RSS Feed for This Post

Ölüm’ün –E hâli (1): Heykel

 “Gelecekte olmama ihtimalim sabit olmak kaydıyla ben kendimin istikbaliyim. […] Özgürlük bilincimin sınırlarını teşkil eder. Özgür olmak demek özgürlüğe mahkûm olmak demektir […] Geçmişteki ‘ben idim’ demiyorum, ben kendimin geçmişiyim, bugün, şimdi bu oluş sürmekte. Ve ölümüme saniyeler kala sadece geçmişimden ibaret olacağım”(Sartre, Varlık ve Hiç, sf. 161, 174)

 Yaşadıkça ömür taşını yontuyor insan. Başlarken herşey mümkün, biterken Sartre’ın dediği gibi çok geç. Baştan herkesin heykeli tasarım halinde, dünyanın bütün heykelleri o mermer blokun içinde saklı sanki; gizli hazineyi meydana çıkarmak için keskiyi “doğru” yerlere vurmak gerek… Ama yontan bir tek biz değiliz. Kazalar, hastalıklar, ızdıraplar, ötekiler bizden koca parçalar koparıyor. Yonttukça ve yontuldukça şekil alıyor ömür. Ne çıkacak meydana? Michelangelo‘nun nefes kesen heykellerine mi benzeyeceğim? Yoksa Ben’den geriye sadece mermer tozu ve kırık parçalar mı kalacak Marilyn Monroe gibi?

 Varlık ve Hiç adlı devasa eserin en az anlaşılmış kavramlarından biri bu: “Potentialité“. Saklı bir güzelliğin ortaya çıkması, bir yeteneğin eyleme dönüşmesi, bir fikrin, ilhamın maddeye nüfuz etmesi. Bilkuvve varoluşun bilfiil varlığa akması.  Bu akışa Varlık ve Hiç’te 36 defa vurgu yapılıyor, az değil. Peki Sartre neden bu kadar önemsiyor bu mevzuyu? Biz her zamanki gibi işin kolay tarafından tutalım ve Sanat’tan istifade edelim:

Hans Holbein’in ünlü tablosuna bakıyoruz: “Elçiler”. Hali vakti yerinde görünen iki adam gururla poz vermiş. Diplomatik gücü, keşifleri, coğrafî bilgileri hatırlatan küreler, ölçüm araçları, pahalı kumaşlar, alt rafta müzik aletleri, matematik ve müzik kitapları… Sembollerle dolu bu resim. 16cı asrın yükselen değeri hümanizmi anlatıyor. Resme konu olan insanlar İncil’den ya da mitolojiden esinlenilmiş değil: Bilimsel merakı olan, sanattan anlayan seçkin insanlar bunlar. Fransa’nın Londra’ya yolladığı elçiler… Bilimin ışığında yürüyen elitlerin ilâhî güçle bağı kopmuş mu yoksa? Çarmıha gerilmiş Hz İsa (a.s.) tasviri sol üst köşede süs eşyası gibi duruyor. Son derecede silik, yeşil fonda gri-siyah, minnacık, neredeyse görünmüyor. Tıpkı “modern” Müslüman evlerde çok yükseğe asılan ve kapağı hiç açılmayan Kur’an nüshaları gibi.[0]

                                                                                                         

Tabloya bakalım yeniden, yerde garip bir leke-cisim göze çarpıyor. Hani gölgesi zemindeki mermere vurmasa boya döküldüğünü sanacağız. Anlayabildiniz mi ne olduğunu? Ekranınızın sağ tarafına geçin şimdi. Neredeyse ekranı görmeyecek kadar sağda durun, tablonun sol üst köşesindeki Hz İsa (a.s.) tasvirini tam karşıdan görmek ister gibi. Gördünüz mü kafatasını?

 Resime bakılan eksen ile 90° açı yapacak kadar sağa geçince, haça karşıdan bakınca Ölüm’ü gördünüz. Ahiret’e yönelince dünya malı, ilmi ve elçilerin itibarı silindi gözünüzden! Tablo bu optik mimetizm yoluyla Hristiyan inancını anlatıyor aslında: Sartre’ın etkilendiği filozoflardan biri olan Kierkegaard gibi[1] birbirine zıt iki yaşam tarzı, iki perspektife dikkat çekiyor: Fayda-Tehdit perspektifi ya da İyilik-Kötülük perspektifi:

  • 1) Ya fayda peşinde olacaksın ve tehditlerden kaçacaksın, dünya hayatına yöneleceksin, yiyip içecek, şan şöhret peşinde koşacaksın, haz ve tatmin peşinde… Bu hayat sana Ölüm’ü ve senin de ölümlü olduğun gerçeğini gözünden (=aklından) saklayacaktır çünkü hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktır bu;
  • 2) Ya da Ölüm’ü unutmayacaksın, eylemlerine İyilik-Kötülük terazisiyle karar vereceksin, kendi çıkarlarını unutacaksın. Bu yaşam tarzı ise dünya nimetlerini senin gözünden (=aklından) saklayacaktır. Onları arzulamak şöyle dursun, aklına (=gözüne) bile gelmeyecekler.

 Optik orjinalliğini bir kenara bırakırsak Holbein’in bu tablosu bir istisna değil. Barok resimin çarpıcı bir türü “vanitas“. Maksat insanlara hayatın geçici olduğunu hatırlatmak … ve tabi ölümün kaçınılmazlığını. Bu tür eserler birbirlerine çok benzerler: Müzik aletleri, güzel yiyecekler, kitaplar, tensel hazzı simgeleyen ipekli kumaşların arasında bir kafatası konur. Bütün günahların annesi(?), en büyük günah, günah-ı kebir(?) olan kibirlenme belâsından korunmak için bir tür nazar boncuğu! Zira “vanitas” kelimesi kibir ile akraba: Vanity (ing.) ya da vanité (fr.) örneğinde görüleceği gibi. [2]

 Tablonun anlamı tuvalde delik açarken

 “Elçiler” adlı bu tablo diğer vanitaslara kıyasla çok daha başarılı kanaatimce. Zira sıradan vanitas ressamları normal bir kafatası çizdiklerinde Ölüm’ü çizmiş olmuyorlar. Lüks kumaşlar, altın paralardan ne farkı var kafa kemiklerimin? Kafatasım da en az cep telefonum ya da kredi kartım kadar dünyevî bir cisim değil mi? Tabut, mezar taşı, kefen… bunlar da öbür dünyadan gelmiş cisimler değil. Tabut ve taş dünyanın tahtasıyla, dünya mermeriyle imâl ediliyor; kefen ise dünyanın çarşısında alınıp satılan, kesilip biçilen kumaşla. Bu sebeple Ölüm’ü çizmek (Ölüm’ü tatmak) için bir yolunu bulup bu dünyadan çıkmak, ölçülen, sayılan maddî alemi temsilen de olsa aşmak gerek.

 Holbein’in sanatı sayesinde hissedilebilen bu temsilî ölüm izleyiciye geri dönülmezlik fikrini verebilir, eski halden yeni hale geçerken (ölürken) meydana gelecek olan değişimi bildirebilir (=buldurabilir). “Geri dönülmezlik” derken bir kristalleşmeyi, katılaşmayı anlıyorum. Erimiş bir metalin kalıba dökülüp soğuduktan sonra eski akışkanlığını yitirmesine benziyor.

 Kendi ölümümü bilmem ne anlama gelir? Ömrümün esnekliğini, akışkanlığını kaybetmesi? Yapmakta olduğum şeylerin katılaşıp “sabit mürekkeple yazılmış” bir eser haline gelmesi? Vladimir Jankélévitch’in “Ölüm” adlı kitabında söylediği gibi kesin olarak bildiğim tek bir şey var: Kesinlikle önceden bilmediğim o saat geldiğinde, şu an yapma imkânım olan herşeyin, bütün fiillerimin kristalleşeceğini, bütün serbestliklerimin ve bütün özgürlüklerimin yok olacağını kesin olarak biliyorum. Şu an herşeyi yapabilirim. Ama bu yapabilme imkânım her an yok olabilir. Bu yüzdendir ki tıkır tıkır işleyen bir saatten çoktan kırılmış, paslanmaya başlamış bir saat ölüsüdür Zaman’ı gösteren. (Bkz. Derin Zaman Kitabı)

 Biz insanlar Ölüm’ün bu “paslanma”, katılaşma, kristalleşme boyutunun, özgürlüğün bitişi olduğunu gözden kaçırıyoruz genellikle. Biyolojik ölümlerin doğurduğu beşerî sorunları Ölüm’ün kendisi gibi görüyoruz : Sevdiklerimizden ayrılma, geride kalanların geçim derdi, miras kavgaları… Ancak gözden kaçan bir boyut daha var: o da Ölüm’ün -E hâli. Normalde varlıklar bir şey-e doğru, bir menzil-e doğru ölürler. Meselâ olduğu yere çöken bir at aslında Ölüm’ü anlatmak için iyi bir imaj değildir. Bunun yerine tırtıllıktan koza haline, kozalıktan da kelebekliğe ölen bir böcek daha uygun.

 Zira Ölüm istenmeyen, beklenmedik bir arıza, bir kaza değildir ki. Programlanmış, bilkuvve (potansiyel) olarak vardır tırtılda. Tırtıl kendi âleminde yani tırtıllıkta kâmîliyete eriştiğinde bir sonraki hayat-a ölür. Bir kelebek eskiden tırtıl olduğunu hatırlıyor mudur? Ya sürüne sürüne ilerleyen bir tırtıl? Kanatlanıp uçacağını bilir mi? Bir kelebeğe rastlasa onu başka bir tür canlı sanıp korkar belki.

 

Anne karnında çiğneyip yutmadan, nefes dahi almadan yaşayan insan yavrusu da dış dünyanın renk ve şekillerinden habersizdir. Doğduğu gün aslında embriyonluk hayatının sonu değil midir? Embriyonluk hayatının mükemmelik noktasında bebekliğe ölmüştür artık. Doğmuş bir bebeğin tekrar anne karnına sokulabilir mi? Plasenta dışarı çıkmış, amniotik sıvı boşalmış, göbek bağı kesilmiştir… Bir kestane ağacının kestaneye geri sokulması kadar imkânsızdır bu.

 

(Devam edecek)

 

 

 

Dipnotlar

Bu dönemde Avrupalı seçkinlerin “öbür dünya” ile bağı kopmasa bile zayıflıyor giderek. Merkezî otoritelere, Vatikan’a ve “Tanrı’nın gölgesi” krallara sadakat azalıyor. Rastlantıya(!) bakın ki Burjuvanın yükselişi ile Martin Luther’in Reform’u aynı devire denk gelmiş. Ama Protestan ilkelerin katılığına rağmen hümanist, gerçekçi, pragmatik ve dünyevî fikirler bastırıyor: Sömürgeler ve dış ticaret sayesinde zenginleşen, elitleşen sıradan ölümlüler çoğalıyor 16cı asır Avrupasında. Kudret deyince Tanrı kudretinden çok siyasî ve ekonomik odakların kudreti akla gelmeye başlıyor. Sanat’a da yansıyor bu: Tanrısal seçkinlerin, azizlerin, meleklerin ve peygamberlerin yerine beşerî seçkinlerin resmi yapılıyor artık: Elçiler, zengin iş adamları…

 

Danimarkalı düşünür Søren Kierkegaard’ın adı Varlık ve Hiç’in orjinal baskısında 4 kez geçiyor, sf 64, 131, 278 ve 626. Jean-Paul Sartre gerek Kierkegaard’dan gerekse kaygı kavramını miras alan Heidegger’den etkilenmiş. Bu konuyu daha önceki bölümlerde işlemiştik. Ayrıca sitemizde Kierkegaard’ın ve daha bir çok düşünürün fikirlerini sunan çok ilginç bir makale yayınlamıştık, kıymetli yazarımız Ekrem Senai  tercüme etmişti Hamza Yusuf’tan. Konuyla ilgili kısmı buraya alıntı olarak koydum. Kierkegaard “Dünya / Ahiret” ayrımına “estetik yaşam / etik yaşam” adını vermiş :

Kierkegaard’a göre her birimiz bir “Ya/Ya da” seçimi ile yüz yüzeyizdir. Ya özgür irademizden vazgeçip zevki seçeriz, daha doğrusu seçmemeyi seçeriz, ya da arzularımızı değil, gerçek benliğimizi ve isteklerimizi destekler, diğerlerine karşı sorumluluk bilincinde olduğumuz ahlaki bir yaşantıyı seçeriz ki. Diyor ki:

Nedir, o zaman, benim Ya/Ya da ayrımım? İyi midir, kötü müdür? Hayır, ben sadece sizi bu seçimin anlamlı olduğu noktaya götürmek istiyorum. Her şey bunun üzerinde dönüyor. İnsan, seçmekten başka bir şansının olmadığı bir kavşak noktasında tutulduğunda, doğru olanı seçecektir … Dolayısıyla, bir insan ya estetik yaşamak zorundadır, veya etik..

Bu noktada, etik hayatı seçmenin zevki bırakmak demek olmadığı da anlaşılmalıdır. Bu estetin anlayamayacağı sebeplerden anlamlı olacaktır. Kierkegaard diyor ki:

 “Ben formal, soyut bir özgürlüğe heveslenen katı ahlakçı değilim. Eğer sadece seçim öne sürülürse, tüm estetik geri döner. Ve göreceksin ki ancak bu şekilde varlık mükemmel olur ve ancak bu şekilde insan ruhunu kurtarıp, tüm dünyayı kazanabilir, ve onu düzgün bir şekilde kullanabilir..” 

Zevk düşkünü dünyayı ancak kötüye kullanabilir çünkü diğer insanları, amaçları kendinde biten birer araç olarak görür. Onları kendi zevki için kullanır veya onları kullanan mekanizmaları besleyerek kullanılmalarına katılır. Ahlaklı insan ise, hem kendine, hem de dolayısıyla karşısındakilere karşı nettir. Kierkegaard der ki:

 “Ahlaklı yaşayan bir insan kendini görür, kendini bilir, kendi varlığına bilinciyle nüfuz eder, belirsiz düşüncelerin etrafında hışırdamasına ve baştan çıkarıcı olasılıkların hileleri ile onu alıkoymasına müsaade etmez; bir şeyden diğerine dönüşüveren sihirli resimler gibi değildir, tümü birinin nasıl değiştiğine ve döndüğüne dayanır.Böylece kendi hayatını kişisel, kentsel, dini erdemlerini kendini sürekli bir durumdan diğerine dönüştürerek geliştirebilir.”

Vanitas kelimesi kibir anlamını yüklenmeden önce boş, rüzgâr gibi geçici, önemsiz vs mânâsındaymış. Bilinen en eski kullanılışı Eski Ahit’te: הבל (oku. hevel). Sanırım Yahudi ve/veya Hristiyan ilâhiyatının doğrultusunda gerçekleşmiş bu anlam kayması.

 

 

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz. 

 

Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak

Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik.  Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?

Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL? soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz. 

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Ölümden Bahseden Kitap

Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak?  Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Yusuf Mehmet Bahadır Tarih: Nis 9, 2012 | Reply

    ¨…dünya hayatına yöneleceksin, yiyip içecek, şan şöhret peşinde koşacaksın, haz ve tatmin peşinde… Bu hayat sana Ölüm’ü ve senin de ölümlü olduğun gerçeğini gözünden (=aklından) saklayacaktır çünkü hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktır bu… ¨

    Kesinlikle, soyle de denebilir ;

    ¨Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktır bu, aynı zamanda hiç yaşamamış gibi ölmektir¨

    Bu guzel yazi icin tesekkurler abi. Yazi iyi geldi bana…

  3. Yazan:Berat İNCİ Tarih: Nis 10, 2012 | Reply

    Güzel bir yazı.Yazıdaki kibr ile ilgili bölümle alakalı olarak söyleyebileceğim ingilizce “vanity” yani “kibir,gurur,gösteriş anlamlarındaki bu kök kelimenin makyaj masası yada bileşik kelimeler olarak “vanity bag” makyaj çantası “vanity fair” moda dünyası anlamlarındaki bu kelimeler aslında insanlar arasında kibrin ne kadar da favori olduğunun kanıtıdır.Çünkü şu an en popüler mesleklerden biri olan modacılık yada kadınların güzel görünmek için sarf ettikleri çabaların kökeninde kibir vardır yada tüm bunlar gücünü kibrden almaktadır.Aksi halde bu kadar popüler olurlar mıydı.Şeytanı cennetten kovduran kibrin bu kadar şatafatlı bir ambalajla insalığa sunulması ironik olmalı.

  4. Yazan:mutsuz :( Tarih: Nis 10, 2012 | Reply

    Berat İnci,
    Siz, kadınları itham ettiğiniz kadar kibirli olmasaydınız bu tür bir yorum yazabilir miydiniz acaba?

    kadınların güzel görünmek için sarf ettikleri çabaların kökeninde şeytanı cenneten kovduran kibir vardır

    El insaf. Bu tespit(!) cümlesini yazdıran akla sahip olmakla kibre düşmeden övünüyorsunuzdur herhalde!

  1. 4 Trackback(s)

  2. Tem 5, 2013: YAKINDA: Batı insanı mehtabın büyüsünü nasıl kaybetti?
  3. Tem 7, 2013: Avrupa’nın sanattan istifa ettiği gün
  4. Kas 18, 2014: Muhtemel / mümkün / possible / probable / المحتمل / ممكن
  5. Ağu 21, 2015: Zamanda Yolculuk / Time Travelling / السفر عبر الزمن | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin