RSS Feed for This Post

CHP’nin Ne Olduğunu İfşa Eden AKP, DP’nin Mirasıyla da Yüzleşebilecek mi?

Recep Tayyip Erdoğan Dersim olaylarının vahşetini, CHP’nin bu konudaki rolünü ifşa edip, Dersim halkından özür dileyerek bir ilki gerçekleştirdi. Çok da iyi yaptı. Bakmayın siz “ama yetmezci”, ” peki ne kadar samimi” türü yaklaşımlara, bu büyük bir adımdır. Şüphesiz taktir edilmeyi de hak ediyor.  Öte yandan siyasi tarihimizin cinayetleri bir Dersimle sınırlı değil elbette. Ve bu tarihin günah defterinde sadece CHP’nin icraatları da yok.

Yaklaşık yüz yıldır yüzleşemediğimiz 1915 kıyımından, üzerinden 20 yıla yakın zaman geçmesine rağmen hala soğukkanlılıkla konuşmayı başaramadığımız Sivas faciasına, Trakya pogromundan, Şeyh Said Olaylarına oldukça kabarık bir defter bu. 

Ama benim özellikle üzerinde durmak istediğim 6-7 Eylül olayları bir yönüyle müstesna bir yer teşkil ediyor bu defterde: 6-7 Eylül 1955’de meydana gelen olaylar, hem Turgut Özal’ın hem de Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük bir iştiyakla sahiplendiği bir siyasi aktörün; Adnan Menderes hükümetinin  izni ve dahili  ile gerçekleştirilmişti.  Ve bugünden geriye bakıldığında Menderes hükümetinin bilinçli ve organize hazırlanmış bir pogroma büyük oranda suç ortaklığı etmesinden  başka bir şey değildi. [Gerçek boyuttaki resimler makalenin sonunda]

 6-7 Eylül’ü konuşmak hem geçmişin günah defterlerinde sağ partilerin de, izafeten sol olarak bildiğimiz CHP’ den çok farklı bir çizgi izlemediğini faş etmek açısından önemli, hem de 1960 ihtilali ile tartışmasız mazlum durumuna düşürülmüş ve işkence ile düzmece mahkemeler ile canı alınmış Menderes ve arkadaşlarının mazlumiyetinin yarattığı duygusal zemin sebebiyle biraz daha zor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’deki muhafazakar, sağ partiler Menderes’in siyasi mirasına bu kadar sahip çıkıyorsa 6-7 Eylül olayları yüzleşmeyi ilk sıralarda hak ediyor demektir.

6-7 Eylül 1955’de neler olmuştu

1986 senesinde Anadolu’da geçen uzun memuriyet yıllarından sonra ailemin aslen yaşadığı şehir olan İstanbul’a döndüğümüzde, kentin siluetinin içerisinde en çok ilgimi çeken Tarlabaşı’ndan otobüsle geçtiğim zamanlarda gördüğüm metruk, irili ufaklı yüzlerce bina olmuştu. Şimdilerde Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında yıkılmak için gün sayan o binalar, Tarlabaşı Bulvarı genişletilmeden önce birkaç sıra daha fazlaydı. Bulvar çalışmaları bittiği zaman yıkılan binalara rağmen gördüğüm manzara hiç de farklı değildi. Yıkılan yapıların ardından çıkan sıra da hatta onun ardındaki sıralar da yer alan binalar da aynen yıkılan evler gibi ya metruk ya da yoksul Kürtlerin ve Romenlerin yerleştiği, bazıları da dükkan sahipleri tarafından sadece alt katı kapatılarak kullanılan perişan vaziyetteki Rum evleriydi. Dolayısı ile aileme kent hakkında sorduğum ilk sorulardan birinin “bu binalar niye böyle, boş bakımsız” sorusu olduğunu hatırlıyorum.

Ailem her iki taraftan da 6-7 Eylül günlerini ve sonrasındaki Kıbrıs olayları sırasında yaşanan atmosferi teneffüs etmiş  bir aileydi. Bizzat 6-7 Eylül’de gözleri ile gördükleri şeyleri anlattıklarında bile yaşanan dehşetin çok ufak da olsa bir parçası hakkında bilgi sahibi olabiliyordum. İndirilen camlar çerçeveler, yağmalanan dükkanlar, arabaların arkasına bağlanıp yırtılan kumaş topları, devrilmeye çalışılan arabalar, kafalarına tüylü kadın şapkaları takıp eğlenen çapulcu erkekler, sadece ismi “gavur” adına benzetildi diye yağmalanmaya çalışılan müslümanların dükkanları bu anlatılardan bazıları. Bütün bu gördüklerine rağmen yine de annemin ve babamın  6-7 Eylül’ün gerçek boyutlarını; öldürülen insanları, tecavüz edilen kadınları, yağmalanan kiliseleri hiç bilmemesi  ise şaşırtıcı bir “ayrıntı” olmuştur benim için. Demek ki DP hükümeti zamanında da basına yönelik sansür oldukça etkiliymiş.

 İlerleyen günlerde tanıdığım insanlara “ne oldu” sorusunun cevabını aldıktan sonra, sık sık “peki neden” sorusunu sordum. Konuştuğum kişilerin hepsi bu olayların hükümet tarafından organize edilen, ancak sonradan kontrolden çıkan bir pogrom olduğu konusunda hem fikirdi.  Neden sorusunun cevabı ise insaflarının derecesine göre değişiyordu. Bu konuda bilinçli, vicdanlı bir yerden bakanların dışında kalan kesimin dile getirdiği iki negatif cevap şekli  özellikle dikkat çekici oldu benim için, 6-7 Eylül olaylarının ardındaki psikolojiyi anlamak noktasında. Bu cevaplardan daha “insaflı” olanı yaşananların yüzkarası bir tertip olduğunu söyleyerek ekliyor: “Orada mahvolan milli servetti. Büyük bir aptallıktı. O günlerde yerli malı denilen bir şey pek yoktu ki Türkiye’de. Onca beyaz eşya, iş makinesi, bir sürü şey heba oldu. TC çok kötü bir duruma düştü uluslararası arenada.”

Diğer cevap şekli ise şöyle:  “Onlar hak etmişlerdi. İstiklal Caddesi’ne çıktığında hemen bütün mağazalar, lüks iş yerleri onlara aitti. Sanırsın ki Rumlar bu ülkenin gerçek sahibi. Bizimle burunlarının ucuyla konuşurlardı. “Ne istiyorsun, söyle!” Havalarından geçilmezdi. O olaylardan sonra havaları bilsen nasıl söndü. Hepsi “buyurun efendim”li, sizli bizli konuşmaya başladılar”

Biri mahkum ediyor, biri sahipleniyor gibi de görünse her iki anlatım tarzının ortaklaştığı nokta o olayları yaşayan Rumların insan olma hallerini hiç görmemesi. İlk anlatıda olayların yüz kızartıcılığına, yaşananların devleti uluslararası alanda düşürdüğü durum ve milli servetin ziyan olması açısından bakılıyor.  O insanlara ne oldu sorusunun bu hassasiyet içerisinde yeri yok. İkinci anlatıda ise “milli gurur”‘dan kaynaklanan derin bir kompleks ile beraber, pogroma bir şekilde destek verenlerin, Rumların sahip olduğu servetten ne kadar rahatsız oldukları apaçık görülüyor. “Sonunda bu ülkenin gerçek sahipleri kimler anlamış oldular!” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım bu.  Ve gayrimüslimlere ait sermayenin el değiştirmesi için çabalayan, 1942’de Varlık Vergisi ile bunu hayata geçirmeye çalışan, 1955’te DP iktidarı sırasında 6-7 Eylül’ü yaratan  adı konulmamış “bir devlet pratiğinin”, cumhuriyetin  “asli vatandaşları” dilinden ifşa olmuş hali.

Ne olmuştu ve neden sorusunun bir adım ötesi ise bir de bu “burnu havada” olduğu için “hak etmiş” insanların gözünden yaşananların neye tekabül ettiğiydi.  Zaman zaman Heybeliada’da bir çay ocağında ya da İstiklal Caddesi’nde bir pastanede yaşayanların gözünden, kimi zaman isyanla, ağlamaklı ya da felaket öncesine özlem dolu anlatımlarla bu tanıklıklara şahit olsam da, bu karşılaşmaları kaydetmediğim için  6-7 Eylül’ü gerçekte ne kadar bildiğimizi yazılı basına geçen bazı tanıklıklardan alıntılarla kontrol edelim.

Biraz da “hak edenlerden” dinleyelim:

” Ben o zaman Yedikule’de oturuyordum. Olaylardan iki hafta evvel genelde Rum, ama Ermeni evleri de, yaldızlı soba borusu boyası ile işaretlendi. Biz bu işaretleri siliyorduk. Ama ertesi gün evler yeniden boyanıyordu. ” ( Doktakis Donios ile mülakat,  Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları kitabından)

” Sekiz buçuğa doğru dışarıdan sesler gelmeye başladı. İki kamyon evimizin önünde durdu. İlk kamyondan kıyafetlerinden fakir oldukları anlaşılan adamlar indi. İkinci kamyon sopa ve kalın demirlerle doluydu. Kilisenin ön avlusundaki aileyi papazın ailesi zannetmişlerdi. İki buçuk metrelik duvarlara tırmandılar ve aniden bahçenin içindeydiler. Evimize girmek istiyorlardı kapı ve camları parçalamaya başladılar.” (Pinelopi, Tsoukatou, İstanbul’daki Rumların kristal gecesi, 1955)

“Bizim evimiz, Beyoğlu’ndaki Kalyoncu sokaktaydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme “Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten evimizi yağmalamadan gittiler. 2. Kattaki Madam Katina’yı 3.kattaki Maria’yı ve 4. Kattaki Anton’u korumuş olan Mehmet, binadan çıktı, Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkan ve evlere saldırmaya başladı. Ben onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.” (Mihalis Vassiliadis ile mülakat, Dilek Güven 6-7 Eylül olayları)

“…Birkaç gün sonra bir kadın geldi dükkana, genç bir Rum kadın. “Burada bir evimiz var” dedi. “orayı tahrip ettiler”, yapılacak işler var şuna bir bak. Kumkapı’da Rum zenginlerden Şekerci Yani isminde birine ait, büyük kale gibi bir ev. Surp Harutyun Ermeni kilisesinin yanından çıkınca sağdaki büyük ev. Gittik oraya ne görelim. Aşağıdan yukarıya her tarafı kırmışlar, dökmüşler. Taban halılarını bir baştan bir başa kesmişler. Üst katlara çıktık. Yukarıda tavan arasında Rumların ibadet ettikleri ve duvarlarında ikonalar, kandiller, aziz resimleri bulunan bir bölüm vardı. Burada ne varsa kırmışlar, dökmüşler, odanın ortasına yığmışlar bir de üşenmeden üstüne sıçmışlar…” (Sarkis Çerkezyan,  6-7 Eylül olayları,Hatıralar, tanıklar, Rıfat Bali)

“Ellerinde sopalarla 20-25 kişi bizim sokağa girdi. Kim burada Rum olan diye soruyorlar. Köşede bir bakkal  Hristo vardı. Önce oraya gittiler dükkanı darmadağın ettiler. Ben çok korkmuştum, ağlamaya başladım.  Sonra yanımızda Aleko diye bir okul arkadaşım vardı. Onun kız kardeşi Kety mahallenin en güzel kızıydı. Onun ırzına geçmeye başladılar. Annesi bizim eve saklanmıştı bas bas bağırmaya başladı. Kız sokakta bas bas bağırıyor annesi bizim evde. O sırada evimize biz 30 kadar Rum’u saklamıştık.

… Ben görmedim arkadaşlar anlattı, Taksim’deki kilisenin papazını tutmuşlar, sünnet etmişler. Bütün Rum kiliselerine taarruz edildi. 17-18 papaz öldürüldü. Binlerce serseri ellerinde sopalarla güya Rumları dövmeye kalktı. Ben bu olayı yaşadığım gün sabaha kadar ağladım. Bir şok geçirdim. Bu olaydan sonra binlerce Rum, Yahudi, Ermeni Türkiye’yi terk etti. ” (Vural  Öger, Avrupa Parlementosu Milletvekili, Rıfat Bali’nin kitabından)

“… 6 Eylül günü arkadaşlarımızla buluşmak için tekrar için kuzenimle birlikte sokağa çıktığımızda etrafımızda garip bir hava estiğini sezdik. İstanbul’da olup bitenlerden haberimiz yoktu. Ancak bizim Rum olduğumuzu bilenler, edindiğimiz yeni arkadaşlar dahil, bize küfür ediyor, yüzümüze tükürüyordu. …Yolcu salonundan tanıştığımız insanlardan İstanbul’daki tüm Rumların ev ve işyerlerinin yağmalandığını, kızların ırzına geçildiğini, Rum mahallerinde taş taş üstünde bırakılmadığını öğrendikçe deliye döndük. O gece sabaha kadar çektiğimiz ızdırabı unutmak mümkün değil. Evdeki anne ve ablamın kaderini düşünüyorduk. Hiçbir şeyde yapamıyorduk. Ertesi günü koşa koşa evimize gittik. Allah’tan bizimkilere dokunmamışlar. Ama etraf darmadağındı. Sokaklar, caddeler, çarşılar kırık dökükten geçilmiyordu. Her yer haraptı.” (Pavlos Rahçopoulos, Rıfat Bali’nin kitabından)

“Hak Edenler ” Neleri “Hak Etmişti”

6 Eylül günü İstanbul Express Gazetesi’nin Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı ile ilgili yayınının ardından başlayan olaylar, KTC’nin (Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti)  başı çektiği yıkım faaliyetleri ve DP’nin gençlik kollarının kimi zaman aktif katılımı, kimi zaman ise partinin polise verdikleri müdahale etmeyin emri sebebiyle kısa zamanda bir felakete dönüştü. 6 Eylül günü İstanbul’da bulunan Adnan Menderes ve Celal Bayar Taksim’deki manzarayı görmesine rağmen akşam yola çıkarak Ankara’ya gitti.  Özellikle ilk gün polis bazı ferdi çabalar haricinde ayaklanmalara hiç müdahale etmedi. Kimi mağdurlar polise başvurduklarında ‘daha henüz emir gelmedi’ cevabını, bazıları ise ‘bugün polis değil Türk olma günüdür’ cevabını aldılar. İstanbul çevresinden getirilen kamyonlar dolusu insan ve yine kamyonlarla şehre sokulan sopa, balta, kesici aletlerin de kullanıldığı olaylarda bir kısım ayaklanmacılar hiç yağma olaylarına katılmıyor, sadece önüne geleni yakıp yıkıp yere indiriyorlardı. Bu organize suçlulara bir de yağmacılar eklenince büyük çapta hırsızlık ve cana, ırza tecavüz olayları meydana geldi.

 Dilek Güven’in 6-7 Eylül ile ilgili detaylı ve titiz çalışmasından olayların sonucunda oluşan hasar ve yıkımın boyutları ile ilgili kısa bir derleme yaparsak:

Maddi Hasar:

Hangi kaynağın esas alındığına bağlı olarak, ayaklanmalar sırasında meydana gelen zarar ile ilgili farklı rakamlara ulaşılmaktadır. Resmi bir Türk kaynağına göre (Fahri Çoker dosyası) 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar, vb. gibi yerlerin bulunduğu 5317 tesis saldırıya uğramıştır. ( Dilek Güven’in yurtdışında yapılan kimi çalışmalardan alıntıladığı diğer kaynaklarda ise bu veriler yukarıda belirtilenlerden çok daha fazla görünmekte. )

Yaralama ve Ölüm Olayları:

Yaralılar ile ilgili verilen rakamlar 300 ile 600 arasında değişmektedir ve bu rakamlar yalnızca mağdurları değil, yaralanan suçluları da kapsamaktadır.  Yaralıların arasında aşağıda sıralanan kilise yöneticileri de bulunuyordu: Boyacıköy Metropoliti, Kadıköy Metropoliti, Balıklı piskoposu, Arnavutköy piskoposu ve Yeniköy’deki Patrikhane’ başpiskoposu.  Yaralı sayısının olayın büyüklüğüne göre görece az olması ise, saldırganların öldürme ve yaralama emri almamış sadece maddi zarar vermek üzere örgütlenmiş olmaları ile açıklanabilir.

Evlerde özellikle Rum kadınlara tecavüz edilmiştir. Balıklı Hastanesinin başhekiminin ifadesine göre, bu hastanede 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi olmuştur. Çok sayıda kadının ise durumlarını gizleyerek tedavi olmaktan kaçınmış olabileceği düşünülürse gerçek boyutun bundan yüksek olma olasılığı bulunmaktadır.

Can kayıplarının sayısı tartışmalıdır. Türk basınında ölü sayısı 11 olarak verilmiş, Abraham Anavas, Olga Kimiades, Takki Bakkal ismen zikredilmiştir. Helsinki Watch örgütünün raporlarına göre ise ölü sayısı  5’i ruhani rütbesine sahip kişiler olmak üzere ölü sayısı 15’tir. Rahine rütbesine sahip olanların isimleri; Balıklı’da Papaz Chrysanthos Mantas ve Piskopos Gerasimos, Yeniköyde Piskopos Gennadios Arabacıoğlu ve adları bilinmeyen iki papazdır.

Olayların Ardından:

Olayları takip eden günlerde çok sayıda rastgele tutuklamalar yapılır. Cebinde bir kravat bulunan insanlar da, tezgahında ikinci el ayakkabı satanlar da olaylardan sorumlu tutulur.  

Konu ile ilgili Dilek Güven’in kitabında verilen bilgilere göre; aylarca cezaevinde yattıktan sonra, sokaktan rastgele toplanan tüm tutuklular tedricen salındı. Bir süre hükümet olayların komünistlerin ve bazı sol grupların tarafından örgütlendiği propagandasını yaptı. İçlerinde Aziz Nesin, Kemal  Tahir gibi isimlerin ve çok sayıda Kürt aydının da bulunduğu 67 kişi bu suçlama ile gözaltına alındı. Aralık sonlarına doğru mahkeme edilmeksizin hiçbir gerekçe gösterilmeden serbest bırakıldılar. KTC yönetim kurulu üyeleri, DP ocaklarına bağlı bazı kimseler ve hükümet kademesinde görev yapan az sayıda bürokrat da bu süreçte tutuklanmakla birlikte, çok özel şartlarda geçen (gündüzleri evlerine gidip akşamları cezaevine dönmek gibi) tutukluluk günlerinin ardından, kısa süre içerisinde yargılanarak, olaylarda “suç işleme maksadı” gütmedikleri gerekçesiyle, oy birliğiyle serbest bırakıldı.

Yine olayların ardından önce istifa eden İstanbul Valisi Gökay, Menderes’in bu işin sorumluğunu kendi üstüne yıkacağından ve örfi idare mahkemelerinde yargılanacağından korkarak istifasını geri çekti. İç İşleri Bakanı Namık Gedik’in ise Meclis’ te Menderes’e yönelik üstü kapalı “suçlanırsam ben de konuşurum” tehdidinin ardından, Menderes olaylarda Namık Gedik’in hiçbir sorumluğu ve ihmali olmadığını beyan ederek, olaylar ile ilgili sorgulanmasını engelledi.

Hükümetin mağdurların zararının karşılanacağına yönelik tazminat vaadi ise meydana gelen hasara nazaran çok küçük bir meblağ ve daha çok 6-7 Eylül mağdurları için oluşturulmuş bağış kampanyaları ile sınırlı kaldı.  Yine ardından gelen günlerde, azınlıklar mal varlıklarını satmaya ve pasaport almaya engel yaptırımlara maruz kaldıklarından, ani şekilde, büyük kitlesel göçler  yaşanmasa da, 1964 Kıbrıs olaylarıyla hız kazanıp  1965 yılına kadar geçen süre içerisinde ellerindeki mal varlıklarını çok ucuz meblağlarla elden çıkarıp, bazen de satamadan, başta Rumlar olmak üzere pek çok Ermeni ve Yahudi vatandaşı ülkeyi terk etti.  6-7 Eylül olayları sırasında yaşanan yağmalamalar sebebiyle halk arasında 6-7 Eylül zenginleri olarak bilinen çok sayıda insan türedi.

1964 yılında hükümetin Yunan vatandaşlarının Türkiye’de oturma ve çalışma izinlerini düzenleyen anlaşmayı tek taraflı olarak fesh etmesiyle 6-7 Eylül olaylarında tam olarak gerçekleştirilemeyen “arındırma” işlemi başarıya ulaşmış oldu. Devlet hazinesinin aldığı kimi tedbirlerle Yunan vatandaşlarının servetlerine el konuldu. Helen servetinin transferini engellemek amacıyla  göçmenlerin  yurtdışına çıkarken, yanlarına sadece 22 dolar ve kıyafetlerini koydukları bir bavul almalarına izin veriliyordu.  Göçmenler ülkeden çıkarken içeriğini hiç bilmedikleri bir kağıda imza atarak izinsiz döviz ticareti yaptıklarını ve Kıbrıs’taki Yunanlı teröristlere para yolladıklarını kabul etmeye mecbur ediliyorlardı.

Ekim 1964’e kadar yaklaşık 30 bin Türk pasaportlu Rum ülkeyi terk etti.  Böylece 1960’lı yıllarda dahi 100 bin olan Ortodoks-Rum nüfus,  1978 yılında 7000 kişiye kadar düşecekti.  Halen Türkiye’de yaşayan Rum nüfusun 3000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.  

Toplumdaki Biz Algısı ve Yüzleşmek Üzerine Birkaç Söz

Bundan yıllar önce dedesi anlatılamaz, söze yazıya gelmez bir vahşetin tanıklığını yapmış bir hanım yaşanan olayları bana aktardıktan sonra sözlerini şöyle bağlamıştı. ‘Bakma Özlemcim biz de az değiliz!”

O günden beri zaman zaman bu söz aklıma takılır. Sahi “biz” kimdik.  Misak-ı Milli sınırları içinde kenetlenmiş, yek vücut bir kitle mi? Kendini “Ne mutlu Türk’üm diyene” düsturu altında mutlu hissedenler mi? “Müslüman kardeşlerimiz” mi? Yoksa hepten tüm bu facialara kimi zaman katılımlarıyla kimi zaman sessiz tanıklıkları ile ortak olanlar mı? Ben 1915 faciasının sorumlusu ittihatçı geleneğin varisleriyle, Zilan Deresi, Dersim katliamını sahiplenen siyasi geleneğin mirasçıları ile biz olabilir miydim mesela.  Ya da Sivas’ta bazıları daha çocuk yaşta ölüme mahkum edilmiş insanların yaşadıklarına, Allah’u Ekber naraları ile veya tepkileri ve öfkeleri ile bu olayları konuşmayıp, konuşturmamayı meslek edinmiş zımni destekçilerle.. .  Belki bir çok insan 28 Şubatlarda başörtüsü mağduriyetlerini yaşarken kendimi onlarla biz olarak hissetmiş olabilirim. Peki bu mağduriyeti yaşayan insanların bir kısmı, kendilerini 6-7 Eylül olaylarının faili bir siyasi misyonun devamı gördüğünde  ben bu “biz olma” dairesinin neresinde kalıyorum.  İnancım o dur ki bu topraklarda yaklaşık 100 yıldır hiçbir zaman pozitif anlamda bir “biz” hali olmadı. Aksine yüzyılların tarihi mirasını düşündüğümde aklımda canlanan karikatürize bir sahne var. Bu sahnede yığınla insan, bir yandan bir diğeri tarafından kafasına sopa yerken, bir yandan elindeki sopayı aşkla şevkle bir önündekinin  kafasına geçirmekte.

“Dindar, muhafazakar”  kesim için CHP’nin günahlarını görmek nispeten daha kolay.  Dersim katliamının sorumlusu  CHP, 1946 yılında azınlıklar ile ilgili hazırladığı gizli bir raporda İstanbul’un fethinin  500. yılına kadar bu topraklarda bir tane dahi Rum kalmaması gerektiğini de yazabilmişti mesela.  Peki ya sağ, muhafazakar ya da adına ne derseniz, kendisini onun karşısında ve daha demokrat olarak konumlandıran çizginin sahibi olması iddiasındaki insanlar?

 Başbakan’ın Dersim olayları ile ilgili yaptığı açıklamalar ve devlet adına dilediği özür bu herkesin bir diğerinin kafasına sopa geçirdiği “lanetli vatandaşlık zincirinin” kırılmasında, gerçek bir biz olma halinin gelecek günlerde oluşturulmasında önemli bir adımdır. Ancak yüzleşmek önemli ölçüde kendini nispet ettiğin tarihsel miras ile hesaplaşmak, bu cesarete sahip olmak anlamına da gelir.

AKP hükümetinin attığı adımı bir adım daha öteye götürüp, cesaretle bahis konusu yüzleşmeyi  yapıp yapamayacağını ise zaman gösterecek.

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

… Biraz okumak için…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:Selami Çetin Tarih: Kas 29, 2011 | Reply

    Yüzleşmeli tabi ki. Menderes’in zulme uğramış olması, tamamen masum olduğunu göstermez ki. Hayat sadece siyah ve beyaz değil. Hadi varsayalım devlet olarak bir karar aldın. 100 bin Rum’u istemiyorsun ülkende. Hepsinin malını mülkünü alır, karşılığında altın verir atarsın ülkenden! Böyle ırza geçmeler, yağmalar falan!.. HAYVANLIK BUNLAR!..

    Bir de bakıyorum hep de evinde Rumlar’ı saklayıp koruyanlar anlatmış. Kardeşim o yağmacı hayvanlar yerin dibinden mi geldi. Tarih de eski değil. Onların bir çoğu sağ ve aramızda. Bu şerefsizlerden hiç mi utanan yok?!

  3. Yazan:taxi driver Tarih: Kas 29, 2011 | Reply

    Adnan Menderes hükumetinin izni ve dahili ile gerçekleştirilmiştir cümlesi yazının anahtar tümcesi.Ardından gelenler bu trajediyi yaşayanların tanıklığı.Vakanın Menderes hükumeti tarafından tertip edildiğine dair hiçbir ispatlı belge yok.Yassıada’da bu davayla ilgili ne karar alındı?Atatürk’ün sözde doğduğu ev-hakikatte Zübeyde Hanım’ın ikinci eşinin evidir- güya bombalanması asparagasını yayan İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi ve fotoğrafları temin eden Gökşin Sipahioğlu’nun karanlık ilişkileri hakkında çok şey yazıldı çizildi.Kıbrıs’ta faaliyet gösteren Türk Mukavemet Derneği vs bir sürü okumalar yapmalı.

  4. Yazan:Özlem Tarih: Kas 29, 2011 | Reply

    İstanbul ekspres gazetesinin sahibi zaten DP milletvekili idi. Bu konuda okumalar yapmak isteyenlere Dilek Güven’in kitabını tekrar tavsiye ederim. Orada Menderes dahil her bir aktörün olaylardaki rolü ile ilgili ayrıntılı bilgiler var.

  5. Yazan:Özlem Tarih: Kas 30, 2011 | Reply

    “100 bin Rum’u istemiyorsun ülkende. Hepsinin malını mülkünü alır, karşılığında altın verir atarsın ülkenden!” Selami bey, bu yaklaşım 6-7 eylül’den çok da fazla insaflı bir yaklaşım değil. İster insan hakları açısından düşünün, ister uluslararası hukuk isterse dini bir perspektiften bakın(yer yüü allah7ın arzıdır sonuçta kimsenin tapulu malı değil.) kimsenin kimseyi parası neyse eline verir kovarız deme gibi bir hakkı ve özgürlüğü yok. İnsanların evlerinin, binlerce yıldır yaşadıkları yurtlarının, anılarının, diyelim ki gözü gibi diktikleri bir çilek filizinin ya da hergün sokağını arşınladıkları mahallelerinin bedeli yok. Hiçbir altın mal mülk bunu karşılayamaz. O yüzdendir ki göçmenler daima biraz yarım, çokça yurtsuz ve yalnızdırlar. İsterse buradaki iki katlı minicik Rum evinin karşılığı Yunanistanda devasa bir saray yavrusu olsun. Ama tabi 6-7 eylül gibi olaylar o kadar can yakıcı ki sanırım hiç olmazsa bunu yapsaydınız deme noktasına gelmişsiniz. Yine de bu cümleleri okuyan bir azınlık mensubunun hissedeceklerini ve dibine kadar ötekiliğin zaten de bu olduğunu düşünün derim.

  6. Yazan:Selami Çetin Tarih: Kas 30, 2011 | Reply

    Özlem Hanım tabii ki dediklerinizde haklısınız. Ama gün olur bir ülke başka bir ülke ile düşman olur. Mesela Türkiye, Yunanistan ile düşman olur. Böyle zamanda Yunan uyruklulara (Rumlar) insanların güveni gider. Benzer durum Japonya ile savaşan ABD’de de olmuş. Kendi Japon uyruklu vatandaşlarını kamplara toplamış. Benim dediğim, devlet (haklı veya haksız) bir şekilde bu vatandaşlarından vaz geçtiyse en azından bunu adilce yapmalı. Canına, malına, ırzına zarar gelmeden yapmalıdır. En azından öyle olsa arada bu kadar nefret olmazdı herhalde.

    Malesef yıkmak kolay, yapmak zor. İnsanlar, ırklar, dinler arasında güven belki onlarca, yüzlerce yılda oluşuyor. Ama 1-2 olumsuz hareket o güveni hemen yıkabiliyor. Bu tür durumlar da genelde kaos (anarşi) durumunda ortaya çıkıyor. Burada aklı başında insanlar da çok müdahale edemiyor. İşte en fazla 10 Rumu da ben aldım kurtardım diyebiliyor. Ama sokaktaki o kana susamış kalabalığı durdurmaya çalışsa kendi canından olacak! Zaten tiplere de bakıyorum, hepsi yabani gibi! Kimbilir nereden toplayıp getirmişler bunları. Muhtemelen bu işi yapmak isteyen birileri özellikle toplayıp getirdiler, sonra da hemen dağıtıp kaybettiler.

    Malesef bunları konuşuyoruz ama yarın bir gün böyle birşey asla olmaz demek mümkün mü acaba? Kalabalıkların şuuru yok çünkü. Çok başka amaçla toplanmış 4-5 bin kişinin arasına 20-30 usta manipülatör yerleştirdin mi istediğin gibi güdersin bunları. Bu nedenle kalabalıklar beni hep korkutuyor.

  7. Yazan:Özlem Tarih: Kas 30, 2011 | Reply

    Selami bey,
    aslında yorumlarınız iyi oluyor benim de yazı içerisinde kapalı kalan bazı kısımları tamamlamam için bir fırsat doğuyor.
    Yazıda 1964 yılında Yunan uyruklu vatandaşlar olarak nitelenen kesim biraz kapalı kaldı. Aslında burada bahis konusu Rumlar çifte vatandaş olan Rum vatandaşları. TC tek taraflı olarak onların vatandaşlık haklarını fesh ettiği zaman Yunan vatandaşı olarak niteleniyor ve binlerce yıldır yaşadıkları bu topraklardan 64 kararnamesi ile sürülüyorlar. Yine onlarla akraba olan sadece Türk uyruklu Rum vatandaşlarından da bir çok insan o dönemde onlarla beraber ülkeyi terk ediyor. O kısım pek anlaşılamamış. Yani onlar da gerçekte mesela Yunan devletinin TC sınırları içerisinde çalışan vatandaşları falan değil. Sadece çifte vatandaşlık hakkına sahip oldukları için daha şanssız olanlar.
    Öte yandan bu ülkede Devlet parmağı olmadığı sürece hiçbir ciddi pogrom girişimi yoktur. Olanlar küçük adli vakalarla sınırlı kalır. Yani 6-7 eylül’ü yaratacak zemin de, alın pılınızı pırtınızı gidin diyecek zemin de zaten devlet zihniyetine mahsustur. Her ikisi de alçakça ama biri fazladan vahşet dolu. O kadar.:(

  8. Yazan:cengiz Tarih: Ara 15, 2011 | Reply

    Bu da bir görüş:
    “Özetle, İsmet İnönü ve Celal Bayar, Mustafa Kemal’in devamıydı.

    CHP’nin özel mülkiyete dayanan kanadı olarak ortaya çıkan Demokrat Parti de aslında CHP’nin devamıydı.

    Bu açıdan bakınca Demirel’in de bu geleneğin devamını temsil ettiği açıkça görülür ki, kendisi 28 Şubat ve sonrasında CHP’li damarını açıkça ortaya koydu.

    Bu çizginin ilk kırılma noktası Turgut Özal’dı.

    CHP’den bağımsız diğer parti ise AK Parti oldu.

    Başbakan Erdoğan’ın Dersim Katliamı ile ilgili açıklamasında Celal Bayar’ı da açıkça gündeme getirmesini, AK Parti’nin CHP’ci sağla göbek bağını koparması olarak da görmek gerekir bence.”

    ERGUN BABAHAN / STAR

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin