Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Akıl Tutulması / Max Horkheimer »

Akil-Tutulmasi-Max-Horkheimer-151Soyut kişisel çıkar ilkesinin, resmi liberal ideolojinin bu temel öğesinin düşünsel emperyalizmi, bu ideolojiyle sanayileşmiş ülkelerin toplumsal koşulları arasındaki büyüyen gediğe işaret ediyordu. Bu kopuş bir kez kamuoyunda kesinleştikten sonra, hiçbir etkin, rasyonel toplumsal birlik ilkesi kalmaz ortada. Önceleri tapınılan ulusal topluluk (Volksgemeinschaft ) düşüncesi, sonunda sadece terörle-ayakta tutulabilir olur. Bu, liberalizmin bir çırpıda faşizme geçme eğilimini ve liberalizmin ideolojik ve siyasal temsilcilerinin de kendi muarızlarıyla uzlaşmaya yatkınlığını açıklamaktadır. Yakın dönemin Avrupa tarihinde örnekleri pek sık bulunabilecek bu eğilimin kaynağı, ekonomik nedenler bir yana, öznelci kişisel çıkar ilkesi ile sözde bu ilkenin ifade ettiği akıl anlayışı arasındaki iç çelişkide aranmalıdır. Başlangıçta, siyasal düzenin nesnel akla dayalı somut ilkelerin bir ifadesi olduğu düşünülüyordu; adalet, eşitlik, mutluluk, mülkiyet düşüncelerinin hepsinin akla uygun olduğu, akıldan doğduğu ileri sürülüyordu.

Sonradan, aklın içeriği keyfi olarak bu içeriğin sadece bir bölümüne, onun ilkelerinin sadece birinin çerçevesine indirgendi; tikel olan, evrensel olanın yerine sahip çıktı. Düşünce alanındaki bu el çabukluğu ve kuvvet gösterisi, siyaset alanında kaba kuvvet iktidarına zemin hazırlar.

Özerkliği kalmayan akıl bir araç haline gelmiştir. Öznel aklın pozitivizm tarafından öne çıkarılan biçimselci cephesinde, nesnel içerikle bağıntısızlığı vurgulanır; pragmatizmin öne çıkardığı araçsal cephesinde ise, kendi dışında belirlenmiş içeriklere teslim oluşu belirginleşir. Akıl bütünüyle toplumsal sürece boyun eğmiştir. Aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde egemenlik kurulmasında oynadığı rol, tek ölçüt durumundadır. Kavramlar, birkaç örnekte birden bulunan ortak özelliklerin özeti durumuna düşürülmüştür. Bir benzerliği adlandırmakla kavramlar, nitelikleri ayırt etmek zahmetinden kurtulmuş olur ve böylece bilgi malzemesini örgütlemeye daha iyi hizmet ederler. Read the rest

Bozkır Kurdu / Hermann Hesse »

Bozkirkurdu-Hermann-Hesse-2 -1Islak yolda aylak aylak yürüyordum; zihnimde bu sıradan fikirlerle… şehrin alabildiğine tenha ve eski mahallelerinin birindeydim. Karşıda, yolun öbür yakasındaki karanlıkta gözüme eski, gri bir taş duvar ilişti; her zaman öylesine eski ve umursamaz duruyordu oracıkta, küçük bir kiliseyle eski bir hastane arasında. Gündüzleri pürtüklü yüzünde gözlerimi dinlendirirdim; kentin iç kesimlerinde böyle sessiz, sevimli ve suskun yüzeylere az rastlanır çünkü. Her yarım metrekare başı bir mağaza, bir avukat, bir mucit, bir hekim, bir berber ya da nasır tedavisiyle uğraşan biri karşıdan insanın yüzüne ismini haykırıp durur. Bu kez de duvarı eski dinginliği içinde bulmuştum, yine de duvarda değişen bir şey vardı, orta yerinde sivri kemerli şirin bir kapı gözüme ilişti, şaşırdım; kapı hep orada mıydı, yoksa yeni mi oraya konmuştu, doğrusu bilemedim. Eski, çok eski bir görünüm taşıdığı kuşkusuzdu; belki karanlığa gömülmüş bu küçük ve kapalı ahşap kapı yüzyıllar öncesinde bir manastırın uykulu avlusuna açılıyordu ve manastır artık yerinde durmasa bile kapı bugün de aynı işi görmekteydi. Belki de kapıyı daha önce pek çok kez görmüştüm de dikkat etmemiştim, belki yeni boyandığı için şimdi dikkatimi çekmişti. Öyle ya da böyle, oracıkta dikilip kaldım; dikkatle kapıya bakıyor, ama kalkıp karşıya geçmeyi göze alamıyordum, aradaki yol vıcık vıcık ve ıslaktı; kaldırımda dikiliyor, karşıya bakmakla yetiniyordum. Her şey çoktan koyu bir geceye bürünmüştü; bana öyle geldi ki kapının çevresi bir çelenkle sarılmış ya da renkli bir şeyle örülmüştü. Read the rest

Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî aforizmaları »

  • Medine’de münafıkların ortaya çıkışı, verdikleri zarar ve Efendimiz’in ﷺ tedbirleri bugünkü Türkiye’nin sorunlarına ışık tutuyor.
  • Efendimiz’in ﷺ Medine’ye teşrifinden evvel Evs ve Hazrec kabileleri anlaşıp Abdullah bin Übeyy’i şehrin emiri yapmaya karar vermişlerdi.
  • Türkiye’de sömürge valisi olmak isteyen ama olamayan sahte cemaat liderlerinin, hocacıkların bugünkü tavırları bu münafık başına çok benziyor.
  • Fethullah Gülen gibi Abdullah bin Übeyy’in yanında da münafıklar olduğu gibi akrabalık ve çıkar birliği sebebiyle peşinden gidenler de vardı.
  • Terör meselesinde gülenistlerin tavrı Uhud harbinde Müslümanmış gibi görünüp orduya katılan ama en kritik anda çekilen münafıklara benzer.
  • Duruma göre kâh Müslüman kâh kâfir gibi görünen münafıklar çok tehlikeli bir zümredir.

munafiklar

  • Münafıkların ırkları, zenginlikleri ve eğitim seviyeleri farklı olsa da birbirlerine çok benzerler. Meselâ kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler.
  • Münafıklar Efendimiz’den ﷺ bahsederken, ayet ve hadis duyduklarındaki tavırları, Müminlerin acılarına bakışları birdir.
  • Münafıklar Müslümanlar arasına tefrika sokmak için abuk subuk fikirler öne sürerler.

  • Münafıkların tuzakları karşısında Efendimiz’in ﷺ tedbirleri dikkatle incelenmelidir. Nedir bu tedbirler?

Read the rest

Gösterilen hayat neden gerçek hayattan daha önemli? »

guy-deborde-gosteri-toplumu

Gösteri Toplumu / Guy Debord (1967)

Modern üretim şartlarının hâkim olduğu cemiyetlerin tüm hayatı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysız biçimde yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.

[…]

Gösteri kendini, hem bizzat cemiyet olarak, hem cemiyetin bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme aracı olarak sunar. Gösteri, toplumun bir parçası olarak, özellikle, bütün bakış ve bilinçleri bir araya getiren sektördür. Bu sektör ayrı olduğundan, aldatılmış bakışın ve yanlış bilincin yeridir ve gerçekleştirdiği birleşme genelleştirilmiş ayrılığın resmî dilinden başka bir şey değildir.

[…]

Ekonominin fertleri tamamen boyun eğdirmesi ölçüsünde, gösteri de onları kendine tabi kılar. Gösteri, bizzat kendisi için gelişen iktisattan başka bir şey değildir. O, şeylerin üretiminin sadık yansıması ve üreticilerin aslına bağlı olmayan nesneleştirilmesidir.

İktisadın toplumsal yaşam üzerindeki tahakkümünün ilk aşaması, bütün insan gerçekleştirimlerinin tanımlanmasında var olmak’tan sahip olma’ya geçen bariz bir bayağılaşmaya yol açmıştır. Toplumsal yaşamın, iktisadın birikmiş sonuçları tarafından bütünüyle işgal edildiği bugünkü aşama ise sahip olmak’tan gibi göriinmek’e doğru genel bir kaymaya neden olmuştur; öyleki bütün fiilî “sahip olmak”lar dolaysız itibarlarını ve nihai işlevlerini bu “gibi gö- riinmek”ten almak zorundadırlar. Aynı zamanda tüm bireysel gerçeklikler, doğrudan doğruya toplumsal güce bağımlı olan ve onun tarafından biçimlenen toplumsal gerçeklikler haline gelmiştir. Bu durumda, bireysel gerçek, ancak kendisi değilse, ortaya çıkmasına izin verilir. Read the rest

Kötülüğün Sıradanlığı / Hannah Arendt »

Kotulugun-Siradanligi-Hannah-Arendt-5“Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgim yok. Hayatım boyunca ne bir Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm – hayatım boyunca kimseyi öldürmedim. Bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim, kesinlikle böyle bir şey yapmadım.” Veya daha sonra açıklamasını biraz daha daraltarak söylediği gibi, “Bir kere bile yapmak zorunda kalmadım” -buna karşılık böyle bir emir alsa, zorunda kalsa, şüphesiz kendi babasını bile öldürecekti. Bu nedenle sadece -Kudüs’teyken “İnsanlık tarihinin en büyük suçlarından biri” ilan ettiği- Yahudi katliamında “yardım ve yataklıkla” suçlanabileceğim tekrar tekrar söyledi (1955′ te Arjantin’de, kendisi gibi kanundan kaçan eski bir SS olan HollandalI gazeteci Sassen’e verdiği ve bir kısmı Hollanda’da çıkan Life’ta ve Almanya’nın Der Stern’  inde yayımlanan röportajda, kısacası şu meşhur Sassen dokümanlarında bunlar zaten vardı). Savunma, Eich-mann’ın teorisine pek aldırış etmedi; ama iddia makamı, Eichmann’ ın en azından bir kere, kendi elleriyle bir insanı (Macaristan’daki Yahudi bir delikanlıyı) öldürdüğünü kanıtlamaya yönelik başarısız bir girişim için epey zaman harcadı. Savcının üstünde daha fazla zaman harcadığı, ve daha başarılı bir biçimde ele aldığı, başka bir şey de Franz Rademacher’in aldığı bir nottu. Almanya Dışişleri Bakanlığındaki Yahudi uzmanı Rademacher’in Eichmann’la telefonda konuşurken Yugoslavya ile ilgili dokümanlardan birinin üzerine karaladığı bu notta şöyle bir cümle vardı: “Eichmann vurun diyor.” Nihayetinde Eichmann’ın, cüzi de olsa bir kanıtı bulunan, tek “ölüm emri” buydu – tabii bu bir ölüm emriyse. Read the rest

Ilımlı İslam-Kapitalizm: Mantık Evliliği »

islam-capitalizmModern dönem ekonomi ilişkilerinin soğuk, donuk ve bireyci yüzü kapitalizm ile İslam’ı karşı karşıya getirmiştir. İslam’ın öngördüğü zekât ve sosyal adaletle şekillenen toplumsal ekonomik düzen, laissez faire-laissez passer düsturu ile uyuşmaz vaziyettedir. Her konuda olduğu gibi burada da görev ılımlı İslam’a düşmektedir.

Hür teşebbüsün önündeki tüm engellerin kaldırılması fikri İslam dinince kabul görmez. Çünkü bu durumda muhtaçlar, sosyal dezavantajlı gruplar, çocuklar, yaşlılar gibi birçok toplum kesimi mağdur edilecek ve toplumdaki barış düzeni bozulacaktır. Adalet-i mahza ve adalet-i izafiye böylesi mağduriyetlere cevaz vermeyecektir. Bu noktada ılımlı İslam adalet-i izafiyeye mahsus ehven-i şer düsturunu değiştirme amacındadır. Bu noktada adalet-i mahza kabil-i tetkik ise adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür düsturu göz ardı edilmektedir. Hür teşebbüsün engelsiz ve kar odaklı yaptığı ticaret ılımlı İslam tarafından ehven-i şer kategorisine sokulurken oluşan ekonomik hacmin topluma yarar getireceği, herkesi memnun edecek bir ekonomik sistem oluşmayacağı, aksaklıklar yaşansa dahi genelin menfaatinin gözetileceği söylenir. Dinin ticarete engel teşkil etmediği vaz edilirken bu ticaretin vahşi ve ürpertici yönü göz önünden kaçırılır.

Kitlelerin tüketimine endeksli kapitalist anlayış İslam’ın öne sürdüğü israf anlayışıyla da açıkça çatışma halindedir. İslam yetinmeyi, ihtiyaca göre almayı öngörürken sebepsiz tüketimi, lüksü ve israfı yasak eder. Kapitalizm bize tüketmek için yaşamayı vaat ederken bunun önündeki engeller ılımlı İslam yoluyla bertaraf edilir. Zekât vermeden zenginleşme zekâtın fakirliği ve miskinliği teşvik edeceği bahanesiyle hoş görülür. İnananların da daha iyi şartlarda yaşaması gerektiği, bunun için tüketmenin mahzuru olmadığı toplumsal nefse fısıldanır. Ilımlı İslam yoluyla yüceltilmeye çalışılan kapitalizm bizatihi Kureyş efendilerinin müesses nizamıdır. Amaç müesses nizamı moderniteyle yeniden üretip modern köleler çağını başlatmaktır. Burası aynı zamanda ekonomik dönüşümü dinle tahkim edip yeni bir dizaynın modernitenin getirdiği kurallara göre arkaik yöntemlerin modern yapılarla gölgelenerek kesintisiz devam ettirilmesi noktasıdır. Read the rest

Akıl Tutulması / Max Horkheimer »

Akil-Tutulmasi-Max-Horkheimer-1aRasyonalist felsefe sistemlerine bağlanan insanların sayısı dine inananlarınki kadar büyük olmasa da, gerçekliğin anlamını ve kaçınılmazlığını saptama ve herkes için bağlayıcı doğruları ortaya koyma çabası olarak bu felsefeler de oldukça geniş bir yandaş kesimi toplamıştı. Rasyonalizmin kurucularına göre lumen naturale’nin, yani doğal kavrayışın ya da akıl ışığının yaratılışa nüfuz etme gücü öyle büyüktü ki, bize insan hayatını hem dış dünyadaki hem de insanın kendi içindeki doğayla uyumlandırma imkânını veriyordu. Rasyonalistler, Tanrı’ya sahip çıkıyor, ama günlük hayatı belirleyen bir tanrısal irade kavramına karşı çıkıyorlardı; insanın kuramsal bilgi ve pratik kararlar açısından herhangi bir lumen supranaturale’ye (Lat. Tabiat üstü ışık) ihtiyacı yoktu. Geleneksel dini doğrudan karşısına alan, duyumcu epistemolojiler değil, rasyonalistlerin spekülatif evren tasarımlarıydı (yani, Telesio değil Giordano Bruno’ydu, Locke değil Spinoza’ydı), çünkü metafızikçilerin entelektüel kurguları, Tanrı, yaratılış ve hayatın anlamı doktrinleriyle deneyimcilerin kuramlarından çok daha yoğun biçimde ilgiliydi.

Rasyonalist felsefe ve siyaset sistemlerinde Hıristiyan ahlakı laikleştirilmişti. Bireysel ve toplumsal faaliyetlerin yöneldiği amaçlar, insan aklında bazı doğuştan ideaların ya da doğruluğu apaçık görülerin (sezgilerin) bulunduğu varsayımından hareketle elde ediliyor ve böylece nesnel doğru kavramına bağlanıyordu; ancak, bu doğru, düşünce sürecinin kendi imkân ve sınırlarının dışında kalan herhangi bir dogmanın güvencesi altında değildi artık. Ne kilise ne de yükselen felsefi sistemler, bilgeliği, ahlakı, dini ve siyaseti birbirinden ayırıyordu. Ama bütün insan inançlarının ortak bir Hıristiyan ontolojisine dayanan bu temelli birliği giderek çatırdamaya başladı ve Montaigne gibi öncü burjuva ideologlarında belirgin olan ama sonradan rasyonalist metafizik tarafından geçici olarak geri plana itilen göreci (rölativist) eğilimler bütün kültürel faaliyetlerde egemen oldu. Read the rest

Ilımlı İslam versus İslam: Ebu Cehil öldü mü? »

Ilımlı İslamToplumsal zihin tutulmaları, çürüme ve yozlaşmaların mutat hale gelmesi beşeriyet tarihinin yüzyıllardır kökleşmiş sorunudur. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, kölelerin ruhuyla beraber satın alındığı, kan davalarının had safhaya çıktığı, toplumsal kast sisteminin keskin ayrımlarla belirlendiği cahiliye dönemi de bu zihin tutulmasının önemli bir tarihsel evresidir. İslam bu zihin tutulması döneminde ortaya çıkarak, öne sürdüğü yeni düşüncelerle cahiliye sistemini kökten sarsmıştır.

Her din hattı zatında bir nizam tasavvurudur. Dinlerin amacı öncelikle nefis diye tabir edilen öz benliği düzenledikten sonra toplumsal benliği de düzenlemektir. Lakin dinin ortaya koyduğu nizam tasavvuru tarihsel bir dilemma olarak genelde yine dinlerin içinden çıkan fraksiyonlar tarafından değiştirilmiş veyahut ortadan kaldırılmıştır. İsevi inancın dünyaya yönelik tasavvurunun ilk tahrifi Katolik mezhebi tarafından yapılırken bu tasavvurun geri dönülemeyecek şekilde tahrifi de Protestan mezhebi tarafından yapılmıştır. Katoliklik ve Protestanlığın bu tahriflerinden daha önce Hıristiyanlığın manevi olarak tahrifi ve içinin boşaltılması da bizatihi ruhban sınıfı eliyle Read the rest

Tarihsel Kapitalizm / Immanuel Wallerstein »

Tarihsel-Kapitalizm-Immanuel-Wallerstein_0111Genellikle erkekler kadınlardan farklı (ve erişkinler, çocuklarla yaşlılardan farklı) işler yapmış olabilirse de, tarihsel kapitalizmde erişkin ücretli erkek “ekmek parası kazanan” olarak, erişkin ev işçisi kadın ise “ev kadını” olarak sınıflandırılmıştır. Böylelikle, kendisi de kapitalist sistemin ürünü olan ulusal istatistikler derlenmeye başlandığında, tüm ekmek parası kazananlar iktisadi olarak etkin işgücünden sayılmış, ama hiçbir ev kadını böyle sayılmamıştır. Cinsiyetçilik böyle kurumlaşmıştır. Emeğin temeldeki bu farklılaştırıcı değerlendirilmesinin ardından, gayet mantıklı olarak, yasal ya da benzeri cins ayrım ya da ayrımcılık mekanizmaları gelmiştir.

Burada, uzatılmış çocukluk/ergenlik kavramı ile hastalığa ya da zayıflığa bağlı olmayan “emeklilik” kavramının da, tarihsel kapitalizmin doğmakta olan hane yapılarının özgül doğal sonuçları olduğunu kaydedebiliriz. Bu kavramlar sıkça, çalışmaktan bağışık tutulma yönündeki “ilerici” önlemler olarak anlaşılmıştır. Oysa çalışmanın çalışmama olarak yeniden tanımlanması diye anlaşılmaları daha yerinde olur. Çocukların uygulamalı eğitim etkinliklerine ve emekli erişkinlerin çeşitli görevlerine bir tür “eğlenme” etiketi yapıştırılması ve böylece emek olarak katkılarının, “asıl” çalışmanın “ağırlığı”ndan kurtulmalarına uygun bir karşılık denerek değerden düşürülmesi yoluyla, yaralamaya bir de hakaret eklenmiştir. Read the rest

Politik Kadercilik Açısından Arabesk »

siyaset-arabeskToplum yapıları sosyal teoriyle uğraşan herkesi heyecanlandıran bir şekilde tezahür eder. Onun dönüştürülmesi, değiştirilmesi, belli tabii yasalara bağlı olup olmadığının bilinmesi gibi hususlar hep aynı kaynaktan türemiştir: Tahakküm anlayışı. Tahakkümden anlaşılması gereken salt iki insandan birisinin yekdiğeri üzerinde oluşturduğu baskı ve zoraki durum değildir. İnsanın doğaya karşı tutunduğu baskıcı tavır, kölelik, algı operasyonları, zihin yanılsamalarının ortaya çıkarılması gibi tutumlar tahakkümün ana omurgasını oluşturur. Murray Bookchin bu tahakkümün her türlü hiyerarşinin temeli olduğunu vurgularken tartışılması gereken şeyin modernleşme, devlet ve toplum değil hiyerarşiler ve tahakküm olduğunu savunur.

Toplumların kati surette dönüştürülebileceği inancı Aydınlanma ve Fransız devriminin getirdiği bir fikirdir. Rönesans ve reformdan beslenen Aydınlanma, bu iki akımın da tahayyül edemeyeceği tarzda akılcı bir surette temayüz ederken büyük kelimelerle evrensel bir dönüşüm başlatma iddiasındaydı. Jakobenlerin Fransa’yı aydınlanmanın tarihsel laboratuvarı haline getirmesi ve akabinde ortaya çıkan ve Robespierre’in de giyotine kurban edilmesiyle zirveye çıkan Terör uygulamaları dönüşümün bu denli suhuletle olamayacağını gösterdi. Aydınlanmanın iddiası toplumun belli yasalara tabi olduğu, bu yasaların akılla kavranacağı ve aklın yasaları kavrayarak toplumu keskin bir şekilde dönüştüreceği şeklindeydi. Muhafazakar düşüncenin bize kattığı en önemli şey ise akla verilen bu Tanrılık vazifesine karşın doğanın, şeylerin ve toplumun karmaşık olduğunu ve salt akılla kavranamayacağını söyleyerek bu kavramlara da sosyal teoride yer açması oldu. Toplumun belli yasalara tabi olduğu ve bu yasaların değişmezliği fikri ise bizi kadercilik kavramına sürükler. İnsanın gelişen olaylar karşısında edilgen olduğu, olacak olan şeyin önüne geçilemeyeceği, cüz-i iradenin olmadığı iddiaları kaderciliğin sabitelerindendir. Gerçekten kaderin dışına çıkmak, kaderi değiştirmek ve cüz-i irade kullanmak imkân dışı mıdır?

suleyman-demirel-siyaset-arabeskKadere teslim olmak, kabullenmek ile kadercilik arasında ince bir nüans vardır. Yapılan işlerin neticesinde ortaya çıkan sonuca razı olmak kabullenmişlik iken yapılan işte irade olmadığını söylemek kaderciliktir. Kadere razı olmakta eylem iradeye tabi iken kadercilikte eylem ve irade bağlantısı zaman-mekan noktasında ortadan kaldırılmıştır. Politik manada kadercilik ise Marksizmde ortaya çıkar. Marx’ın eli kesilen Hintli işçiler konusunda yapılan eylemin devrime giden tarihsel bir süreç olduğunu ifade etmesi, kapitalizmin tekamül etmesinin de tarihsel gereklilik olduğunu ifade etmesi politik kaderciliğin bizatihi kendisidir. Kadercilik de sonucu aşma düşüncesi yoktur. Bu noktada politik kadercilik en aşkın manasını demokraside ve kapitalizm ile bulur. Tarihin sonu bizatihi politik kaderciliğin zirvesidir.

Demokrasi düşüncesinin aşılamazlığı, kökten değiştirilemezliği politik kaderciliktir. Eğer bir durumu değiştirme hakkımız yoksa ve rıza zorunluluk temelinde teşekkül ediyorsa bu durum kaderciliktir. Türk toplumunda politik kaderciliğin ilk izleri 2. Mahmut ve Frankofon Mustafa Reşit Paşa’da gözükür. Bu konuya değinmeden net bir ayrımı ortaya koymak gerekir. Toplumun bir sisteme razı olmak zorunda bırakılması fikri ne kadar kaderciyse toplumun bir yasaya tabi olduğu ve o yasanın kavranıp değiştirilebileceği fikri de o denli kadercidir. İlk yaklaşım kaderciliğin belirleyiciliğine kader ve yasaları koyarken ikinci yaklaşım politik Tanrılık iddiasındadır. Read the rest