RSS Feed for This Post

Bilim Felsefesi

bilim-felsefesi-epistemoloji - 2Aşağıdaki metin bir platformda gerçekleştirilen Bilim Felsefesi eğitimi kapsamında yapılan minik bir çalışmadır. Hayali bir televizyon programında sadece siluet olarak gördüğümüz tartışmacıların bazı sözlerinden yola çıkarak onların hangi felsefi gelenekten olduğuna dair çıkarımlarda bulunulan tamamen kurgusal bir yazıdır. Bilim felsefesine başlangıç düzeyinde ilgi duyanların istifade edebileceğini düşünerek DD okurları ile paylaşıyoruz.

***

Geçen akşam arkadaşımla birlikte televizyonda bir tartışma programı seyrettik. Kanallar arasında can sıkıntısıyla zapping yaparken karşımıza çıkan programdan ilk etapta pek bir şey anlayamadık. Fakat programı izlemeyi sürdürdükçe onların ‘bilgi’ ve ‘bilme’ üzerine tartıştıklarını anlamaya başladım; ayrıca dinledikçe konuşmacıların temel argümanları da kafamda gitgide berraklaştı. “Anlamaya başladım” diyorum, çünkü programı beraber izlediğimiz spor bilimleri üzerine eğitim almış arkadaşımın bu tür konulara pek merakı yoktu. Benim programı ilgiyle izlediğimi gören arkadaşım, bilim felsefesi üzerine çalışmalarımın olduğunu da bildiğinden, tartışmaya benimle birlikte daha bir dikkat kesildi ve araya girip sorular sormaya başladı. Konuşmacıların kim oldukları, ne söylemeye çalıştıkları, temel savlarının ne olduğu gibi sorulardı bunlar.

bilim-felsefesi-epistemolojiOna, her bir konuşmacının sözlerinin belli bir ontolojik anlayışı yansıttığını söyledim öncelikle. Ontolojik yaklaşımdaki farklılıklarının da onların epistemolojisini belirlediğini… Yani onların “varlığa” ilişkin görüşleri doğrudan onların bilgiye olan yaklaşımlarını tayin etmektedir dedim. Bilginin kaynağının ne olduğu, doğası, bilginin sınırları gibi sorulara verdikleri cevaplar onların “varlığa” nasıl yaklaştıklarına bağlı olarak değişir. Hiç şüphesiz bilgiye dair görüşleri kaçınılmaz olarak ondan ayrı düşünemeyeceğimiz bilgiyi edinme yöntemlerini, literatürdeki yaygın kullanımıyla metodolojilerini belirler. Öyle ya, bilginin kaynağı ve sınırları hakkında farklı düşünen insanların o bilgiyi elde etme yöntemlerine ilişkin görüşlerinde de çoğunlukla farklılaşması beklenir.

Konuşmacıların sözlerinden yola çıkarak onların ontolojik, epistemolojik metodolojik yaklaşımları ve dolayısıyla bilim felsefesinde hangi geleneğe dâhil oldukları hakkında çıkarımlarda bulunabilirdik. (Bizatihi benim bu sözlerim dahi belli bir epistemoloji ve metodolojiyi ima etmekte tabi ama meseleyi daha başlangıçta arkadaş için çetrefilli hale getirmemek için es geçtim bunu).

Ne tür ontoloji ve epistemoloji anlayışları olduğuna ilişkin ansiklopedik bilgiler vermeye kalkışırsam programın tümünü kaçırmış olacağımızdan bunu erteledim. Zaten ara ara sorduğu sorulara cevap vermeye çalışırken konuşmacıların bu alanlardaki görüşlerine de dolaylı olarak değinmiş olacaktım.

Program esnasında fırsat buldukça bazı cümlelerini analiz ederek sırasıyla tanıtmaya çalıştım konuşmacıları. 1 numaralı koltukta oturan ve “Bilimsel ilerleme birikimsel değil, evrimseldir” diyen kişinin kesinlikle bir anti pozitivist ve çok büyük bir ihtimalle de Thomas Kuhn’un hayaleti olduğunu söyledim. (‘Hayalet’ kelimesini duyan arkadaşımın gözlerini belerterek bana bakmasından ürkmedim değil, ama buradaki irrealist ve esrarengiz durumun sorumluluğu bana ait değil; diğer konuşmacıları da zaman ve mekân kısıdını aşmış ‘hayaletler’ olduklarını varsayıyoruz artık). Yazdığı “Bilimsel Devrimin Yapısı” adlı kitabıyla bilim felsefesinde bir çığır açmıştır, Kuhn. Pozitivist bilgi anlayışının temel öncüllerini çürüterek farklı bir bilim tarihi okuması yapmıştır.

“İnsan, var oluşun ortasına öylece, orada bir varlık olarak atılmıştır.” diyen 2 numaralı konuşmacı Heidegger’den başkası değildi. 20. yüzyılın en büyük filozoflarındandır ve o güne kadarki Batı düşüncesinin istikametini değiştirmek gibi bir işe soyunmuştur. Kendisinden sonra onun felsefesinin karşı konulmaz büyüsüne kapılmayan düşünür yok gibidir. Bununla birlikte zamanında Nazi partisini desteklemiş olmasının vebalini de ömür boyu sırtında taşımak zorunda kalmıştır.

3 numaralı koltukta oturanın Derrida olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Şu cümlesi bizim için çok güçlü bir kanıt: “Bütün yazarlar, en titiz ve ‘nesnel’ olduğunu iddia edenler bile, kendi düşüncelerini meydana getiren gösterge sisteminin bilinç dışı tutsakları olarak, bu durumun izlerini kaçınılmaz bir şekilde eserlerine aktarırlar.” Çünkü mevcut konuşmacılar arasından biri, yazarların ‘metinlerinden’, ‘gösterge’ sisteminden sıklıkla bahsediyor ve metinde nesnelliğin asla söz konusu olmayacağını söylüyorsa bu olsa olsa Derrida’dır. Kendisi bir metni ayrıntılı analiz etmekte kullandığı “yapısökümü” ismini verdiği yöntemi geliştirmiştir. Aslında bu yapısökümcü bakış açısı ve okuma önerisi modernizmin sıkı bir eleştirisidir.

‘Önyargı’ kelimesinin toplumdaki genel negatif çağrışımlarına aldırış etmeden, ona cesurca pozitif bir anlam yükleyerek “Anlamayı olanaklı kılan önyargılardır.” cümlesini kurabilen kişi Gadamer’den başkası olamazdı. 4 numaralı koltukta oturan Gadamer 20. yüzyılda hermeneutiğin en büyük temsilcilerindendir ve yorumsamacılığa kendine özgü bir bakış getirmiştir. (‘Ön yargı’ iyi bir şey de olabilir diyen bir düşünürün varlığı arkadaşıma da garip gelmişti).

İçlerinde en ihtiyarı ve en uzaktan geleni (Ta 17. yüzyıldan) 5 numaralı koltukta oturmaktaydı. Doğruluğundan hiç şüphe etmeyeceği “kesin bir bilgi” arayışına tutkuyla bağlı olduğunu gösteren şu sözlerinden onun Descartes olduğunu anlamak zor olmadı: “Doğruluğu hakkında kesin bilgiye sahip olmadığımız hiçbir şeyi asla doğru olarak kabul etmeyiz.” Batı felsefesinde rasyonel düşüncenin temellerini atmış olan Descartes ayrıca Kartezyen düalizmiyle de Batı düşüncesine derin bir etki bırakmıştır.

“Anlama, duyulara dıştan verili olan işaretler aracılığıyla içsel gerçekliğin bilinmesini sağlayan yöntemdir.” cümlesini işittiğimizde bu sözlerin sahibinin bir yaşam filozofu olarak da anılan Dilthey olduğunu anladım. Bu, onun “anlama” kavramına ilişkin tanımıydı zira. 6 numaralı koltukta oturan Dilthey, doğa bilimleri ile insana ve onun etkinliklerine dair tin bilimlerinin birbirinden ayrılması gerektiğine inandığından ‘anlama’ konusuna özel bir önem vermiştir. Hermeneutik geleneğe farklı bir yaklaşımı ve katkısı olmuştur.

7 numaralı koltukta oturan konuşmacı şöyle bir cümle sarf etti bir ara: “Olaylar duyusal deneylerle apaçık olarak verilirler.” Dış dünyayı yalnızca beş duyumuz aracılığıyla doğru bir biçimde algılayabileceğimizi ima eden ve bilginin edinme yolu olarak sadece duyularımıza güvenmemiz gerektiğini ısrarla ve inatla iddia eden bu sözlerin sahibinin olsa olsa halis bir pozitivist olan Mach olabileceğini düşündüm. Metafizik her türlü bilgiyi reddeden ve onun alanının olabildiğince daraltılması gerektiğini düşünen Mach, 20. yüzyılda pozitivizmin en katıksız halini savunan mantıksal pozitivistleri çok etkilemiştir.

“Artık hangi alanda olursa olsun bir şeyi o şey olarak kavramamız mümkün değildir.” Gerçekliğin artık doğru bir şekilde algılanmasını imkân dışı gören bu düşünür Baudrillard’dı. 8 numaralı koltukta oturan düşünür postmodern durumu en iyi anlatan filozoflardan biridir. Ayrıca tüketim toplumuna yönelik getirdiği eleştirilerle de en çok referans verilen düşünürdür.

Programda en az konuşan ve tartışmayı bir seyirci gibi gözlemleyen bir konuşmacı daha vardı. Konuşulanlardan ziyade tartışmanın kendisini analiz ediyor görünen kişinin Toulmin olduğunu anlamam şu sözleri sayesinde oldu: “Tümdengelimin izlendiği formal mantık bilgilerimizi artırmaz, ancak varsayımlarımızı çözümlememizi sağlayan bir yöntem sunar.” Tümdengelim yöntemine ve formal mantığa karşı informal mantığın öncülüğünü yapmıştır 9 numaralı koltukta oturan Toulmin. Ayrıca onun neden tartışmanın kendisini çok dikkatlice takip ettiğini de anladım. Çünkü Toulmin klasik mantığa alternatif olarak önerdiği tartışma modelinin yer aldığı “Tartışmanın Kullanılması” adlı bir kitabın sahibiydi. Çalışmalarıyla tartışma alanında etkili olmuş yazarların başında gelmektedir.

Verdiğim kısa kısa cevaplarla arkadaşımın zihninde konuşmacılar hakkında kabaca bir fikir oluştuğunu hissettim. Bir kulağım televizyonda bir kulağım arkadaşımın sorularındayken, Kuhn’un ileriye atılarak: “Özne, bilim yapmanın eşiğinden içeriği girdiğinde, inançlarını, politik tercihlerini, felsefi görüşlerini, ön yargılarını dışarıda bırakamaz. Özneden tamamen bağımsız nesnel bilgi yoktur ve her özne, dış dünyaya belli kavram setleri ile bakar.” dediğini duyduk. Burada ‘özne’ dediği bilim adamlarıydı ve onların belli bir paradigma dahilinde bilim yaptıklarını söylemek istiyordu. Gerçekten de Kuhn, bilginin içeriğini o içeriği ortaya koyan öznenin bilim yapma biçiminden ayırmamıştır. Thomas Kuhn kendi adıyla da anılan anti pozitivizmin öncüsü sayılsa da, gözlemden ve kuramdan tamamen bağımsız bir olgular dünyası olduğuna dair inancı sarmış olsa da pozitivistlerden ontolojik bakımdan çok keskin bir ayrışma içinde olduğunu söylemek zor. Daha doğrusu meşhur kitabını yazdıktan yıllar sonra bu konudaki eleştirilerini biraz esnetmiştir. Onun düşünceleri daha ziyade “mutlak” ve “kesin” bilginin olanaklı olduğunu savunanları çok rahatsız etmiştir. Orada bulunan katılımcılar arasında da Descartes ve Mach’ın bu sözlerden hiç hoşlanmadığını söyleyebiliriz. Kuhn esas sarsıntısını pozitivizmin epistemolojisine yaşatmıştır aslında. Standart, değişmeyen tek bir bilim yapma biçimi olmadığını, birbiriyle çatışma ya da rekabet halindeki karşıt bilgi kuramlarının olduğunu öne sürmüştür.

Mach’ın, bilimsel ilerlemenin hiçbir rasyonalitesinin olmadığının kabul edilmesi halinde bilimin bugünkü ulaştığı seviyeyi açıklamanın imkânsız olduğu, ayrıca bilim adamları topluluklarının birbirlerinden tamamen bağımsız bilim yaptıklarını söylemenin gerçeklerle bağdaşmadığı şeklinde itirazı oldu. Buna karşılık bilimsel ilerlemeye birikimci değil evrimci bir yaklaşımı benimseyen Kuhn, bilim adamlarının farklı bilim görüşleri arasındaki seçimin büyük ölçüde sosyal psikolojik bir süreç olduğunu, bilginin temelindeki evrensel niteliğiyle doğrudan bir ilgisi bulunmadığını söyledi. Gerçekten de Kuhn’un farklı paradigmaları birbirinden oldukça keskin bir sınırlarla ayrılmış yapılar olarak betimleme eğilimi onun görüşlerinin en zayıf noktalarından biridir.

Polemiğe girmek niyeti taşımaksızın bir katkı sunmak amacını belli ederek Derrida da söze girdi burada. Yukarıda aktardığımız sözlerine benzer şeyler söyledi: “Nasıl ki bilim adamları bilimsel faaliyetlerini yürütürken belli bir paradigmanın yönlendirmesi altında hareket ediyorlarsa, bir yazar da belli bir gösterge sisteminin adeta tutsağı olarak metnini inşa eder. Ve bunu yaparken bütünüyle kendi öznelliğini yansıtır metne.”

Arkadaşımın sorularını cevaplamaya çalışırken Gadamer’in şu sözleri dikkatini hızlıca benden televizyona kaydırmasına neden oldu: “Ön yargılardan korkmamamız gerek. Onlarsız yapamayız. Anlamayı sadece akılla gerçekleştirmemiz mümkün değil. Ön yargılardan tamamen arınmış bir zihin olamaz. Olguları, nesneleri tarihsel bir bağlamda anlayabiliriz ancak. Saf akılla felsefe yapılamaz. Bu düşüncenin kendisi dahi bir ön yargıdır.  Tabi ön yargının anlamayı olanaklı kılması bir düşünceye körü körüne bağlanmamız anlamına gelmiyor. Her zaman eleştirel bir mesafeden bakabilmeliyiz ön yargılarımıza. Ben bir durum tespiti yapıyorum. Bu gerçeği kabul ettiğimizde olumsuz ön yargılarımıza karşı farkındalığımızı attırabilme ve yeni anlamlara kapı aralama imkânına kavuşabiliriz bu sayede.”

Ön yargıya ilişkin bu sözlerinin son bölümü biraz daha rahatlatmıştır sanırım arkadaşımı; yanı sıra Descartes’ı da. Ontolojik açıdan Gadamer ve diğerleriyle pek uzlaşması mümkün olmasa da, ön yargılarımıza da eleştirel bakabilmemizi söylemesi memnun etmişti. Çünkü Descartes, nesnel olgular dünyası ile kişisel deneyim ve değerler dünyasını kesin olarak birbirinden ayırarak pozitivist anlayışın bilgi ve bilim anlayışına kaynaklık etmiş bir filozoftur. Özne’yi dış dünyadan bütünüyle koparınca karşısında açıklanmayı bekleyen bir olgular dünyası ile baş başa kalmıştır insan.  İnsan aklının bu nesnel dünyaya bakarak ürettiği bilgi de tek ve meşru bilgi türüdür ona göre. “Evet, doğru bilgiye ulaşmanın ilk şartı şüphe etmekle başlar.” demekle yetindi ve sustu Descartes. Kimsenin konuşmadığını görünce devam etti: “Doğru ve kesin bilgiye içinde bulunduğumuz kültür ve gelenekten sıyrılarak ulaşabiliriz ancak. İnsan doğru bilgiye ulaşmak istiyorsa zihnini tarihsel koşullanmışlıktan soyutlamak zorundadır.”

Buna şiddetle karşı çıktı Gadamer: “İşte bu mümkün değil. Bilinç her durumda tarihten etkilenir ve tarihin etkilerine açıktır. Anlam tarihseldir. Zamana göre değişim gösterir.” Mach ve Descartes dışında hemen hepsi onayladılar bu sözleri. Ömrü boyunca Dil’in tarihselliği üzerine düşünmüş ve yazmış olan Derrida: “Evet aynen dilde de olduğu gibi metinlerin de anlamları tarihseldir ve her dönemde farklı anlamlara gelebilirler.” diyerek bir iki cümle sıkıştırdı araya.

Dilthey aldı sözü, daha çok Mach ve Descarte’a dönerek: “Bizim dışımızda kendi işleyiş kuralları olan nesnel bir dünya, bir doğa var, tamam, kabul. Bu doğayı açıklamak için onu gözlemenizi deneyler yapmanızı çeşitli ölçümler yapmanızı da anlıyorum. Ama insanın yapıp etmelerinden ibaret olan din, tarih, sanat gibi alanlarda herkes için geçerli ilkeler aramanızı anlamıyorum. Bunlar insanın biricikliğinin yansıması olan son derece öznel alanlar. Zamana ve mekâna göre kesinlikle farklı anlamalara bürünebilirler. Biz sadece onları anlamaya ve yorumlamaya çalışmalıyız.”

Dilthey’in bu ifadelerinde onun hem ontolojik anlayışı hem de epistemolojik yaklaşımı kendini bariz biçimde ele veriyordu. O da pozitivistler gibi kişilerden tamamıyla bağımsız nesnel bir gerçeklik olduğunu kabul ediyordu. Doğa bilimlerinde bilgi edinme yöntemi olarak deney ve gözlem yapmaya da itirazı yoktu. Fakat aynı yöntemin tin bilimlerinde de şaşmaz bir bilgi edinme yolu olarak kullanılması doğru bulmuyordu.

Dilthey’in bu sözlerinin ilk bir-iki cümlesini işittiğinde Descartes oturduğu yerden biraz doğruldu ve bir karşılık vermeye yeltendi. Fakat doğa ve tin bilimleri arasında ayrım yapılması gerektiğine dair sözlerini duyunca vazgeçti ve sonra geriye yaslanıp dinlemeye devam etti; Dithey’i anlar gibi oldu. Yanlış bir şey söylemiyor olabileceğini düşünüyordu sanki.  Bence de Descartes Dilthey’e hak vermişti. Çünkü kendisi pozitivist bilgi anlayışına kaynaklık edecek bir rasyonalizme öncülük etmiş olsa da Batı dünyasında, bugünkü anladığımız anlamda pozitivizmin temelleri 19. yüzyılda şekillenmişti. İlerleme düşüncesi ve sanayi devriminin yükselttiği özgüven ortamında Auguste Comte gibi düşünürler de, doğa bilimlerine uygulanabilecek yöntemin diğer tüm sosyal bilimlere de uygulanabileceğini öne sürdüler. Fizik ve matematiğin bize her türlü cevabı vereceklerine olan güvenleri sonsuzdu. Oysa aynı zamanda bir matematikçi de olan Descartes, matematiğe bile tüm o sağlam görünüşüne rağmen şüpheyle yaklaşmamız gerektiğini söylemişti.

Fakat yine de söze karışmadan edemedi ve “Herkesin farklı yorumları bize kesin bilgiyi vermez, yorumlarımız bizi yanıltabilirler” deyiverdi. Bunu bir itirazdan ziyade konuyu biraz daha açması için yapmıştı sanırım. Bunun üzerine Dilthey “Evet doğru yanıltabilirler. Zaten tin bilimlerini yorumlayarak anlamaya çalışmamız sonunda ulaşacağımız bilgi asla bir kesinlik iddiası taşımayacaktır, taşımamalıdır da. O bilgi sadece yorum sahibinin öznelliği ile yüklü olacaktır.”

Bu sefer söze Mach girdi: “Duyularımız dışında bir bilgi kaynağı kabul etmemiz asla mümkün değil. Olaylardan ve nesnelerden gördüğümüzün, duyduğumuzun vs. ötesinde bir anlam arayışına girmek doğru değildir ve hatta anlamsızdır.  Deney ve gözlem bize tüm aradığımız doğru bilgileri verebilir. Bütün bilimler duyularımız yoluyla elde ettiğimiz verilerin düzenlenmesinden ibarettir.”

Özellikle Dilthey’i ve Gadamer’i dinlerken postmodern dönemin düşünürleri Baudrillard ve Derrida “işte yine bizim bulunduğumuz noktaya geliyorsunu” dercesine baktılar diğer konuşmacılara. Tabii ki her türlü düşüncenin ifadesi sadece ve sadece o düşünceyi serdedenin öznelliğini yansıtacaktır onlara göre. Kimseye tek bir “doğru ve gerçek” dayatmamalı; hele bunu her toplum ve her dönem için geçerli olabilecek bir nesnellik iddiasıyla yapmamalıydı hiç kimse.

Anlama’daki öznelliğe vurgusu dolayısıyla Dilthey’in yaklaşımından hoşlanan Baudrillard, hala kişilerden bağımsız nesnel bir gerçekliği varsayması nedeniyle itiraz etmek istedi ve o tekdüze ses tonuyla “Hangi gerçeklikten bahsediyorsunuz? Bana herkesin her durumda kabul edebileceği değişmez bir gerçeklik gösterebilir misiniz?” dedi. Bu noktada özelde Baudrillard’ın, genelde ise tüm postmodern dönem düşünürlerin ontolojik anlayışlarının modern anlayıştan nasıl keskin bir şekilde koptuğunu görebiliriz. Baudrillard’a göre gerçeklik zannettiğimiz her şey bir simülasyondur aslında. Sorularına cevap beklemeden devam etti Baudrillard: “Sabit bir gerçeklikten söz edemeyiz artık. Hatta bir gerçeklikten bile bahsedemeyiz bu çağda. Gördüğümüz her şey gerçekliğin tüm göstergelerine ve temsillerine sahip olmasına rağmen kesinlikle gerçekliğin kendisi değil. Gerçekliğin kendisinden daha gerçek, bir hipergerçek belki, ama gerçekliğin kendisi değil artık gördüğümüz hiçbir şey.”

Ömrünü kesin bilgi arayışına adamış Descartes’ın ve gerçekliğin bilgisine doğru bir biçimde ulaşmanın mümkün olduğunu savunan Mach’ın bu sözlerden oldukça rahatsızlık duydukları yüzlerinden okunabiliyordu. Bu nihilist tavrı anlamakta zorlanıyorlardı. Eğer kişilerden bağımsız ve herkes için aynı biçimde algılanabilecek bir gerçeklik yoksa nasıl bilim olabilirdi? Ve bilgi elde etmekte nasıl bir yöntem kullanılacaktı?

Bilgi ve bilme üzerine bir tartışmada Heidegger gibi bir düşünürün de söyleyeceği çok şey olması beklenir aslında. Ancak o çok daha temel düzeyde bir soruşturmaya ömrünü adadığından biraz uzak hatta yüzeysel bulmuş da olabilir bu programı. Çünkü “Varlık nedir?” sorusunun henüz hiçbir felsefede cevaplanamadığına inanmaktaydı ve bu çok esaslı sorunun peşinde geçirmişti düşünce hayatını. Her bilimin ve felsefenin kaçınılmaz olarak ontolojik varsayımlara dayandığını çok iyi bildiğinden, felsefesi de daha ziyade “varlık” üzerine odaklanmıştır. Tabi bu modern bilim hakkında hiçbir söz söylemediği anlamına gelmiyor. Bilakis çok esaslı eleştirileri olmuştur. Özne ile nesnenin ontolojik bir ilişki içinde olduğunu öne sürmüş, insanın bağımsız bir varoluşa sahip olmadığını söylemiştir. Yani onun ontolojik anlayışında özne ve nesne iç içedir adeta, sürekli bir oluş halindedir varlık.

Heidegger, Descartes’ın özne-nesne ayrımına da şiddetle karşı çıkmış, modern bilime çok önemli eleştiriler getirmiş ve onun metafizik karakterini gözler önüne sermişti. Descartes’ten sonraki modern bilimin kesinlik arayışının da esasında metafizik bir yaklaşımı içerdiğini belirtmiş, insanlığın kurtuluşunu ise bilimde değil sanatta görmüştür.

Tartışmanın bir yerinde Descartes’ın kesin bilginin imkân dâhilinde olduğuna ilişkin sözlerine karşı Heidegger’in tane tane ve nefes nefese konuştuğu tarzıyla şöyle dediğini hatırlıyorum: “Siz bilim dediğiniz şeyi dinin yerine bir inanç olarak ikame ettiniz. Matematiğe olan sınırsız güveniniz sayesinde doğadaki her şeyin bilgisini ele geçirebileceğinize inandınız.” Descartes bu sözleri biraz şaşkınlıkla karşıladı. Çünkü kendisi, evet, kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu düşünüyordu, fakat bunun dinin yerini almasını amaçlamış değildi. (Bu esnada ters ters Mach’a baktı) Bu da kendisinden sonraki pozitivist düşünürlerin modern bilime verdiği anlamdan kaynaklanıyor olmalıydı. Gerçi kanaatimce bunun sorumluluğu sadece pozitivist düşünürlerde değil; anti pozitivist ve bir kısım yorumsamacı düşünürlerin de bu anlayışta payı var. Hatta kabaca bir tespitle, modern batı düşüncesinin büyük kısmının bu ana hat üzerinde ilerlediğini ve bugüne kadar geldiğini söylememiz mümkün.

Programın bir diğer az konuşanı da yukarıda belirttiğimiz gibi Toulmin’di. Yalnız onun da, düşüncelerini karakterize eden şöyle bir cümlesini hatırlıyorum: “Dümdüz bir mantıkla olgulara yaklaşmamalıyız. Mantık, zorunlu olarak sizi belli bir bilgiye yönlendirmemeli. Zaten önceden doğru kabul ettiğiniz bir önerme sizi belli bir çıkarıma icbar eder. Oysa insanlar gerçek hayatta formal mantığı değil informal mantığı kullanırlar. Herhangi bir sonuca, öncül bilgilerin çok daha karmaşık ilişkisi ve etkileşimi yoluyla varırlar.” Burada “dümdüz” derken elbette kastettiği klasik/formal mantıktı. Bu sözleriyle tümdengelim yöntemini eleştiriyordu, Toulmin. Çünkü tümdengelim yönteminde doğruluğu zaten önceden kabul edilmiş tümel bir doğru vardır. Diğer bütün çıkarımlar da bu öncülün zorunlu bir sonucudurlar. Mantığın böyle katı bir determinizm altında çalıştığını kabul etmenin doğru olmadığını düşünüyordu kendisi. Bu yaklaşımı onu pozitivistlerin karşısında konumluyor; fakat sadece epistemoloji ve metodoloji açısından. Bir anti pozitivist olarak anılsa da, ülkemizde de az tanınan Toulmin’in ontolojik açıdan pozitivistlerden pek farklı bir yerde durduğunu düşünmüyorum.

Tartışma bu minval üzere sürdü. Dokuz katılımcı içinde azınlıkta kalır gibi olanlar Descartes ve Mach’tı; diğerlerinin ortak noktası çok daha fazlaydı. Esasında kültürel ve sosyal alanda, özellikle sanat ve edebiyatta postmodern anlayışın ve yorumsamacılığın izdüşümleri egemen; ancak şu anda hâkim olan bilim anlayışı hala pozitivizmin varsayımlarına dayandığından Descartes ve Mach pek bir özgüven kaybı yaşamadan tamamladılar tartışmayı. Diğerleri ise toplum nazarında radikal ve sıra dışı düşünürler olarak kalmaya devam edecek gibiler bir süre daha.

Program bittiğinde arkadaşımın yüz ifadesinde, her zamankinden farklı, derinlemesine bir şeyleri anlamaya çalışan bir hal vardı. Kendisi açısından yepyeni bir alandaki tartışmaları hazmetmeye çabalıyor gibiydi. Kafasında onlarca sorunun uçuştuğu çok belliydi. Ona, yüzyıllara sâri böylesine derinlikli bir tartışmanın bir programa, bir makaleye ya da bir kitaba sığmayacak kadar kapsamlı olduğunu söyledim. Bunun yanında özellikle “bilim, bilgi, bilme” üzerine ülkemizde ezbere tekrarlanan pek çok şeyin hiç de alternatifsiz, değişmez, evrensel ve mutlak doğrular olmadığına dair zihninde bir şüphenin uyanması da iyi bir başlangıç sayılırdı.

 

İlgili Derin Lügat maddesi: Akıl / Zekâ / Reason / Intelligence / العقل

Tavsiye okuma:

Makale

Sitede yayınlanmış kitap alıntıları

… Bu konuda okumak için…

Maymunist imanla nereye kadar?

Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi? Akıl (reason) ile zekâ (intelligence) farklı şeylerdirEvrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları“filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir.

Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDAbir insanlık yoksa,Aşkyoksa,Sanatyoksa,Güzellikyoksa ve Adalet yoksaHayat‘ın anlamı nedir?Aşık olmakhormonal bir abartıysa,iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz?

Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…

İşte geçtiğimiz ay bu maskelerin düştüğü, kartların açık oynandığı çok kaliteli iki tartışmaya tanık olduk. İki makale işaret fişeği görevi yaptı. Sağolsun bir çok değerli okurumuz yüzden fazla yorumla konuyu DERİNLEMESİNE tartıştı. Derinlemesine diyoruz çünkü Madde’nin arkasındaki Mânâ bu kez gerçekten masaya yatırıldı. Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri hatta evrimciliğin etimolojik değeri bile konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

 

Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi? Akıl (reason) ile zekâ (intelligence) farklı şeylerdir

Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımızMehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak”dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil,yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz.

Bir pozitivizm eleştirisi

Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi? Akıl (reason) ile zekâ (intelligence) farklı şeylerdirHayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl öncekomşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenlergericilikle,bağnazlıklasuçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin