendirilir?Katılımcılar beni bağışlasın,konunun biraz olsun anlaşılması adına kendimden örnek vermek durumundayım.Kesinlikle olayın merkezine kendimi koymak ve bu anlamda bir belirleyicilik atfetmeyi amaçlamıyorum.
    Sadece insan olmam hasebiyle söylemek istediğim bir iki sözüm olacak.Dindar biri değilim.Daha doğrusu dini bir inancım yok ve kafamda silemediğim bir yığın kuşka var dine ilişkin.Ayrıca tanrı konusunda da kafam bir hayli karışık.Fakat bu kuşku asla bir antipatiye dönüşmedi bende.Dindar olmamakla birlikte dinin insan ahlakı ve manevi değerleri üzerinde olumlu anlamda düzenleyici/dengeleyeci bir rolü olduğunu düşünürüm.Her ne kadar din olmazsa da ahlak,erdem,iyi ve kötünün kriterleri ayırd edilebilir dense de bana göre bütün bu maazam düzenleyici bütünlük dinlerden beslenmiş,oradan süzlüp gelmiştir.Ateizme yakın seküler toplumlarda da bu böyledir.Zira,insan denen varlığın içsel dünyasını temsil eden,maneviyatını belirleyen yegana olgu dindir.
    Dolayısıyla bunun birileri tarafından yanlış uygulanması ya da çıkar amaçlı istismar ediliyor olması bu gerçeği değiştirmiyor.Tıpkı ölümcül bir hastalığı şifa etmeye yarayan bir panzehirin kötü niyetli bir hekim tarafından insan yaşamına kast eden bir materyala dönüşebileceği gibi bir şeydir bu.Böyle olması durumunda kötülüğün kaynağı o ilaçta değil uygulayıcısında aranmalı.Hukuk da böyledir,bilim de,sanat da.Din(ler)e bu çerçeveden bakmak gerekir.
    Ancak burada çok önemli bir farkı da ıskalamamak gerekir.Evet dinin de bu anlamda kötü emellere alet edilme riski vardır.Tarih boyunca bunun sayısız örnekleri de olmuştur kuşkusuz.Fakat asla insan yapımı teknolojiler,sistemler,bilim vs.kadar tahripkar olmamıştır.Toplum bir şekilde doğru ile yanlışı birbirinden ayırarak gerçeklerin farkına varabiliyor.Ama “bilimin kutsallığı”nda böle bir şansa yer yoktur.En yararlı bulunduğu alanlarda bile insanlığa,doğaya verdiği tahribat ortadır.Çağımızın insanî değerlerinin nasıl yozlaştığına,doğanın karşı karşıya bırakıldığı geriye dönüşü olmayan tahribatlarına bakmak yeterlidir.Peki,insanın kendine gittikçe yabancılaştığı,türlü hırslarına yenik düştüğü çağımızın ilişkilerinden hangi dini sorumlu tutabiliriz?Hangi dini inanç veya felsefe buna cevaz vermiştir?Ve hangi din acaba doğanın tahrip ve talan edilmesine neden olmuştur?Peki bilim için aynı şeyleri söylemek mümkün mü?

  21. Yazan:bora Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    aziz bey, çok önemli bir noktaya değinmişsiniz. hiç bir din bu gün bilimsel, teknolojik gelişmenin dünyaya verdiği zararı vermedi. bu gün yeşilleri destekleyen bilim adamları bizim hali hazırdaki teknolojimizin fayda değil atık ürettiği konusunda hemfikirler. bir birim mal için 200 birim atık üeten bir teknoloji bu. insanlık adeta bindiği dalı kesiyor ve şu heykelleri ile meşhur adanın akibetine doğru ilerliyor. o adadakiler putlar yapmak için adadaki bütün ağaçları kestiler ve son ağaç kesildiğinde soyları da tükendi.

    ancak bu tür kötü akibet tek başına ilime izafe edilemez. arkasında siyasi bir amaç olmasa kimse atom bombası yapmazdı. bu gün abd hala kyoto’yu imzalamıyor çünkü rekabetçi bir toplumda kendinizi güvende hissedebilmeniz için hep daha fazla gelişmelisiniz. yoksa çinliler yada ruslar sizi geçer ve tahakküm altına alır. böyle bir akibetten korunmak içinde toplum bazı şeylerden feragat edebilir. bu rekabet, düşmanlık ve korku hisleri olduğu sürece insan uzak ihtimal gördüğü sorunlara karşı önlem almayacaktır. belki bu birazda “şeytan sizi fakirlikle korkutur” ayetinin tecellisidir. insanlar, toplumlar korkuyor ve korkularını yenmek için giderek daha zengin, daha güçlü olmak istiyor. halbuki bu süreçte belki kendilerine düşmanın verebileceğinden daha büyük zarar veriyorlar. bu bir kısır döngü. soğuk savaşta kendi meşruiyet zeminini pekiştirip genişletmiş bir eğilim.

    bize göre ise bilim Allah’ın Alim isminin bir tecellisidir. “bilinmez bir hazineydim, bilinmek istedim. o yüzden varlıkları yarattım.” kutsi hadisine göre insanın yaradılış gayelerinden ve en önemli hassalarından biri bilmektir. bilmek ise merak ve araştırmayla olur. bu konuyu aydınlatabilecek başka bir nokta ilahi tecellide tekrar olmamasıdır yani kültürel evrimin ve teknolojik evrimin altında Allah’ın her an başka bir şende olması ve yaratılışı misli ile inşaa etmesi vardır. elbette bu inşaa faliyetinde insanın da payı vardır. yani teknolojik ve kültürel gelişme özünde sahih temellere sahiptir ancak yüzeyde çarpıtmalara uğramıştır. kaynak temizdir ama eğilim yüzeye çıkarken nefsle etkileşime girdiğinde çarpıtılıp yozlaşmaya eğilimlidir. bu bir anlamda Allah’ın şafii isminin tecellisi kabul edilebilecek günümüz doktorunun nefsine yenilerek emanete ihanet etmesi ve şifa vermek yerine hastasını öldürmesine benzer. böylece kendi rabbi olan eğilime ve isme ihanet etmiş olur. yine o bu ismin hakikatini örtmekle kafir olur.

    selametle

  22. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    Paylaştığınız değerli fikirleriniz için teşekkürler.Sanırım kutuplaşma tuzağına düşmeden de birbirimize anlatabileceğimiz ve birbirimizi dinleyebileceğimiz fikirler her zaman vardır ve olmalıdır.Yeterki hakikate ulaşma yolunda anlama çabası içerisinde olalım ve bizlere dayatılmış ideolojilere itibar etmeyelim.Bence bunu başardığımızda dinin de,bilimin de,sanatın da insanlığa daha yararlı olmasını sağlayabiliriz.Yoksa birinden yana taraf olmak,ötekine düşman olmak değil hadise.
    Saygı ve muhabbetle…

  23. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    Bora bey,bir önceki yorumu size hitaben yazmıştım.Sanırım aceleyle isminizi eklemeyi unutmuşum.Dalgınlığıma vereceğinizi umuyor sevgi saygılarımı iletiyorum.

  24. Yazan:bora Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    kesinlikle katılıyorum. zaten öbür türlüsü sen yürüyorsan ben oturuyorum inatlaşması kadar saçma olurdu. bu gün batıya körükörüne karşı olan islami eğilimler kolayından onlar teknoloji ile ilgileniyorsa demekki kötü bir şey yargısına sahipler. fanatik batıcılar da benzer bir saçmalık içinde savrulmaya yatkınlar.

    aslında sorun biraz anlam hiyerarşilerindeki anlaşmazlıktan kaynaklanıyor. yoksa batılıların 8 böbreği ve 3 gözü yok 🙂 sorun birbirlerinde reddettiklerinin nüvesinin aslında bizatihi kendilerinde olduğunu görmek istememeleri.

    eski müslümanlar aristo’yu çevirip, yorumlayıp batıya öğretebilecek kaabiliyette idi. dinin sınırlarını aşan yada onunla çelişen şeyleri dışarıda bırakıp toplumlarına faydalı şeyleri almakta tereddüt etmezlerdi.

    merhum ali şeriati bile şah rejimini koruyan ve ona meşruluk kazandıran din adamlarına karşı marksistlerin yanında yeralmış ve din adamlarının halkı kandırdığını vaaz etmişti.

    bu gün doğu-batı geriliminin en büyük nedenlerinden biri ortak bir anlam haritası üzerinde çalışamamamızdır. oysa öne çıkartılan kavramların, düşüncelerin o anlam haritasında bir yeri vardır. bu nedenle herkes kendi haritasını kurma ve diğerlerinin işaret ettiği noktaları inkar etme eğiliminde. herkes babil kulesinin yıkıntılarından kendi kuleciğini yapmaya çalışıyor sanki. körü körüne tarafgirlik ve beyin yıkaması ile elde edilmiş önyargılar objektif algıyı köreltiyor.

    selamlar

  25. Yazan:Hasan Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    işte din adım adım alanını genişleterek Allah’ın yeryüzünde istediği düzenin kurulması için çabalar. karşı gelenlerle savaşır. siz kızınızı fahişe, oğlunuzu alkolik ve kumarbaz yapmaya çalışan birisiyle savaşmaz mısınız?

    Yapmayın efendim; dinin meselesi bu mu? Ya da bu dinin meselesi mi? Başka hiçbir şeyin meselesi olamıyor mu?

    Fahişeliğin kötü bir şey olduğunu söyleyen din de cariyeler neden var?

    Dört kadın niye var? Bu daha mı onurlu bir şey fahişelikten? Resmen “kadın erkekten bir adım geridir” deniyor. Daha mı iyi bu? Turunç göğüslü kızlardan bahsediliyor Kur’anda; bu daha mı iyi?

    Dinlerin kötüye kullanıldığı ve bu aşamada tahrif edildiği doğrudur da.. Özü o kadar doğru bir şey midir acaba?

    Doğruyu bulmanın tek yolu olarak dini görüyorsunuz. Bu böyle değil. Doğruya gidemiyor din; çünkü bir dönemin doğruya gidiş yoluyla başka mistik şeylerin karışımından, dönemin gerçeklerinin birebir uzantısı şeylerin bir karışımıdır din. Bu yüzden sürekli din gelir. Bu yüzden bilme gücü arttıkça; çok tanrılı hayat da terkedilmiştir.

    Aynı zamanda Tanrı ve din tasavvuru, toplumun o dönemki durumuna göre de şekillenir. Bakınız, Müslüman düşünür Hasan Hanefi ne diyor:

    ”(…) Bağımsızlık istediklerinde Allah’ı bağımsızlık imajı olarak tasvir etmişler, ırkçılığa karşı ederken o’nu bir müttefik olarak algılamışlar;aynı şekilde kendilerine zulmedenlere karşı Allah’ı intikamcı,felaketlere uğrama durumunda koruyucu,günahlardan sakınmada ise bağışlayıcı olarak telakki etmişlerdir”

    Benzer şeyler tam tersi için de geçerlidir. Örneğin, Batı’da başlayan köle ticaretine bir süre sonra kilise bir kılıf bulmuştu: yamyamların ruhları kirliydi ve temizlenmeliydi!

    Bizde de buna benzer olarak “kardeş katli” gibi uygulamalar vs. var.

    Animist dinlerden bugüne kadar gelen-giden bütün dinleri paralel olarak incelediğinizde zaten hem anlatım olarak, hem kullandığı hikayeler olarak müthiş benzerlikler var. Çıkış kaynağı olarak da benzer şeylere dayanıyor bunlar.

    Burası ortada.

    Dinlerin özü itibariyle barış istemediği meselesine gelelim. Şimdi burada şu var: faşizm dahil özünde her düşünce bir ideal düzeni ifade eder. Bunun peşinde koşar ve her şeyi bunun için yapar. Ancak bunu kendi kuralları dahilinde görür; ve “ideal düzenin” ancak herkesin bu kurallara uyması dahilinde gerçekleşebileceğin söyler.

    Biz buna barış ve adalet diyemiyoruz.

    “Allah’ın kurallarını herkes uygulasın, herkes uysun, biat etsin bakın nasıl barış ve huzur gelecek” cümlesine kimse ağzıyla gülmez.

    Kaldı ki, Allah’în kuralları bir değil ki. Hristiyanlığı var, Museviliği var, İslam’ı var. Hepsi de kendi şeriatının uygulandığında dünyanın huzuru bulacağını iddia ediyor. Kanıt istediğinizde ortaya sunabildikleri somut bir şey yok.

    Burada yanılgınız, insanların “insanca” yaşamaya Allah’ın emirleriyle başladığı yanılgısı. Çok yanlış bir şey bu. Bugün bankalarda Q-matikten kağıt alıp öyle sıraya geçmeyi bize Allah mı öğretti? Kırmızı ışıkta durmayı, ağzımızda yemek varken konuşmamayı vs. Allah mı öğretti bize?

    Bunlar bir arada yaşamın gereklilikleridir. Yani sosyolojik bir durumdur. Dinler tarafından dünyaya getirilmemiştir. En ilkel kabilelerde bile vardır. ( Bugün yaşadıkları keşfedilen ilkel kabilelerde bile görülüyor bu. )

    Şimdi bu dinlerin ne kadar barış sever olduklarını ayet üzerinden inceleyelim:

    Eski Ahit/Yeni Ahit’ten:

    “…memlketin ahalisini sizin elinize vereeceğim;ve onları kendi önünden kovacaksın.Onlarla ve ilahlarıyla ahdetmiyeceksin.Bana karşı suç işlettirmesinler diye,onlar senin diyarında oturmayacaklar.”

    “Allahın,Rab,mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyara seni götüreceği ve senin önünden çok millletleri,Hittileri ve…kovacağı Allahın Rab onları senin eline vereceği ve sen onları vuracağın zaman onları tamamen yok edeceksin onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın ve onlarlaa hısımlık etmeyeceksin;kızını onun oğluna vermeyeceksin ve onun kızını oğluna almayacaksın…çünkü sen Rabbe mukaddes bir kavimsin*; Allahın Rab,Yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has kavim olmak üzere seni seçti. ”

    Okursanız, çok daha vahşilerin bulabilirsiniz. Bu ayetlerdeki önerilerin bir kısmı İslam’da da var. Örneğin bir Müslüman kadın gayr-i müslim bir erkek ile evlenemiyor. Aynı zamanda Yahudilerin bir dönem seçilmiş kavim olduğu Kur’ânda’da yazar.

    İncil (yeni ahit) de Eski Ahit’i kabul ettiği için, dolayısıyla bu ayetleri de kabul etmiş olur.

    Gelelim İslam’a:

    “Ey iman edenler!Yahudileri ve Hristiyanları gönül dostları edinmeyin.Onlar birbirlerinin gönül dostlarıdır.Sizlerden kim onları gönül dostu edinirse o ,onlardandır.Allah zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz”

    O haram aylar çıktığında artık müşrikleri nerede görürseniz öldürün. Onları yakalayıp hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun! Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekat verirlerse onları serbest bırakın.

    Yine ararsanız çok daha fazlasını bulabilirsiniz.

    Bunların bir açıklaması yok. “O dönem için gelmişti” gibi bir açıklama da geçerli olamaz. O dönem için bile vahşice bir emir çünkü bu. Bu ibareler bugün bir kitapta geçse, o kitabın yazarı hakkında demediğimiz kalmaz heralde. Ama aynı şeyi ne yazık ki Kur’an olunca söyleyemiyoruz.

    Bugün -izm’leri eleştirirken, haklı olarak, kuruluş dönemlerindeki dahil uyguladıkları bütün istibdat, katliam vb. yöntemleri eleştiriyoruz. Ancak aynı şey Kuran’a geldiğinde olmuyor nedense bu. “O dönemin şartları öyleydi.”

    Hani Allah’ın gücü her şeye yeterdi?

    Niye 21. yüzyıla hiç uymayacak bir ayeti doğuracak ve normalde karşı çıktığı bir şeyi o dönemki kullarına yaptıracak şartları değiştirmedi?

    Daha da önemlisi, bunu diyen bir kitaptan “yaradılanı sevdim yaradandan ötürü” diyen, “benim kabem insandır” diyen bir kültür nasıl doğabiliyor?

    Burada yukarıda Hasan Hanefi’den alıntı yaptığım tasavvur meselesi tekrar düşünülmeli.

    İnsanlar; kitaplar gelip dinin ve Tanrı’nın açıkça tarifi yapıldığında bile kendi isteklerine ve o dönemki birikimlerine göre yeni tanrı tasavvurları yaratmaya devam ettiler.

    Tasavvur dediğimiz olayda; kaynak olarak aldığınız kitabın, kişinn kendi içindeki gerçekliği önemli değildir. Bu kitaplar ve kişiler genelde sizin yaşadığınız toplumun ve dolayısıyla sizin kültürünüzde “iyi” kavramın karşılığıdır, size sadece böyle iyi olabileceği öğretilmiştir ve siz iyiye dair, iyiliğe dair bütün tasavvurlarınızla o kitap, kişi arasında bir bağ kurarsınız.

    Bunun açık ve güncel örneklerinden biri Atatürk’tür. Memlekette solcusundan, sağcısına, dincisinden, dinsizine herkes Atatürk’ü kendine yontmaya çalışır.

    Burada da Atatürk’ün kendi gerçekliği önemli değildir. Bize Atatürk’ün “iyi” olduğu öğretilmiştir. Bizde doğru bir siyasal sisteme yönelik bütün tasavvurlarımızla onun arasında bir bağ kurar ve bu bağı gerçek Atatürkçülük zannederiz.

    Çünkü “Atatürk” iyidir.

    Din tasavvurları da böyle işte.

    Peki kendi gerçekliği nedir? Bu gayet net biçimde ortada.

    @ Özlem hanım;

    Verdiğiniz linki okudum ama, burada çürütme adına pek bir şey geçmiyor. Bu konularda epey amatör biri tarafından yazıldığı belli. Horus ve Set’in dövüşüyle güneşin doğuşu arasında bir bağ olduğunu bulamadım diyor. Google’dan bakarsa bulamaz tabii.

    Bu, mesela, Christian Jacq isimli romancının “Ramses” isimli kitabında da geçer. ( daha doğrusu serisinde; ramses 4 ya da 5 kitaplık bir seri)

    ..Ramses, eşi nefertitiyle birlikte Horus’un Set’e verdiği savaşı kazandığını seyreder.. vesaire gibi ifadeler var.

    Diğer kısımlarda ise, “kelime hataları” üzerinde durulmuş. Zodyac çemberiyle ilgili söylemi eleştirirken anladım ki, yazan kişi belgeseli hiç seyretmemiş.

    Belgeselde; eski İsa gravür ve resimlerinde İsa’nın kafasının arkasında haç ve çember şeklinde yapıdan söz ediyor.

    Bunu bugünki kiliselerde de görebilirsiniz. ( Şuradan da görebilirsiniz: http://media.photobucket.com/image/jesus/silverbeam/A%20CSM%20Blog/jesus_christ.jpg )

    İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğunun İncil’de yazmadığı söyleniyor. Doğrudur, İncil’de bahar aylarında doğduğu yazar.

    Ama bu bizi güçlendirir. Hristiyanlar 25 Aralık’ta neyi kutluyor? Yıllardır neden kutluyordu?

    Bugün neden değiştirmiyorlar?

    Aynı zamanda Luka İncili’nin ve tüm diğer incillerin sonradan kanonik ilan edildiğini atlamamak gerekiyor.

    Yine yazının devamında “bunu diyen adamlardan başka öyle söyleyen adam yok” derken; Wikipedia’yı kaynak gösteriyor.

    Bu mu yani?

    Bunu diyen adamlar araştırıp, kaynak gösteriyor “ama bunu diyen adamlar başka diyen yok” diyince bitiyor iş.

    Arkeoloji ve tüm diğer bilimler zaten “bunu diyen adamlardan başka türlü diyen adamlar” sayesinde ilerler.

    Aynı zamanda; buyurun bizim Vikipedi’mizden bir kaynak:

    Horus’a, Isis’in büyüleri ile babası Osiris’in öldürülmesinden sonra gebe kalınmıştır. Annesi tarafından Buto’ya yakın yüzen ada Chemmis’te büyütülmüştür. O, şeytani amcası Set’in daimi düşmanıydı, fakat annesi onu korudu ve yaşattı.

    Babası öldükten sonra gebe kalabildiğine göre, “babasız doğum” kısmı benzeşiyor. Hem de epey.

    Elbette ki oradaki yazıya daha uzun bir cevap yazmak lazım, çünkü bazı bölümlerdeki mantığını kullanarak şu dünyadaki çürütemeyeceğimiz şey yok. Yıldızlarla ilgili olan kısımda bugünün verilerini kıstas almış örneğin, oysa o belgesel o günün bilgilerine dayalı ve iddiası o bilgilerin bugün de geçerli olduğu değil. O bilgilere Mısırlılar tarafından inanıldığı ve üzerinden bir kutsallık yaratıldığı.

    Sonuçta bunlar hiyerogliflere dayanıyor ve tutarlı olmak durumunda değiller. Mısır mitolojisi’nde; bazı Tanrılar farklı yerlerde farklı biçimlerde tasvir edilebilirler. Nereden okuduğunuza bağlı.

  26. Yazan:MY Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    ilahî mesaj ile kurumsal din karisti yine birbirine. Semantik bir uçurum var ortada, “din” derken herkes baska anlamlar yüklüyor bu kelimeye. ayri dilleri konusan insanlarin anlasmasi imkansizdir.

  27. Yazan:Hasan Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    Ben her ikisini de anlamaya çalışıyorum. Din deyince insanların anladıklarını da, dinin kendisini de.

    “X deyince insanların anlayıp yaptıkları KÖTÜ şeyler” o kavramı bağlamaz elbette ki.

    Ama “X deyince insanların anlayıp yaptıkları İYİ şeyler” de aynı mantıktan o kavramı bağlamamalı.

    X’in kendi gerçekliğini konuşmak gerek.

    X’in anlatıldığı kitaptaki ayetlerden bağımsız bir X tasavvuru düşünebilir mi?

  28. Yazan:eg Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    evet mehmet,
    aynı zamanda bu karışıklığa hasan kardeşimin “pozitivist sosyolojik kuramların dini” de eklenince ortaya çorba çıktı. bu çorbada zaten anlaşmak ne mümkün!

    sonuçta herkes seçtiği hayatı yaşamakta özgürdür. benim için insanı insan yapan şey onun Allah ile ilişkisini unutmamasıdır. bir başkası için de aklıdır. ben insanın kendisini ortaya koymasının ve herşeyin referansını kendinde ve aklında bulmasının başlangıçtaki niyete ters larak insanı ve onun çok değer atfettiği aklını öldürdüğünü düşünüyorum. bunun için milyon tane de kanıt sunabilirim. ancak buna başkaları (mesela bir ateist) ikna olmak zorunda değildir.

  29. Yazan:özlem Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    Hasan Bey eğer amacınız ben gerçekten iyiyim oldum buldum demek değilse sorularınıza bir defalık da olsa bir kaç saat sonra ya da fırsat bulamazsam yarın yanıt vermeyi deneyeceğim. Yalnız şunu söylemeliyim ki Kuran ayetleri ile ilgili bilginiz çok çok yüzeysel veya bilinçli olarak çarpıtılmış bir kaynaktan alınmış. Hiçbir şeye iman etmediniz mi derken anlatmak istediğim de bu idi. Maalesef benim size hristiyanlık ile ilgili yaptığım açıklamayı bile okumamışsınız ki hala 25 aralıkın hesabını bana soruyorsunuz:) Siz iman etmişsiniz ne yazık araştırma ve öğrenme kapısını şimdilik kapatmışsınız. Bu noktadan sonra her tartışmaya sadece haklılığınızı kanıtlamaya çalışmak için acabasız gireceğiniz çok belli. Ama verdiğiniz Kur’an ayetleri ile ilgili bu konuda başka insanların kafasında yanlış fikirler oluşmasın diye bazı cevaplar vereceğim. Sizden pek umudum yok.
    bu arada belki siz şu sorular üzerinde biraz düşünmek istersiniz:
    1. arkeolojik kaynak sizin için roman kitaplarımıdır.
    2.
    kocasının parçalarından hamile kalan bilmeme kaç çocuklu bir figürün bakire diye tanıtıldığı bir belgesele nasıl güvenebilirsiniz?

  30. Yazan:MY Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    Sevgili Hasan,

    “Ben her ikisini de anlamaya çalışıyorum. Din deyince insanların anladıklarını da, dinin kendisini de.(HASAN) “

    Anlamak istedigin seyi tarif et önce, böyle kör dögüsü gibi saga sola laf etmeyelim.

    Din nedir? sorusuna yanit verirken sosyoloji, psikoloji vb bilimlere referans yapacaksin. siradan bir Müslüman ise ALLAH’a referans yapacak.

    Yani Müslüman diyor ki “iskender kebap yogurtlu yenir” , sen diyorsun ki “hayir efendim, radyasyon kanser yapar”.

    ALLAH kelimesi senin ve siradan bir Müslüman için ayni anlami temsil etmiyor ki seninle din konusalim.

    Sen bizim dedigimiz ALLAH’i anlasan zaten Müslüman olacaksin. Yok eger biz senin gibi anlamis olsaydik ateist olurduk.

    Bu türlü lüzumsuz polemiklerin DD’ye bulasmasini istemiyoruz.

    Birseyleri anlamak ve ögrenmek için samimi bir gayret göstereceksen göster, yoksa “din bu” gibi kitaplardan kes yapistir yaparak bizi mesgul etme lütfen.

    Dostlukla

  31. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    Enver Bey

    Yazılarınızla yorumlarınızla beni mest ediyorsunuz. Allah kaleminize kuvvet versin…

    sevgi ve muhabbetlerimle…

  32. Yazan:bora Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    “Doğruyu bulmanın tek yolu olarak dini görüyorsunuz. Bu böyle değil. Doğruya gidemiyor din; çünkü bir dönemin doğruya gidiş yoluyla başka mistik şeylerin karışımından, dönemin gerçeklerinin birebir uzantısı şeylerin bir karışımıdır din. Bu yüzden sürekli din gelir. Bu yüzden bilme gücü arttıkça; çok tanrılı hayat da terkedilmiştir.”

    doğruyu bulmanın tek yolunun din olduğunu söylemedim. din kritik noktalarda insana sınırlar çizerek aklın ve nefsin düşebileceği hatalar konusunda kulları uyarır. böylece o noktada haddi aşıp hataya düşmemiş olursunuz. bu sınırları aşırtmamak koşuluyla din akıl yürütmeyi, içtihad yapmayı, tefekkür etmeyi her zaman teşvik eder. ancak akıl yürütme ve çıkarsama sonucunda elde ettiğiniz sonuç dinin naslarıyla çatışıyorsa o noktada durur ve nerede yanlış yaptığınızı düşünürsünüz.

    Aynı zamanda Tanrı ve din tasavvuru, toplumun o dönemki durumuna göre de şekillenir. Bakınız, Müslüman düşünür Hasan Hanefi ne diyor:

    ”(…) Bağımsızlık istediklerinde Allah’ı bağımsızlık imajı olarak tasvir etmişler, ırkçılığa karşı ederken o’nu bir müttefik olarak algılamışlar;aynı şekilde kendilerine zulmedenlere karşı Allah’ı intikamcı,felaketlere uğrama durumunda koruyucu,günahlardan sakınmada ise bağışlayıcı olarak telakki etmişlerdir”

    bu çok normal değil mi. siz Allah’ı katı taş putlarla karıştırıyor olabilir misiniz. elbette Allah kulunun haline göre şen değiştirir. onun cemali ve celali vardır. kızar ve hatta sevinir. biz bu niteliklerin keyfiyetine varamasak bile bu sıfatlar kur’an da ve sünnette mevduttur. bir kutsi hadiste Allah c.c. “Ben mümin kulumun zannettiği gibiyim.” buyuruyor. Allah’ın esmasına bakarsanız ve oradaki 99 ismin anlamlarını araştırırsanız. onların içinde müntekim-intikamcı ismini de göreceksiniz. yani sizin verdiğiniz örnekte bir hata yok. onlar öyle zannediyordu ve mümin iseler de Allah onların zannettiği gibidir.

    Animist dinlerden bugüne kadar gelen-giden bütün dinleri paralel olarak incelediğinizde zaten hem anlatım olarak, hem kullandığı hikayeler olarak müthiş benzerlikler var. Çıkış kaynağı olarak da benzer şeylere dayanıyor bunlar.
    Burası ortada.

    animist dinlerde de haktan bir pay bulunması olasılığı mevcuttur. bunun nedenlerinden biri Allah’ın 124 000 peygamber göndermesi ile ilgili olabilir. belki onların zamanla öğetileri bozuldu ve başka şeylerle karıştı. bir başka neden her çocuğun hanif olarak islam fıtratı üzerine doğmasıdır. yani bir anlamda her çocuk müslümandır ancak ebeveynleri onları kendi dinine çevirir ve kültürüne göre şekillendirir. bu da müslüman olmayan toplumlardaki bazı ahlaki duruşları açıklayabilir. fıtratı tamamen bozulmamış her insanda dinin aslı olan haya mevcuttur. dolayısıyla o insan kısmen hala müslümandır.

    Dinlerin özü itibariyle barış istemediği meselesine gelelim.

    “Allah’ın kurallarını herkes uygulasın, herkes uysun, biat etsin bakın nasıl barış ve huzur gelecek” cümlesine kimse ağzıyla gülmez.

    kimse böyle bir şey söylemiyor. islam toplumunda yaşamanın özellikle büyük günahlardan korunma ile ilgili bir takım avantajları olsa da tüm dünya müslüman olsa bile toplum huzur ve barış içinde olmayacaktır. çünkü insan nefsi ve şeytan kıyamete kadar bizimle birliktedir. bunlar olduğu sürece de tam anlamıyla barış ve huzur olmaz. dinin vaad ettiği huzur ve barış değil Allah’ın rızasını kazanmaktır.

    Kaldı ki, Allah’în kuralları bir değil ki. Hristiyanlığı var, Museviliği var, İslam’ı var. Hepsi de kendi şeriatının uygulandığında dünyanın huzuru bulacağını iddia ediyor. Kanıt istediğinizde ortaya sunabildikleri somut bir şey yok.

    islam dini diğer dinlerin bozuluma uğradığını söylüyor ancak tevrat ve incil tamamen boş ve feyz alınamaz kitaplar da değildir. tevrat’ın bazı bölümlerindeki üslup kur’ana yakındır. ancak bazı kıssalar peygamberlere iftiralarla doludur. tahrif edilmiş bölümlerin onlar olması muhtemeldir.

    Burada yanılgınız, insanların “insanca” yaşamaya Allah’ın emirleriyle başladığı yanılgısı. Çok yanlış bir şey bu. Bugün bankalarda Q-matikten kağıt alıp öyle sıraya geçmeyi bize Allah mı öğretti? Kırmızı ışıkta durmayı, ağzımızda yemek varken konuşmamayı vs. Allah mı öğretti bize?

    insanca yaşam allah’ın insanı yaratması ile fıtren başlamış oldu. emir ve yasaklar bu fıtratın korunması için geldi. Allah öğretmeyi kendisine izafe etti. “size bilmediğinizi öğretti” ama biliyoruz ki bize bilmediğimizi öğretmenlerimiz, bilim adamları vs öğretti. buradan çıkan Allah’ın onları bir aracı olarak şereflendirip bize onlar aracılığıyla öğrettiğidir. evet trafik ışıklarında durmakta bir hayır varsa onu da öğreten dolaylı olarak Allah’tır.

    Şimdi bu dinlerin ne kadar barış sever olduklarını ayet üzerinden inceleyelim:

    Eski Ahit/Yeni Ahit’ten:

    “…memlketin ahalisini sizin elinize vereeceğim;ve onları kendi önünden kovacaksın.Onlarla ve ilahlarıyla ahdetmiyeceksin.Bana karşı suç işlettirmesinler diye,onlar senin diyarında oturmayacaklar.”

    şimdi akıl almaz derecede yozlaşmış bir diyonizyak toplum düşünün. açıkça en tiksindiğiniz kültürel atmosferi gözünüzün önüne getirin. bunun şeytanın üzerlerinde hakimiyet kurduğu şerli bir toplum olduğu ortadadır. siz bu insanlarla ilişkide bulunur musunuz. onlardan kız alıp verir misiniz? ilahi gazabın üzerlerine hak olduğu toplumların çürümüş satanik toplumlar olduğu açıktır ve elbette halis din satanik toplumlara düşmandır.

    Gelelim İslam’a:

    “Ey iman edenler!Yahudileri ve Hristiyanları gönül dostları edinmeyin.Onlar birbirlerinin gönül dostlarıdır.Sizlerden kim onları gönül dostu edinirse o ,onlardandır.Allah zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz”

    burada gönül dostu olarak çevrilen kelime “veli” dir. velinin dost dışında anlamları da mevcuttur. ki bunlardan bazıları veli edindiğiniz kimsenin sizden üstün bir pozisyonda bulunmasını gerektirir. veli bir anlamda hami’dir. müminlerin velisi ise Allah’tır. dolayısıyla bir mümin’in kendisine hristiyan veya yahudi bir veli edinmesi mümkün değildir.

    O haram aylar çıktığında artık müşrikleri nerede görürseniz öldürün. Onları yakalayıp hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun! Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekat verirlerse onları serbest bırakın.

    bu da her topluluğa ve her zaman uygulanabilecek bir emir değildir. kur’an 23 yılda parça parça inmiştir. ve ayetlerin bir çoğu müminlerin karşıkarşıya kaldıkları durumlarla ilgilidir. savaş sırasında kalbinden, şimdi ne yapacağız yarabbi diye soran müminlere Allah’ın dinini yıkmaya çalışan satanik topluluğa nasıl davranılması gerektiği, onların hangi dilden anlayacağı bildirilmiştir. bu doğaldır. size saldırmayan, sizinle iyi geçinmeye çalışan bir kavme karşı bu ayeti bahane ederek saldıramazsınız. hangi ayetin hangi sebeple, hangi durum üzerine geldiğine bakmadan kur’an da bu var o zaman uygularız demek cahilliktir, kendi nefsinin çıkarı için dini suistimal etmektir.

    Daha da önemlisi, bunu diyen bir kitaptan “yaradılanı sevdim yaradandan ötürü” diyen, “benim kabem insandır” diyen bir kültür nasıl doğabiliyor?

    bu doğaldır. islam’da had-cezalandırma bir temizlemedir. tıpkı doktorun hastasının kangren olmuş kolunu kesmesi gibi. şimdi doktor adamdan nefret ettiği için mi kolu kesti yoksa onun kalan hayatını korumak için mi. bahçeye dadanan ve güllerinizi kurutan yaprak bitini öldürmezseniz o gülleri öldürecektir. şeytana karşı savaş insanlığı bozan bir hastalığa karşı savaştır.

    İnsanlar; kitaplar gelip dinin ve Tanrı’nın açıkça tarifi yapıldığında bile kendi isteklerine ve o dönemki birikimlerine göre yeni tanrı tasavvurları yaratmaya devam ettiler.

    tasavvur etmek. aklından geçirmek, düşünmek, göz önüne getirmek, tasarlamakla karşılanıyor. bana kalırsa göz önüne getirmenin karşılığı tahayyüldür. Allah tahayyül edilemez. batındır. hayale sığmaz ve zatı da bilinemez. elbette bütün kötü ve eksik sıfatlardan münezzehtir. yani yaratıklara atfedilen olumsuz sıfatlar haşa Allah’a atfedilemez.

    ancak dediğiniz kısmen doğru insanlar çirkin bir şey tahayyül edip bu islam’dır derse ve bu uzun süreyle bir topluma tatbik edilirse bu beyin yıkaması sonucunda onların islam lafzını duyduğunda içgüdüsel bir tiksinti göstermesi normaldir. bu pavlov şartlamasıdır. aynı şeyi islam toplumları ve müslümanlar da batılılar için yapıyor olabilir. ancak bu beyin yıkaması zilletinden kendini kurtarmak insan için aslidir. hem batı toplumları için hem de islam toplumları için. çünkü tahayyül ettikleri şeyle işin gerçeğinin uyuşup uyuşmadığını görmek için objektif bir inceleme şarttır. malesef çoğu insan bu zihniyet bariyerini aşamaz. sebebsiz ve içgüdüsel sevgi ve nefretini o kadar benimserki onun toplumu ve kültürü tarafından içine yerleştirildiğini kabul edemez. bu bariyeri aşamayan insan sağlıklı ve objektif düşünemez ve sadece hayaletlerle boğuşur.

    ben de bu toplumda sosyal demokrat bir aile ve kültürde yetiştim. ben de bu beyin yıkamadan nasibimi aldım o bariyeri geçmenin nekadar zor ve yanlızlaştırıcı olduğunu biliyorum. peki siz hasan bey siz dindar bir ailede yetişip bu beyin yıkama perdesini aştınız mı? yoksa ta baştan beri sizi korkutması için içinize yerleştirilen öcüyü kovalamak için argüman mı topluyorsunuz?

    anlaşılan siz pozitif atatürk imgesi oluşturmak için uygulanan beyin yıkamasından kurtulmuşsunuz, tebrik ederim. umarım yakın zamanda dinin negatif imgesini oluşturmak için kullanılan beyin yıkamasından da kurtulursunuz.

    selametle

  33. Yazan:TSD Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    @Hasan,

    Şu ayeti örnek vermişsiniz:

    O haram aylar çıktığında artık müşrikleri nerede görürseniz öldürün. Onları yakalayıp hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun! Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekat verirlerse onları serbest bırakın.

    Böyle cımbızla yapılmış çarpıtmaları sadece bu sitede defalarca tartıştık ama demek ki önyargı gözleri kör edince defaatle aynı şeyler gündeme gelebiliyor.

    Örnek verilen Tevbe suresinin 5. ayetini yalnız değil de doğru bir biçimde baştan sona tarihsel yönünü de gözönüne alarak okuduğumuzda, bu ayetlerin, Peygamberimizle anlaşma yapmış olanların bu anlaşmalarını bozmaları üzerine nazil olduğunu anlamış oluruz:

    1 – Allah’dan ve Resulü’nden bir ültimatomdur bu, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere:

    2 – Bundan böyle yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi gezip dolaşın. Şunu da bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Allah kâfirleri mutlaka perişan edecektir.

    3 – Ayrıca büyük hac günü Allah ve Rasulü tarafından insanlara bir ilandır ki, Allah da Resulü de müşriklerle yapılan antlaşmalara artık bağlı değildir. Eğer hemen tevbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Yok yine tevbeden yüz çevirirseniz biliniz ki, Allah’ı yıldıracak değilsiniz. Kâfirleri acı bir azap ile müjdele.

    4 – Ancak kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklerden size olan ahitlerinde hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiçbir kimseye yardımda bulunmamış olanlar bunun dışındadır Siz de onlarla olan antlaşmanızın hükümlerine antlaşma süresinin sonuna kadar uyunuz. Muhakkak ki, Allah müttakileri sever.

    5 – Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

    6 – Eğer müşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver. Ta ki, Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra onu güvenlik içinde olduğu yere kadar gönder. Çünkü bunlar gerçekten de bilgisiz bir kavimdirler.

    7 – O müşriklerin Allah katında ve Resulü katında herhangi bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız var ki, bunlar size karşı doğru durdukça siz de onlara doğru olun. Allah (hainlikten) sakınanları elbette sever.

    Yani ortada İslam devleti ile yapılan anlaşmayı bozan bir taraf vardır ve bunlar müslümanlara zarar vermişlerdir.Yoksa durup duruken herhangi bir kişiyi “öldürün” demek değildir. Böyle işkembe-i kübradan atarak, bir ayetin siyak ve sibakını atlayarak güya İslam’ı ve cihat anlayışını yermeye çalışmak komiklik.

    İnsanın olduğu heryerde savaş olacak. İslam tarihi farklı düşüncelere bakış ve davranışı açısından muadilleri ile karşılaştırıldığında iftihar vesilesi.

    Hz. Peygamber’in 27 gazvesinden hiçbiri saldırı amaçlı değildi. Tüm bu gazvelerde, konunun uzmanı Prof.M.Hamidullah Hoca’nın tespitleriyle her iki tarafın kayıpları -Beni Kurayza yahudilerinin kendi tuttukları hakemin kararı gereği infazları hariç- 300’lü rakamlardaydı Bu kadar az bir kayıpla dünya tarihinin mihank taşı İslam Medeniyeti gibi bir medeniyet kuruldu. Gerisi PBS’nin videosunda var.

  34. Yazan:TSD Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    Bir materyalist ezber de bu ‘Dinlerin evrimi’ meselesi.

    Bu konuda birşeyler yazmıştım epey önce:

    http://www.derindusunce.org/2007/07/06/dinlerin-evrimi-mi-evrimin-dini-mi/

  35. Yazan:eg Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    suat hocam ve bora bey,
    hasan bey’e üşenmeyip cevap yazmışsınız. ancak ben kişisel olarak fikrimi söylemek isterim. hasan kardeşimin en azından şimdilik niyetinin anlamak değil “yenmek” olduğunu düşünüyorum. o yüzden yazdıklarının büyük kısmını cevap vermeye değer görmedim. yoksa niyeti anlamak olan bir insanın aslında kendi sorduğu soruların birçoğunu kendi başına da cevaplayabileceğini (üstelik bu cevapların da büüyk oranda sizlerin cevaplarına benzeyeceğini) düşünüyorum. hasan kardeşim kendisine agnostikim diyor; ancak benim gözlemlediğim bir agnostiklik değil, tanrının insanların zihninin ürünü olduğunun kesin olarak tespit olduğu materyalist bir gnostiklik! bu yüzden kendisine 15 yıl sonra buluşalım dedim zaten. çünkü şimdilik okyanusa çok uzaktan dürbünle baktığını düşünüyorum hasan kardeşimin. o okyanus ki içine girmeden (ve içine girilecek alet edevattan yoksun olarak) tadının da anlamının da kavranamayacağı bir şey! hasan kardeşimin en azında okyanusun kıyısına gelmesini bekliyorum ki okyanusa girebilmek için bir teşvikimiz olabilsin. ama sizin çabalarınız da bence takdire şayan. Allah hiçbir çabayı zayi etmez…

  36. Yazan:özlem Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    Hasan Bey,
    size bir cevap verecegimi soylemiştim ama o sırada yorumunuzu tam okumamış, sadece ayetlerle ilgili kısma bakmıştım.
    Şimdi okuyunca fahişelik=cariyelik=dört kadın= kızlar ile mikserlediğiniz garip bir şekilde herşeyi çözmüş olduğunuz bu yazıya benim uzun uzun cevap vermem sizin tembelliğinizi arttırmaktan başka bir şey yapmayacaktır. İnanmak da inkar etmek de biraz çile işi. Size gönderdiğim linkteki deist mi ateist mi olduğuna karar verememiş kişi besbelliki bu işin çilesini çekiyor araştırıyor.
    Bakalım siz iddialarınız için emek ve zaman harcamaya hazır mısınız? Mesela şuradan başlayabiliriz:
    1. gönderdiğiniz ayetlerin numaraları ve hangi sureye ait olduğunu ayetlerin öncesi ve sonrasını, ayetlerin namuslu bir tercümesini (velayet= gönül dostluğu?) aynı konuda geçen diğer ayetleri bulmaya var mısınız? Kur an da savaş ve barış hukuku hakkında düşünmeye araştırmaya, neden ehli kitap bir kadınla evlenmek haram değilken ehli kitap bir erkekle evlenmenin haram olabileceği yolunda ön yargısız bir zihinle düşünmeye var mısınız.
    Bir defasında hristiyan bir bey aynı konularda polemiğe girdiği zaman Elmalılı Hamdi tefsirinden arapca sozlukteki ilgili ayetlerin kelime anlamlarına kadar deliller getirmişti, siz Turan Dursun ya da İlhan Arsel
    dışında bu kitabı başından sonuna okuyup elinizde bir tefsir ile ayetlere bütün olarak bakmayı düşünür müsünüz. Eğer ben ‘inanmadığım’ bir konuyu daha iler tutar bir şekilde savunmak istiyorum derseniz buradan ben de yardımcı olabilirim.
    Mesela ilk ipucu neden bir ayette kitap ehlini dost edinmeyin derken bir diğer ayette şunları söyler Kur’an
    “Şüphesiz iman edenler; Yahudiler, Hıristiyanlar ve

    Sabiîler, bunlardan kim ki, Allâh’a ve ahiret gününe

    inanır, iyi bir iş yaparsa elbette onlara, Rab’leri

    katında mükafat vardır; onlara korku yoktur ve onlar

    üzülmeyeceklerdir.” (Bakara 2:62)
    ya da bir diğer ayette de şunu:

    Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.(mümtehine 9) der

  37. Yazan:özlem Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    aşağıdaki satırlara Yusuf kaplan Teknopaganizm ile ilgili bir yazısında yer vermiş paylaşmak istedim.

    …Burada onun “duyguötesi toplum” kavramsallaştırması bağlamında söylediklerini biraz açma gerekiyor; zira Stjepan Mestroviç’in gözlemleri, tekno-paganizm çerçevesinde söylediklerimi çok iyi açıklıyor. Ayrıntı Yayınları’ndan yılmaz-bıkmaz çevirmen Abdullah Yılmaz tarafından çevrilen, aynı başlığı taşıyan kitabında şunları söylüyor Mestroviç: “Batılı toplumlar, önce Bosna’da Müslüman halkın, ardından Kosova’da Arnavutların Sırplar tarafından soykırımdan geçirilmesini televizyondan naklen izledi. Televizyon muhabiri, kısa bir süre önce Sırp kurşunlarına hedef olan çocuğun cesedi başında ağlayan Kosovalı anneye mikrofonu uzatıp, ‘Ne hissediyorsunuz?’ diye sorduğu sırada, Batılı aile ekran karşısında mutlu bir şekilde yemeğini yiyordu… Artık, seyretmekle yetinen, tepkisiz ve sinmiş insanların çoğunluğu oluşturduğu bir çağda yaşıyoruz. Dünyaya dair bilgimiz arttıkça, umutların aksine duygularımız köreliyor; öfkemiz zayıflıyor, kayıtsızlığımız artıyor. Peki ne oldu da bu noktaya gelindi?”
    Mestroviç, kendi sorduğu bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Olayların insanlarda kollektif bir coşku yarattığı, onları duygulandırdığı ve eyleme sevk ettiği zamanlar geçip gitmiş, duygular paketlenip kullanıma sokulur hale gelmiştir. Çağımız insanı artık gerçek duygularını yaşayamaz, onları eyleme dökemez; olsa olsa bir duygu simülasyonu yaşayabilir.”
    Mestroviç, bu kayıtsızlık, tepkisizlik durumunu “çağdaş Batı dünyasının ufkundan doğan, sentetik duyguların kültür endüstrisi tarafından geniş çapta güdümlendiği / manipüle edildiği yeni-Orwell’ci bir süreç” olarak tanımlar ve şöyle açımlar: “Duygular, yeni bir entelektüel biçim alarak mekanikleşmiş, seri üretime ve melez duygulara dönüşmüştür. Uygun biçimde paketlendiği sürece her politika ya da olay kabul edilebilir hale gelmiştir. Eylem için gerekli olan akıl-duygu bağı kopmuştur. Öfke artık kollektif eyleme dönüşmeyecektir. Kuşku ve belirsizlik, duyguötesi entellektüellerin mihenktaşı olmuştur: Onlar her bakış açısını bilme ve hepsine karşı tavırsız kalabilme becerisini edinmişlerdir.”
    Mestroviç, tüm bunların nedeninin “çağdaş toplularda kutsal olanın yitirilmiş olmasının getirdiği yıkım” olduğunu söylüyor.
    Kutsal’ın yitirilmesinin yarattığı boşluk; kültür, eğlence, müzik ve enformasyon teknolojileri ve endüstrileri aracılığıyla üretilen din-dışı kutsallıklar, ikonlar, putlar, hazlar, kaçışlar tarafından dolduruluyor: O yüzden hayata tutunarak hayattan kaçabiliyor; ya da hayattan kaçınarak hayata tutunabiliyoruz artık.

  38. Yazan:eg Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    “Kutsal’ın yitirilmesinin yarattığı boşluk; kültür, eğlence, müzik ve enformasyon teknolojileri ve endüstrileri aracılığıyla üretilen din-dışı kutsallıklar, ikonlar, putlar, hazlar, kaçışlar tarafından dolduruluyor: O yüzden hayata tutunarak hayattan kaçabiliyor; ya da hayattan kaçınarak hayata tutunabiliyoruz artık.”

    kesinlikle modern çağı en derin analiz eden bir tespit bu. açıkçası ben de modern çağları neo-paganizm olarak görüyorum ve bununla mücadeleyi de fikren ve kendi yaşam biçimimle yapmaya çalışıyorum. teşekkürler paylaşım için.

  39. Yazan:TSD Tarih: Nis 27, 2009 | Reply

    Enver hocam, n’aparsın bazen dayanamayıp yazıyoruz işte:)

    ****

    Hasan o kadar çok konuyu bulamaç etmiş ki okudukça başka şeyler çıkıyor.

    Amma çok yazmışım eskiden tartışırken. Bu “kadın” konusunda da karaladığım birşeyler buldum:

    ‘Kadın ve şiddet’ dendiğinde konuyu hemen teistik dinlere getirenler oluyor. Şiddete kaynaklık ettiği düşünülen ataerkillik, teistik dinlere bağlanıyor, hatta bazen bağlanmakla da kalmıyor kökeninin bu dinlerde olduğu ileri sürülüyor.

    Ataerkilliğin aslî kökeninin nerede olduğu, doğada bu işlerin nasıl yürüdüğü, genetik olarak insanın en yakın akrabaları olduğu iddia edilen canlıların nasıl bir komün hayatı yaşıdıkları gibi hususlar atlanıyor, ideoloji ile şekillenen kolaycı çözümlemelere gidiliyor. Ataerkilliğin de, (kadına/erkeğe,canlılara yönelik) şiddetin de kökeninin “insanın/yaşamın doğası”nda olduğu görmezden geliniyor, dinlere, özelde de İslam’a yönelik alerjik bakışları olanlar da bu ideolojik yaklaşım ile hem yanılıyor hem de yanıltıyorlar.

    Konu ‘İslam ve Kadın’ olduğu için bu kısmına eğileyim.

    İslam’ın bu ataerkilliği meşrulaştırdığına yönelik suçlamalar da aynı mihvaldeki tartışmalarda dile getiriliyor. Kur’an’dan bir ya da birkaç ayet gösterilerek buna delil olarak sunuluyor.

    Bunları iddilarına delil olarak sunanlara sormak gerekiyor: Acaba hiç “tarihsel tasavvur” diye birşey duydunuz mu? O zamanlarda toplumda kadın-erkek münasebeti ne boyuttaymış, İslam’ın gelmesi ile bu haklarda azalma mı olmuş artma mı olmuş, hiç merak ettiniz mi? Ve bu değişimin yönünün dini yorumlamada nasıl bir etkide bulunacağını düşündünüz mü?

    İslam pekçok “devrim”ini tedrici olarak yapmış. Kadın konusundaki “haklar” da buna dahil.

    İslam öğretisinin “donuk” olmadığını, ilerlemeye açık olduğunu usûl yönünden buna dair mekanizalara sahip olduğunu biliyoruz. Şunu da biliyoruz ki toplumsal tasavvur ve geçmişten gelen kabuller dinlerin biçimsel formlarının şekilenmesinde başat rol oynamış. Yani İslam, farklı bir zamanda farklı bir coğrafyada indirilseydi, gaye aynı olmakla birlikte ayetlerin formu da ona göre değişecekti.

    Şekilciliği, ayetin indiği toplumun o anki hastalıklarına müdahale anlamına gelen ve tarihsel bağlamı bulunan emirlerin biçimsel yönüne bakarak hükümlerde bulunmak yerine (Ki o -serkeşlik ederse hafifçe dövünüz ayeti- indiği şartlarda kadına şiddette çok büyük bir hafifletme ve erkeği bununla kısıtlayan bir bağlayıcılık arzediyordu) ardındaki gayeye bakılmalı.

    Bunu biraz açayım.

    Mesela oradaki “darp” kelimesini çok daha farklı anlamda yorumlayanlar var. Ama buna gerek bile olmadan şöyle söyleyebiliriz.

    O şartlarda Mekke/Medine toplumunda kadının durumunu “iyileştirmek” için indirilmiş o ayet. Yani amaç kadına kötülük yapılmasını, ikinci sınıf insan muamelesi görmesini, şiddete uğramasını engellemek, bunu bir şarta bağlamak, hafifletmek amacıyla, mevcut toplumsal soruna en kestirme yol olarak, o forma bürünmüş olarak indirilmiş. Nitekim o zaman da bu büyük bir gelişme, çünkü erkeği eskiye nazaran müthiş biçimde kısıtlıyor, son derece katı bir şarta bağlıyor. — dikkat “eskiye nazaran”

    İslam donuk değildir, ilerlemeye dönüktür dedik. Toplumsal kabuller değişti, kadın bireyleşti. Şimdi orada “serkeşlik ederse hafifçe dövün” ayeti var diye “dur ben şu karıyı hafifçe döveyim buna izin var” demek, bunu “verilmiş bir izin” olarak görmek İslam’ın özüne de şekline de aykırıdır. O bir izin değil bir kısıtlamadır, o tarihsel şartlarda devrimdir, bugün bunu çok daha ileriye götürmek de müslümanın başlıca görevlerinden birisidir. (Çok eşlilik ruhsatı/kısıtlaması da özde tamamen bununla aynıdır.)

    Bir yorumcu anlatmıştı, sanırım Haydar bey idi. Bir köyde çeşme başında kadınlar su doldururken birbirlerine “benim herif akşam bana bi patlattı, şöyle sarsıldım, sonra da halvet olduk” gibi bir övünç, eşi tarafından sevilme belirtisi olarak anlatıyormuş arkadaşlarına durumunu. Çünkü eşini seven bir erkek onu kızdığı zamanlarda dövermiş.(Sevmese zaten kapının önünde demek ki.) Algı bu. Bize ne kadar saçma geliyor değil mi? Ama o homojen kültürde öyle bir yargı oluşmuş.

    Bugün ise algılarımız tamamen farklı.

    Bugün bir erkek, el kaldırdığı, fiziki üstünlüğünü kullanarak canını yaktığı bir kadın ile nasıl sevişebilir, onu öpebilir, nasıl olur da birbirlerine sarılabilirler, öyle değil mi?

    Konuya dinler özelinde böyle bakmak gerek. Hele ki İslam gibi değişime açık, ilerlemeci bir dini “reforme etmek” ya da başka adlarla bir “değişim gereği”ne vurgu yapmaya gerek duymadan sadece ve sadece “gaye ve hikmet” açısıdan yorumlamak, sosyal değişimlere şekilsel değil ilkesel bir kabulle yaklaşmak bile tek başına yeterli olacaktır.

    Bu sadece kadın konusu da değil. Had cezaları da, cihad ayetleri de, miras ayetleri de, indiği dönemin formuna bürünen diğer ayetlerde de bu böyle.

    İslam bir tevhid dinidir, bir ahlâk dinidir. Tek bir ilaha inanmayı, iyilik yapmayı emreder, anne babamıza iyi davranmayı, fakirlere yardım etmeyi, yetimi öksüzü korumayı, savaşta bile masumlara ilişmemeyi emreder. Muhakkak ki ahkâm boyutları var ama İslam’ın ahlâk boyutunu tamamen gözardı edip, ahkâmı da dar, tarihe hapsolmuş gaye ve hikmetinden soyutlayarak şeklen yorumlamak kadar günümüzde İslam’a zarar veren çok fazla şey yoktur.

    Bu, modernleşmeye, küreselleşmeye ya da değişimle gelen bazı çirkinliklere ve bozulmalara teslimiyet demek değil, İslam’ı gerçek yönleri ile çağa sunarak, onunla bu çirkinlikleri düzeltmek, aşırılıkları törpülemek, insanlığın çivisinin çıktığı mevcut dünyada ahlâki yönüyle, temel insanî ilkeleriyle, toplumsal durumu iyileştirmeye çalışmak demektir. Müslümanın günümüzde en önemli görevleriden birisi de budur.

    Hulasa edersem;

    Kadın ve erkeğin biyolojik açıdan birçok farklılığı vardır; ama İslami açıdan ruhî öz, ilahî hitaba muhatap oluş ve sorumluluk açısından, özetle “birey” açısından aralarında hiçbir fark yoktur. Kadın ve erkek birbirinin eşidir, birbirirlerini tamamlarlar, biri olmadan diğeri yarımdır, kadüktür, kadın ve erkek eştir, eşittir.

    Bugün eşine, kardeşine, sevgilisine, kendinden güçsüz, mütekabiliyet imkanı olmayan bir kadına vurmaya kalkan adamın -bunu ne adına yaparsa yapsın-, yaptığı hayvanlıktır, kendi acziyetinin göstergesidir. Bu kadar basit.. Kimse kendi kusurunu dinin üstüne yıkmaya kalkmamalı..

    Dinlere alerjisi olanlar da işkembe-i kübradan sallamadan önce kimin ne dediğine daha bir dikkatle bakmalı.

    Bir sözüm de “eşitlik” fetişistlerine.

    Kadın ve erkek biyolojik olarak da ruhi meleke olarak da farklıdır. Kafayı kuma gömmekle gerçekler değişmez.

    Bu “eşit değiller” demek değil. Birey olarak eşit ama yapı olarak farklılar demektir. Bu birbirlerine üstünlük anlamıyla bir eşitsizlik demek de değildir.

    Batıda da eşitlikçi feminist dalga yerini farklılık feminizmine bırakmış durumda. Ama işte bazıları herşeyde olduğu gibi bunda da 30-40 yıl geriden gidip, illa Amerikayı yeniden keşfe kalkıyor

    Bu konuda detaylı bir araştırma buradan okunabilir.

  40. Yazan:bora Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    Enver bey, durum ne olursa olsun hüsnüzanda bulunmak suizanla hareket etmekten iyidir diye düşündüğümden yazdım. umarım yanılmamışımdır.

    ibni Arabi araştırmanızın 3. bölümünü ne zaman yayınlayacaksınız. yayınlayıp yayınlamadığınıza bakmak için siteye girmekten sonunda site müdavimi oldum 🙂

    Suat bey, kadının yeri, önemi ve gücü konusunda çok daha ileri giden alimler de var.

    örneğin ibni arabi

    (Ey peygamber’in eşleri!) Eğer siz ikiniz Allah’a tövbe ederseniz, ne iyi. Çünkü kalpleriniz kaydı. Eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka çıkarsanız bilin ki Allah onun yardımcısıdır, Cebrail de, salih mü’minler de. Bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar. Tahrîm 4

    ayetini açıklarken kadınlar o kadar güçlü varlıklardır ki. iki kadının fitne olasılığına karşı peygamber efendimizi destekleyecek kuvvetler arasında Allah kendisini, cebraili, salih müminleri ve melekleri saymıştır. bu da onların ne kadar güçlü olduklarını gösterir gibi sıradışı bir yorum getirmiştir.

    bilmem katılırmısınız, ancak son yazdıklarınızdan sonra aklıma geldi ve ekleyeyim dedim. selamlar.

  41. Yazan:özlem Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    Suat Bey,
    siz darp kelimesinin başka anlamları da var demekle beraber değinmemişsiniz ama ben bir not olarak eklemek isterim. Bu ayetle ilgili çok yaygın olmasa da ikinci bir yorum darp kelimesinin ayrılmak, uzaklaştırmak anlamı ile ilgilidir. Ve madem ki bu kelimenin böyle bir anlamı var biz kafamızdan uydurmuyoruz mutlaka bu anlam üzerinde de düşünmek gerekir. Zira ayetteki mantıkzal sıralama darp kelimesinin diğer anlamında kullanılmasına çok uygun.
    Sözle uyarmak, yatakları ayırmak bu aşamadan sonra gelen aşama mantıken ayrılmak olmalıdır. Zira bir insan yaptığı kötü hareketden ısrarla vaz geçmiyorsa dövmek böyle bir evlilik için çözüm değildir.Olsa olsa kalpteki kini ve öfkeyi arttırır kişi yaptığı (diyelim ki gözünün başkasında olması) gibi fillere tam gaz daha da psikolojik olarak bilenmiş şekilde devam eder. Allah ise ayette her halde bize bir intikam biçimi değil bir çözüm önermeli diye düşünürüm.
    Peki dövdünüz ve kişi serkeşliğine devam etti şimdi ne olaçcak bu mantık sıralaması ile o yapacak erkek dövecek o yapacak erkek dövecek bize bir çözüm getirmedi darp kelimesinin bu kullanımı. Oysa yatakları ayırmaktan sonra (ki bu aşamada karşıdaki insan da doğru mesajı alır bir sonraki aşama ayrılmaktır eğer bu evliliği yürütmek istiyorsa ona göre davranması gerektiğini düşünüp son bir kendini düzeltme fırsatı bulacaktır) mantıksal gelen aşama ayrılmaktır.(belki tam bir boşanmadan ziyade tedricen bir ayrılma haline de işaret ediyor olabilir ayet.Zaten çevirenler evden uzaklaştırın diye çeviriyor. ) Ve kötü bir evliliğin nihayi çözümü de budur. Evet darp kelimesinin yaygın anlamı vurmak ise de ayırmak uzaklaştırmak anlamı da vardır ve bence ikincil anlamı üzerinde mutlaka durulması gerekiyor.
    Aynı şekilde velayet kelimesinin dostluk manasına geldiği gibi örnek almak rehber edinmek hükmü altına girmek anlamlarına geldiği ve bizim bütün bu anlamlar üzerinde durmamız gerektiği gibi. Bir kullanımın yaygın olması tek ve hakiki kullanımın o olduğu ve doğru olanın o olduğu anlamına gelmez diye düşünüyorum.

  42. Yazan:eg Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    bora bey,
    ibn arabi dizisinin üçüncü yazısını yaklaşık 15 gün kadar önce yazmıştım. 12-13 sayfa uzunluğunda olmuştu. son rötüşları yapıp gönderecektim. ancak bir sonraki gün bilgisayarım çöktü (formatlamak zorunda kaldım) ve yedeğini almadığım için o dosya da gitti. tekrar yazmak çok zor geldiği için biraz erteliyorum, ama o bölüm eksik kaldı ve en kısa sürede yazmak istiyorum. aslında o dizinin ilk iki yazısı giriş mahiyetindeydi ve ondan sonrakiler konunun esasını oluşturacaktı. bir de o son bölüm özensiz olsun istemediğim için tekrar yazmak gözümde büyüyor:))

  43. Yazan:Hasan Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    Tevbe suresindeki o ayetin önünü ve arkasını okuyalım:

    Söz konusu ayet beşinci ayettir.

    Allah ve Resûlünden,kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ültimatomdur:

    2. Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Şunu bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise, inkârcıları perişan edecektir.

    3. Hacc-ı ekber gününde1, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü, Allah’a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele!

    4. Ancak Allah’a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever.

    5. Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

    6. Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir.

    Allah’a ortak koşanların Allah katında ve Resûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız başkadır. Bunlar size karşı dürüst davrandığı sürece, siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah kendine karşı gelmekten sakınanları sever.

    8. Onların bir ahdi nasıl olabilir ki! Eğer onlar size üstün gelselerdi, ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirlerdi. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışıyorlar, oysa kalpleri buna karşı çıkıyor. Onların pek çoğu fasık kimselerdir.

    9. Allah’ın âyetlerini az bir karşılığa değiştiler de insanları onun yolundan alıkoydular. Bunların yapmakta oldukları şeyler gerçekten ne kötüdür!

    Sanırım bu kadar yeterli. Daha fazlasını Diyanet Mealinden okuyabilirsiniz.

    Kur’anın Bakara suresinin ortalarında bir yerde sizin de bahsettiğiniz gibi diğer ehl-i kitapların ve Sabiilerin ahiret gününde zarar görmeyeceği yazıyor. Ancak başka ayetlerde, açıkça, Allah katında İslam dışında bir dinin kabul olmayacağını, farklı din arayışlarının hüsranla sonuçlanacağını ve cezaya tabii olacağını anlatıyor.

    Bu çelişki elbette ki. Muhtemelen geldiği konjonktürle alakalıdır. Kur’anda bizzat allah tarafından iptal edilen ayetler vardır. Buna hükmü kaldırılan ayetler deniyor. Buradan şunu anlayabiliriz: Kur’anı bir bütün olarak yorumlamak gerekir. Böyle yorumlayınca, karşısındaki toplumun meşrebine ve o an Kur’âna inananların gücüne göre ayetler “geldiğini” (ki bunun daha objektif yorumu saygı sınırlarını zorlar) görülüyor.

    Sonuçta, Kur’an’da, her din gibi kendine inananı aktif ve etkin, diğerlerini pasif gören tipik bir hukuk modelini önermektedir. Pasif görülen “ötekiler”, aktif görülen “esas oğlanların” denetimi ve yönetimi altındadır. İnsifiyatif tümüyle esasların elindedir.

    Ötekiye yönelik hukuğun nasıl olacağı konusunda ne kadar ileriye giderseniz gidin, onlara ne kadar hak verirseniz verin, ortaya çıkan şey “güçlünün hukuğundan” başka şey olmaz ve benzese benzese İttihatçıların 1908-9 yılında Taşnakçılarla yaptığı anlaşmaya benzer. Olan eninde sonunda azınlıklara olur. Taşnakçılar 1908/9 uzlaşısından sonra resmen bayram ilan etmişti, Adana’da kıyıma uğratılınca gerçeği gördüler.

    Peki açık toplum ne önerir? Galiba bu konuda bu sitede bir şey yazmama pek gerek yok, çünkü siz de epey biliyorsunuz zaten.

    İşte bence bu, en ileri hukuk modeli olan açık toplum hukuğunun kuralları İslam’ın öne sürdüğü hukuk modeliyle çelişiyor.

    Çünkü bizim felsefe; temeline bir özne ve tek başına bir amaç olarak insanı alıyor. Onun hiçbir şey için feda edilemeyeceğini toplum ve devlete, hiçbir şey için kendini feda etmemesi gerektiğini de bireye söylüyor. Bu elbette ki çok daha ileri bir hukuk sisteminin felsefi zeminidir.

    Bu çelişkinin temel nedeni Kur’anın “feodal” bir ürün olmasıdır. Kuşkusuz üretim araç ve biçimleri değiştikçe insanın niteliği de artı yönde değişiyor. Dolayısıyla kendi çağını aşamamış bir hukuk modeli halefi çağda hiçbir işe yaramıyor.

    Ancak, Tanrı ve din ikilisi tümüyle inananların tasavvurunda yaşadığı için dini “libere” hale getirmek mümkün.

    Yukarıda Hasan Hanefi’den iktibas ettiğim bölüm bunun yolunun ne denli açık olduğunu gösteriyor.

    Dindarların metinlerinde, toplumdan ziyade, tanrı’nın nice olduğuna dair tasavvurlar da bunun bir kanıtıdır. Kendi hayatımızdaki çelişkilerden Tanrılar yaratıyoruz. Esma’ül Hüsna’ya bakın. Bu sıfatlar, Allah’ın insanda da olan ama onda sınırsız olan sıfatlar ve sadece Allah’ta olan sıfatları olarak ikiye ayrılıyor. Bunlar, tasavvurdan başka bir şey değil. Biz güçsüzüz, Allah güçlü. Biz bir yere kadar bilebiliyoruz, Allah alim. Biz belli ölçüde güce sahibiz Allah sonsuz bir güç sahibi..

    Herhangi bir ispat kaygısı taşımayan bu sözlerin öyle olmadığını ispat etmek nedense hep bizim sırtımıza bindiriliyor. Aslında Russell’in çaydanlığıyla bunu çoktan aşmış olmak gerekiyordu oysa bugün hala birşeyleri ispat etmek bizlerin görevi. Ne kötü.

    Galiba bu konuda “namuslu” düşünmek için; öncelikle hiçbir ayrım yapmadan tüm dinleri ve bu dinlerin yaşandığı toplumların sosyolojik gelişmişlikleri irdelenmeli. Bu yapıldığında, dinin kökenleri de, niteliği de, işlevi de gayet net biçimde kendiliğinden ortaya çıkıyor.

    Bunlar da kuşkusuz devrin bilme gücünün sınırlılığın da etkisi büyük. Artık dine dair söylemler bugünün insanına epey masalsı geliyor. Bu yüzden dindeki kavramlara bilimsel karşılık bulmaya çalışan gruplar türedi; atmosferin katmanlarının Allah’ın meleği olduğunu ayetlere dayanarak iddia edenler, evrimin yaratılışın şekli olduğunu söyleyenler, vs.

    Öyle görülüyor ki, her dönem kendi Tanrısını yaratmakta. Politeizmden ufak ufak monoteizme geçişin temelleri de bu bilme gücünün artışıdır.

    Bugün bile, 2009 yılında bile, ateist-teist çelişki ve mülahazalarında hala ikinci grubun bundan binlerce yıl önce yaptığı gibi “kökenini anlayamadığını İlahi bir güce havale etme” eğilimini görebiliyoruz.

    Neden ahlaklıyız, neden iyiyiz vs. gibi sorulara verilen bilimsel cevapların ve buradan doğan kültürün yanlış olduğu iddiası peşinden bunların Tanrı tarafından insana yerleştirildiği ve ancak ona inanılırsa anlamlı ve işlevsel olabileceği görüşüne gidiyor.

    İşte bu yüzden “yanılgı” diyor Richard Dawkins. Oysa bence yanılgıdan da fazlası: yabancılaşma.

    İnsanın kendi gerçeklerine, doğadaki yerine, bu durumun getirdiği şartlara karşı yumuşacık bir battaniyenin altına sığınıp bu battaniyeyi gerçek zannetme ve bunun üzerinde kültür kurma eğilimidir bu..

    Her neyse.. Bu yorum da gayet uzun oldu. Galiba bu tartışmadan bir sonuç çıkmayacak.

    Sevgiler ve saygılar.

    ( Şu noktada belirtmeliyim ki, ben din düşmanı değilim. Ama siz fazlasıyla din dostusunuz ve eğer temel meselemiz objektiflikse bu da en az ötekisi kadar yanlış bir tutum. )

  44. Yazan:eg Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    hasan kerdeşim,
    söylenecek tek şey var. sizin dininiz size bizimki bize:)) maşallah agnostiklik böyle ise:)) siz yemiş yutmuşsunuz tanrı ve din meselesini. en sonunda da dawkins’le noktalamışsınız agnostisizminizi:) maşallah maşallah:)

  45. Yazan:eg Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    sevgili suat,
    gerçi hasan kardeşim ezberlerle ve copy-pastelerle iş görüyor ama yine de bir göstergedir. liberallere neden hep şüpheyle baktığımı bu örnekle daha iyi anlatabilirim sanıyorum. çünkü gerçekten de hayatımda gördüğüm liberallerin çoğunu eğer biraz kazıyabilirsek altında pozitivist-bilimci, din düşmanı birileri çıkıyor. ve bunu tarafsızlık ve mutlak objektiflik olarak dayatıyorlar üstelik. benim gördüklerimin büyük çoğunluğu aynen sosyalistlerdeki gibi (hatta sosyalistlerden dilaver demirağ gibi pozitivizme ve bilimciliğe karşıt olanlar liberallere göre çok çok daha fazla) bilimci-pozitivistlerdi. aslında rastlantı değil çünkü aynı otlaktan beslendiler bu iki ideoloji. o yüzden bunları düşman kardeş olarak değerlendiriyorum. bu iki düşman kardeş de dünyanın ve insanlığın beraberce içine etti. bravo! bu bağlamda seni liberal larak değerlendiremem çünkü benim iin sana verilecek böyle bir etiket sana hakaret olurdu…sevgiyle

  46. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    sayın hasan,

    Kur’anın Bakara suresinin ortalarında bir yerde sizin de bahsettiğiniz gibi diğer ehl-i kitapların ve Sabiilerin ahiret gününde zarar görmeyeceği yazıyor. Ancak başka ayetlerde, açıkça, Allah katında İslam dışında bir dinin kabul olmayacağını, farklı din arayışlarının hüsranla sonuçlanacağını ve cezaya tabii olacağını anlatıyor.
    Bu çelişki elbette ki.

    İslam Hz.Muhammed’le (S) gelmiş bir din değildir. Hz.Adem ile başlamıştır. Hz.İsa (S)’ya gönderilen de aynı dindir, Hz.Musa (S)’ya gönderilen de. Hepsine namaz, oruç, zekat emredilmiştir. En azından temel konularda bilgisizliği gidermek lazım.

    Kur’anda bizzat allah tarafından iptal edilen ayetler vardır. Buna hükmü kaldırılan ayetler deniyor. Buradan şunu anlayabiliriz: Kur’anı bir bütün olarak yorumlamak gerekir. Böyle yorumlayınca, karşısındaki toplumun meşrebine ve o an Kur’âna inananların gücüne göre ayetler “geldiğini” (ki bunun daha objektif yorumu saygı sınırlarını zorlar) görülüyor.

    Hükmü kaldırılan ayet yoktur. Öyle olsa Kur’an’a neden konsun değil mi? Hz.Peygamber çıkartın o ayeti hükmü kaldırıldı derdi, çıkartılırdı. Nesh, geçmiş toplumlara ait şeriatlerle ilgilidir. Kur’an’la bir ilgisi yok. Kur’an’da kıblenin değişmesi ve içkinin tedricen yasaklanması durumu var. Bunlar hükmün kaldırılması değildir. Sosyal hükümlerin tesisindeki pedagojik pratiğin ifadesidir ve yürürlükten kaldırılmış değildir.

    Sonuçta, Kur’an’da, her din gibi kendine inananı aktif ve etkin, diğerlerini pasif gören tipik bir hukuk modelini önermektedir. Pasif görülen “ötekiler”, aktif görülen “esas oğlanların” denetimi ve yönetimi altındadır. İnsifiyatif tümüyle esasların elindedir.

    Hayır, en azından temel bazı bilgileri öğrenseniz, ah !. Medine’de Yahudilerle yapılan toplum sözleşmesine bakarsanız İslam’ın çoğulcu bir yönetimden yana olduğunu görürsünüz. Medine Vesikası deyince acayip bir şeyden bahsettiğimi düşünüyorsanız ki muhtemelen öyledir siz zaten umutsuz vakasınız demek. Araştırın !

    Esma’ül Hüsna’ya bakın. Bu sıfatlar, Allah’ın insanda da olan ama onda sınırsız olan sıfatlar ve sadece Allah’ta olan sıfatları olarak ikiye ayrılıyor. Bunlar, tasavvurdan başka bir şey değil. Biz güçsüzüz, Allah güçlü. Biz bir yere kadar bilebiliyoruz, Allah alim. Biz belli ölçüde güce sahibiz Allah sonsuz bir güç sahibi..

    İnsan tasavvursuz düşünebilen bir canlı olsaydı herhalde Tanrı da kendini başka şekillerde anlatırdı. Bilmediğin bir şeyi ancak bildiklerinle tasavvur edebilirsin. Yerçekimi var diye tasavvur ediyorsun değil mi? Veya elektriği sana nasıl anlatıyorlar, yuvarlak elektronlar çiziyorlar, üzerine eksi işareti koyuyorlar, bak bu böyle akıp gidiyor diyorlar; sen de tasavvur ediyorsun ve nasıl bir şey olduğunu anlıyorsun. Ama bilmek istemiyorsan seni “tecelli” bile kurtaramaz, elektrik çarpar, haa elektrik diye bir şey var demişlerdi dersin. Siz, bırakın bu Tanrıyla ilgili kısımları “biz güçsüzüz ve bir yere kadar bilebiliyoruz” kısmını idrak edin size yeter de artar.

    Bunlar da kuşkusuz devrin bilme gücünün sınırlılığın da etkisi büyük. Artık dine dair söylemler bugünün insanına epey masalsı geliyor. Bu yüzden dindeki kavramlara bilimsel karşılık bulmaya çalışan gruplar türedi; atmosferin katmanlarının Allah’ın meleği olduğunu ayetlere dayanarak iddia edenler, evrimin yaratılışın şekli olduğunu söyleyenler, vs.

    Kutsal kitaplarda yazılanlara bakılırsa dinin söyledikleri insanlara hep “masal” gelmiştir. Söyledikleriniz de hiç yeni şeyler değil yani.
    Aslında ben sizin kaygılarınızı gayet iyi anlıyorum. Organize din’in getirdiği baskı ortamından, dayatmalardan rahatsızsınız. Bundan, bir dindar olarak, ben de rahatsızım. Din’e en çok dinin aşkın boyutunun matematik haline getirilip insan-Tanrı ilişkisinin önüne perdeler çekilmesi zarar veriyor. Ama rahatsızlığınızı yanlış bir şekilde dile getiriyorsunuz. Din’e karşı çıkarak bunu gerçekleştiremezsiniz. Din’in saçma bir şey olduğuna dair kanaatiniz yüksek bir motivasyon oluşturmuş, hissediliyor. Ama bu “herşeyi çözdüm salaklar, işte size söylüyorum, siz de gelin dediğime” tavrınız hiç hoş değil. Ne yapmaya çalışıyorsunuz ki? Bizi “hidayete” mi erdireceksiniz? Nedir yani, daha materyalist bir bakış açısı ile gerçekleri görmeye mi başlayacağız? Bizi liberalizm adına dinimizi terketmeye mi davet ediyorsunuz? Şaka mı?

  47. Yazan:bora Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    çok üzüldüm Enver bey, yazık olmuş emeklerinize. neyseki ibni Arabi’yi tekrar tekrar çalışmakta da bir fayda var. inşallah ilkinden de daha iyi bir metni kısa zamanda üretip bizlerle paylaşırsınız. selametle.

  48. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    Hasan Beyin, yazdıkları beni gerçekten derin üzüntülere garkediyor.

    Üzüntüm hem Hasan Bey için hem de Hasan Beyin çevreye verebileceği zararlar için. Neyse ki Bora Bey, Ekrem Bey, Enver Bey ve Özlem Hanım çevreye verilmesi muhtemel bu zararları bertaraf etmeye çalışıyorlar. Allah onlardan razı olsun.

    Hiç bir araştırma derinliği göstermeden, tamamen bilgi yetersizliği sonucu
    copy-pastelerle dini karşısına almış, bizlere irşad ediyor Hasan Bey.
    Hasan Bey insan bilmediğinin düşmanıdır. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın. Fikirlerinizi yazarken lütfen biraz araştırın.
    Zira konuya vakıf kişilerin nazarında komik durumlara düşüyorsunuz. İster istemez “Cahiliğin Sinırı Yok” dedirtiyorsunuz kendinize…

    Meselenin bir diğer boyutu

    Hasan Bey bir an için sizin gibi düşünsem ve sizin fikirlerinize katılsam (Allah korusun) bana vaadiniz nedir? Ne vaadediyorsunuz? Bu işten kazancım ne olacaktır?

    Hasan Bey “Küfrün Vaadettiği Hiçbir Şey Yoktur”

    Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olmaz. Bir harf katipsiz olmaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet (sonsuz) derecede muntazam (düzenli) şu memleket (dünya ) Hakimsiz olur?

    Hala bunca açıklamalara ve yorumlara rağmen dediğim dedik diyorsanız, ben de “Ölelim de Görelim” diyorum ve bütün iyi niyetlerimle Allahtan size hidayet diliyorum.

    sağlıcakla…

  49. Yazan:Kenar Tarih: May 8, 2009 | Reply

    Yazıya genel olarak katılmakla ve aydınlanma ve modernizmin artık hiçbir şeyin çözümü olmadığını düşünmekle birlikte, özellikle Adorno’nun Kültür Endüstrisi kavramına dair çekincelerimi saklı tutuyorum. Adorno’nun geliştirdiği bu kavram pek çok sakatlık içeren bir kavram. Buna dair en güzel eleştiriler Birmingham Okulu’ndan 1970’li yıllarda gelmişti. Özellikle Stuart Hall’un ve bu okulun dışından pek çok (özellikle) İngiliz düşünürün, Gramsci’nin Hegemonya kavramını da farklı bir yönde kullanarak her kültürün “kültür” olduğuna, Kültür Endüstrisi kavramının her şeyi çok basitleştirdiğine, fakat durumun aslında böyle olmadığına yönelik eleştirileri ve yeni kuramları çok faydalı.

    Selamlar.

  50. Yazan:Onur Çobanoğlu Tarih: May 8, 2009 | Reply

    Vay be, bu yazıyı nasıl olmuş da atlamışım? Bundan sonra uzun ve anlamakta zorlanıyorum diye üşenmeyip başladığım yazıyı sonuna kadar okumalıyım.

    Pozitivizm ‘gerçekliğine’ (yani gerçekte yaşanmış pozitivizme) dair eleştiriye lafım olmaz. Ama şu aydınlanma karşıtlarının pozitivizm ‘mit’lerinin iler tutar tarafı yok. Gerçeklerden koparsak bizi Adorno da Horkheimer de kurtaramaz:

    Uzmanlaşma, bilimin her disiplininin bağımsız adacıklar haline donduğu bir yapıyı temsil eder. Her bağımsız adacığın kendi elde ettiği bilgiyi hakikatin kendisi sanması gibi bir yanılsama, zorunlu olarak, bilim adamı denen yeni-rahiplerin kendi bilgi iktidarlarını kutsadıkları bir yapıyı zorunlu kılar. Bilimsel disiplin adacıklarında kendi bilgisinin, hakikatin tümü olduğu yanılsamasına, bu bilgiyle kurulacak iktidarda pay sahibi olmak da eklenince, disiplinlerin kendi aralarında bile birbirine düşman olduğu, bütüncü bir bilgi felsefesinden habersiz yeni bir yapı oluşmaya başlamaktadır. Kendi disiplinine dışarıdan bakamayan, belirli bir metafizik ilkeden mahrum olan bu yeni-bilimcilerin oluşturduğu “din” ise bilimcilik olarak adlandırılabilir rahatlıkla.

    Nedir bu düşman disiplinler? Çağımız disiplinler arası araştırma çağı. Madem her disiplin zenofobik bir adacık, üç dört disiplinin bir araya gelmesiyle oluşan bilimler (misal bilişsel bilimler [cognitive science]) nasıl var olabiliyor? Tıp diğer disiplinlere sırtını dönseydi bugünkü seviyesine gelebilir miydi zannediyorsunuz? Hakikaten, şu sorumun cevabını merak ediyorum: Hakikatleri çatışan birden fazla bilimsel disiplin var mıdır? Varsa hangileri? Ben hiç duymadım da. Benim cehaletim olması mümkündür, aydınlatan herhangi birine çok müteşekkir olurum.

    Bilimcilerden oluşan bu yeni bilim adacıklarında, demokratik eleştirilerden bağımsız, yapılan eleştirileri ” senin akademik titrin ne?” diye aşağılamaya çalışan, çalıştığı disiplinin verili bilgilerine biat eden bir bilim adamı grubu çoğunluğu oluşmaktadır. Bu bilim adamı çoğunluğu, disiplininin kendisine verdiği bilginin iktidarından haberdar olduğu ve bu iktidarı kaybetmek istemediği için bu bilgiye bir din gibi sarılmak ve bu bilgiye yönelik hiçbir eleştiriyi kaldıramamak gibi bir tutuma sahip olmaktadır. Paradigmalarla ilerleyen bilim, aslında o disiplinin içinde, o disiplinin kurallarına muhalefet eden ve bu muhalefetle yeni paradigmalara zemin hazırlayan bir avuç insan ve bu bir avuç insanin bulduğu paradigmaya itaat eden, iman eden çoğunluktan ibaret bir yapıdır.

    “Senin akademik titrin ne?” diye akademisyenlik taslayanlar, ya bilim adamı olarak doğru dürüst bir başarım gösterememiş insanlardır, ya da Edward Said’in bahsettiği egemen düzenin organik aydınlarıdır. Özellikle Türkiye’de sık görülen bir olgudur. Türkiye’de sık görülen bir olguyu bütün bilim alemine mal etmek, hele ki o titrli akademisyenlerin bilimsel topluluğun ortalama bir üyesini yansıttığını zannetmek çok fena bir yanılgı.

    Bir şeyi hatırlayalım: Chomsky Vietnam savaşına karşı çıktığı zaman egemen düzenin siyaset bilimcileri “bu adamın uzmanlığı dilbilim, ne anlar bu” diyerek karşı çıkmıştı. Yani yazarın bahsettiği durumun hiç yaşanmadığını iddia etmiyorum. Ama unutmayalım ki Chomsky matematiksel dilbilimi geliştirirken matematikçiler bu adam ne anlar demediler, hatta konuşmalara davet edip söylediklerini anlamaya çalıştılar. Elmaları armutları ayırmayı bilelim.

    Evrim teorisine iman eden biyologları düşünelim. Evrim teorisinin yanlışlığı, doğruluğu bir yana, evrim teorisinin getirdiği iktidar yapılarının bilincinde olan, o bilimsel adacığın konformizminden ve iktidarından memnun olan biyologlar evrim teorisini tartışma yönünde disiplin içi muhalefetleri bile engizisyon mahkemesi gibi yargılamaktadırlar. Hele ki disiplin dışı bir muhalefet bu yeni-bilimcilikte söz konusu bile edilemez. Çünkü yeni bilimcilik, akademik iktidar araçlarıyla, bilginin özgürleşmesi gereken yapısına değil, iktidarın aracı olan ve belirli bir paradigmaya biat eden yapısına uygun hareket etmektedir. Mesela bir kişinin Heidegger konusunda okuduğu şeyler çok olabilir; üzerine duşunmuş, üzerine tartışmış olabilir ama felsefede “Heidegger üzerine doktora”nız yoksa akademik dünyada ciddiye alınmamak gibi bir tehlikeye açıksınız demektir. Buna, ünvan fetişizmi denebilir. Modernizmin ve modern bilimin en belirgin özelliklerinden birisi de bu ünvan fetişizmidir.

    Michael Behe evrim kuramını disiplin içinden sorgulamıştır. Kendisi Lehigh Üniversitesi’nde biyologdur. Kendi bölümü (Lehigh Üniversitesi Biyoloji Bölümü) Michael Behe’nin görüşleri ile bölümdeki çoğunluğun görüşlerinin taban tabana zıt olduğunu beyan etmiştir. Buna rağmen Michael Behe hala o bölümde öğretim üyesidir ve araştırmalarını sürdürebilmektedir. Evrim kuramcılarını engizitörlükle suçlamak kötü niyet değilse, tarihsel engizisyonun ne olduğuna dair hiçbir fikrinin olmamasının dışavurumudur.

    Arada yaratılışçı tayfadan birileri çıkıp “Afyon Üniversitesi’nde falanca evrim kuramına karşı olduğu için atıldı” diyor arasıra (atılan kişinin ismini bilmediğim için bağışlayın). Olayın ayrıntılarına vakıf olmadığım için yorum yapmayacağım, ama hakikaten sırf onun için atılmışsa bu hiçbir şekilde savunmayacağım bir yanlıştır. Ama buradan yola çıkarak “hah işte engizisyon” diyeceklere hatırlatalım: Türkiye üniversitelerinde bilim öncelik olmaktan çıkalı çok oluyor.

    Bu arada Heidegger örneği evrim kuramının arkasına gelince, acaba evrim kuramı durumunda da böyle bir şey yaşandığı, adamın biri evrim hakkında çok düşünüp araştırsa da doktorası yok diye dinlenmediği mi iddia ediliyor diye düşündüm. Varsa öyle bir düşünce, belirtelim: Bugüne kadar çok evrimci/yaratılışçı veya akıllı tasarımcı tartışması okudum. Dünya çapında bu kuramların en büyük isimlerinin tartışmalarını okudum. Hiç kimsenin daha “sen biyolog değilsin anlamazsın, ben seninle muhatap olmuyorum” dediğini duymadım. Brown gibi prestijli bir üniversitenin biyoloji hocası Kenneth Miller, teolog/filozof William Dembski’nin argümanlarına karşı üşenmeyip makaleler yazdı. Tartışmalar fikirler üzerinden yürüdü, kişiler değil. Richard Dawkins Adnan Oktar ile tartışmayacağım derken gerekçesini biyoloji mezunu olmamasına değil; daha yılanbalığını deniz yılanından, deniz lalesini halkalı solucandan ayıramayacak kadar biyoloji cahili olmasına bağlıyordu.

    Uzmanlaşmış cahillerin çoğunlukta olduğu bilimci yapı

    Çoğunluk? Neye dayanarak ediyoruz bu iddiayı?

    Bu arada, çok tanrılı din mi tek tanrılı dinden çıkar yoksa tam tersi mi tartışması başlamış tekrar. T. Suat Demren eski bir yazısına link vermiş tekrardan. Ben de şöyle bir yazıya link vereyim:

    http://www.custance.org/old/evol/2ch1/2ch1.html

    Bu yazıda da belirtildiği gibi, tek tanrılı dinlerin çok tanrılı dinlerden evrimleştiği iddiasının arkeolojik ve antropolojik bulgularla nasıl çöktüğü anlatılıyor. Bu makalede önemli bir ayrıntı daha vardır: Bu iddianın ortaya atıldığı dönemde arkeolojinin bulguları bugünkü seviyede değildi. Var olan en eski kayıtlar çok tanrılı dinleri gösteriyordu, daha sonraki kayıtlarda ise tek tanrılı dinlerin oluştuğu gözleniyordu. Yani bu iddiayı ortaya atanlar o gün elde olan veriye uygun bir açıklama getiriyorlardı, daha sonra ortaya çıkan yeni bulgularla bu hipotez yanlışlandı. Materyalizm, darwinizm, ideolojik saplantı demeden önce bu hususu da göz önünde bulundurmakta yarar var.

  51. Yazan:eg Tarih: May 8, 2009 | Reply

    onur bey,
    çok soru sormuşsunuz; kısaca fikirlerimi söyleyeyim…
    akademik disiplinler arasında yakın zamanlarda disiplinlerarası çalışmaların teşvik edildiği doğrudur. ancak bunun büyük oranda akademik adacıklara getirilen eleştiriler sonucu oluşmaya başlamış bir tutumdur. ancak söylediğim şeyi başka bir noktasından tutmuşsunuz. akademik disiplinler arasında hakikat ayrışmasından söz etmemiştim (ondan da madem cevap veriyorum, cevabın ileriki kısımlarında söz edeceğim) söz ettiğim kendi ultra-uzmanlık alanında bir iktidara sahip olduğunun ve bu iktidarın faydaları gören bir “bilim kişisinin” bu iktidarı paylaşma ile ilgili herhangi bir tehditte saldırganlaşıp koruyucu bir tepki verdiğiydi. uzun yıllar arge yaptım. bu arge çalışmaları disiplinler arası çalışmaları gerektiriyordu. en azından kendi hayatımdan örnek verebilirim çok rahat. bu disiplinlerin birbirleriyle kesişmediği noktalarda çok fazla sorun olmaz. ama kesişen noktalarda çok büyük kavgalar başlar. mesela bir bilgisayar bilimci iseniz ve eğitiminiz (akademik titriniz) bilgisayar bilimi ise diyelim ki bir elektronik sistemin yazılımıyla ilgili bir çalışmada elektronik mühendisleriyle (araştırmacılarıyla) beraber çalışacaksınız. elektronik sistemlerin yazılımları embedded sistem yazılımları olarak değerlendirilir. büyük pc sistemleri için yazılım geliştirmeye alışmış ve bunun için yazılım geliştirme sistemleri(test sistemleri vesaire) geliştirmiş bir bilgisayar bilimciyle, mesela elektronik sistemlere yazılım yazmış (araştrma yapmış, elektronik sistemlerin yazılımlarının testinin yöntemlerini geliştirmiş) bir elektronik mühendisi arasında bile olan “kavgaları” anlatsam herhalde herkes güler burada. ama bu geçrektir ve hemen her disiplinde kendi uzmanlık adacığının başka uzmanlıklarla kesiştiği noktalarda benzer çatışmalar olur. bu çatışmalar her iki uzmanlık alanının da hiç taviz vermediği ve doğruyu kendisinin temsil ettiği noktasında çoğunluk gram sapmaz…
    yine bir örnek vereyim: mesela bir elektronik mühendisi olarak dyelim ki patent sistemi, patentlerin veriliş yapısı vesaire ile ilgili patent uzmanlarıyla konuşur, beraber çalışırsınız. bu konuda dahi bir patent uzmanının uzmanlık alanına getirilen bir eleştiriyi (ya da daha doğru olduğunu düşündüğünüz bir sistemi önermeyi) nasıl saldırganlıkla karşıladıklarını bilen bilir. siz herhangi bir bilimsel-teknolojik alanda çalıştınız mı bilemiyorum ama sonuçta bunun gibi yüzlerce örnek sayabilirim…

    evrimle ilgili engizisyon olmadığını söylemeniz ise biraz hüsn-ü zan olmuş. bana gerçeklerden kopmak kötü demişsiniz ama sanırım gerçeklerden oldukça kopuksunuz. evrim teorisine displin için eleştiri getirenerin başlarına neler geldiğini (behe dahil…behe ile bir süredir yazışırım ve akademik camiada ve akademik yayımlarda kendisine getirilen zımni yasağı kendisinden birebir duydum). kaldı ki behe gibi nispeten kabul görmüş birisi bile bunu görürken sıradan bir akademisyen biyologun evrime getireceği bir eleştirinin dahi linç konusu olduğunu örnekleriyle tartışmalarda defalarca verdik. tekrar girmek ve sinirlerimi bozmak istemiyorum. özellikle evrime…ama bu konuda ve evrimci engizisyon konusunda oldukça hüsn-ü zan içindesiniz ve üzgünüm ama gerçeklerden çok kopuksunuz…hakikat ayrışmasına ise mesela paleontologların tezleriyle diğer biyolojik bilimlerin farklı akademik disiplinleri arasındaki ayrışmalar sayabilirim (ama inanın bana evrim tartışmaları beni çok yoruyor. bu yüzden evrim konusuna hiç girmek istemiyorum. ama hakikat ayrışması konusuna en ciddi örnekleri biyolojide, fizikte(kuantumla ilgili yorumlar mesela) çok rahat bulabiliyoruz…fazla aramaya bile gerek kalmadan…kaldı ki sosyal bilimlerde bu hakikat ayrışması zibilledir…..)

    doğrusu benim yazdıklarıma itiraz etmişsiniz ama benim yazdıklarım benim kendi yaşadıklarımdan da çıkardığım ve okuduklarımdan da net şekilde bildiğim şeylerdir. bıraktım akademik disiplinler arası tartışmaları , aynı akademik disiplkinin içinde dahi farklı yoruma sahip olanların hakim paradigma tarafında uğradığı linci okuyan herkes biliryor zaten. paris ekolünün, kopengah ekolü tarafından lince uğradığı, akamemik yayından da dünyadan da mümkün mertebe uzaklaştırldığı (gerçi benim kuantum yorumum kopengak ekolüne daha yakın ama bu onların lincini haklı göstermemi sağlamaz) değişik fizikçilerdne okuduğum bir realitedir. ahmet yüksel özemre anılarında bu tür bir lincin bazı fizikçilerin araştırmalarının nasıl hasır altı edildiğinin örnekelriyle doludur.

    bu arada zaten “: Chomsky Vietnam savaşına karşı çıktığı zaman egemen düzenin siyaset bilimcileri “bu adamın uzmanlığı dilbilim, ne anlar bu” diyerek karşı çıkmıştı. Yani yazarın bahsettiği durumun hiç yaşanmadığını iddia etmiyorum.” demişsiniz. aradaki farkımız şu: ben bu eğilimin hakim eğilim, sizse istisna olduğunu söylüyorsunuz…

  52. Yazan:Onur Çobanoğlu Tarih: May 9, 2009 | Reply

    uzun yıllar arge yaptım. bu arge çalışmaları disiplinler arası çalışmaları gerektiriyordu. en azından kendi hayatımdan örnek verebilirim çok rahat. bu disiplinlerin birbirleriyle kesişmediği noktalarda çok fazla sorun olmaz. ama kesişen noktalarda çok büyük kavgalar başlar. mesela bir bilgisayar bilimci iseniz ve eğitiminiz (akademik titriniz) bilgisayar bilimi ise diyelim ki bir elektronik sistemin yazılımıyla ilgili bir çalışmada elektronik mühendisleriyle (araştırmacılarıyla) beraber çalışacaksınız. elektronik sistemlerin yazılımları embedded sistem yazılımları olarak değerlendirilir. büyük pc sistemleri için yazılım geliştirmeye alışmış ve bunun için yazılım geliştirme sistemleri(test sistemleri vesaire) geliştirmiş bir bilgisayar bilimciyle, mesela elektronik sistemlere yazılım yazmış (araştrma yapmış, elektronik sistemlerin yazılımlarının testinin yöntemlerini geliştirmiş) bir elektronik mühendisi arasında bile olan “kavgaları” anlatsam herhalde herkes güler burada. ama bu geçrektir ve hemen her disiplinde kendi uzmanlık adacığının başka uzmanlıklarla kesiştiği noktalarda benzer çatışmalar olur. bu çatışmalar her iki uzmanlık alanının da hiç taviz vermediği ve doğruyu kendisinin temsil ettiği noktasında çoğunluk gram sapmaz…
    yine bir örnek vereyim: mesela bir elektronik mühendisi olarak dyelim ki patent sistemi, patentlerin veriliş yapısı vesaire ile ilgili patent uzmanlarıyla konuşur, beraber çalışırsınız. bu konuda dahi bir patent uzmanının uzmanlık alanına getirilen bir eleştiriyi (ya da daha doğru olduğunu düşündüğünüz bir sistemi önermeyi) nasıl saldırganlıkla karşıladıklarını bilen bilir. siz herhangi bir bilimsel-teknolojik alanda çalıştınız mı bilemiyorum ama sonuçta bunun gibi yüzlerce örnek sayabilirim…

    Ben bilgisayar bilimciyim ve bahsettiğiniz durumun ne olduğunu ben de yaşantımdan biliyorum, fakat yine talihsiz bir örnek seçmişsiniz. Disiplinler arası bu tip bir rant kavgasını Türkiye dışında pek az yerde görmek mümkündür. Liyakate dayalı istihdamın olduğu yerde titrin bir önemi kalmadığı, kim neyi ne kadar iyi yapabiliyorsa onun çalıştırıldığı ve para ödendiği ortamlarda bu tip kavgaları pek göremezsiniz, en azından Türkiye’deki kadar ciddi boyutta.

    Evrimle ilgili engizisyon olmadığını söylemeniz ise biraz hüsn-ü zan olmuş. bana gerçeklerden kopmak kötü demişsiniz ama sanırım gerçeklerden oldukça kopuksunuz. evrim teorisine displin için eleştiri getirenerin başlarına neler geldiğini (behe dahil…behe ile bir süredir yazışırım ve akademik camiada ve akademik yayımlarda kendisine getirilen zımni yasağı kendisinden birebir duydum). kaldı ki behe gibi nispeten kabul görmüş birisi bile bunu görürken sıradan bir akademisyen biyologun evrime getireceği bir eleştirinin dahi linç konusu olduğunu örnekleriyle tartışmalarda defalarca verdik. tekrar girmek ve sinirlerimi bozmak istemiyorum. özellikle evrime…ama bu konuda ve evrimci engizisyon konusunda oldukça hüsn-ü zan içindesiniz ve üzgünüm ama gerçeklerden çok kopuksunuz…

    Evrim tartışmalarının uzun süredir içindeyim. Bu konuda her iki tarafı da okumuş biriyim. Ama yine de öğrenmenin sonu yoktur, eğer akıllı tasarımcılara haksız bir sansür varsa bunu da bilmek isterim. Bahsettiğiniz örneklerin bulunduğu tartışmaları hangi başlığa sahip yazıların altında bulabileceğimi söylerseniz sevinirim. Şimdilik sadece Behe için şunu söyleyeceğim: Behe’ye getirilen yasağın zımni olduğunu kendiniz söylemişsiniz. Zira kendisinin hakem onaylı yayını da vardır. Behe’nin kitabını okumadım, ama Dover mahkemesinin tutanaklarını okudum ve orada görüşlerini oldukça detaylı açıklıyor. Bana göre Behe akıllı tasarım kuramını temellendirirken bilimsel düşüncenin dışına çıkıp totolojilere giriyor. Dediğim gibi bilgisayar bilimcisiyim, evrimin doğruluğu veya yanlışlığı disiplinimi ilgilendirmez (evrim kuramı yanlış çıksa da genetik algoritmaları kullanmaya devam ederiz, çünkü işe yarıyorlar), dolayısıyla hakim bir paradigmaya yaranma gibi bir durumum yok, bu konudaki görüşlerimi dergilerde konferanslarda yayınlatma gibi bir durumum da yok. Yani en azından evrim konusunda bir iktidar kavgası varsa da beni etkilemez.

    Bunları ne için söylüyorum? Behe’nin hakem onaylı dergilerde fazla rağbet görmemesini evrim karşıtları Behe’nin evrim karşıtlığına (yani iyi çocuk olmamasına), bilimsel topluluğun büyük bir kısmı ise yönteminin bilimsel olmamasına bağlıyor. Dediğim gibi ben dışarıdan biri olarak, ikinci görüşü destekliyorum. Bunun ideolojik (veya başka bir şey temelli) yanlılığıma verilme olasılığına karşı şunu söyleyeyim: Dembski’nin ortaya attığı “Specified Complexity” yoluyla tasarım tespit etmeyi yaklaşım olarak bilimsel buluyorum. Yani akıllı tasarıma karşı kökten önyargılarım yok.

    doğrusu benim yazdıklarıma itiraz etmişsiniz ama benim yazdıklarım benim kendi yaşadıklarımdan da çıkardığım ve okuduklarımdan da net şekilde bildiğim şeylerdir. bıraktım akademik disiplinler arası tartışmaları , aynı akademik disiplkinin içinde dahi farklı yoruma sahip olanların hakim paradigma tarafında uğradığı linci okuyan herkes biliryor zaten. paris ekolünün, kopengah ekolü tarafından lince uğradığı, akamemik yayından da dünyadan da mümkün mertebe uzaklaştırldığı (gerçi benim kuantum yorumum kopengak ekolüne daha yakın ama bu onların lincini haklı göstermemi sağlamaz) değişik fizikçilerdne okuduğum bir realitedir. ahmet yüksel özemre anılarında bu tür bir lincin bazı fizikçilerin araştırmalarının nasıl hasır altı edildiğinin örnekelriyle doludur.

    Evet özellikle kuantum fiziğinde yaşanan çirkinliklerin bazılarından haberdarım. Verdiğiniz örneklerin çokluğunu ve ciddiyetini tartışmıyorum; fakat iddianız o kadar güçlü ve kapsayıcı ki dayanak olarak doğrulayıcı örnekler yetmez. Bilim dünyası hakikaten bahsettiğiniz feodalitenin hakimiyeti altındaysa, o zaman birden fazla disiplinin bir araya gelmesiyle oluşan disiplinler hala nasıl var olabiliyor*? Madem hakim paradigmalar bu kadar kemikleşti Kuhn’un bahsettiği paradigma devrimleri, Lakatos’un bahsettiği araştırma programlarına rağbetin değişimi (ki bilgisayar biliminde sık görülen bir fenomendir**) hala nasıl yaşanabiliyor?

    bu arada zaten “: Chomsky Vietnam savaşına karşı çıktığı zaman egemen düzenin siyaset bilimcileri “bu adamın uzmanlığı dilbilim, ne anlar bu” diyerek karşı çıkmıştı. Yani yazarın bahsettiği durumun hiç yaşanmadığını iddia etmiyorum.” demişsiniz. aradaki farkımız şu: ben bu eğilimin hakim eğilim, sizse istisna olduğunu söylüyorsunuz

    İstisna demeyeyim. Bir olgu sistematik olarak tekrarlanıyorsa buna istisna demem, yani bahsettiğiniz eğilimin yerleşik olduğu konusunda itiraz edecek değilim. Ama hakim eğilim demek bunun da ötesinde, yine güçlü ve kapsayıcı bir iddia. Bu iddiaya karşı örnekleri sundum, daha da sunabilirim***. Karşı örnekler varsa ve yaygınsa hakim eğilim diyemeyiz.

    * Daha önceki yazımda böyle disiplinlere örnek verdim. Ayrıca bu disiplinlerin öğeleri birbiriyle kafa kafaya da gelebiliyor. Hesaplamalı dilbilimciler (computational linguists) ile psikolinguistlerin tartışmasına bizzat şahit oldum. Hala birlikte çalışıyorlar, hala bilişsel bilimler dağılmadı.
    ** Bizzat ben şu anda azınlık olan, nispeten hakim sayılabilecek bir paradigmayı kırmaya çalışan yeni bir araştırma programında çalışmış biriyim. Bu programdaki insanların çalışmaları ilgiyle dinleniyor ve gün geçtikçe daha fazla rağbet görüyor.
    *** Bir tane daha verelim: Spiro Latsis Milton Friedman’ın metodolojisine yalancı-bilimsel (pseudo-scientific) dediğinde Friedman ona “sen ekonomist değilsin ne anlarsın, sus otur aşağıya” demedi, oturdu 3 sayfalık savunma yazdı.

  53. Yazan:eg Tarih: May 9, 2009 | Reply

    “Ben bilgisayar bilimciyim ve bahsettiğiniz durumun ne olduğunu ben de yaşantımdan biliyorum, fakat yine talihsiz bir örnek seçmişsiniz. Disiplinler arası bu tip bir rant kavgasını Türkiye dışında pek az yerde görmek mümkündür. ”

    demişsiniz. konuyu fazla uzatmak istemiyorum, zira yapacak daha önemli işlerim var. son bir şey söylemek isterim. kaç yıllık bilgisayar bilimcisisiniz;yaşınız kaç bunları bilemem. ama disiplinlerarası iktidar savaşlarının sadece türkiye ile ilgili değil(hatta gelişmiş ülkelerde daha da fazla) gelişmiş ülkelere has bir şey olduğunu bilecek kadar uzun yıllar bu işin içindeyim(ayrıca bilgisayar bilimci değil elektronik mühendisiyim…). sonuçta sizin fikriniz o şekildedir, olabilir. evrimle ilgili yorumunuza hiç katılmıyorum. ama tartışmaya girmek de istemiyorum. zira evrim tartışmaları beni çok yoruyor. ve bu tartışmalar dünyanın en faydasız tartışmaları oluyor. aynı suya iki defa girmek istemem…sadece behe’nin dawkins’ten milyon kere daha bilimsel olduğunu söyleyebilirim(behe’yi bilimsel görmeyen evrimperestlere cevaben)…hepsi bu kadar…muhabbetle.

  54. Yazan:Onur Çobanoğlu Tarih: May 9, 2009 | Reply

    evrimle ilgili yorumunuza hiç katılmıyorum. ama tartışmaya girmek de istemiyorum. zira evrim tartışmaları beni çok yoruyor. ve bu tartışmalar dünyanın en faydasız tartışmaları oluyor. aynı suya iki defa girmek istemem…sadece behe’nin dawkins’ten milyon kere daha bilimsel olduğunu söyleyebilirim(behe’yi bilimsel görmeyen evrimperestlere cevaben)…hepsi bu kadar…muhabbetle.

    Evrimle ilgili tartışmaya girmem ama Behe’yi bilimsel bulmayanlara evrimperest damgası vurmaktan çekinmem diyorsunuz yani. Hakikaten bu şekilde yürüyecek idiyse bu tartışma, girmememiz isabet olmuş. Ama öbür türlü, fikir düzeyinde yürüyen evrim tartışmalarının bugüne kadar çok faydasını gördüm (kişisel olarak).

  1. 1 Trackback(s)

  2. May 20, 2009: Son 30 günde en çok okunanlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin