RSS Feed for This Post

Küreselleşme Korkusu 2

Birinci Bölüm

Eleştiriler:

Küreselleşme karşıtlığının temel argümanından yola çıkarak olarak; küreselleşmeyi temelde batının dünya üzerine sistemli olarak yayılma arzusu olarak tanımlamak tarihsel gerçekliğe çok daha uygun düşecektir.  Bunu genişletmek gerekirse, aslında batının kendini gerçekleyen alt yapısı olan kapitalizm ve bunun çerçevesinde oluşturduğu üst yapısı rasyonalizm, hukuk sistemi, demokrasi, insan hakları ile bir  kaç büyük devletin yayılmacı şekilde genişlemesi değil de, alt yapının temelini oluşturan sermayenin ana hedefi olan kar maksimizasyonunu sağlamak amacıyla dünya pazarına amansız bir yüklenişi olarak görmek mümkündür.5

 Kısaca bahsetmek gerekirse, batının dünya üzerine üç ana başlık altında yayıldığını görebiliriz. Bunlardan ilki kabaca 1490’lar da başlamıştır. Merkantalizmle bir yarış halini almış ve batının kendisinden olmayan kültürleri yok etme alışkanlığının başlangıcı olarak; beyaz adamın, sömürgecilik ile son bulmuştur.

 Fransız devrimiyle varlığını iyice hissettiren burjuva sınıfının gücü ve büyüme hızı, sanayi devrimi ile artık teknik anlamda desteklenecektir. Batının bu dengesiz üretim olanaklarını Pazar işgali ile sonlandırması kaçınılmazdır.  İkinci dalga hareketi bu aşamayı emperyalizm ile sonlandırmıştır. Tıpkı küreselleşmenin bu günkü dünyanın “diğerlerine” sözde faydası gibi, o dönemde de emperyalizm çok da negatif bir olgu olarak görülmemekte ve belki de bir çokları için yararlı olacağından söz edilmekte idi.

 Bugün hala yaşamakta olduğumuz batının bu yayılma hareketinin üçüncü aşaması net bir tarihe işaret etmemekle beraber  esnek üretim sistemlerinin gelişip iyice yaygınlaşmasıyla çok uluslu şirketlerin kurulması ve büyümesi, iletişim devriminin başlaması, internet, kıtalar arası uydular vb. gibi teknolojilerle bilgi akışı hızının artışı ve son olarak da 1990 sonrasında soğuk savaşın bitmesi ve doğu bloğunun çökmesi ile bölünmüş dünya ekonomisinin ideolojik ve ekonomik sınırlarının ortadan kalkması biçiminde tanımlanabilir.

 Batı sermayesinin neredeyse tüm dünyada dolaşabilme serbestisi kazanmasıyla sürerek, bugün küreselleşme adını verdiğimiz olguya taşınmıştır.

Aynı şekilde bu süreç uluslararası ilişkiler alanında da önemli değişikliklere vesile olmuş, refah ve yaşam standardı bazlı bir takım vaatler ile yönetim alanını da son derece derinden etkilemiştir.

 

Küreselleşmenin siyasası:

 

Günümüz yaşamında küreselleşme olgusu “Pan-Amerikana” yaklaşımı ile genel anlamda birincil vurgularını ekonomi temelli yapmış olsa da bu sürecin politik alanı etkilemesi kaçınılmazdır. Ekonominin etimolojik anlamına baktığımızda bu etkileşim açıkça görülmektedir. Temel olarak sonsuz insan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için, kısıtlı dünya kaynaklarının yönetimi olarak tanımlayabileceğimiz ekonomi, bu kaynakların kimler tarafından nasıl yönetilip, kimlere ne şekilde dağıtılacağının mücadelesi anlamına referans veren politikayla kesiştiği noktada kesin ve ayrılmaz bir bütünü oluştururlar. Dolayısıyla ortaya çıkan bütünün, bu kavramlar ikilemesinin uyumu içinde olduğu ve bunların bir şekilde birbirlerini kendilerine dönüştürdüğü kaçınılmaz bir gerçekliktir. Yani esas mesele; önce kimin yönettiğini bulup, kimlere ve nasıl dağıtmak istediğini analiz etmektedir.

 Bunun etkileşimin ötesinde, bir dişlinin çarkları gibi iç içe geçmiş olan ekonomi ve politika, devamlı surette çıktılarını sosyal dinamikler üzerine üretmekte ve sosyal alanın bu mekanizmaya yaptığı geri dönüşler küreselleşmenin gelişimine pozitif yönde katkıda bulunmaktadır. Yani aslında küreselleşme de her sistem gibi, ilkin kendini gerçekleştirdikten sonra, bekasını garanti altına almak için varlığını destekleyecek olan kendi sosyalliğini, kendi dinamiklerini ve en nihayetinde kendi insanını yaratmaktadır.

 Küreselleşmenin günümüz siyasal yaşamını ne yönde ve nasıl etkilediğini, bunun sonuçlarını analize başlamadan önce bu noktada bir parantez açıp, politik karar alma süreçlerinin nasıl işlediğini anlamak bu tezimizi detaylandırabilmek için son derece önemlidir. Bu sayede, küreselleşme adına pozitif ya da negatif olabilecek kararların karar alma aşamasına gelene kadar, sisteme hangi anda dahil olduğunu bu sistemden üretilmiş çıktıların, devam eden sürece artı adımı nasıl attırdığını görebiliriz.

 6

 Şekilde gördüğümüz gibi süreç, politik karar alma aşamasına daha önceden alınmış çıktıların sisteme gönderdiği geri beslemenin ışığında, temel olarak iki fonksiyondan geçerek gelmektedir. Ayrıca açık mavi kabuğun ötesindeki dış dünyadan sistemin içine devamlı surette bir bilgi akışı, bir çıkar ifadesi gerçekleşmekte, bu durum alınan kararları da işin içine dahil ettiğimizde bir etkileşim meydana getirmektedir. Küreselleşme açısından baktığımızda özerk alanın arkasına gizlenmiş yönetilen ya da egemenliğe saygı prensibi kılıfındaki yöneten bakımından bakarsak, sistemin iki tarafta da aynı şekilde işlediğini görürüz.

Sistemin işleyişini analiz etmeden önce, sistemin parçalarını tanıyalım. Öncelikle sistem, öte tarafında bulunan dış dünyadan ve daha önce üretmiş olduğu çıktılardan bir takım geri beslemeler alarak, bunları veriler halinde sürece yeniden dahil eder ve bu veriler sistemin fonksiyonlarında bir elekten geçirilirmişçesine karar alma sürecine kadar rafine edilir. Daha sonra bu üretilmiş olan karar çeşitli şekillerde toplumdaki gruplar arasında paylaştırılır ve yeni geri beslemelerle bir sonraki karar aşamasına tekrar dahil olur.

Sistemin iki temel fonksiyonundan biri olan “Sistem Fonksiyonu” üç ana parçadan oluşmaktadır. Sosyalleşme bireyin ailesinden başlar. Burada birey, ailesinin temel değer ve prensiplerini paylaşır, sonrasında DEVLET bireyi kanatlarının altına alarak, kendi sistemini gerçekleştirecek bireyleri yaratma prensibinden hareketle, bireyin ait olduğu topluma dair temel bilgileri, değerleri, hak ve ödevleri, bakış açılarını tanıtır ve bunları kavramasını sağlayarak, bekasını garanti altına alacak insan tipini yetiştirmeye çalısır.

 Ordu bu sürecin kurumsal olan son halkasıdir.  Devlet bu aşamada bireye yanlızca askeri bir eğitim vermekle kalmaz aynı zamanda bir ocak gibi iş öğreterek meslek sahibi yapar, paylaşmayı, dayanışmayı, birlik ve beraberliği öğretir.  Ordu ile bu süreç bitmiş gibi görünse de aslında bireyin hayatının sonuna kadar devam eder.  Çeşitli semboller, kutlama ve anma günleri gibi vesileler ile çocukluk yaşlardan beri yerleşmiş olan değer ve yargılar pekiştirilir ve hassas noktalarda tekrar diriltilir.

 Tercihler ise sosyalleşmenin temel getirisi olan ve bireyin politik yaşama hangi noktada, nasıl, ne ölçüde, hangi kurumlar vasıtası ile katılacağının belirlendiği bir alandır.  Burada birey, oluşturmuş olduğu değer yargıları ile bir siyasal parti üyeliğini tercih ederek aktif politikaya katılabilir, bir dernek vasıtası ile (örneğin şehit yakınları gibi) politik alana hassasiyetlerini yansıtmak sureti ile katılımda bulunabilir ya da yalnızca seçimlerde oy kullanarak politik alana bireysel katılımını gerçekleştirebilir.

 Bilgilenme, kişinin tercihleri doğrultusunda politik süreçle ilgili haberleri edinebilmesi, bu aşamada edineceği bilgiler için kendi kaynakları seçmesi anlamına gelir. Birey kendi açılımı için çesitli kaynaklardan teorileri öğrenerek, farklı kaynaklardan bilgileri derleyebilir, yalnızca televizyondan politika haberlerini takip edebilir ya da sadece arkadaş sohbetlerinde duydukları ile bu alanda var olabilir.

 Politik karar almanın ikinci önemli fonksiyonu olan süreç fonksiyonunda, politik karar almanın temel nedeni olan çıkarlar, öncelikle bireysel olarak ifade edilir ve daha sonra birey bu çıkarında yalnız olmadığını anlayarak, kendi gibi düşünenler ile ifadesini güçlendirir. Daha sonra bu çıkar ifadesi belli bir grubun ana hedefi haline gelerek, buna ulaşmak için uygulanacak yollar belirlenir ve karar alma kaynaklarına ulaştırılır. (Bir Ticaret Odasının, Başbakanlığa yazı yazması ya da bir ögrenci grubunun protestosu gibi.)

Tüm bu veriler, burada ismini zikretmediğimiz baskı grupları, lobiler, sanayi örgütleri vb. aracılığı ile karar alma mekanizmasına ulaşır ve sistemin yönetimini elinde bulunduranlar bunun ışığında politikayı üretir ve düzenler ve kendi destekçilerine öncelik hakkı tanımak sureti ile bunu pay ederler.

 Süreci somut bir örnekle analiz edersek; sistemin yöneten tarafının bir bireyi, örneğin bir sermaye sahibi, üretimine yeni pazarlar bulabilmek amacıyla öncelikle bir çıkar ifadesinde bulunur. Bu ifadeyi diğer sermaye sahiplerinin de aynı pazara ihtiyaç duyması ile  toplar ve bu sermaye sahipleri örneğin, bir ticaret örgütü ile bunu gruplaştırır. Gruplaşan bu çıkar ifadesi kendi politikasını belirler ve bunu belki de iktidara getirmiş olgu hükümete iletir. Karar alma mekanizması iktidarını devam ettirebilmek için bunu düzenler ve siyasa çıktısı haline getirir. Bu çıktı, geri beslemeler aracılığı ile siyasal sürece tekrar girer ve bu defa sistem fonksiyonlarını harekete geçirir. Sermaye grubunun ürettirmiş olduğu bu politika ile maaşı artan baba örneğinde olduğu gibi, aile çocuğuna bunun güzel bir şey olduğunu bu sayede refah içinde yasayabildiklerini aktarır. İlerleyen yaşlarında çocuk, okulda bu siyasaya uygun eğitimi alarak yaşamına devam eder ve siyasal alana katılımını bu politikayı devam ettiren bir partide ya da bir dernekte gerçekleştirir. İzlediği televizyon kanalları, okuduğu gazete bu eksende devam eder ve ikinci karar alımı için bu anlamda çıkarlarını ifade eder.

 Yöneten tarafın üretmiş olduğu bu çıktı, yönetilen tarafına eklemlenerek yoluna burada devam eder. Yalnız, yönetilen tarafındaki aşamayı, yöneten tarafındakinden ayıran bu verinin siyasal sürece iki farklı aşamada katılabilecek olmasıdır.  Bunlardan ilki direk hükümet bazında, diğeri ise aynı yöneten tarafında olduğu gibi çıkar ifadesi aşamasında sürece katılabilmesidir.

 Birinci aşamayı örneklendirecek olursak; hükümet, konumu gereği iyi ilişkiler içinde bulunması gereken yönetenin istediği yönde bir karar alarak sistem fonksiyonunu buna göre şekillendirebilir.  Eğitim müfredatını bu yönde değiştirebilir, medyayı buna yönlendirebilir ve toplumu bu şekilde yönlendirerek, sistemin hep bu eksende çıktılar üretmesini sağlamak suretiyle kendi iktidarının devamlılığını sağlayabilir.

 İkinci aşamada ise, yöneten taraftaki bir sermayedarın çıkarı ile yönetilen taraftaki bir sermayedarın kesiştiği noktada, yönetilen sisteme bir çıkar ifadesi olabilir.  Aynı ilkinde olduğu gibi sisteme bir çıkar ifadesi sunularak, karar alma mekanizmasının bunu gerçekleştirmesi sağlanabilir ve sistem bu yönde çıktılar üretmeye devam edebilir.

 Karar alma sürecini inceledigimiz bu örnekte olduğu gibi,  küreselleşme bir anda yönetilen açısından bir siyasa çıktısı haline gelip,  çeşitli kaynaklar ya da bireysel çıkarlar vasıtası ile genel alehinde olsa bile bir artı, bir pozitif değer şeklinde görülebilir ve bu sayede yönetilen tarafında tüm zararları görmezden gelinerek temel politika seçimleri belki de farkında bile olunmadan yöneten tarafın güdümünde seyredebilir.

 Buradan yola çıkarak “devlet” gibi merkeziyetçi eğilimdeki yapılanmalar siyasa çıktılarını merkezin dışındakiler aleyhine sürekli düzenleyerek ve hatta onların desteği ile merkez-çevre ilişkisini sürdürebilir.

Bu da  tek-dünya devleti liberal ütopyasının gerçekleşmesi halinde bile rejimin totaliter hale gelebileceğinin göstergesidir.  

 Küreselleşme Teorisi Neo-Liberaizm:

 Bugün küreselleşme olgusunun hızını iyiden iyiye arttırdığı siyasal alanda, daha önceden de bahsettiğimiz gibi ekonomi siyaset etkileşimi neticesinde gününümüze ait temel uluslararasi ilişkiler paradigmasi olarak neo-liberal bakiş açısını görüyoruz. Şüphesiz ki bu konuda bu yaklaşımın karşısına koyabileceğimiz en önemli bakis açısı Realizm/Neo-Realizm’dir. Bu çalışmada bu iki paradigmanin günümüz siyaset dünyasına temel bakış açısından söz edilecektir.

  70’li yıllarda ortaya çıkan çokuluslu şirketler, uluslararasi örgütler, günümüz dünyasının eşi benzeri görülmemiş bir şekilde entegrasyon sürecinde olduğunu gözler önüne sermektedir. Hatta bu entegrasyon kimi zaman daha önce görülmemiş bir şekilde, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi “uluslararasından” “uluslarüstü” aşamasına evrimini sürdürmektedir.

 Tüm bu gelişmelerin temelinde yatan  bakış açısı, bugün küreselleşmenin teorisi olarak tanımlayabilecegimiz neo-liberal anlayıştır. Peki bu neo-liberalizm nedir? Temelde neye salık verir?

 İnsan doğasının temelinde kötü, çıkarcı ve çatışmacı olduğunu varsayan realizme daha giriş aşamasında ters düşen liberalizm, insanın sosyal bir varlık olduğunu vurgulayarak, bu sosyalliğin bir gereği/sınucu olarak insanların işbirliğine yatkın bir yapıya sahip olduklarının altını çizer ve yine insanların kurduğu devletlerin de aslında tek hedefinin, kendi karını arttırmak olduğunu ve bu yüzden işbirliği yapsa bile öncelikli referans alacağı noktanın, “rakip devletten daha fazla kazanım elde etmek olduğunu” salık veren realizmin aksine, devlet noktasında da devletlerin aslında diğerlerinin karından ziyade,  kendi kazanımlarının önemli olduğunu, bu nedenle devletler arasında işbirliği yapılacak bir takım nedenlerin her zaman var olduğunu ve bu işbirliğinin de sistemin “kötü” devletlerini bile en nihayetinde içine alabileceği anlayışını benimser. Bu işbirliğini oluşturmak ve güçlendirebilmek için de ticaretin en temel, devletler arası entegrasyon aracı olacağını, çünkü bu sayede birbirlerine olan karşılıklı bağlılıkları artan devletler için savaşın ve çatışmanın daha maliyetli olacağının iddasıdır.

 Liberal bakış açısının bu anlamdaki temel istatistiki dayanağı ise demokratik devletler arasında çatışmaların daha az yaşanmasıdır ve buna göre demokrasinin, dünyanın geri kalanının demokratikleştirilmesinin ve ticari ilişkiler sayesinde eklemlenmesinin ki; bu dünyanın tamamı için refahı ve mutluluğu arttıracaktır.

 Burada liberalizmin önem verdiği noktalardan biri de uluslararası örgütlerin kurulması ve uluslararası sistemdeki etkinliklerinin arttırılmasıdır. Bu aşamada liberalizm, realizm ile tam anlamı ile ters düşer. Realist anlayışa göre politika yapımının amacı yalnızca devletin bekası ve kazanımlarını maksimize etmektedir ve bir devletin örgütlenmeye katılmasının sebebi diğerlerinden daha fazla kazanabilmektir. Öyle olmasa bile sistemdeki kötü devlet iyi devleti kovacaktır, çünkü kötü devlet sistemin açıklarından faydalanıp diğerlerini saf dışı ederek karını maksimize etmeye çabalayacaktir.

 Bu yaklaşım savaşından küreselleşmenin siyasal olguya katkısı konusunda en iyi sonucu çıkarmamızı sağlayacak olan isim Robert Cox’dur. Cox’a göre: Teoriler sonsuz, zamandan, kişilerden ve mekandan bağımsız, değerlerden yoksun ve çarpıcı bir şekilde yalanlardan arınmış olamaz ve teoriler üzerine yansıyan bu değerler, çıkarların doğrudan ifadesidir6. Yani aslında teoriyi, sistemde hegemon olan belirler ve amacına ulaşmak için bunu en güzel, en şirin haliyle budaklandırır.  Yazara göre, ortada bir sistem olabilmesi için en az bir yöneten ve diğer yönetilenlerin bulunmasi gerekir ve bu oluşan sistemde hegemon kendi teorilerini “Oyunun kuralı bu”, “Düzen bu, bundan iyisi olamaz”, “bunu değiştirmeye çalışmayın çünkü bu gerçekten ulaşılabilecek son nokta”(Fukuyama’nın düşünce tarihinin sonu çalışması) gibi, temel vurgularla lanse eder ama, önceden de belirtildiği gibi ana amaç teorisinin dolayısı ile hegemonun varlığını sürdürmek ve mümkün mertebe güçlendirmektir.

 Her teorinin bir ana aracı ve bu aracın dolaylı ya da dolaysız olarak fayda sağlayacağı diğer alanlar vardır. Bu hegemonun elinde tuttuğu bal kavanozundan diğer uyrukların ağzına bir parmak bal çalması gibidir ki; asıl maksat, hegemonun bu kavanoza sonsuza kadar sahip olabilmesidir. Çünkü her ne kadar hegemon, sistemi korumaya calışsa da elindeki kavanozu kapmak isteyenler olacağının farkındadır. Bunun olmaması içinde Hegemon ana aracını ortaya salar.

 Bunu daha somut bir şekilde açıklayacak olursak, küreselleşme olgusunun ana aracı “serbest ticarettir”. Buna göre tüm pazarlar birbirine entegre ve açık olmalı, mal ve hizmetler sınırsız ve özgürce (hegemonun belirlediği ölçüde) dolaşmalı ve çesitli uluslararası örgütler bu dolaşımı garanti altına alacak bir üst mekanizma gibi varlıklarını sürdürmelidir. Bu serbest ticaret ve açık pazar, herkese refah bağlamında bir artış sağlayacak, bu şekilde sistemin devletleri de hem kazanım sahibi oldukları hem de birbirlerine daha bağımlı hale geldikleri için çatışmalardan mümkün mertebe kaçınacaklardır.  Buna ek olarak, bu serbest dolaşım aynı zamanda bir üst yapı entegrasyonu ile desteklenmelidir.  Buna göre hukuk sistemleri birbirine entegre olmalı, uyuşmazlık uluslararası örgütler tarafından çözümlenmelidir.

 Bu örnek günümüz dünyasında “Pan-Amerikana” sisteminin kaba bir modelidir. Hepimizinin yakından tanık olduğu gibi, serbest ticaret bir hegemonun belirlediği bir takım izolasyon ve ambargolar dışında özgürce devam etmeli, sistem entegrasyondan keskin dönüşler yaşanmaması için, mali yapılar aracılığı ile denetimini sürdürmeli ve üst-yapı sürecinin uyumu için demokratikleştirme hamleleri yapılmalıdır.  Bu sayede dünya refahı yükselerek devletler arasındaki işbirliği arttırılmalı ve bu şekilde de çatışmalar önlenmelidir.

 Kendi kazanımının karşısındakinin kazanımıyla ölçüldüğü realist argümana karşı liberalizmin sunduğu serbest ticaret ve kazan-kazan karşı argümanı Birleşik Devletler gibi bir hegemonla test edilemektedir.  Çünkü ticari tüm işbirlikleri bir şekilde dünya üretiminin 1/3’ünü elinde burunduran bir hegemona karşı daha büyük bir kazanımı, bir değeri yaratamamaktadır.

 

5 Türk Dış Politikasi, Ed: Baskin ORAN, Cilt 1, S: 41

 

6 Gabriel A. Almond, G. Bingham Powell,Jr, Kaare Strom, Russel J. Dalton, COMPARATIVE POLITICS TODAY, A WORLD VIEV, Eight Edition, S:39

…Bu makale ilginizi çektiyse…

Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…

Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.

Buradan indirebilirsiniz.

 

Liberalizmin Ak Kitabı

1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.

Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 14 Yorum

  2. Yazan:EKAN Tarih: Kas 29, 2009 | Reply

    GERÇEKTEN GÜÇSÜZLERİN EZİLECEĞİ GÜÇLÜ İLE REKABET EDEMEYECEĞİ BİR SÜRECE Mİ GİRİYOR DÜNYA .BU KORKUNUN BİR ÇOK HAKLI YANI VARDIR KANIMCA…

  3. Yazan:Mahmud Abbas Tarih: Ara 2, 2009 | Reply

    Küreselleşme olgusunun tek bir tanımlama biçimiyle ortaya konulup, karşıtları ve yandaşları olarak ikili kamplaşma modellerinin meydana getirilmesiyle dünyanın geleceğinin diğer düşünsel unsurlardan arındırılmış bir şekilde körleşmişçesine ele alınmasından daha öte bir sonuç doğuramayacığı açıktır…Küreselleşmenin ele alınışının altında yatan kodlamalara gidildiğinde yazarın yazıda da belirttiği üzere merkantalizmden emperyalizme oradan da küreselleşme modeline geçiş süreci başarılı bir şekilde ele alınmış ancak bir başka küresel dünya modeli olan ve tarihsel sürecini bugün farklı modeller ve bakış açılarıyla dünyada uygulama alanına koymaya çalışan enternasyonalizm yani küreselleşmenin düşman kardeşine yer verilmeyişi süreci doğru bir şekilde irdeleyemememizin belki de en önemli sebebi olmaktadır..Bir başka küresel model olan enternasyonalizm 1917 devrimiyle dünya coğrafyasının büyük bir bölümünde filizlenmiş ancak enternasyonalizmin nasyonalizme ve despotizme dönüşme süreciyle birlikte başarısızlıkla sona ermiştir..Süreci irdelerken dikkat etmemiz gereken ana unsurlardan bir tanesi de bu gibi bakış açısı yanlışlıkları ve farklılıklarından dolayı kullandığımız dilin doğruluğudur…Küreselleşme karşıtlığı kavramının aslında gerçek anlamla küresel bir dünya istemeyenlerden oluşan ulusalcılar topluluğu algısını doğurması küreselleşme karşıtlarını ne kadar anlayıp ne kadar anlamadığımızla ilgili bir dil sorunudur…Bugün küreselleşme karşıtı gösteriler olarak haber bültenlerinde tanımlanan eylemlerdeki aktivist grupların milliyetçi,ırkçı yada kökten-dinci gruplar olmadıkları son derece açıktır…Sınıfsız ya da sınıfsal farklılıkların azaltıldığı bir dünya özlemi içerisinde kapitalizmin karşısında yeni bir dünya modelini savunanların küreselleşmenin değil küresel kapitalizmin karşısında olduğunu söylemek daha doğru bir tanımlama olacaktır…Burada kullanılan dilin küresel kapitalizmin üretim değil yönetim ve düşünsel ayağını oluşturan neo-liberalizmin dili olması küreselleşme kavramını doğru olarak ortaya konulamayışının ve bir yanılgıya dönüştürülmesinin belki de ana sebebidir…Bu dilin bu şekilde kullanılması yazarın hatasından değil bu dilin küresel kapitalizm karşıtları tarafından da bu şekilde kabullenilmesinden kaynaklandığı da diğer bir acı gerçektir..Karşısında olunan ile savunulanın ne olduğunun doğru bir şekilde algılanılmamasının ana temeli küreselleşme kavramının küresel kapitalizm savunucularının tekelinde olması ve bunun karşısındakilerin de bu dile alternatif üretememesidir…Küreselleşmenin dilsel eleştirisinden genel eleştirisine gidecek yolun benzerliği aslında çok da şaşırtıcı olmayacaktır..Sorun dilsel sorun da olduğu gibi tekelleşme ve karşıtların yeterli alternatif üretememesinde yatmaktadır…

  4. Yazan:Enver Sedat Tarih: Ara 2, 2009 | Reply

    Yazının içeriği ve küreselleşme olgusundan çok örnekleme yöntemindeki yanlışlıkların dikkatimi çektiğini belirtmeden geçemeyeceğim…Küreselleşme kavramı yani küre şeklindeki dünyamızın iktisadi ve yönetsel açıdan yeni bir sisteme geçişi kısaca yeni dünya düzeni ve devlet-sermaye-iktidar-birey-yurttaşlık ilişkileri görsel bir tablo ile sunulmuş ancak tablodan sözcüklere aktarılan değerlendirmeler Türkiyesel örnekler ile sıkışmış kalmış (şehit yakınları,ordu ile ilgili örnekler,ticaret odası,başbakan vs.)….Bu da küreselleşme kavramı ile yerküre kavramı arasındaki bağın kesintiye uğramasına neden olmuş yazıda kanımca…Ayrıca tablonun örneklenmesi Türkiyelilik ve Türkiye sistemi bilinçaltı ile yazıldığından dünyada üretim biçimi ve yönetsel model açısından farklı ve aralarında dağlar kadar ayrım olan ülkeler bu fotoğrafa ne yazık ki girememiş…Ancak kaba taslak bir anlatımla yazarın yine de iktidar-sermaye ve yönetilen ilişkilerini bir Türkiyeli hayaletiyle birlikte açık bir şekilde ortaya koyabildiğini söyleyebiliriz…Özgürlük savunusunu şiarı haline getirmiş küreselleşme olgusunun da totalitarizme nasıl dönüşebildiğini-dönüşebileceğini bu tablo üzerinden net bir şekilde açıklayabilmesi ise Tan Bey’in yazıdaki en önemli başarısı bence…

  5. Yazan:Tugrul Kursad Tarih: Ara 2, 2009 | Reply

    Ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar,bölücü faaliyetler küreselleşme değil de nedir…Küreselleşme vatanımın bölünmesiyse istemiyorum ben öyle şey arkadaş…AB ,ABD bunlar bizim iyiliğimizi ister mi…Türk’ün oturup düşünmesi gerekir bugüne kadar ne oldu bundan sonra ne olacak diye…Küreselleşme falan hep boyalı laflar…Vatan parçalanıyor ama uyumaya devam ediyoruz…BOP (Büyük Ortadoğu) diye birşey var biz ise alkış tutuyoruz…Anlamak gerçekten güç…

  6. Yazan:Garip Tarih: Nis 25, 2010 | Reply

    küreselleşme ideasının emperyalizmin yeni bir söylemi olarak hegomonyasını geçerli kılmak için her türlü masum yaklaşımı kendi propagandasının bir parçası haline getirdiği yanlışlanabilir mi? ABD 2002 yılı güvenlik doktrininde ABD ye alternatif askeri güç olarak çıkabilecek her türlü yapılanmaya müdahale hakkı saklıdır, kaydıyla hegomanyasını ilan ediyor.AB nin BAB (Batı Avrupa Birliği) ordusu yapılanmasının NATO içinde olmasını istiyor.Ancak Dünya Ekonomisindeki ağırlığı eskisi kadar değil.Sadece savaş makinası denebilecek önemli askeri gücü var. Bununla yeni küre/emperyal aktörleri de hizaya çekiyor.Öte yandan AB kurumlarını da ABSYM (Avrupa Birliği Sanayicileri Yuvarlak Masası/Fiat,Volvo,Philips vs 45 büyük şirket) dolaylı olarak yönetiyor. Yani ülkeleri,kurumlarını,ordularını çok uluslu şirketler yönetiyor. Hizaya gelmeyen veya getirilmesi gereken ülkeleri de ABD askeri gücü ile hizaya çekiyorlar:özgürlük,demokrasi getirerek.Özün özü ABD ve AB halklarının rahatı dünyanın öbür yanındaki felaketler karşılığında satın alınmıştır.

  7. Yazan:zafer Tarih: Nis 26, 2010 | Reply

    küreselleşme içi çivi dolu harika bir pastadır… pasta o kadar şahanedir ki çivileri yuttuğunuzu bile anlayamazsınız… ancak çıkarken anlarsınız…

  8. Yazan:ali duman Tarih: Nis 26, 2010 | Reply

    muhalefet etme hastalığına yakalanmışlığı bir çare henüz bulunamadı.

    karl marx’ın ana teorilerinden biridir, “DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİMDİR”

    bu ülkenin topraklarında statükoya direnmenin adı solculuk hatta neredeyse DEVRİMCİLİK olacak.

    evet, insanlık çıktığı yürüyüşte sürekli değişim olacak, asıl olan değişime, dönüşüme ayak diremek değil, değişimi/dönüşümü insanlığa faydalı bir şekilde geliştirebilmektir.

    misal bir doğalgaz dağıtımı/boru hattı projesi bile birçok ülkeyi birbirine bağımlı kılıyor, gelişim ülkeleri karşılıklı olarak birbirine bağlı hale getiriyor, ülkelerin karşılıklı bağımlı hale gelmeleri küreselleşme olmadan nasıl sağlanacak? bu “nasıl”ın yanıtını veremiyorsanız, çözümün değil, sorunun bir parçası haline gelmişsiniz demektir.

    çözüm üretemeyenler tarihin öznesi değil, ancak nesnesi olabilirler, çözümünüz yoksa ve küreselleşmeye karşı iseniz, buyrun o halde kuzey kore gibi olmak serbest. Elinizi kolunuzu bağlayan da yok.

    derebeylikten ulus devlet modeline geçişte de kimbilir statükocu anlayış ne direnişler sergilemiştir, hatta derebeylik ulus devlet modeline kıyasla yüceltilmiştirde, ancak insanlığın gelişimine engel teşkil ettiği için derebeylik sistemi yıkılmak zorundaydı ve yıkıldı da, bugün gerici bir sistemin adı olan ulus devlet modeli, kendinden önceki derebeylik sistemi için ilericilikti. küreselleşme de ulus devletine göre daha ileri bir adımdır, zira kapitalizm, marx’ın 150 yıl önce ortaya koyduğu “enternasyonalizm”e küreselleşme ile ancak yeni karşılık verebilmektedir, ne varki kapitalizm 150 yıl geriden takip ettiği marxsizmi yakaladı ve geçti (en azından insan hakları, çoğulcu ve katılımcı demokrasi, hukukun üstünlüğü alanlarında). insanlığı 150 yıl ileriye taşıyan marx, ne yazıkki sürdürücülerinin bir arpa boyu yol ilerleyemelerinden dolayı, kapitalizmin gerisine düşmek durumunda kalmıştır, kapitalizmin küreselleşmede derinlik sağlaması, marxizmin buna karşılık veremesi sosyalizmin bir krizidir, aslında bu kriz marxizmin insanlığın gelişimine ve değişimine uygun çözümler üretememe krizidir, (insan hakları, hukukun üstünlüğü, çoğulcu ve katılımcı demokrasi vb. gibi) ancak ne varki elbette bu böyle sürgit devam etmeyecek, marxizmide fikri anlamda ileriye taşıyacak fikirler ve fikir adamları çıkacaktır. tez ve anti-tez üretimi bunu zorunlu kılmaktadır. (tez ve anti-tez bağlamında hegel’in ortaya koyduğu tezler olmasaydı muhtemeldir ki marx’ın geliştirdiği tezlerde olmayacaktı)

    kendini solcu sanıp, hatta marxsist sayıp, küreselleşmeye karşı duran ve herhangi bir çözüm üretmeyen solculara rastlamak oldukça yaygın, oysa marxsist düşünce, değişime ayak diremek yerine, değişim ve dönüşümü emek ve emekçilerin lehine dönüştürmeyi amaç edinir, küreselleşmeye geçişi önlemek insanlığın gelişimini de önlemektir, bunun yerine emekçilerin özgürlüğünü ve sermayede olduğu gibi özgür dolaşımını savunmak, sol ve sosyalizmin temel ilkesine uygun olandır. (ulus devlet) sınırlarının varlığı emekçilere bir kazanım sağlamadığı gibi, emekçilerin özgürlüğünün önünde en büyük engellerden biridir, kapitalizmin (ulus devlet) sınırları zaten sahtedir, emekçilerin özgürlüğünü kısıtlamak için konmuştur, sermaye için (herhangi bir) ülke sınırı olduğunu söyleyebilir misiniz? tüm sınırları kaldırmak, bunu emek ve emekçiler için kaldırmak, bunun için mücadele etmek marx’ın solculara (enternasyonalizmle) yüklediği görevdir.

    bunun aksine ulusculuğu ve sınırların varlığını savunmak solcuların kendilerine ihanet etmesi demektir. böyle bir şey bilimselliğe de, akla ve mantığa da aykırıdır. Tarihin öznesi olmak yerine nesnesi olmayı seçmektir.

    Unutmayalım ki tarihi, değişimi yapanlar yazar, değişime direnenleri değil.

    Küreselleşmeye karşı durmayı solculuk sananlar, ulusalcılığın sığ sularında gırtlaklarına kadar boğulmuş zavallılardır. Her türlü özgürlük ve açılımlara direnmek ise bir başka özellikleridir, solculuğun bu topraklarda yapılmış çok özel bir “tarif”i var gibi, bu “tarif” ise gericiliğe ve faşizme (nasyonalsosyalizme) tekamül etmektedir.

    son söz: bu topraklara mahsus bir hastalıktır; bu topraklarda sol’cular sol’a, kemalistler atatürk’e, dinciler ise din’e ihanet ederler.

  9. Yazan:zafer Tarih: Nis 26, 2010 | Reply

    küreselleşme; jeotermal, güneş, rüzgar gibi enerji kaynakları heba edilirken ege kıyı şeridi ve akdeniz kıyı şeridi gibi hiç de gerekli olmayan yerlere bile doğalgaz denen ve dışa bağımlılığı sağlayan, taaaaa bilmem nerelerden borular döşenerek 3-5 şirketi zengin eden bir şey ise, ben küreselci marxist olacağıma hiç bir şey olmam daha iyi… şu anda izmirin her bir sokağına o binlerce km öteden taşınan borular döşeniyor! çoğu kişi de evine bağlatmıyor!! çünkü gerek yok… çünkü ben soğuktan muzdarip değilim, beni serinletmek lazım… çünkü benim burnumun dibinde jeotermal enerji kaynıyor… çünkü ben o jeotermal enerji oluşsun diye zırt pırt depremlerle sallanıyorum ama keyfini süremiyorum… rüzgar enerjisi ile kendi elektriğimi üretip bütün enerji açığımı tek başıma karşılayabilecekken devlet diyor ki bana “hooop arkadaş sana boşunamı bporu döşüyoruz! o yok! döşediğimle idare edeceksin” diyor!!! … bu küreselleşmedir işte…

    yukarıda yazdıklarım örneklerin en küçüğü… geri kalanların hepsi çok iyi biliniyor ama nedense görmezlikten geliniyor ve aynı cümle içine markstır şudur budur katıştırılıp benim önüme konuyor… ben hiç bir şeyci değilim… olmak zorunda da değilim… ben sadece ülkemi seviyorum…

    marxın o zaydıklarınızla zerre kadar alakası da yok… o ayrı bir konu…

    benim evimin bahçesine rüzgar pervanesi koyup enerji üretmem yasak!!! nasıl yasak? vergisi pervaneden pahalı!!! bilinçli olarak pahalı… üstelik prosedürü de iç kıyıcı!!

    önümüzdeki günlerde apaçık göreceğiz… elektrikli otomobil devri başladı… o da küreselleşmenin bir gereği… hadi bakalım sayın küreselciler… güneş zengini ülkemde bana benzine devam (kazığa devam yani) mi diyeceksiniz yoksa, küreselleşmenin bir diğer gereği olan temiz enerji güneşe başla mı diyeceksiniz… ben bana yutturulacak olandan adım gibi eminim: benzine devam!

    sallayın marksı şunu bunu… beni küreselleşerek insanca yaşatın bakalım… benzini bizi küreselleştiren ülkelerle aynı fiyata kullandırın… çözüm üretmesi gereken ben değilim, bana küresel takılmayı aşılamaya çalışanlar beni ikna edebilmeliler… ben dünyanın asla aç kalmayacak bir kaç ülkesinden biri idim ama üretimim eridi!!! bittim resmen… şeker gibi basit bir şey bile bana küresel olmayı çok seven ülkelerden gönderiliyor… örnekleri bilerek çok ufak ufak seçiyorum… bu mu yani demeyin… küreselleşme adı altında ben 3. dünya ülkesi olarak küresel olacağım ama beni küresel yapmaya çalışanlar bu konuda zerre kadar adım atmayacaklar… ne güzel iş be:)… ben bu yalanları yutmam ama ülkenin % 80 i yutuyor!!! o da onların bileceği iş… çivileri yutmaya devam… çivileri yutmak için gereken suyum bile kalmadı küreselleşeceğim diye:)… artık kuru kuru yutarız…

    bir de aklıma gelen bir ilavede bulunayım… o çok küresel ülkeler var ya! onlar afrikaya devasa güneş panelleri döşüyorlar!!… cebelitarık ve türkiye üzerinden kendilerine taşıyacaklar enerjiyi… bana da durmadan boru döşüyorlar en ufak bahanede kapanıverecek olan vanalar da uçlarında duruyor… yok ben bu küresel olmayı almayayım…

    marxı bir kere daha dikkatle ve deforme etmeden okumanızı tavsiye etmek durumundayım haddim olmadan…

  10. Yazan:789 Tarih: Nis 28, 2010 | Reply

    ali duman a

    Eleştirinizde Hegel’in ve Marks’ın tarih felsefesini kullanıyorsunuz. Yoksa siz de gizli bir marksistmisiniz ? (bknz.7. paragraf)

  11. Yazan:789 Tarih: Nis 28, 2010 | Reply

    ali duman’a 2

    ulus devleti gerici bir düzen saymışsınız, yerinede daha ilerici bir sistem olarak kürselleşmeyi koymuşsunuz. Küreselleşme diye bir devlet modeli yok. Nereden uyduruyorsunuz bunları.

    http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=62536&sa=57761543

  12. Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: Nis 28, 2010 | Reply

    O zaman ulus-devlet dışında bir devlet modeli de yok. Dünya parlamentosu, Avrupa Birliği gibi uluslar üstü temsilciler basbayağı bir modeldir.

    Bunlar küresel modellerdir ve hukukları normlar hiyerarşisine göre yerel hukukların üzerindedir.

    Avrupa Birliği’nin kendi yasaması yürütmesi ve yargısı var. Bu da günümüz tanımıyla devlettir.

  13. Yazan:789 Tarih: Nis 29, 2010 | Reply

    Küreselleşme ulus devleti tehdit eden bir unsur ama bir devlet modeli değil.

    Avrupa Birliği’nin henüz kendini tamamlamış bir proje. Hedefi birleşik bir Avrupa. Orta para, ortak kültür, ortak din hatta ve ortak yönetim ülküsü yeni bir ulus-devletten başka bir şey değildir. Başarırlar, başaramazlar ayrı mevzu. Hedef ortada ve hedefin kendini ifade ettiği tanımda.

    Birleşmiş milletler, Avrupa parlemontosu üye devletlerin içindeki hakim devletin suyuna giden kuruluşlar. Bosna’da gördük. Uygulamaların meşruiyet sorgulanmasın diye kurulmuş örgütler(ya da bu hale getirilmiş). Irak’da, Somali’de sayın sayabildiğiniz kadar, Amerikanın barış gücü maskesi altında işgal ettiği yerlerde, hukuk gene onunisteği ile çıkarılmış kararlarla gerçekleşmiyor mu? Nasıl özerklikden bahsedeceğiz. Özerk olmayan kurumun aldığı kararın ciddiyettinden sual olunmaz mı? Ya da çok fazla ciddiye olmaya gerek var mı?

  14. Yazan:zafer Tarih: Nis 29, 2010 | Reply

    sayın haskol, sizin yazdığınız doğru diyelim, bence değil ama diyelim ki siz haklısınız… o zaman avrupa birliği de bir ulus devlet oluyor! amerika birleşik devletleri de öyle… birleşik krallık da… bence hepsi birer imparatorluk… farklı ulusları kapsadığı için adına ulus devlet dememiz tabii mümkün değil… içinde farklı renklerden insanları barındıran bir devlet gözü ile bakıyorum ben avrupaya… türkiye bir ulus devlet, türkiye de içinde farklı farklı renkler barındırıyor… türkiyede bu renklere eşitlik sağlanamadığı için bugün sorunlar yaşıyoruz… peki avrupa kendi içindeki renklere eşit davranıyor mu? yada amerika? yada united kingdom?… avrupa mesela avrupa vatandaşı bir kürde, türke, faslıya vs vs vs eşit davranıyor mu sizce gerçekten?

    kendi vatandaşının dinlerine saygı gösterebiliyor mu sizce mesela avrupa devleti?… kendi vatandaşının minaresini nasıl istemez!!! bu nasıl bir muhteşemliktir?… avrupa hayranları bana avrupayı nasıl örnek gösterebilirler ki?

    avrupa birliğinin de devlet olduğunu yazmışsınız siz de… bence de aynen öyle… avrupada avrupa vatandaşları arasında sizce farklılıklar var mı? yada amerikada… asimilasyon ne boyutta?… mesela 30 yıl sonra diyelim, farklı kökenden bir avrupa vatandaşının kökeni hala daha farklı mı olacak? yoksa avrupa bir ulus mu olacak? avrupa kendi içindeki renkleri, dilleri, yaşam tarzlarını, farklı gelenekleri vs vs vs koruyabilecek mi? gittikçe daha fazla tek tip mi olacak?… yada her şey yolunda iken birlik olabilen farklı kökenler herhengi bir krizde hemen ayrılabilirler mi? bence ayrıldılar bile… avrupa devleti yunanistana eşit davranabiliyor mu?… türkiyede farklı bölgeler, amerikada farklı eyaletler, avrupada farklı ülkeler arasında ne derece eşitlik var sizce?…

    ötekileştirme türkiyede mi daha fazla? yoksa avrupada mı?

    çok fazla soru sordum ama eğer fırsatınız olur ve görüşlerinizi öğrenebilirsem memnun olacağım…

    bir de, birleşmiş milletlerin de bazı çok ciddi yaptırımları var… yada işlerine gelirse var diyelim, ama var… birleşmiş milletler ne derece devlettir?

    özetle, ulus devlet denen kavram ile ulus devlet olmayan sistemler arasında ne fark var? aslında her sistem yada devlet diyelim, “işler yolunda gittiği sürece, yani karınlar tok olduğu sürece” ayakta kalmıyor mu? türkiye ile avrupa arasında ne fark var ki? ispanyolların aşağılandığı dönemde ben oradaydım, yaşadıklarını iyi biliyorum, ispanyollar katalanları, katalanlar ispanyolları, basklar diğerlerini, diğerleri de baskları aşağılıyorlardı… belçika daha beter! … hala daha öyle… ben ne anladım ki bu kardeşlikten!!!… karınlar tok olduğu sürece bütün bu yazılanların havanda su dövmekten ileriye gidemediğini düşünüyorum… ülkemizde de işleri tıkırında olanların gündeminde aslında hiç bir sorun yok!

    diyelim ki dünyada 5 büyük “ulus olmayan devlet” kaldı… o 5 devlet de birbirleriyle birleşecekler mi?… yoksa her an 3. dünya savaşı çıkma ve en küçük parçalara bölünme, milliyetçiliğin yeniden şiddetli tırmanışı mı daha yüksek bir olasılık sizce?

  15. Yazan:789 Tarih: Nis 29, 2010 | Reply

    Sorunun bir yüzü de şu : Yerel olanı feda etmeye hazır mısınız? Kültür emperyalizmine karşı elinizde birleştirici, dayanışmacı olan ne var? Öykündüğünüz ülkelerin/birliklerin size eşit ve birinci sınıf aidiyet verme hevesleri var mı? Bir alman için, bir ingiliz için dilini eksiksiz konuşsanız da, kültürünü eksiksiz bilseniz, yaşasanız da onlar için yabancı olarak kalacaksınız.

    Feodalden Ulus devlete geçişte halklaşma adına eşit vatandaşlık ile tebadan vatandaşa geçişin bir yapaylığı olabilir. Ama bu gün insanları tek tip dünyadan koruyan, yerel kültürü, insanın geçmişiyle aidiyetini sağlayan şey olarak ulus-devlet ve onun üretmiş olduğu milliyetçiliğe ihtiyaç var. Tersi pratikte kültür emreyalimine ve başka tebalıklara yol açar görünüyor.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Eki 12, 2010: Küreselleşme Korkusu 3 : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin