RSS Feed for This Post

Biber gazı mı istersin yoksa satır mı?

palali “Mîllî eğitimi pahalı buluyorsunuz, cehaleti deneyin o halde” diyordu Georges Pompidou. Bazı şeylerin devlet tekelinde yapılması tercih edilir zira güvenlik, eğitim ve adalet gibi işlevlerin kendi haline bırakılması radikal sonuçlar doğurur. Kötü demiyorum, radikal diyorum. Neden? Biz “güvenlik / adalet” gibi isimler veriyoruz ama fizikî olarak, objektif olarak baktığınızda bunlar da şiddettir. Devletin bir adamı hapse atması ile fidye için kaçırılan bir adamın alıkonulması birbirine benzer. Polisin coplaması ile bir saldırganın insanlara sopayla vurması yine ortak yönler arz eder.

O halde fark nedir? Nerededir? Üniforma? Yetki? Kuvvet üstünlüğü? Polisin şiddetini hırsızların, teröristlerin şiddetinden ayırmanın bir yolu olmalı değil mi? Polislerin ve askerlerin “meşru / haklı” şiddetini sayıca çok olmalarına, ellerindeki silahların gücüne dayandıramayız. Bu adalete değil kaba kuvvete boyun eğmek olur. Daha sağlam bir teori arayalım. Meselâ “Meşru fizikî şiddet tekelini elinde tutan kurum devlettir” demiş [1] Max Weber Ünlü Alman sosyolog şöyle devam etmiş:

“Başka kurum veya bireylerin fizik gücü ancak devletin izin verdiği ölçüde kullanabilirler, şiddet kullanımı tekelinden çıktığı ölçüde devlet, devlet olma niteliğini yitirir

İlk bakışta hoş gelmiyor kulağa. Devlet tarif edilecekse… ne bileyim yol, köprü, hastahane vs yapan, pasaport veren, para vepul basan bir kurum olsun istiyor insan. Fakat diğer yandan şiddet dışında kalan bütün işlerin yapılabilmesi, güzelliklerin yaşanabilmesi için yaşanılan zeminin (vatan) şiddetten arınması gerek. Yani kendini frenlemeyen insanları frenleyecek, gerekirse tekeline aldığı şiddeti kullanacak bir güç lâzım. Gerçekten de krallar şehrin etrafını surlarla çevirdikten sonra içeride güzel mabedler, okullar, çarşılar inşa edebilmişlerdir. Tersini yapanlar eşkiyalardan ve istila ordularından yakalarını kurtaramadılar.

Devlet yaptı demek ki doğru(!)

Peki devletin şiddeti her zaman meşru mudur? Meselâ 1938’de Dersim’de Alevî Kürtleri katleden askerlerin arkasında hükümet yok muydu? Elbette vardı. Dersim ahalisini tehcire mecbur eden kanun da neticede Meclis’in kararıydı. Ancak o meclis halkın iradesini temsil etmekten uzak bir meclisti. Atatürk’e itiraz edenlerin güpegündüz kurşunlandığı, CHP’nin mafyalaştığı, Atatürkün arzularının devletten ve halktan üstün tutulduğu bir devirden bahsediyoruz:

“… Atatürk 1925’den sonra yüzüne karşı ve doğrudan hemen hiç eleştirilmedi. Buna mukabil kendisi 1927’de bir hafta boyunca hazırladığı Nutuk’u Meclis’te okurken, bütün siyasi muhaliflerini sert şekilde hırpalamaktan çekinmedi; oysaki eleştirdiği kişilerin, suçlamalara fiilen cevap verecek derece şahsi hürriyetleri bulunmuyordu. Nutuk’a cevap niteliğindeki itiraznâmeler, ancak 1940’lı yıllarda yayımlanma şansı bulabilmiştir; bu kabil yayınlar ise DP tarafından alelacele bir “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarılarak engellendi.

Muhalefetin neredeyse vatana ihanetle bir tutulduğu, buna mukabil iktidarın kendisine sınır tanımadığı bir ortamda Atatürk ve genel başkanı olduğu CHP’nin “kanunî meşrûiyet” çizgisini gözetiyor olmaları, pek mânâ ifade etmiyor; çünkü devletin resmî şiddetini, partiye bağlı alt komisyon gibi çalıştırılan Meclis’te alınan kararlarla meşrûlaştırmak, aynı kararları “Hukuk”a uygun hâle getirmekten çok uzaktı ve vicdânî değildi. Tunceli ahalisini tehcir’e mecbur eden kanun, neticede Meclis’in kararıydı ve bu açıdan kendi mantığı içinde meşrûdur ancak bu niteliği onu “Zulüm” kapsamından kurtarmıyor …”[2]

Demek ki seçim yoluyla ifade bulan halk iradesi, muhalefet imkânı, hür basın ve bağımsız yargı gibi meşrulaştırıcı unsurlar olmadan bir devletin fiilerini meşru göremeyiz. Çünkü bu meşrulaştırıcı koşullar sağlandığı ölçüde polisin ve askerin şiddeti “hesap verme” çerçevesinde kalacaktır. Hatta devlet adına şiddet uygulayan memurların yeterince kontrol edilmediğini, suçlu polislerin ceza almadığını düşünen seçmen hükümete sandıkta da ceza verebilir.

Nazi Almanyası, Atatürk Türkiyesi, 1980 sonrası OHAL bölgesi gibi istisnai durumlarda ise devlet bizzat zalim olur.Meselâ 12 Eylül darbesi sonrasında devletin karakollarında ve askerî cezaevlerinde binlerce insana işkence yapıldığını hatırlarsak devletin bizzat kendisinin bir meşrulaştırma faktörü olamayacağını teslim etmek gerekir. Bugün de Suriye, Mısır ve daha bir çok örnek var ki devlete isyan etmek bir hak ve bir ödev haline gelebiliyor. Tabi yeni zulümlere kapı açmadan.

Polis şiddeti mi istersin yoksa esnaf şiddeti mi?

Taksim Gezi Parkı’ndaki olaylar ile Georges Pompidou’nun siyasî hayatı arasında bir parallik var. Çünkü Fransa’da Mayıs 1968’de başlayan öğrenci eylemleri ve grev dalgasının sona ermesini sağlayan görüşmelere katılmış isimlerden biri “bizim” Georges. 1962-1968 arası başbakanlık, 1969’daki vefatına kadar da cumhurbaşkanlığı yapmış. 68 olaylarının en ateşli günlerinde söylediği şu söz dikkat çekici:

“Hükümetin hem hayatı hem de otoritesi halktan başka hiç bir şeye bağlı olamaz”

Buna dayanarak Taksim Dayanışma’nın temsil ettiği halkı da memnun etmek, endişelerini gidermek gerek. Bu hükümetin görevi. Fakat Türkiye Taksim’den ibaret değil. Gösteri yapan halk da orada olmayan, onlar gibi düşünmeyen halka, o halkın seçtiği hükümete, o hükümetin atadığı valiye saygı duymak zorundalar. İtaat demiyorum, saygı diyorum. Zira göstericilerin kendileri gibi düşünmeyenlere en ağır hakaretlerde hatta fizikî saldırılarda bulunmaları onları “ifade hürriyeti” kapsamının dışına çıkarıyor. Weber’in sözünü hatırlayın:

“… şiddet kullanımı tekelinden çıktığı ölçüde devlet, devlet olma niteliğini yitirir…”

Eğer polis biber gazı ve tazyikli suyla bu şiddete son veremezse Taksim’de yaşayan, çalışan insanlar artık devletin görevini yapmadığını düşünmeye başlayacaklardır. “Eh madem devlet yapamadı, biz asayişi tesis edelim” diyebilirler. Evinde av tüfeği, dükkanında satırı, döner bıçağı olanlar kafalarına göre şiddete yönelebilir. Doğaçlama milislerin doğuracağı gerginlik ise polis şiddetini aratacak boyutlara ulaşabilir.

Bunları bir uyarı olarak yazıyorum ama kim bilir? Belki Taksim Dayanışma’nın, TBG’nin, kemalistlerin ve sosyalist devrimcilerin istediği tam da budur. Kimin kimi neden öldürdüğünün dahi bilinmediği, isli, sisli, pis puslu bir ortam.

Sonuç

Taksim’de gösteri yapanların yere düşen polislerden silah almaya çalışması, çelik bilye, molotof kokteyli atarak uyguladıkları fizikî şiddet problemin zeminini değiştirdi. “Gösteri” yapmakla şiddet GÖSTERMEK arasındaki farkın bulanıklaştığı bu ortam sözel şiddetle de kirlendi:

  1. Darbe özlemiyle yapılan konuşmalar (TGB),
  2. Başbakanı asma arzusu (Levent Kırca),
  3. Orduevlerine, jandarma karakollarına telefon edip askerlerin müdahale etmelerini istemek(TGB)

Liste uzun. Siyasetin dışında kaldığı hissiyle şiddete yönelen insanları bir nebze anlayabiliyorum. Ancak unutmamaları gerekir ki şiddet siyasetin bir parçası değildir, tersine siyaset yapMAdıklarının ispatıdır. Tavsiyem şiddeti terk edip siyasî proje geliştirmeleri ve herkes gibi meclise girmeleri. Siz siz olun seçimle iktidarı hedefleyin. Zira müzmin muhalefet sinir bozar. Pompidou ile başladık, onunla bitirelim:

“… Bir siyasetçi için hayatının tamamını muhalefette geçirmek bir şairin ötekileri okumaya ve eleştirmeye mahkum edilmesi gibidir…” (Poésie et politique, 1969)

Dipnotlar

Almancası “Monopol legitimer physischer Gewaltsamkeit”. 1918’de Münih Üniversitesinde yapılan ve 1919’da yayımlanan “Meslek Olarak Siyaset” başlıklı konuşmadan.

“Kanunî zulüm, meşrû şiddet!” isimli makale, Ahmet Turan Alkan, 2011

 

 

… Bu konuda okumak için…

  1. Çapulculuk ve sivil itaatsizlik arasındaki fark nedir?
  2. Gezi Parkı’ndaki isyan bitti mi?
  3. Ne kadar az bilirseniz…
  4. Gezi Parkı: Kür mü yoksa kürtaj mı?
  5. Derin Nefret
  6. Gezi Parkı “içeriden” nasıl gözüküyor?

Sivil itaatsizlik, isyan ve devrim konusunda:

 

… Bu konuda e-kitap okumak için…

 

Banka Ordudan Tehlikelidir!

Atina’da, Roma’da, Madrid’de ve Washington’da artık halkın değil bankaların dediği oluyor. Batı’da demokrasi geriliyor, yeni bir düzen kuruluyor. Alıp satma özgürlüğü nasıl oldu da halkı bankaların kölesi yaptı?

İnsanî değerlerin değil maddî değerlerin hakim olduğu her toplum kendi arsızlığı altında ezilmeye mahkûm aslında. Thomas Jefferson, George Washington, Max Weber, Hannah Arendt, Karl Marx ve Alexis de Tocqueville’in eserlerinde ısrarla üzerinde durulan bir mesele bu. Zenginleşmeye ve para ile daha çok haz almaya odaklanan insanlar bencilleşiyorlar. Siyasetten, cemiyetin dertlerinden uzak, oy kullanmaya bile üşenen bir güruh çıkıyor meydana.

 Tam da bu yüzden Batı’da demokrasinin en büyük düşmanı batılı insan modeli oldu. Kendini özel hayatına hapseden, lüks tüketime, tatile, konfora odaklanan batılı insanlar politikadan uzaklaştılar. Bu refah toplumunun bireyleri diğer insanların dertlerine duyarsızlaştı. Para bu süreçte kutsallaştı. Yine bu yüzden bankalar ve bankacılar ilahlaşarak hukukun üstüne çıkabildiler.

İşte bu fikrî zemindir sermayeyi aşırı büyüten, savcıları, hakimleri bile etkisiz hale getiren. Bankacılarına söz geçiremeyen batı toplumları tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler… Peki 2008 ekonomik kriz süreci nasıl gelişti? Krizi tetikleyen ve büyüten ne oldu?

Bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Yaklaşık 40-50 kişilik bir ekip. Kriz sürecinden zenginleşerek ve güçlenerek çıktılar. Banka kurtarma operasyonlarıyla halen zenginleşmekteler.

Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor:

  1. Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler?
  1. “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar?
  2. Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?

 Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:yunus Tarih: Tem 15, 2013 | Reply

    Devletleri, hatta dünyayı yönetmenin kitlelerin
    psikolojilerini yönetebilmek olduğunu düşünüyorum. 31 Mayıs- 10 Temmuz sürecini düşünürsek, iki temel değişikliğin olduğunu söyleyebilirim. Bir, Gezi olaylarında kitleler sokağın özgürleştirici yanını tattılar, bunu unutmazlar. İkincisi, Mısır olaylarının dindar bilinçteki etkisi.
    Sanki çok tehlikeli bir dönemece doğru hızla ilerliyoruz. Hakkımızda hayırlısı…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin