RSS Feed for This Post

Öcüler ve katiller: İki günah keçisi daha yakıldı

Sunuş: Eskiden kimi topluluklar bütün günahlarını bir keçiye “yükleyip” hayvanı yakar ya da bir uçurumdan aşağı atarmış. Biz Ogün Samast’ı cezalandırırken Norveç de kendi günah keçisini yakaladı. “Canavar” diyor Batı medyası. İnsanlık dışıymış 90 veya 100 masumu öldürmek. Oysa insanlığın tam göbek deliğindeyiz. Ürettiğimiz katileri İnsanlık’ın dışına iterek kendimizi kandırıyoruz sadece. Korkularımızı, günahlarımızı yüklediğimiz zavallıları yakıyoruz.

Samast’ın cezalandırılmasıyla ne kazandık? Hristofobiyi destekleyenler, Ankara Ticaret Odası gibi “öcü misyonerler, öcü Ermeniler” diyerek halka gaz verenler, devlet okulunda Ermeni nefretini yaymak için CD dağıtan Genel Kurmay aklanmış mı oldu? Başta Türk medyası olmak üzere 80 yıldır bu nefretin rantını yiyenlerin ellerindeki kan temizlendi mi? Ya Avrupa’da islamofobiden beslenen basın ve popülist siyasetçiler? Aşırı çağdaş, süper uygar, acayip demokratik, cici, iyi, parlak vs uygarlıklarını akladılar mı bu adama “deli” diyerek?

Geçmişte günah keçilerinin üretimi konusunda bir yazı yayınlamıştık. Resmî gerçeklere karnı tok olan okurların dikkatine sunuyoruz:

 

O Gün Bebek Nasıl Katil Oldu?

Kendini Orta Asyalı zannetmenin zararları

Öyle güzel romanlar vardır ki okuyup bitirdiğinizde neredeyse üzülürsünüz. O.S’in Hırant Dink’i öldürdüğü yaştayken okuduğum Richard Bach’ın Mavi Tüy adlı romanı da bunlardan biri.

Romanın başlangıcında bulunan şiir bir nehrin içinde kayalara tutunarak yaşayan bir grup hayvanı anlatıyor. Bir gün bu hayvanlardan biri tutunduğu kayayı bırakmak istiyor nehrin nereye gittiğini görmek için. Arkadaşları onu “Asla! Nehir seni taşlara vurarak yok eder” diye uyarsa da bizimki aklına koyduğunu yapıyor ve aldığı darbelere rağmen direniyor tutunmaya. Bir süre sonra nehrin akıntısına ayak uyduruyor ve çarpmadan “akmayı” öğreniyor. Nehrin onu getirdiği yeni yerlerde kayalara tutunarak yaşayan başka hayvanlara rastlıyor. Onlar “sen bize bu kadar benzediğin halde tutunmak zorunda değilsin, demek ki sen Mesihsin” diyorlar. Bizimki ısrarla “tutunmayı bırakın, göreceksiniz, sandığınız kadar tehlikeli değil” dese de sözünü dinletemiyor ve nehirle akıp gidiyor. Geride kalanlar “Buradan bir Mesih geçti” diye yeni doğanlara aktarıyorlar gördüklerini.

Eğer Türkiye Türklerinin iç hastalıkları sıralanacak olsa en başa her halde “annemizin güvenli etekleri” diye yazardık. İlkokuldan itibaren bize verilen eğitim (öğrenim değil) kafamıza bilgi diye öyle garip inançları dolduruyor ki mezun olduktan sonra bunları unutup hayatı öğrenmek için bir 15 yıl daha gerekiyor:
1) Biz Türkler Anadolu’ya Orta Asya’dan geldik,
2) Türk zeki, çalışkan, korkusuz, merttir,
3) Diğer milletler aptal, tembel, korkak ve namerttir,
4) Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’ndan muzaffer çıktık,
5) Şehitler ölmez, vatan bölünmez,
6)

Birinci adım: Bebek korkak oluyor

Büyümeye korkan çocuklar gibi Richard Bach’ın küçük yaratıkları misali bu inançlara tutunuyor birçok insan. Ama kendi kendilerine de bir yandan soruyorlar:
1) Neden Orta Asyalılar gibi çekik gözlü değiliz?
2) Zeki ve çalışkan isek neden bir süper güç değiliz?
3) Aptal, tembel, korkak ve namertlerin ülkeleri neden bizimkinden daha adil ve zengin?
4) Çanakkale savaşını kazandıysak İstanbul nasıl işgal edildi?
5) Kurtuluş Savaşı bir zafer ise neden 3 milyon kilometre kare toprak kaybettik?
6) Vatan bölünmez ise neden dedelerimizin doğduğu topraklara gitmek için vize almamız gerekiyor?
7) Vs vs.

İşte bu eğitimi unutmak için gereken 15 yılı olmayan insanların sırtlarını dayayacakları koca bir dağa ihtiyaçları var. Ama dağ ararken çok derin bir çukur buluyorlar: Cevabı verilmemiş sorular çukuru!

Genel Türk kimliği değil ama bu insanların Türklük algısı işte böylesine kırılgan, böylesine fakir, adeta karşılıksız bir çek gibi. Kürtlerden, Ermenilerden, diğer Anadolu insanlarından bahsedildikçe bu çukur üzeri kapatılamaz bir hal alıyor.

Benim takımım, ekibim kim? Orta Asyalı değilsem nereliyim? Ya en yakın arkadaşlarım safkan Türk değilse? Bu namertler bana ihanet ederse?

Batı Karadenizli bir arkadaşımın atadan kalma evinin duvarlarından birin de bir çatlak meydana gelmiş, duvarın içine saklanmış Rumca bir İncil bulunmuştu. Evin 16 yaşındaki gencinin verdiği tepki şu oldu : « Zaten bizim ailede bir b.kluk olduğunu biliyordum »

YouTube sitesine koyduğumuz “Kürtler de bizim soydaşımız” adlı videoya gelen bir yorum bu paranoyayı ne güzel özetliyor : “Senin niyetin ne? Koyun postu giymiş tilki!”

Her korkak topluluk gibi bizim kırılganlarımız da kendilerini “iyi hissetmek” için :
1) Ait olabilecekleri bir teşkilat,
2) Sorgulamadan itaat edecekleri liderler,
3) Teşkilatlarına bir anlam kazandıracak ortak düşman,
4) Ortak düşmanın imhasını meşru kılacak bir komplo teorisi,

arıyorlar.

TBMM Şiddeti Araştırma Komisyonu Uzmanı Adem Solak, Rahip Santoro’yu öldüren Trabzonlu O.A. ile yaptığı görüşmelerden aktarıyor:

Cesur biri olup olmadığını sordum. ‘Sanırım cesaretliyim ama gece korkarım” dedi.
Annesi oğlunun, evin bir odasına girmediğini, bunun da tuhaf bir huy olduğunu önceden söylemişti. Sanık bir şekilde bu konuya geldi ve bunu bunu yapmasının nedeni olarak korktuğunu, eskiye dönmekten kaygı duyduğunu ifade etti. ”Nasıl yani” dedim. Sanık, “Ben son bir yılda çok bilgi kazandım, kendimde büyük atılımlar gerçekleştirdim. O oda, çocukluk odamdı ve oraya girersem kazandıklarım kaybolur, çocukluk duygularıma dönerim diye korktum” dedi.

İkinci adım: Korkak ırkçı oluyor

Yukarıda tanıştığımız Türk genci korkak olmakta haklı. Zira kendine ve topluma bakışı günlük hayatına tekabül etmiyor. 1930’ların siyasî propagandalarından esinlenmiş yapay bir tarih bilinci ve Osmanlı Fetişizmi ile kavramaya çalışıyor değişen dünyayı.

Anadolu’da yaşamanın kendine sunduğu binlerce kimliksel öğeden ödü kopan genç geniş ufuklar değil içine girip saklanacağı bir siper arıyor. İçinde kendisinden başka kimseye yer olmayan ve bir kere saklandı mı kıpırdayan her şeye ateş edebileceği bir siper.

Ancak böyle bir siper ona aradıklarını verebilir:
1) Başkalarının eleştirilerine maruz kalmamak,
2) Sorunlara barışçı çözüm arayanlarla alay edebilmek,
3) Bir “tanrı kadar” muktedir, bir çocuk kadar masum olabilmek.

Çünkü İnternet kafelerde oynadığı oyunlarda “ölse” bile yeniden jeton atarak “dirilmeye ve kaderine karşı koymaya” alışmış bir insan için hataların bedellerinin :
1) Para ve vakit kaybıyla,
2) Başarısızlıkla,
3) Günahla, ayıpla,
ödendiği gerçek dünya yaşanması çok zor bir yer.

Bursa’da Kürtlerin yanı sıra uzun saçlı erkekleri, rock müzik dinlenen bar ve kafeleri de hedef alan saldırılarda Türk ırkçılarının ellerinde (Alman yoldaşları gibi) bira şişeleri olması bir rastlantı mı?

Irkçı olmasa ya alkolik ya da esrarkeş olacak olan bu gençlerin temsil ettiği sorun temelde ırkçılık değil sığınacak bir yer, bir madde, bir “kimlik”.

Üçüncü adım: ırkçı katil oluyor

Almanya’da bir Türk işçisinin evini içinde çocuklarıyla birlikte yakan Neo Nazi Alman gencinin annesi gazetecilere dert yanıyordu:

“Elbette evde her zaman söylüyoruz Türklerden nefret ediyoruz diye. Bu gidip Türkleri yakmak için bir sebep değil ki”.

İnsan evladını telefonda nasıl kucaklayıp koklayamazsa nefret ettiği bir insanı da kelimelerle dövemez. Türkiye’de hükümet üyeleri de dâhil birçok insanın bilinçsizce kullandığı hastalıklı bir ifade var : “Sözün bittiği yer”.

Bu son derecede tehlikeli bir ifade. Zira sözün yetmediği noktada nöbeti beden ve fiziksel temas alır:
1) Şehit annelerinin hıçkıra hıçkıra ağlayışını saatlerce televizyonda göstermek,
2) Cenazelerde “kanı yerde kalmayacak” diye haykırmak,
3) “Savaşmak için daha ne bekliyorsunuz, niye saldırmıyorsunuz?” diye muhalefet yapmak,
4) Seçimlerde “vatan satılıyor” diye pankartlar taşımak,
5) “Misyonerler hepimizi Hıristiyan yapacak” diye raporlar hazırlatmak,
6) “Yahudiler GAP’tan arazi satın almış” diye ortalığı karıştırmak

bunları söyleyenleri, gösterenleri katil yapmaz. Ama iç dünyası bir kelebek kanadı kırılganlığındaki gençlere şunu dedirtir :

“Madem siz yapmıyorsunuz, biz gerekeni yaparız” .

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

   Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

Amerika Tedavi Edilebilir mi?

 Amerikalılar neden bu kadar gaddar? Dünyanın geri kalan kısmında yaşayan insanlara karşı niçin bu denli acımasız?
 Bayrak yakmanın ve Amerikan/İsrail mallarını protesto etmenin dışında bir şeyler yapmak gerektiğini düşünenler için yapılmış bu çalışmayı ilginize sunuyoruz. ABD desteği son bulmadan Ortadoğu’nun psikopatı İsrail’in saldırganlığı bitmeyecek ve Ortadoğu’ya huzur gelmeyecek gibi görünüyor. Vietnam’da ve Latin Amerika’da yaşanan katliamlar Ortadoğu’da devam ediyor.

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.  

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:sevim Tarih: Tem 30, 2011 | Reply

    ankara ticaret odası gibi bir stk’nın, alenen toplumda yabancı düşmanlığını/ırkçılığı yaymayı misyon edinmesi elbette normal değil.ancak önemli bir noktayı atlamamak gerek:ayrımcılığı veya toplumun farklı kesimlerini birbirine karşı olumsuz düşüncelere iten her türlü teşebbüs,yazıda irdelenen ırkçı eğilimleri tetiklemeye açıktır.açıkçası toplumda ayrıştırıcı/dışlayıcı dilin hangi kurum veya kesimlerce kullanıldığının bir önemi yok,yaratacağı sonuçlar ve olası tehlikeleri açısından aynıdır.bu bağlamda “Kürt Şımarıklığı”,”Sivil serserilik”,vb.başlıkların batıda Kürtler hakkında sanırım pek pozitif yargılar oluşturduğu söylenemez.
    dolayısıyla art niyetle yapılmasa bile son zamanlarda türkiye medyasında Kürt düşmanlığını körüklemeye müsait ajitatif bir dil kullanılmaktadır.bunun da yeni ogün’ler yaratması işten değildir.

  3. Yazan:şer ve hayır Tarih: Tem 31, 2011 | Reply

    Bu olayın son yıllarda avrupa çapında ana akım halini almaya başlayan göçmen karşıtı sağın gerilemesine yol açacağını umuyorum. Sarkozy, Merkel gibi liderlerin yerini sosyal demokratlar alabilir. Hem orada yaşayan türkler hem de türkiyenin AB ilişkileri açısından daha iyi bir dönemin başlangıcı olabilir. nitekim, bizde ulusalcılığın sonunun başlangıcı da hrant cinayeti olmuştu.

  4. Yazan:Mehmet Bahadır (Resim) Tarih: Ağu 1, 2011 | Reply

    Başta sunulan yazı olmak üzere, daha çook çıkarılacak ders var…

  5. Yazan:ufuk tan Tarih: Ağu 2, 2011 | Reply

    Empati,kendinizi karşınızdakinin yerine koyun.Ama ciddi olarak.Kibir insanlığın en büyük düşmanıdır.Gururda öyle.Türkiye’de azınlıklar sorunu nedeniyle bir sürü yaşam sona eriyor.Ama muktedirler çözüme yanaşmıyor,hala insanlar ölmeye devam ediyor.Nedenimi,gurur.Üç beş tane Kürd istedi diye dilimizi böldürmeyiz.Tek ülke,tek vatan,tek dil,tek din,tek millet,tek mezhep,tek cins.Hala milli birlik ve kardeşlik projesi diyorlar,ve insanlar ölmeye devam ediyor.Sırf muktedirlerin gururu incinmesin diye.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Ağu 19, 2011: Son 90 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  3. Ağu 24, 2011: Son 30 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin