RSS Feed for This Post

Kimlikçi siyaset Türkiye’de federasyonu zorunlu kılar IV

 Devlet zor kullanarak meşruiyet kazanabilir mi?

Başından beri Türkiye’nin demokratik kurallar çerçevesinde hareket ettiğini düşünerek seçim sonuçlarını analiz ettim. Türkiye’de kime sorsanız demokrasi taraftarıdır; ancak hassas meseleleri konuşmaya başladığınızda kutsalların demokrasiye tercih edildiğini görürsünüz. Şöyle bir mentalite çoğumuzda vardır: “Bu sorun demokrasi ile çözülmezse zorla çözülür.” Şu satıra kadar da aklına benzer bir düşünce gelmiş olanlar olabilir. Türkiye’de böyle bir kimlik ayrışması varsa ve bu kimlikler güzellikle olmuyorsa zorla bir üst kimlik altında birleştirilirler mi?

 Yazının bu kısmında demokrasiyi bir kenara bırakalım ve şu sorunun cevabını arayalım: “Acaba devlet zor kullanarak bütün kimlikleri bir üst kimlik altında birleştirebilir mi?” Birleştirebilirse Türkiye’de demokrasiyi feda ederek üniter yapıyı devam ettirme düşüncesindekiler haklı çıkarlar.

 Sorumuzun cevabını verebilmek için en başa dönüp devletin tanımını bir kez daha gözden geçireceğiz. “Devlet zor kullanma meşruiyetine sahip tek örgüttür.” Bu tanım içinde iki tane birbirine karşıt kilit sözcük var: “zor” ve “meşruiyet”. Devlet meşruiyetini nasıl elde edebilir? Zor kullanarak meşruiyet de elde edilebilir mi?

 Ulus-devlette vatandaşın üzerine devletin biçtiği kimliği kabul etmesi devleti meşru kılıyor. Yani Türkiye’de yaşayan insanlar kendilerini Türk hissederlerse Türk Devleti’nin kendileri adına hareket ettiğini, kendi çıkarlarını koruduklarını düşünüyorlar. Kendilerini devlet ile özdeşleştirebiliyorlar. Yazının başında devletin tanımı ile başlayıp birden kimliklere geçmemi anlamlı bulmayanlar sanırım şimdi rahatladılar. “Meşruiyet” ile “kimlik” arasında böyle bir bağlantı var.

 Bir önceki paragrafta sorduğum soruyu yazının çerçevesine oturtalım: “Devlet zor kullanarak vatandaşına bir kimlik biçebilir mi?” Bu soruyu birçok düşünür farklı şekillerde yanıtlamış.

 Sorumuz siyaset düşünürleri tarafından irade ve zor kullanma ekseninde tartışılmış. Düşünürlerden bazılarının fikirlerine burada yer vereceğim.

 Thomas Hobbes meşruiyetin hem zor kullanarak hem de rızayı kazanarak elde etmenin mümkün olduğunu savlıyor:

 Bu egemenlik iki yoldan elde edilir. Birincisi; bir kimsenin, kabul etmezlerse onları yok etmek kudretiyle, çocuklarını veya onların çocuklarını kendi yönetimine boyun eğdirmesinde veya düşmanlarını savaş yoluyla kendi iradesine tabi kılması ve ancak bu şartla hayatlarını bağışlamasında olduğu gibi, doğal zor iledir. İkincisi ise, bir kişiye veya bir kurula, onun kendilerini başkalarına karşı koruyacağı inancıyla, tabi olmak için insanların gönüllü olarak kendi aralarında anlaşmalarıdır. Bu ikincisi, siyasal devlet veya sözleşme ile kurulmuş bir devlet olarak; birincisi ise edinilmiş devlet olarak adlandırılabilir (Hobbes, 2005, ss. 230-231).

 “Toplum Sözleşmesi”ni ortaya atan Jean Jacques Rousseau elbette zorla meşruiyet elde etmenin mümkün olmayacağını iddia edecek. Rousseau bununla da kalmıyor, meşruiyet elde edemeyen egemen gücün egemenliğini uzun süre devam ettiremeyeceğini de argümente ediyor:

 En güçlü gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir (Rousseau, 2005, s. 352).

 David Hume Rousseau’nun tam karşısında kalan görüşler ortaya atmış. Ona göre egemenliğin toplumun rızasını elde etme yoluyla meşruiyet kazanması daha doğrudur, ancak gerçekler bunun tarih boyunca böyle olmadığını ortaya koyar:

 Bütün yönetimlerin, insan işlerindeki zorunlulukların gerektirdiği kadar, halk rızasına dayandıklarını ya da dayanmaları gerektiğini söylemek boştur. … Fetih ya da gasp, yani açıkçası zor [cebir], eski yönetimleri yıkarak, dünyada kurulmuş hemen hemen bütün yönetimlerin kökenini oluşturur (Hume, 2005, s. 432).

 Benim buradaki niyetim, uygun düştüğü durumlarda halk rızasını yönetimin adil bir temeli olmaktan çıkarmak değildir. Bu hiç kuşkusuz, temellerin en iyisi ve en kutsalıdır. Tek söylediğim, bunun herhangi bir derecede nadiren olduğu ve hemen hiçbir zaman tam kapsamıyla oluşmadığıdır (Hume, 2005, s. 432).

 Karl Marx iradenin üretim ilişkilerinden etkilendiğini, meşruiyet zemininin bu etkide aranması gerektiğini söylüyor. Halkın egemene rıza gösterip göstermemesinde üretim ilişkilerinin belirleyici olduğunu savlıyor. Marx egemenin ortaya çıkmasını bile üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak değerlendiriyorsa elbette irade de üretim ilişkilerinden nasibini alacak:

 Tarihte “zor”u hukukun temeli sayanlar, “irade”yi hukukun temeli sayanlarla tam karşıt olmuşlardır… Hobbes’un yaptığı gibi, zor, hukukun temeli olarak alınırsa, hukuk ve yasama kararları, Devlet erkinin dayandığı öteki koşulların yalnızca bir belirtisi ya da anlatımı olurlar. Bireylerin sırf “irade”lerine dayanmadığı besbelli olan maddi yaşamları, üretim tarzları, karşılıklı olarak birbirini etkileyen ilişki biçimleri devletin temelidir. Bu maddi yaşam, işbölümüyle özel mülkiyetin zorunlu olmaya devam ettiği her aşamada, bireylerin irade’sinden tamamıyla bağımsızdır. Bu gerçek koşulları devlet erki yaratmaz; doğrusu, onu yaratan erk bu koşullardır (Marx, 2005, ss. 134-135).  

 Benim yaklaşımım ağırlıklı olarak Marx’tan faydalanmakla birlikte yukarıda fikirlerine yer verdiğim düşünürlerin tamamından bir şeyler aşırıyor.

 Egemenin gücü ile iradenin gücü zaman içinde değişebilir. Egemenin gücü iradeye baskın olduğunda Hume’un belirttiği gibi zorla meşruiyet kazanılabilir ki bu durum yer yüzünde çok kereler yaşanmıştır. İradenin egemen karşısında güçlü olduğu dönemlerde ise Rousseau haklı çıkar. Peki egemen ile irade arasındaki güç dengesini değiştiren faktör nedir? İşte o noktada da Marx’ın tezini kullanmamız gerek. Üretim ilişkilerindeki değişiklikler kimi zaman egemeni, kimi zaman halkın iradesini ön plana çıkarır.

 Devlet teknolojiyi tekelleştirebildiği ölçüde zorla ortak kimlik yaratabilir. Modern dönemde üretim ilişkilerini belirleyen ana faktör teknolojidir. İrade ile zor kullanma arasındaki denge son yüzyılda teknolojinin kontrol edilebilirliğine bağlı olarak değişti. Bu nedenle son paragraftaki tespiti şu şekilde değiştirerek yolumuza devam edebiliriz: “Egemenin teknolojiyi kontrol edebilmesine göre kimi zaman halkın iradesi, kimi zaman zor ön olana çıkıyor.”

 Ben kimliğin zor kullanılarak yaratılabileceğini düşünüyorum. Ancak devletin bunu gerçekleştirmek için vatandaşının üzerinde yeterli gücü olması gerekir. Modern dönemde devlet teknolojiyi “tekelleştirebildiği” ölçüde güçlü olmuştur. “Tekelleştirilmiş teknoloji” devletin vatandaşını mutlak kontrol altına almasını sağlar ki böyle bir kontrolün olduğu rejimlere totaliter sıfatını ekleriz.

 Dünya’da teknolojinin devlet tarafından kullanıldığı dönemde bilindiği üzere “faşizm” yaygın bir ideolojiydi. Bu dönemde modern eğitim, ulaşım ve iletişim imkanları kimlik yaratmak için çok etkin kullanıldı.

 Eğitim aracılığıyla çocuklara ortak nefretler ve gururlar kazandırıldı. Bu da en çok tarih dersleri kullanılarak yapıldı.

 Ulaşım imkanları kullanılarak devlet ülkenin her yerinde çok etkin örgütlendi. Propaganda bu sayede çok etkin yapıldı. Hitler ilk defa uçağı kullanarak bir gün içinde iki farklı şehirde mitingler düzenlemişti. Kahverengi gömleklilerin (SA) bütün Almanya’da çok sıkı örgütlenebilmelerinin temelinde de gelişmiş ulaşım ve iletişim imkanları yatar. Diğer yandan ulaşım devlet kontrolünde olduğu için muhalefet rahatlıkla bastırılabildi. Bu dönemde özellikle demiryolu ulaşımı çok yoğun olduğu için ve demiryolları üzerinde devletin kontrolü olduğu için kimin nereye seyahat edebileceğini kontrol etmek kolaydı.

 Kimlik yaratmada en önemli toplumsal teknoloji araçları ise iletişim alanında ortaya çıktı. Devletin iletişim araçları üzerinde tekelinin olduğu dönemde muhalefet partilerini susturmak çok kolaydır. Muhalefetin tezleri radyoda dile getirilmez, muhalefetin yurt genelindeki örgütleriyle telgraf görüşmeleri yapmasının önüne geçilir. Böylece muhalefet örgütlenemez. Öte yandan iktidar bütün gün radyoda propagandasını yapabilir. Her türlü haberi çarpıtarak yayınlatabilir.

 Hitler ve Mussolini teknolojiyi kullanarak ülkelerinde totaliter rejimler kurdular. Bu rejimler teknoloji gücü sayesinde Alman ve İtalyan bilincini geliştirdi. Bu süreç 1. ve 2. Dünya Savaşları arasında yaşandı.

 Dikkat ederseniz 2. dünya savaşı sonrası dönemde bir ülkeler topluluğu teknolojiyi tekelleştirmeye devam etti. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden söz ediyorum. Çok farklı uluslardan oluşan bu topluluk tekel teknoloji gücü sayesinde 60 yıldan fazla bir sene insanları Komünist kimlik altında birleştirebildi.

 Türkiye’de teknolojinin devlet tekelinde olduğu dönemde kimlik çalışmaları. Türkiye Devleti kuruluşundan Özal dönemine kadar teknolojiyi nispeten tekelleştirdi. Bu dönemde devlet eliyle kimlik oluşturma yönünde çalışmalar da olmuştur. Devlet özellikle “Türk” kimliğini bir ölçüde oturttu.

 Türkiye’de Türkçülük ilk kez 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıktı ve başlarda entelektüel düzeyde kaldı. Türkçülüğün ortaya çıkmasının arkasında imparatorluğun kurucusu olan bu toplumun uzun süre çok uluslu imparatorluğu ortak bir “Osmanlı” kimliği altında toplama çabaları yatmaktaydı. Eğer Osmanlı ABD gibi modern üretim yapan bir ülke olsaydı, Osmanlı kimliğinin de Amerikalı kimliği gibi başarılı olmaması için hiçbir neden yoktu.

 Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’de bir Türk ulusu yoktu. Bu aslında Türklere özgü bir durum da değildir. İtalya’nın kucusu da şuna benzer bir söz söyler: “İtalya’yı kurduk, sıra İtalyan ulusunu yaratmaya geldi.”

 Cumhuriyetin kurulmasının ardından devlet, elindeki tekel teknoloji ile Türklük bilincini yarattı. Tabii, faşist Almanya kadar başarılı olunamadı. Çünkü Türk Devleti ekonomisini yeterince modernleştirememişti. Bu yüzden eldeki teknolojik imkanlar da o ölçüde zayıftı. Ülkenin bir başından diğer başına gitmek 2 günü buluyordu. Radyonun, hele televizyonun her eve ulaşması epey zaman aldı.

 Cumhuriyet ikinci olarak da Batıcı kimliği ülkeye hakim kılmak istedi. Bu çok iddialı bir projeydi. Türk insanı hayatın her safhasında bir batılı gibi hareket etmeye zorlandı. Kılık kıyafetinden, diline, sofrasına, müzik, edebiyat zevkine bir Batıcı kimliği tanımlandı.

 Özal dönemine kadar devletin teknoloji üzerinde bir tekeli olduğunu söyledik ama bu tam da böyle değildir. Dünya’da faşizm iflas ettikten sonra İsmet İnönü batılı safta yerini almak için ülkeyi demokratikleştirmek zorunda kaldı. 1945’ten sonra devletin kimlik çalışmaları da eski hızını kesti. Özellikle halkın büyük tepkisini alan Batıcı kimlik çalışmaları 1945 sonrası dönemde yavaşladı, iyi de oldu. Çünkü ülke insanının tamamını Batıcı kimlik altında birleştirmek imkansız görünüyordu. Ama Batıcılık projesinin bir de kötü sonucu oldu. Proje devlete en yakın olan memur ve burjuva sınıfı üzerinde başarı sağlamıştı. Memur ve devlet burjuvası sonraki dönemlerde ülkenin geri kalanının Batıcı olmamasını kendilerine karşı bir tehdit olarak algıladılar. Tehdit algısı beraberinde zamanla muhafazakarı ötekileştirmeyi getirdi ve böylece nur topu gibi bir Batıcı kimliğimiz oldu.

 “Türk” kimliği çalışmaları 1945 sonrası dönemde zaman zaman artarak zaman zaman azalarak devam etti. Milliyetçilik fikri halkın genelinde kabul gördü. Türkiye’de milliyetçilik ile dinin bir kavga içinde olmamaları Türk kimliğinin “tutmasında” büyük etkiye sahiptir.

 Ortada bir Güneydoğu meselesi var. Buradaki mesele kabaca Türk kimliğinin tutmamadır. Türk Devleti kuruluşundan 1945 yılına kadar olan dönemde modern üretim yapan bir ülke olsaydı, kanımca bugün bir “Kürt sorunu” yaşamazdık. Devlet elindeki büyük teknoloji tekelini kullanarak “Kürt”ü de Türk’e dönüştürebilirdi.

 Şu son cümlem zor kullanarak kimlik yaratmayı haklı gördüğüm hissiyatına yol açmasın. Ben olması gerekeni değil ne olduğunu ve ne olabileceğini anlatıyorum. Elbette ben de zor kullanarak kimlik yaratmayı doğru bulmuyorum, ama ne yazık ki gerçekler ile doğrular birbirinden farklı olabiliyor. Ben bu yazıda doğruları değil, gerçekleri ele almaya çalışıyorum.

 Bugüne gelirsek, Türkiye’de devlet teknolojiyi tekelleştirebilir mi? Bu soruyu sorarken demokrasiyi çoktan feda ettiğimizin farkındayız. Biz acaba demokrasisiz bir yöntemle üniter devleti elde tutmak mümkün mü onu araştırıyoruz.

 Bence Türk Devleti teknolojiyi tekelleştiremez. Çünkü bugün teknoloji tekelleştirilemeyecek kadar dallanıp budaklandı. Bu yönde çabalar sarf eden İran’da, Suriye’de insanlar devlet televizyonu izlemiyorlar, uydudan dilini bilmedikleri Türk televizyonlarını takip ediyorlar. Şaşırtıcıdır, bir kısmı izleye izleye Türkçe’yi söküyor. Internet vasıtasıyla insanlar devletin engel olamadığı bilgilere ulaşabiliyorlar. Yine internet vasıtasıyla devlet aleyhine örgütlenmeler gerçekleştirebiliyorlar. Otomobilin yaygınlaşmasıyla birlikte bütün dünyada kişinin bir yerden bir yere hareketi üzerindeki devlet kontrolü azaldı. Böyle bir kontrolü gerçekleştirmenin tek yolu kontrol noktaları oluşturmak ki bu da çok zorlama bir yöntem.

 Günümüzde devlet zora başvurduğunda teknoloji halkın iradesinin tepkisini örgütleyebilmesine olanak tanıyor. Muhalefet internet vasıtasıyla haberleşebilir, şahsi vasıtasını kullanarak bir araya gelebilir, yine interneti kullanarak dünyaya sesini duyurabilir. Bunun yanı sıra uluslararası af örgütü gibi örgütler muhalefete kısıtlayıcı tedbirleri dünyaya duyurarak zor kullanan devleti zor durumda bırakıyorlar. 

 Teknoloji geliştikçe kontrol edilemez bir hal aldı. Bugün onu kontrol etmekte ısrar eden ülkeler çoğunlukla başarılı olamıyorlar. Bu konuda en başarılı ülke Çin gibi görünüyor. Çin Devleti elindeki çok büyük maddi güç sayesinde Doğu Türkistan’daki Uygurlara ve Tibetlilere baskı uygulayabiliyor ve dünyadan sınırlı tepki görüyor. Düşünebiliyor musunuz, Doğu Türkistan’da ramazan ayında oruç tutmak yasak, gençlerin camilere girmesi yasak. Oruç tutan Uygurlara okullarda zorla yemek yediriliyor.

 Çin yaparken Türkiye neden yapamaz? Çünkü Türkiye ile Çin arasında ciddi bir güç farkı var. Türkiye Çin gibi teknoloji üzerinde kontrol kuramaz. Türkiye kimlik yaratmak için bir zor kullanma çabasına girdiğinde uluslararası toplumun yoğun baskısına maruz kalır. Birçok ülke çok büyük dış ticaret hacimleri, 1 trilyon dolara yakın dolar rezervi nedeniyle Çin’i gözden çıkaramazken Türkiye için farklı bir politika izleyebilir. Darbe dönemlerinde AB’nin ve AB öncesi yapıların Türkiye’den uzaklaşması iddiamın en önemli kanıtıdır.

 Türk Devleti bundan sonra zor kullanarak meşruiyet kazanamaz. Nedenini açıklayan argümanlarım yazıda kalmıyor. Kabaca 2000 yılına kadar ki dönemde “Kürt”ü zorla “Türk”e dönüştürme çabaları iflas etti. Bunu PKK’dan bağımsız söylüyorum. Yani PKK bugün tamamıyla ortadan kalksa da devletin kimlik projesi başarısızdır. Kürtçü parti DTP bölgede bu kadar ağırlıklı olduğu sürece sorunun bir kimlik sorunu olduğu gerçeği değişmeyecektir.

 Kürt kimliği ile ilgili ne söylüyorsam aynı şeyler Batıcı için de geçerlidir. Bu saatten sonra artık Batıcıyı ortak kültüre entegre etmek gibi bilinçli politikalar geçersizdir. Ancak ben bu kimliğin sorun olmaktan çok daha kolay çıkarılabileceğini düşünüyorum. Çünkü Batıcının büyük ölçüde parasal bir sorunu yok. Bu kesim modern ekonomiye tamamıyla entegre olmuş. CHP Batıcı kimlik üzerinden siyaset yapmayı bıraksa Batıcı endişeler kısa sürede azalır.

 Sanırım şimdi sorumuzun cevabını aldık. Türkiye açısından kimlik sorunlarına antidemokratik bir çözüm getirme imkanı yoktur. Bu nedenle demokratik siyasal sistemler içinde bir çözüm bulmak zorundayız.

 CHP Batıcı kimliği üzerinden, MHP Türkçü kimliği üzerinden siyaset yapmayı bırakmazlarsa? DTP’den bu yönde bir umudum zaten yok. Ama CHP ve MHP bir gelişme gösterirlerse, hem Batıcı vurgusu ortadan kalkar, böylece hiç olmazsa bir kimlik sorunu çözülmüş olur, hem MHP DTP kutuplaşması ortadan kalkar, böylece DTP’nin siyasi zemini zayıflar, hem de kimlik genel olarak gündemden düşeceği için siyaset doğru zemine oturur. Peki ya CHP ve MHP tam gaz kimlikçi siyasete devam ederlerse? Bu global krizi iyi yönetemeyen AK Parti de siyaset sahnesinden silinirse? Temel siyaseti kimlik üzerine olmayan tek parti de ortadan kalkar ve yerini MHP ve SP alırsa? O zaman Türkiye’de demokratik sistemler içinde federasyon zorunlu hale gelir.

 Bana göre daha az tercih edilir seçeneği betimlemeden önce bir noktaya açıklık getirelim. Ben AK Parti’nin bu krizi bir fırsata dönüştemese de krizden çok büyük bir zarar göreceği kanaatinde değilim. Hatta Türkiye’de AK Parti’nin uyguladığı siyasetin galip olacağını düşünüyorum. Ancak diğer ihtimali de düşünerek bir federasyon tartışması yapmak AK Parti’nin Türk Demokrasisi içindeki yerini anlamak açısından faydalı olabilir. Üniter yapıyı savunan MHP ve CHP’nin ülkeyi nasıl federasyona götürdüklerini anlamamızı da sağlayabilir.

 Federasyon. Federasyonun arkasındaki mantığı göstermenin en iyi yolu uzun süreçler sonucunda doğal olarak bir federasyon kurmuş ve başarılı olmuş bir ülkenin geçirdiği aşamaları takip etmek gibi geliyor bana. ABD ve Almanya aklıma hemen gelen iki ülke. Daha önce Almanya Federalizm’i üzerine çalıştığım için bu ülke üzerinden gideceğim.

 Alman Federasyonu I. Wilhelm zamanında kuruldu. Alman Ulusal Birliği’nin ve Alman Federasyonu’nun kurulmasında I. Wilhelm’in Başbakanı Otto Von Bismarck‘ın büyük rolü vardır. Bismarck “Realpolitik”, “gerçekçi politika” düşüncesinin ve sosyal devlet ilkesinin ilk uygulayıcısıdır. Çok fazla örnek alınacak yönü olan bu liderin biz burada federasyonu nasıl kurduğuna odaklanacağız.

 Bismarck Alman sanayisini hızla büyütecek ekonomi politikaları izledi. Sanayiden elde ettiği vergi gelirleriyle merkezi orduyu güçlendirdi. Askeri gücü sayesinde sırasıyla Danimarka, Avusturya ve Fransa ile savaşarak bu ülkelerdeki Alman topluluklarını Prusya’ya kazandırdı.

 Bismarck savaşlar boyunca bilinçli olarak Alman bölgelerini ele geçirdi. Böylece kuracağı modern ekonomiye dayanan devlet meşruiyetini Alman kimliği üzerinden sağlayabilecekti.

 Bismarck bütün Almanları bir araya topladıktan sonra bir federasyon kurdu. Bunun ardında kabaca iki neden vardır. 1) Yıllarca başka devletler altında yaşamış Almanlar birbirlerini anlamakta dahi zorlanıyorlardı. 2) Yeni katılan bölgelerin eskiden kalma siyasi oluşumları vardı. Almanya üniter bir yapı üzerinde kurulsaydı bu bölgesel siyasi oluşumlar kendi bölgesel kimliklerini geliştirmek için siyaseti kutuplaştırma yoluna gideceklerdi.

 Bismarck Almanya’da zorlama bir üniter sistem kurmaya kalksaydı sizce Alman kimliği daha hızlı mı pekişirdi? Ben hiç sanmıyorum. Hangi bölgesel parti hükümette olursa diğer bölgeler bu durumdan memnun olmayacaktı. Hiçbir iktidar her bölgenin rızasını alamayacağı için siyasetteki kutuplaşma kimlik ayrışmasını yol açacaktı.

 Bismarck ne yaptı? Merkezi yetkileri bölgesel yönetimlerle bölüştü. Merkezde de iki meclisli bir denge kurdu. “Reichstag”, Halk Meclisi’nde ülkenin her yerinden halkın seçtiği kişiler bir araya geliyordu. “Bundesrat” Federal Konsey’de federe devletçiklerin belirlediği temsilciler bulunuyordu. Halk Meclisi’nden çıkan kararlar Federal Konsey tarafından onaylanmadıkça geçerlilik kazanmıyordu.

 Bismarck Alman Federasyonu’nu kurduğunda sizce hangi meclis daha yetkiliydi? Tabi ki Federal Konsey. Zamanla ne olmuş olabilir? Bugün Halk Meclisi çok daha yetkili bir hale geldi.

 Halk Meclisi Almanları temsil eder. Alman kimliği güçlendikçe de on yıllar içerisinde yetkileri hep arttı.

 II. Dünya Savaşı’nın ardından 1949 yılında müttefikler “Grundgesetz” Alman Temel Yasası’nı yazdılar ve Almanların eline verdiler. Geçici olarak hazırlandığı için adı anayasa olmayan bu anayasa bugün de Almanya’da işlerliğini sürdürmektedir. Müttefikler Hitler dönemindeki gibi bir merkezi güçten çekindikleri için Almanya’yı yine federalizm üzerine oturttular. Aslına bakılırsa Almanya bugün üniter bir yapı ile yönetilecek olsa “kimlik” açısından hiçbir sorun olmaz. Artık bu ülke uluslaşma sürecini tamamlamıştır.

 Türkiye uluslaşma sürecini tamamlayamamış bir ülke olduğu için kimlikçi siyaset kazanırsa federasyona gitmek zorundadır. Çünkü bölgesel siyasi oluşumlara merkezi bir güç vermek uluslaşmaya katkı sunmaz, zarar verir. Bismarck bölgesel siyasi oluşumların çok güçlü olduğu ilk dönemde bütün gücü kendinde toplamaya kalksaydı, bölgesel yapılar bu işten nem kapar, kendi bölgelerine özgü kimlikler yaratmak yoluna giderler, böylece farklı farklı Alman bilinçleri ortaya çıkardı. Bu sefer de Alman kimliğini kurmak hepten imkansız hale gelirdi. Onun için yarın bir gün AK Parti siyaset sahnesinden çekilir ve ilk defa Türkiye’de bir kitle partisi yerini alamazsa, siyaset sahnesi şu anda bölgesel siyaset izleyen CHP, MHP, DTP ve SP’ye kalırsa Türkiye için en uygun çözüm federasyon olur.

 Bir vurguyu yapmadan bir sonraki satıra geçmeyeceğim. Ben üniter yapının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kimlikçi siyasetin terk edilmesi gerektiğini söylüyorum. Ve terk edilmezse geleceğimiz noktayı ortaya koyuyorum. Yazdıklarımdan beni lütfen federasyoncu diye mimlemeyiniz. Onun yerine kimlikçi siyasete prim vermeyiniz. Sırf dini değerlere sahip çıkıyor diye, Kürt haklarını savunuyor diye, milliyetçi diye, “Cumhuriyetin kazanımlarına” sahip çıkıyor diye bir partiyi desteklemeyiniz.

 Siyaset sahnesinden AK Parti’yi çıkaralım ve federasyonu tasarlayalım. AK Parti oyları mevcut siyasi zeminde MHP ve SP arasında bölünür. Bu durumda kıyı şeridinde Batıcı duyarlılığın kendini yakın hissettiği MHP ve CHP oy alır. Orta ve Doğu Anadolu’da İslamcılıkla bir sorunu olmayan SP ve MHP desteklenir. Güneydoğu Anadolu’da Kürtçülükle bir sorun yaşamayan SP ve DTP desteklenir. Federasyon bu üç ana federe devletçik temelinde kurgulanabilir.

 Bu tür bir federasyonda federe devletçiklere birçok merkezi yetki verilerek kimliklerin yaşam tarzları güvence altına alınır. Çünkü her bölgede bir kimlik hakim olduğu için o bölge yönetimi de o kimlik tarafından belirlendiği için yasal düzenlemeler bölge hassasiyetlerine uygun olmak zorundadır.

 

Kaynaklar (Bütün yazı dizisi için)

 Calhoun, C. (2001). The Virtues of Inconsistency: Identity and Plurality in the

Conceptualization of Europe. In L.E. Cederman, (Eds.), Constructing Europe’s Identity: the external dimension. Colorado (USA): Lynee Renner Publishers, Inc.

 Cederman, L.E. (2001). Political Boundries and Identity Trade-Offs. In L.E. Cederman,

(Eds.), Constructing Europe’s Identity: the external dimension. Colorado (USA): Lynee Renner Publishers, Inc.

 Fitzgerald K. T. (1992).  Media, ethnicity and identity. In P. Scannell, P. Schlesinger, C.

Sparks (Hrsg.), Culture and Power: A Media, Culture & Society Reader. London, Newbury Park und New Delhi: Sage Publications.

 Habermas, J. (1998). Die politische Konstellation: Politische Essays. Frankurt: Suhrkamp

Verlag.

 Hartmann, Jürgen (Hg.) (1997): Handbuch der deutschen Bundesländer. Frankurt / Main; Newyork: Campus Verlag.

 Hesse, Johaim Jens; Eltwein; Thomas (2004). Das Regierungssystem der Bundesrepublik Deutschland. Berlin: De Gruyter Recht und Politik.

 Hobbes, T. (2005). Leviathan’dan Seçme Parçalar (S. Lim, Çev.). Tunçay (Ed.), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Seçilmiş Yazılar, Yeni Çağ (ss. 209-251). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

 Hobbes, T. (2005). Leviathan’dan Seçme Parçalar (S. Lim, Çev.). Tunçay (Ed.), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Seçilmiş Yazılar, Yeni Çağ (ss. 209-251). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

 Hume, D. (2005). Özgün Sözleşme Üstüne’den Seçme Parçalar (M. Tunçay, Çev.). Tunçay (Ed.), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Seçilmiş Yazılar, Yeni Çağ (ss. 425-444). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

 Kopstein Jeffrey; Lichbach Mark (2000). Comparative Politics: Interests, identities and institutions in a changing global order. Cambridge: Cambridge University Press 2000

 Marx, K. (2005).  Kapital III. VA III/2, s.664/n.26. (M. Tunçay, Çev.). Tunçay (Ed.), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Seçilmiş Yazılar, Yakın Çağ (ss. 134-136). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

 Morley, D., Robins, K. (1995): Spaces of Identity: Global Media, Electronic Landscapes and

Cultural Boundaries. London and New York: Routledge. 

 Mytelka, L. K. (2000). Knowledge and Structural Power in the International Political

Economy. In T. C. Lawton, V. Rosenau, & C. Amy (Hrsg.), Strange Power: Shaping the Parameters of International Relations and International Political Economy. Aldershot Hants, England: Ashgate publishing.

 Shore, C. (2000). Building Europe: The Cultural Politics of European Integration. London:

Routledge (Taylor and Francis Group).

 Sontheimer, Kurt (1989). Grundzüge des politischen Systems der Bundesrepublik Deutschland. München Zürich: R. Piper & Co  Verlag.

Sontheimer, Kurt; H. Röhring Hans (1977): Handbuch des politischen Systems der Bundesrepublik Deutschland. München Zürich: R. Piper & Co. Verlag.

 Pätzold, N. (2005). Die Audiovisuelle Politik der EU: Eine Untersuchung des MEDIA-Programms unter Berücksichtigung ausgewählter Mitgliedsstaaten. Master-Studienarbeit, Bereichsbibliothek Sozialwissenschaften der Osnabrück-Universtät.

 Panebianco, S. (2004). European Citizenship and European Identity: From Treaty Provisions

to Public Opinion Attitides. In E. Maxon-Brown. Hunts (UK) and Burlington (USA): Ashgate Publishing Ltd.

 Rudzio, Wolfgang (1996). Das politische System der Bundesrepublik Deutschland.  Augsburg: Leske + Budrich.

 Theiler, T. (2001). Why the European Union Failed to Europeanize its Audiovisual Policy. In

L.E. Cederman, (Hrsg.), Constructing Europe’s Identity: the external dimension. Colorado (USA): Lynee Renner Publishers, Inc.

 Tömmel, I. (2006). Das Politische System der EU. Münschen: Oldenburg Verlag.

Europäische Gemeinschaften (2004): Eine Darstellung für die Bürger: Eine Verfassung für  

Europa.

 Von Beyme, Klaus (1996). Das Politische System der Bundesrepublik Deutschland. München: R. Piper Gmbh & Co. Kg.

 90/685/EWG: Beschluss des Rates vom 21. Dezember 1990 über die Durchführung eines

Aktionsprogramms zur Förderung der Entwicklung der europäischen audiovisuellen Industrie (MEDIA) (1991-1995).

 (95/563/EG): BESCHLUSS DES RATES vom 10. Juli 1995 über ein Programm zur Förderung der Projektentwicklung und des Vertriebs europäischer audiovisueller Werke (MEDIA II – Projektentwicklung und Vertrieb) (1996-2000). http://europa.eu.int/eur-lex/lex/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:31995D0563:DE:HTML, 29.05.2006

 2000/821/EG: Beschluss des Rates vom 20. Dezember 2000 zur Durchführung eines Programms zur Förderung von Entwicklung, Vertrieb und Öffentlichkeitsarbeit hinsichtlich europäischer audiovisueller Werke (MEDIA Plus – Entwicklung, Vertrieb und Öffentlichkeitsarbeit) (2001-2005). http://europa.eu.int/eur-lex/lex/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32000D0821R(01):DE:HTML, 29.05.2006.

 KOM/2004/470 endg: Vorschlag für einen Beschluss des europäischen Parlamentes und des Rates vom 14. Juli 2004 zur Umsetzung eines Förderprogramms für den europäischen audiovisuellen Sektor (MEDIA 2007). http://europa.eu.int/eur-lex/lex/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:52004PC0470:DE:HTML, 29.05.2006

 Europäische Audivisuelle Informationsstelle (11.2003): European Films on European

Television (Meeting of the experts on the reform of the instruments to encourage the European audiovisual industry). Taormina. http://www.obs.coe.int/online_publication/expert/taormina_films_tv.pdf.de, 29.05.2006

 http://www.ena.lu/mce.cfm: European Nevigator, Report from the ad hoc Committee on a

People’s Europe. (Aufruf am 01.05.2006)

 http://eur-lex.europa.eu/de/treaties/dat/11992M/htm/11992M.html#0001000001: Vertrag über   die Europäische Union, Amtsblatt Nr. C 191 vom 29. Juli 1992. (Aufruf am 01.05.2006)

 http://www.datenschutz-berlin.de/recht/de/gg/index.htm#inhalt (GRUNDGESETZ (GG)
für die Bundesrepublik Deutschland) (Aufruf am 07.12.2005)

http://www.landtag.nrw.de/portal/WWW/GB_III/III.2/Land_und_Landtag/index.jsp (Landtag von Nordrhein-Westfalen) (Aufruf am 07.12.2005)

 http://www.fes.de/fulltext/bueros/london/00538004.htm#E10E10 (Friedrich Ebert Stiftung: Digitale Bibliothek) (Aufruf am 07.12.2005)

 http://de.wikipedia.org/wiki/Bundesrepublik_Deutschland   (Aufruf am 07.12.2005)

http://de.wikipedia.org/wiki/Bild:Germany_Laender_Map.png (Bild:Germany Laender Map.png) (Aufruf am 07.12.2005)

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Ali Yürekli Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Bir ülkeyi kılıçla alabilirsin ama kılıçla yönetmezsin. Günümüze uyarlıyacak olursak Puşhla Afganistanı Irakı alabilirsin ama Obamayla yönetebilirsin. Puşh zoru, dayatmayı, Obama uzlaşı ve adaleti(iradeyi) temsil eder. Kimliği zorla meşru hale getiremezsiniz zorla baskı altına alabilirsiniz. Güçsüz kaldığınız anda bu meşruyet sandığınız zemin ortadan kalkar çünkü baskı ortadan kalkar. Bu sistemli, ekonomik, salt güce sahipseniz kısmen etkili olabilir. Ama sağlıklı ve uzun ömürlü değildir. Çin malı ülke gibi. Kırılmaya parçalanmaya hazır aday ülke. Osmanlı kimliği ekonomisine ve askeri gücüne dayanarak zorla fethettiği ülkelere türk kimliğini dayatsaydı bu kadar büyüyebilir ve uzun ömürlü yaşıyabilir miydi? Elbetteki hayır. Bir orduyu kılıçla zorla, bir toplumu adaletle yöneterek, huzur ortamını sağlıyarak hizaya getirebilirsiniz. Kılıç toplumları kışkırtır isyan ettirir bu şekilde yaşamaktansa toplumlar ölmeyi tercih edeceklerdir-ediyorlar. Kimlikler insanların şerefidir. Ama başka insanların üzerinde kullanacakları bir zulüm ve aşağılama aracı değildir. Ulus oluşturulacağında kimliği güçlendirip ırkçılık seviyesine gelmesini önlemek lazım. Zor kullanma tam bu noktada meşru zeminini bulur. Kimlik şereftir lakin ikinci sıraya koyarsanız. Birinci sırada adalet, insani değerler olmalıdır. Bu şekilde yapılacak uluslaşma çok güçlü, parçalanmaz ve kırılmaz olacaktır. Çünkü parçalandıklarında bu adalet ve huzur ortamının olmuyacağını bilirler görürler.(1800-1900 yıllar ayrı değerlendirilmeli)Eğer kimliği zorla kullanarak uluslaşmaya kalkar kimlik farklılıklarını değer farklılıklarını zenginlik saymazsanız bu günkü bir Türkiye ulusu yaratırsınız ki bu parçalanmaya çok müsaittir hatta şuana kadar parçalanmaması ilmen izahatı mümkün değildir. İlim burda aciz kalır.(tabi kendinizce izahat yapabilirsiniz) Kürtler,türkler,dindar türkler,laikçi türkler,ermeniler, Aleviler. Kimse kimseyle tam anlamıyla bir barışık içinde değil. Böyle bir uluslaşma güçlü bir ekonomi ve büyük bir nufus oranıyla mümkün olabilir. Çinin nufusu azınlıklarından çok fazla olduğu ve ekonomisi güçlü olduğu için sürdürülebilir bir zorlama lakin ilerisi için zararları olacaktır. Azınlıkların Çin nüfusuna oranları çok azda olsa. Kısacası Demokrasiye geçmezsek azınlıkların kimliklerine onurlarını saygınlıklarını vermezsek Türkiye’nin 15-20 yıl sonra bir beka sorunu yaşıyacağını öngörebiliriz diye düşünüyorum. Bu iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin Türkiye’nin üzerine çullanmasıyla mümkün olacak. Baskı kuracak gücün olmadığı anda baskı kurduğun kişiler geçmişteki baskıların zulümlerin faturasını toplu kesecektir. Bunu görmek için alim olmaya gerek yok. Her kesim Demokraside karar kılmalıdır. Eğer Türkiye’nin bekasını istiyorlarsa.

  3. Yazan:S. ALİ Tarih: May 19, 2009 | Reply

    Her şeyin böyle yazıldığı çizildiği gibi kolay anlaşılabilir ve kolay uygulanabilir olsaydı? Hani derler ya, affedersiniz! “Halamın şeyi olsaydı amcam olurdu” Kusura bakmayın laf içerik olarak bir kaba düşebilir ama yazının içeriğine çok oturuyor? Ne güzel anlatım. Kulağa hoş akla mantığa yatkın ve birçok yabancı kaynak göstererek yazının mana ve doğruluğunu veya gerçekliğini vurgulamaya çalışmış her kimse yazarı… Bakınız, beyler lafla pilav gemileri yürüseydi? Şimdiye kadar bu coğrafyada köprünün altında çok sular geçerdi! Şimdi bu yazıda bir kaç konuya birden girilerek, özellikle güneydoğuda bu gün yaşanan olayların perde arkası ve teknolojinin önünde artık zor duracağını ve Kürtlerin artık kabına sığmayacağı gibi ucu açık uygulandığında Kürtlerin başına neler geleceğini, hele, hele devlet olma ve yaşatma olgusunda çok uzak. Beklide ülkelerin yıkılması ve yerlerine başka şeylerin oturtturulmasını sanal âlemde çok kurgulamış ve yine sanal âlemde oynuyormuşsunuz gibi geldi bana. Tamam, ortada bir realite var. Çünkü yüce rabbimim yarattığı insanoğlunu hiçbir teknoloji başka bir kalıba sokamaz! Ancak estetikle dokuyu bozmayan yerlerden tıbben bir şeyler yapabilir. Onu da gerçek dokuların uzağından ve çok dikkatle yaparlar! Peki, yaradılış fıtratının en önemli unsuru olan ve hiçbir canlıya bahşetmediği akıl hiçin bir neşter vurulabilir mi? Vurulması mümkün değil. Ancak şuan burada yazılanların içeriğinde anlaşılacağı üzere yine başka bir akıl üzerinden beyin yıkamalar yapılarak bir yerlere varmak ve bir şeylerin varlığına kavuşmak için mücadele verilir. Bu mücadelelerde ne kadar başarılı olunur! Onu da uygulamaya geçildiğinde öğrenilir? Burandan yazı ve yazının altına yorum yazan beylere bayanlar varsa göremedim ama yine bayanlara da sesleniyorum. Bir şeyi yazmak çok ayrı bir şey, yazdığını hayata geçirmek çok farklı bir şeydir? Bakınız, şimdi dünyanın kuruluşundan yani mülkün sahibi tarafından yaradılışından beri ne kadar zamanın geçtiği bilimsel olarak tam bilinmediği ve mana yönünden de 6 milyarlık bir yaştan bahsediliyor? Peki, biz âdemoğlu taş patlasa ne kadar yaşıyoruz. Veya 100 yaşına kadar yaşayan kaç kişi var. Bunu hiç düşündünüz mü? Şayet düşündünüz ise bu hayata neleri yapmak istediniz ve yapamadınız? Hani derler ya “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar” misali şimdi burada yazı yanların hepsinin gönlüde ben dâhil bir değil birkaç aslan yatıyor? Neymiş efendim. Teknoloji gelmişte ülkenin parçalanması engellenemezmiş gibi ucu açık ifadeler! Sanki Pervin Buldan denen uyuşturucu baronun karısı olan ve kayınbiraderinin benim verdiğim vergilerle mecliste verilen arabayla uyuşturucu takibine takılan ve tutuklanan bir şebekenin sülalesinden olan bir sözde vekil katlı televizyonlarda Kürdistan’ın haritalarını çizdik diye bir laf etti. Bizlerin sesi çıkmayınca da, birileri de zannettiler ki, eh bu iş tamam… Oh ne hala. Haritalar böyle kolay çiziliyordu. Onca şehitlerimizi ney genç yaşta topraklara veriyoruz ve halen daha vermeye devam ediyoruz. Siz ve sizin gibi düşünenler. O eteğinizdeki taşları artık bir tarafa boşaltın ve gerçeği görün bakın. Kürtçük için uğraş veren ve Siyonist ve emperyalistlerle bir olup bu millete ihanet eden ve sonrada hak ettiği ceza ile varlığı yok edilen şeyh Sait’in torunu Melik Fırat bile yıllardan sonra aynayı konya’yı görerek bu bölgede Kürt devleti olmaz. Bunu artık herkes Kafasının içine soksun. AKP de bu parsadan daha fazla parsayı götüremeyecektir. 2011 yılında yapılacak seçimlerde gereken dersini alıp belki biraz muhalefette çırpındıktan sonra gelişen konjöktüre göre de sandığa gömülecektir. Çünkü bu güne kadar Ankara’nın şerrinden kaçarak Brüksel’in ve beyaz sarayın şefaatine sığınarak iktidarı tik, taklarla zikzak çizerek iç ve dış politikanın fazla yürüyemeyeceği gibi ülkenin gelecekteki faydalarına zarar vermektedir. AKP iktidara geldiğinde bir sürü kırmızıçizgileri vardı! Peki, ne oldu bu çizgilere.. Hepsi önce grileşti ve şimdide yok oldu! İşte tek bu neden bile bir iktidarı götürmeye yeter ve artarda, ancak bizim gibi toplum bilinci gelişmemiş ülkelerde, birde şeyler ağalar, tarikatlar ve cemaatler olduğunu varsayarsak.. Yapılan seçimlerin demokrasinin gereğidir, filan feşmekân laflar etmek abesle iştigal olur.. Ben bir cemaatin ve bir tarikatın hangi partiyi desteklemesi için talimat vererek o kişilerin bazen beyinleri ince ayardan geçirilerek yıkanması sonucu bazen de aşırı bağlanma tutkusu sonucu düşüncelerine ipotek koyarak belirli bir yöne veya bir partiye yönlendirmesinin olduğu yerde demokrasi lafını geçiniz! Hele güneydoğuda DTP denen ve terörle beslen bir partinin aldığı oyun benim için hiçbir önemi yok. Çünkü oylar hür iradenin sonucu ortaya çıkmasının ne bilisel ne de demokrasi ile bağdaşır.. Sonuç olarak yazar efendi izim nedir bilemiyorum. Çünkü göremedim. Yazınızı yabancı kaynaklarla besleyerek makyajlasanız da, ifade özgürlüğü ve bilmem başka nedenlerle de süslü püslü laflarla süsleseniz de kusura bakmayın.. Bu gün kadar yazılan ve çizilenlerin uygulanabilirliği olsaydı! “Yurtta sulh, cihanda barış’ı “ kendisi ilke edinen ve bugün bizlere armağan etmek için İstanbul dan yola çıkarak meşaleyi yakan ve bütün yurt satına dalga, dalga yayılan milli ruhunuza önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk hoşnut kalırdı! Hani derler ya, “ Eşek ölür kalır semeri, yiğit ölür kalır eseri” İşte o gün artık Siyonist ve emperyalist güçlerin ağır hasta dedikleri ve artık hiçbir doktorun teşhisinin kar etmeyeceği Osmanlı tebaası yani Türk milletini parçalamak isteyenlerle, torunlarının ise şimdi aynı yerde durduklarını varsayarsak, işte bir yiğit çıktı. Samsundan ve öyle bir eser bıraktı ki, yılardır bazı güruhlar tarafından acımasızca eleştirilmesine rağmen her yıl daha da güçlenerek büyüyoruz. İşte bu durum ise muğlâk kimlikli olanlar ile onlara destek veren bazı güruhların fena halde canının sıkmaktadır. Onun içindir ki, durmadan demokrasi kılıcının kılıfının içine girerek Türk milletine saldırıyorlar? Ama nasıl ki önceden bu işe teşebüs dipte hevesleri kursaklarına inmeden hak ettiği cezayı buldu iseler! Bu gururla yaşadığım ve benim için olmazsa olmazlardan olan ülkemde yaşamaktan gurur diyorum. Şehit babansın dediği gibi vatan sağ olsun. Ama şerefsizler sağ olmasın.. Sizler ne anlatırsanız anlatın sizin anlatılarınızın bir zamanlar romantik takılarak devrimlerini gerçekleştirecek Lenin’in oğluyum Mao’nun kuluyum diyenlerin tek yol devrim diyenlerin ve 12 Eylül darbesini gördüklerinde tuzağa düştük diyenlere benzetiyorum. Onun için su akar yolunu bulur. Türkiye Cumhuriyeti de bu yolda ilelebet yürüyecektir ve payidar kalacaktır.

  4. Yazan:Ali Yürekli Tarih: May 19, 2009 | Reply

    “Burandan yazı ve yazının altına yorum yazan beylere bayanlar varsa göremedim ama yine bayanlara da sesleniyorum.” ::):) Yazınız düşünce, fikir ve çözümden yoksun kuru gürültüden başka bir şey değil. Söyleyemediğin düşünce, fikir ve çözümleri söylediğinde de ne kadar aciz duruma düşeceğini, acziyetini sende bende gayet iyi biliyoruz. Faşist ve ırkçı söylemlerle “yurtta ve cihanda barış” idealine ulaşamazsın. AKP geleneği konusunda da düş, rüya görüyorsun bir çok çaresiz gibi. Şıııış uyan uyan 21. yüzyıldayız.:) Uslubunuz hiç hoş değil S.Ali. “Yurtta sulh Cihanda barış” “Yaratanı severim yaratandan dolayı” idealine inancına uygun düşünce, dil ve çözüm üretmeniz dileğiyle

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin