RSS Feed for This Post

Özgür Bırakılan Kölelerin Ülkesi: Sierra Leone (1)

Sunuş: Bir hikâye anlatmak istedim sizlere.  “Bir gün baktım ki çok güzel güneşli bir şehirdeyim” diye başlayıp Tarlabaşı’na uzanan, oradan da Batı Afrika kıtasında yeraltı zenginlikleri ile bilmediğimiz diyarlarda bilmediğimiz insanları zengin ederken, kendisi felaketlere sürüklenen bir ülkenin insanlarının hikâyesi..Kitap olamayacak kadar kısa, bir gazete makalesi olamayacak kadar uzun, birkaç ay öncesi kadar yakın, bir kaç yüzyıl öncesi kadar eski bir yolculuk bu.  Sabırla okuması dileğiyle… (Ö.Y.)

1. Bölüm

“Şehrin” Üstüne Yürüdüğü İnsanlar (23 Kasım 2012)

Eğer göçmenler üzerine bir çalışma yapmak istiyorsam tüzüğü, çalışma saatleri, ilkeleri belli  kurumlardan, bol istatistik içeren raporlardan ziyade onlarla yaşayan oturan kalkan, insanlardan yardım almalıyım düşüncesiyle peşini bırakmadığım arkadaşlarımdan olan Katı Atık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve iflah olmaz bir Tarlabaşı müdavimi olan Ali Mendillioğlu ile Tarlabaşı’nda ikâmet eden Afrikalı göçmenler ile görüşmek üzere İstiklâl Caddesi’nde buluşuyoruz.  Ali ,buluşacağımız göçmenler ve onun gibi irtibatta olduğu diğer ihtiyaç sahipleri için Tarlabaşı’nın dar sokaklarından birindeki bir dükkândan biriktirilmiş birkaç büyük poşette kıyafet ve ayakkabı alıyor. Ördekli köyü sakinlerinden olup 80’li yıllarda Ankara’ya göç eden katı atık işçisi arkadaşlarından Yusuf da katılıyor bize.

Evden eve gerilmiş çamaşır iplerlerine asılı çamaşırlarla bezenmiş, iki üç katlı viraneler arasından ilerliyoruz. Evler genellikle sarı, beyaz, yeşil badanalı ve belki bir tarih kadar uzun zamandır bakım görmemiş. Hemen her köşeye, merdiven aralarına çöpler yığılmış. Katı atık depoları, evler, çamaşırlar, çocuklar, çamaşırlar, seyyar pilavcılar, küçük küçük esnaf dükkânları, lokantaları ve her daim bitişik nizam dizilmiş fakirhaneler… Aşağı sokaklara indikçe seyrelse de ara ara yıkık binalara rastlıyoruz. Molozların üzerleri çöp dağları ile kaplanmış.

Tarlabaşı’nın Bulvar’a yakın sokaklarındaki binalar rehabilitasyon projesi kapsamında yıkıldığından beri, üst sokakların sakinleri daha aşağıdaki mahallelerin sokaklarına inerek sıkışmışlar. “Şehir” hızla üstelerine gelmekte Tarlabaşı sakinlerinin. Daha önceleri ayrı ayrı sokaklarda otururken bu mahalle içi göç, Kürtlerin, Romanların ve göçmenlerin biraz daha iç içe geçmesine sebep olmuş. İlk başlarda Kürtler ile Romanlar arasında kavgalar çok oluyormuş. Ama artık birbirleriyle kavga etmekten yorulmuşlar. Şimdilik sulh hakîm sokaklara. Bazı sokakların bir yanındaki evlerde Romanlar otururken sokağın öbür tarafındaki evlerde  Kürtler yaşıyor. Sokakları dikine görünmez bir çizgiyle bölmüşler adeta. Bu ara sokaklarda çok renkli, güzel, şamatalı düğünler olurmuş. Ama bu düğünlerini belgesel olarak çekmek isteyen gazetecilere çok kızarmış düğün sahipleri. Bir gün gelip bu düğünlerden bir tanesini seyretmelisin mutlaka ama kamera fotoğraf makinesi getirme diye uyarıyor arkadaşlar.  Tarlabaşı mahallesinin sakinlerinin daha da aşağı doğru göç etmek zorunda kaldıkça ne olacağı büyük bir soru işareti. Onlar da Sulukule, Kocamustafapaşa, Vezneciler ve benzeri yerlerde yaşayanlar gibi sessizce gitmeyi kabul mü edecekler yaşadıkları mahallelerden, yoksa o günler geldiğinde daha sancılı bir süreç mi yaşanacak. Kimse tahmin edemiyor.

Bu kısa yürüyüşün ardından Sierra Leone’li göçmenlerin yaşadığı eve varıyoruz. Daha önce ev demeye insanın utanacağı bir bodrum katında, üstlerine lağım akarken korkunç şartlarda yaşarken tanımışlar arkadaşlar onları. Yardım edip zamanında “gayrimüslimler” tarafından yapılmış tipik bir Tarlabaşı evi olan bu eve çıkarmışlar. Daracık bir dış cephesi ve dökük sarı sıvalarıyla iki buçuk katlık bu ev tüm köhneliğine rağmen görüntülerini önceden benim de izlediğim bodrum katının yanında saray gibi kalıyor.

Karanlık merdivenlerden yukarı çıkıyoruz.  Bizi Musa isminde genç bir çocuk karşılıyor. Ne kadar      genç , sağlıklı bir görüntüsü var diye geçiriyorum içimden o az sayıda geçen yılın ona yüklediği ağırlıktan habersiz.  40 yaşını aşmış bütün insanlar gibi genç insanları gördükçe ufak bir haset duygusu kaplıyor içimi kısa bir süreliğine.

İki küçük oda ve bir mutfaktan oluşan küçük bir daireye giriyoruz.  Etrafta kasım ayının sonları olmasına rağmen evi ısıtacak herhangi bir şey çarpmıyor gözüme. Yerde iyice eskimiş tüyleri dökülmüş bir halı, bir duvara dayanmış aynı oranda köhne bir çekyat, karşımda bu köhneliğe uygun bir konsol ve üzerine asılmış rengini neredeyse yitirecek kadar yıpranmış bir Kâbe posteri… Çok derli toplu ve tüm eski püskülüğü içerisinde temiz bir evde yaşıyor Sierra Leoneliler. Sonraki her ziyaretimde de aynı şekilde bir tek eşyanın gereksiz yere ortalarda durmadığı ev halleriyle karşılaşıyorum. Bu kadar kalabalık ve genç insanların bu “aşırı” düzen halleri her defasında şaşırtıyor beni.

Bu evde beş, alt kattaki tek odayla üst katta ise 20 kadar insan kalıyormuş. Onları ev sahipleri karşısında çok sıkıntıya sokan zaman zaman sokakta kalma tehlikesi ile karşı karşıya bırakan bu kalabalık yaşam tarzının bir tür dayanışma olduğunu fark ediyorum ilerleyen günlerde. Yolda kalmış, kendilerine gelmiş hiçbir Sierra Leoneli’yi geri çevirmiyor, evlerine alıyorlar. Tabi son derece kısıtlı imkânlarını birleştirerek birlikte hayata tutunma çabası da söz konusu öte yanda.

Yusuf ve Ali getirdikleri kıyafetlerden onların işlerine yarayabilecek eşyaları ortalık yere boşaltıp ayıklamaya başlıyorlar. Her bir kıyafeti tek tek ellerine alıp yorumlar yapıyorlar. “Bu kız mı erkek gömleği mi?  Bence kız. Baksana daracık. Bu ayakkabıyı mı vermeli,  ötekini mi? Hangi montu istersin Musa. Bak bu yakıştı sana!”

Bir köşede bana mı öyle geliyor bilmem şaşkın bir halde seyrediyor Musa bu hummalı faaliyeti. Biraz sonra   Musa’dan yaşça biraz daha büyük görünen Tune giriyor içeri. Tune sıkılgan bir halde odanın bir köşesinde kollarını bağlamış ayakta duruyor. Tune ve Musa’nın bütün nezaketleri, güler yüzleri ile eşlik etmelerine rağmen bu giyim seçme ayininden hoşlanmadıkları düşüncesinden kurtulamıyorum. Ara ara Ali’ye “ Arada gelir misin böyle, alışıklar mı şu anda yaptığınız şeye? Delirmiş sanmasınlar bizi!”  diye soruyorum. Ali ve Yusuf yaptıkları işe soluk almadan devam ederek  “evet merak etme” cevabını veriyorlar. Onların erkekçe geliştirdikleri dünyanın içerisindeki dostlukları ve doğallıkları karşısında küçük bir kıskançlık hali daha yaşıyorum içimden: Bu dünyanın bir parçası olmak nasıl bir şeydir. Öylesine hür, teklifsiz ve pervasız..

Bir süre sonra halının üzerine çökerek, tanışma faslını geçip sohbete başlıyoruz. Musa güler yüzlü rahat bir genç. Konuşurken göz temasından kaçınmıyor, sükûnetle cevap veriyor sorularıma. Tune ise sık sık gülmeyi, şakalara katılmayı sevse de sorular karşısında çabucak bunalıyor. Kendi içine kapanıp sıkıntılı bir hal alıveriyor kolaylıkla. Tune bir sene, Musa ise iki ay önce deniz yoluyla gelmiş İstanbul’a. Her ikisi de Freetown  yakınlarında yaşıyormuş.

“İç savaşı hatırlıyor musunuz? “ diye soruyorum. Evet diyorlar önceden büyük bir savaş yaşadık. Çok insan öldü. Sizin de ailenizden ölenler var mı diye sorduğumda,  Musa annesinin ve babasının öldürüldüğünü söylüyor. Bunu o kadar sakin söylüyor ki bir an kötü olan İngilizceme, onları anlamamı daha da zorlaştıran Krio dili lehçesinin de katkısıyla yanıldığımı ummak istiyorum. Belki öldürülmemiş öldürülmeye çalışılmıştır, olamaz mı? Teyit ediyorum tekrar sorarak. Evet, anne ve babasını öldürmüşler savaşta. Vücut diliyle anlatmaya çalışıyor savaşı. Birçok çocuğun kollarını kestiler diyor. Çocukların kollarının kesiliş biçimini elleriyle tarif etmeye çalışıyor. Çocukları savaşta kaçırıp asker olarak kullanıyorlardı.

Tune’ye ailesinden öldürülen olup olmadığını sorduğumda aniden çok gergin bir hal alıyor.  Kafasını sallıyor. Bir süre bir şeyler söyleyip söylememekte tereddüt ediyor.  Sonra tekrar sorunca bir kız kardeşimi ve bir erkek kardeşimi öldürdüler diye cevap veriyor. Ve verdiği cevapla beraber aniden yere oturarak dizlerini göğsüne çekip büzülüyor. Kafasını, dizlerine koyup, yüzünü iki elinin arasına alarak uzun bir müddet öylece kalıyor.

O anda bugün için bu görüşmeyi sürdürme cesaretimi yitiriyorum. Hem her anlattıklarını tam olarak anlayabilmek, daha detaylı konuşmak istiyorum onlarla. “Musa,” diyorum. “Ben yine geleceğim. Yanımda İngilizcesi daha iyi bir arkadaşım olacak. Sizin de Türkçe’yi daha iyi konuşan arkadaşlarınızı çağırırız. Öğrenmek istediğim çok şey var. Ama benimle konuşurken üzüleceksiniz belki.  Sizi üzecek mi konuşmak?” Musa problem yok konuşuruz diyor. Bütün içtenliği ile gülümsüyor. Tune’ye bakıyorum çekinerek. Konuşabilir miyiz? Tamam diyor isteksizce. Sonra  ellerinin arasına alıyor yeniden yüzünü.  Kasvet kaplıyor tüm odayı.

Ali o ağır havayı dağıtmaya karar verdiğinden olsa gerek, tek kelime İngilizce konuşamamasına rağmen sohbete başlıyor. Beş dakika sonra kahkahadan kırıyor ortalığı.

Cry Freetown  (3 Aralık 2012) :

On gün sonra yağmurlu, soğuk bir Aralık öğleden sonrası  yeniden Tarlabaşı’nda buluşuyoruz.  Bir seneden biraz fazla zamandır Türkiye’de olan Ömer’i çağırıyor yanımıza Ali.  Sonra birlikte ara sokakları arşınlamaya başlıyoruz. Beş on dakika içerisinde ikişer üçer diğer arkadaşları da katılıyor bizlere. Aşağı yukarı on-on iki kişilik Sierra Leoneli bir grup oluşuyor yanımızda kısa zamanda.  Dolapdere’ye doğru cadde üzerinde bir çay ocağı bulup masaları birleştirip oturuyoruz.  Çaylarımızı içerken öncelikle Sierra Leoneli arkadaşların barınma sorunu üzerine konuşuyoruz biraz.

Çoğu işsiz olan bu arkadaşların “Çabuk çabuk” denilen işlerde çalışanları çok düşük bir ücret alıyor. Çalıştıkları yerlerde işlerini yaparken hep çabuk çabuk diye seslenirlermiş Afrikalı göçmenlere.  Yaptıkları işlerin adlarını çabuk çabuk koymuşlar onlar da. Geçen ayın kira borçlarını ödeyememişler. Üstelik altlı üstlü iki buçukluk kutu evde aşağı yukarı 25 kişi kalmaları iyice tepki toplamış bulundukları çevrede. Ev sahibi ne olursa olsun onları çıkarmaya karar vermiş. Aralık ayının başlarındayız. Üstelik kimse hemen hemen aynı sebeplerden Afrikalı göçmenlere ev vermek istemiyor bu bölgede. Eski borcu nasıl kapatırız, yeni bir evi nasıl ne şartlarda bulabiliriz meselesini konuşuyorlar bir süre Ali ile. Evden atılma tehlikesinden ve bu sebeple polisle karşı karşıya gelmekten ihtimalinden oldukça  tedirginler. Kimliksiz yabancı bir ülkede olmanın güvensizliğini taşıyorlar.  “Başımıza bir şey gelse kendimizi nasıl savunabiliriz. Buradayız ve pasaportumuz kimliğimiz yok. Bizi kim arar kim bulur” diyorlar tedirginliklerine sebep olarak.

Göçmen hayatları hakkında konuşmak üzere yeniden evlerine gidiyoruz ardından. Yolda başka Sierra Leoneli gençler görüyoruz bir katı atık deposunun önünde. Yanlarında bir kız da var. Ömer bu benim sista diyor. Kız kardeşi zannediyorum ben. Bütün Sierra Leoneli kız arkadaşlarına sista diye seslenirlermiş meğer. Sokağın karşı tarafında sekiz on kişilik Nijeryalı gençleri görüyoruz bu defa. Sierra Leonelilere göre daha esmer tenli ve iri yapılılar. Bana mı öyle geliyor bize biraz yadırgayarak bakıyorlar sanki. İçlerinden bir tanesi yanımıza geliyor. Ayaküstü biraz sohbet ediyoruz. Sonra iki buçukluk kutuya giriyoruz yeniden.

Eve girmemizle beraber elektriklerin kesilmesi bir oluyor. Bu sıralar sık sık oluyormuş böyle şeyler. İyice kararıyor evin içi. Musa ve Tune bizi görür görmez neşeyle karşılayıp hal hatır soruyor. Ama Musa bu defa fazla durmuyor, sessizce “sıvışıyor” yanımızdan. Tune ise daha önce sıkıntılı bir olur verse de bu defa boynunu büküp konuşmak istemediğini kafasını sallayarak anlatıyor ve sohbet boyunca özellikle iç savaşı konuşurken aynı şekilde kafasını dizlerinin üstüne koyup büzülerek oturuyor.

Karanlık ve buz gibi soğuk bu odada oldukça kalabalık bir topluluk olsak da, bugün sadece Ömer ve Ahmet yaşadıkların anlatmaya istekli görünüyor.  Sierra Leonelilerin hepsi İngilizce konuşmasına rağmen Ahmet ve Ömer dışındakileri anlamakta çok zorlanıyoruz. Ülkelerinde ilkokuldan itibaren eğitim dili İngilizceymiş. Buna rağmen ağızları çok farklı. 16 yerel dil varmış. Galiba Ahmet ve Ömer üniversite okudukları için İngilizce’yi biraz daha orijinal haline yakın konuşuyorlar.

Ömer iç savaşın yaşandığı yıllarda daha 12-13 yaşlarında bir çocukmuş.  17 ve 18 yaşlarında iki ağabeyini kaybetmiş savaşta. “Liberya tarafından geldiler RUF militanları. Uyuşturucu, hap, alkol ne varsa veriyorlardı onlara. Gözleri hiçbir şey görmüyordu. Yaptıkları şiddetin hiçbir mantığı yoktu. Kimseyi ayırt etmediler. Ellerinde makineliler vardı. Silahlarla taradılar köyü.  Bir sürü insanı öldürdüler. Çocukların kollarını bacaklarını kestiler. Benim gözümün önünde hamile bir kadının karnını parçaladılar” diyor.

“Hepimiz farklı farklı yollardan geldik buraya” diye devam ediyor Ömer. “Ben en şanslılarıyım. Uçakla ve vizeli geldim. Daha sonraları bir Orta Avrupa ülkesine geçmek istiyordum. Bizi getiren kişi iki gün Otel Bomonti’nin orada konaklattı. Sonra hepimizin pasaportlarını alıp ortadan kayboldu.”  Neden diye soruyorum. Gülüyor. “Bizim Afrikalılarda çok doğaldır böyle şeyler” diye cevap veriyor. “Muhtemelen satmıştır pasaportlarımızı”. Neden olduğunu bilmiyorum ama eşyalarını da alamamış Ömer. Orta yerde kimliksiz ve eşyasız kalınca etrafını gözlemeye başlamış. Gördüğü Afrikalıları, sonra Sierra Leoneli birilerini bulup takip ederek bu evin yerini bulmuş.  Ömer aslında ülkesinde Ziraat fakültesinde okuyormuş. Hâlâ bir şekilde dönüp eğitimini bitirmeyi hayal ediyor. “İyi bir ziraatçı olurdum ben. Bunu biliyorum” diyor. “Ama artık önümü göremiyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ülkeme dönemem.  Burada da üç haftadır işim yok. Her şey karanlık benim için.”

Ahmet ise üniversiteyi bitirmiş. Ticaret ile ilgili bir bölüm okumuş. O da iç savaşta küçük amcasını kaybetmiş. “Birçok arkadaşım da öldü o yıllarda diyor. Sayılamayacak kadar çok..” Bir tekstil atölyesinde ütücülük yapıyormuş. Maaşını sorduğumda haftada 200 lira diyor. Peki Türklerle aynı mıdır diye soruyorum. Hayır, onlar 400 hatta 500 lira bile kazanabiliyorlar diyor.

Bizler Ömer ile RUF üzerine konuşurken laptopu açıyor Ahmet. Orada bir belgeselin görüntülerinden bir şeyler göstermek istiyor bana. “Bu belgesele bak eve gidince” diyor. “Her şeyi anlarsın…”  Ahmet’in Cry Freetown isimli belgeselden gösterdiği görüntülere yürek dayanmıyor. Bir duvarın dibine çökmüş 8-10 yaşlarında Afrikalı bir çocuk etrafına bakarak içli içli ağlıyor. Birkaç asker korkunç bir şiddet uyguluyor RUF çetesinin sniperı olduğundan şüphelendikleri çocuğa. Yapılan işkencenin ardından öldürüyorlar çocuğu. O görüntüleri gösterirken bir an ne yapacağımı bilemiyorum. Elimi ekranın üzerine kapatıp hayır anlamında ufak bir çığlık atıyorum. Ama askerlerin elinden alamıyorum çocuğu…

Konuşma sırasında gençlerin ikisinin ara ara çok etkilendiğini fark ediyorum, merak edip onlara da sorularımı yöneltiyorum. Ali, iç savaşta henüz çocukmuş. RUF çeteleri babasını askere çalışıyor iddiasıyla yakmışlar. O anı görmemiş ama babasının cesedini gördüğünü söylüyor. Amaj ise Sierra Leone’nin mineral zenginliklerinin çok fazla olduğu Kono bölgesinde bir köyde yaşıyormuş. ”Elmas, altın, titanyum hepsi boldu bizim bölgede, o yüzden özellikle bizim yaşadığımız yerlerde çok fazla katliam yapıldı “ diyor. Bütün köyünü yakmışlar. Ailesinden kimse hayatta kalmamış. Onun da babasını yakarak öldürmüşler. Bacağını açarak aldığı kurşun ve bıçak yaralarının izlerini gösteriyor. Olaylar olduğu sırada 17 yaşlarındaymış.

Sierra Leoneliler mültecilik başvurusunda bulunmak istemiyor. Çünkü bu statüye girdiği zaman Türkiye’nin belli illerine dağıtılıyorlarmış. Oralarda nasıl yaşayıp nasıl iş bulabileceklerini bilmiyorlar. Bir tek Amaj halen kendisine acı veren bacağındaki hasarı tedavi ettirebilmek gerekçesiyle İstanbul’da bir senelik resmi oturma izni alabilmiş. Ama o da bir sene sonra gönderilmekten kaygı duyuyor.           “ Oturma iznimi uzatmanın bir yolu var mıdır diye soruyor. Burada bir arada yaşıyoruz. Birbirimize destek oluyoruz”… Konuşurken iyi kalpli, korunmaya muhtaç bir çocuğun ürkekliği ve yüz ifadesiyle anlatmaya çalışıyor derdini.

İç savaşla ilgili çok merak ettiğim bir konuyu sormak istiyorum sizlere diyorum.

 O günlerdeki çeteler içerisinde bu tür cinayetlere katılan insanları tanıyor muydunuz?

Tanıdıklarımız çok var diyorlar.

-Peki bizler de Türkiye’de Sierra Leone boyutlarında olmasa da bir tür iç savaş yaşıyor sayılırız. Birçok insanın kanaati şu ki, bir gün bu ülkeye barış da gelse sular o kadar kolay durulmayacak. İnsanlar birbirlerinin katillerini biliyor. Belki kan davaları başlayacak. Sizler birbirinizi nasıl affedebildiniz?  Nasıl çatışmaları bitirdiniz?

“Savaşın dört ana faktörü vardı” diyor içlerinden bir tanesi.  Askerler, isyancılar, sivil direnişçiler ve avcılar diye adlandırdığı dört gruptan bahsediyor. “Hepsi de aslında vahşete bulaşmıştı. O dönemde hükümet ile isyancılar arasında bir tür danışıklı döğüş vardı. Önce askerler geliyordu, sonra isyancılar gelip askerlerin geldiği yerde, askerler buraya niye geldi diyerek katliam yapıyorlardı. Hükümet de diğer tüm gruplar da halka karşı çok acımasızdı. Birleşmiş Milletler müdahalesinden sonra tüm bu grupların savaş suçu işleyen liderleri yargılanıp cezalandırıldı. Sivil halk içinse gerçekleri araştırma ve barıştırma komisyonu adı altında bir yapılanma kuruldu. Bu komisyonun bir toplanma merkezi vardı. Halk yüz yüze gelerek hem yaşadıklarını aktardı, hem de orada birbirlerinden özür dileyerek karşılıklı birbirlerini af ettiklerini beyan ettiler. Bu arada basın, televizyonlar ve radyo sürekli olarak af etme ve intikam almamak üzerine telkinde bulunan yayınlar yapıyordu. “

-Sonradan bu sistem tuttu mu? İçinizdeki öfkeyi yenebildiniz mi?

“Bu ülke bizim ülkemizdi. Başka bir yer, başka bir ülke şansımız yoktu. Ve barışa çok ihtiyacımız vardı. Çok acılar çekmiştik. Şiddetle barışı istiyorduk. Hepimiz bunun bilincindeydik. Ve birbirimizi affettik”

Yaşadıklarınızı yazmayı, tarihe kaydetmeyi düşünüyor musunuz diye sorduğumda ise yazmak istemediklerini, her şeyi unutmak istediklerini, yaşananları yazmanın tekrar öfkeyi canlandırıp çatışmaları geri getirebileceğini söylüyorlar.

İçlerinden bir tanesi Türkler ve Kürtler arasında olanlar hakkında da biraz nasihat vermek istiyor. Ahmet müdahale ediyor. “Sen burada neler yaşanmış, buradaki mesele nedir biliyor musun ki konuşuyorsun!” diye soruyor ona. Bir yerde haklı tarafları var elbette. Sierra Leone’de insanlar hiçbir şekilde milliyetçilik sebebiyle ya da dini ayrılıklardan birbirleriyle savaşmamışlar. Hatta Hıristiyan, Müslüman ve yerel dinlere sahip diğer azınlık grupların dinsel açıdan hiçbir gerilim yaşamadan barış içerisinde hayatlarını sürdürdükleri örnek bir Afrika ülkesi olduklarını söyleyip bu yönleriyle övünüyorlar.

Onlar tümüyle elmas, altın gibi madenlerin getirdiği ranta sahip olmak isteyen çeteler sebebiyle bir cinnet ortamına girmişler. BM müdahalesinden sonra bu rant çetelerinin cinayetleri engellenmiş. Yeni kurulan hükümete yakın çevreler dışındaki fakir halk hâlâ hiçbir şekilde gelir kaynaklarına ulaşamasa da bir şekilde yorgan gidince kavga da bitmiş şimdilik.

Öte yandan Sierra Leone hâlâ dünyanın en fakir ülkesi olma özelliğini komşusu Liberya ile beraber taşıyor. Sierra Leone’de 6,3 milyon dolayında olan nüfusun yarısından fazlası günde bir doların altında bir parayla hayatını sürdürüyor. Ülke nüfusunun üçte ikisi işsiz. Ortalama ömür erkeklerde 42 kadınlarda 45 yaş. Her dört çocuktan birisi beş yaşından önce ölüyor.

Eve döndüğüm zaman Cry Freetown ile beraber bu konuda dört beş belgesel film izliyorum. Hayatımda gördüğüm en korkunç vahşet görüntülerinin yer aldığı, küçücük çocukların kollarının bacaklarının kesilip öldürüldüğü bir sürü sahne var bu belgesellerde. Sierra Leone içerisinde halen iç savaş sırasında kaçırılıp uyuşturucuya alıştırılan, birer cinayet makinesine çevrilen çocukların yer aldığı epeyce rehabilitasyon kampı var. Bazıları zihinsel, bazıları bedensel ama hepsi ruhsal olarak çok büyük hasar görmüş çocuklar bunlar. (Sierra Leone’nin tarihi ve İç savaş yılları ile ilgili olarak bknz. İkinci bölüm)

Baktım güneşli güzel bir şehirdeyim  (15. 12. 2012)

Aradan on gün geçtikten sonra bu defa  aynı binanın giriş katındaki bir oda bir mutfak ve bir tuvaletten oluşan daha küçük ve yukarı kata göre epeyce rutubet kokan bir mekanda yapıyoruz röportajımızın devamını.  Bugün görüşmeye on kadar arkadaş katılıyor gruplarından. Röportajı  kendini pervasızca göstermekten çekinmeyen meraklı bir farecik de dinliyor. Fareyi görünce ayaklarımı yatağın üzerine çekmem eğlendiriyor gençleri. Simalar sürekli değişiyor. Daha önce konuştuğum gençlerden bir tek Ahmet var bugün aramızda. Ahmet hayatını anlatırken daha cesaretli. Diğer arkadaşlar çekingen bir şekilde katılıyorlar sohbete.

Türkiye’ye geliş hikâyelerini çoğu anlatmak istemiyor.  Vizeli gelenlerimiz çok diyerek tedirginliklerini belli ediyorlar. Hepimiz vizeyle geldik! diyor içlerinden bir tanesi. Ahmet  gülüp müdahale ediyor.  “Senin vizen mi var niye yalan söylüyorsun” diye hafifçe paylıyor arkadaşını.

Vize almak Sierra Leoneliler için çok zormuş. Sierra Leone’de doğrudan vize alamazlarmış. Çünkü Türkiye’nin orada Büyükelçiliği yok. Ancak 400-500 dolar gibi bir uçak parasını sağlayabilenleri Nijerya, Gana gibi ülkelere geçip oradan alabiliyorlarmış vizelerini. Öğrenciler  6-8 ay ya da bir senelik vizeler alabiliyormuş. Diğer sebeplerle gelenler üç ay. Ya da çok zor olan kara yolundan iki üç günlük seyahatlerle gidebilirlermiş bu ülkelere. Ancak anlaşılıyor ki Sierra Leonelilerin yurtdışına vizesiz gidebilme imkânı buldukları esas yer Senegal.

Ahmet  “Okulda öğrenci liderliği için yarışıyorduk. Sonra iki grup arasında kavga çıktı. Yaralamalar oldu. Ben de bu kavganın içinde kalınca ceza almamak için yurtdışına kaçtım. Karayolu ile Senegal’e geçtim. Parasızdım. Orada bana yardım ettiler. Biz Afrikalılar arasında böyle bir dayanışma vardır. Zorda kalırsan tanıdığın olmasa da sana sahip çıkarlar, yardım ederler. Sokakta bırakmazlar seni “ diyor. Bir süre sonra Senegal dışına çıkmanın yollarını aramış. Sağa sola sormuş, durumunu anlatmış. “Senegal’de benim için bir gelecek yok. Geleceğimin olacağı, iş bulabileceğim bir ülkeye gitmek istiyorum” demiş etrafındakilere. Hayali Avrupa’ya geçebilmekmiş. Ticaret bölümünü okuduğu için orada mesleğime uygun bir iş bulurum diye düşünmüş.

Ayrıntısına girmek istemiyor yola çıkış hikâyesinin. Çünkü zorda kalanların zaman zaman tehlikeli acımasızca da olsa illegal kaçış yolları bir kurtulma şansı onlar için. O şansı da tehlikeye atmamak gerek.

“Benim gibi 20 kadar Afrikalı kişi başı 2500 Dolar gibi bir parayı tedarik ederek bir geminin konteynırına yüklendik. Ben zor durumda olduğum için 1500 doları ailemden tedarik edip anlaşarak yola çıktım. Geminin karanlık, dar bir bölmesinde oturarak geldik. Yiyeceklerimizi çantamızda getirmiştik. Yol boyunca onunla idare ettik. Başka ülkelerden Afrikalılar da vardı. Birbirimizi tanımıyorduk. Sadece tuvalet ihtiyacımız olduğunda kapıya vuruyor dışarı çıkabiliyorduk. Yolculuk üç hafta kadar sürdü. Anlaşmamız Avrupa’ya gitmek üzereydi. Sonra bir limana yanaştık. Ben ve diğer dört arkadaşım baktık çok güzel,  iyi yolların olduğu, binaların güzel göründüğü bir şehirdeyiz.  Hava güneşli, sıcak…Etrafta beyaz insanlar var. Bana o an o kadar güzel geldi ki dışarısı… Bir Avrupa şehrine geldik zannettim.  Çok güzel göründü her şey gözüme. Biz burada yaşarız deyip çantamızı alıp indik gemiden. Daha önce Türkiye diye bir ülkenin adını bile duymamıştım. İndiğimiz yer Mersin’miş. Zaten tekrar geri dönmek istesek almazlardı bizi gemiye. Oradan otobüsle İstanbul’a geldim.  Burayı bulup yerleştim.” diyor.

İlgilerinin biraz dağıldığını hissedip bir sigara içmek için izin istiyorum. Afrikalılar sigaradan hiç hoşlanmıyorlar. Hiçbiri kullanmadığı gibi içlerinden bir tanesi neden böyle çocukça bir şey yaptığımı soruyor. Çocuklar içer bunu gibi bir şeyler söylüyor. Ama colayı da çok seviyorlar. Gelirken yanımızda meyve getirmiştik biraz seveceklerini düşünerek.  Neşeyle hazırlayıp ikram ediyorlar. Ahmet bir narı eline alıp biz hiç bu meyveyi yemedik. Nasıl bir şeydir, nasıl yenilir diye soruyor. Onlarla ilgilenen arkadaşların dediğine göre sadece narı değil bir çok şeyi hiç yemezlermiş. Hep pilav yiyorlar diyor içlerinden birisi sonradan. Bazen tavuk… Diğer gıdalara hiç alışık değiller. Hele bazen telefon açıp pirinç bitti dedikleri zaman çok telaşlanıyorum. Pirinç bitti demek tamamıyla aç kaldık demek onlar için. Pirinç her şeyleri.

Burada çok iyi insanlarla karşılaştıklarını söylüyor sohbetin devamında Ahmet. Ama bazı insanlar düşmanca ya da alaycı yaklaşıyorlarmış. Çocuklar “Hey zenci!” diye seslenerek alay ediyorlarmış. Bazen de büyükler yapıyorlar bunu diyorlar. Zenci kelimesi bizim dilimizde çok kötü bir anlam ifade etmez aslında diyorum. Ama anlıyorsun diyorlar. Gülümseyerek dostça söylenişi var, bir de sana ”Hey! Zenci!” diye bağırma şekilleri var. O anda vücut diliyle aynen taklidini yapıyorlar bu tür insanların. Karşımda görür gibi oluyorum gerçekten. İlk defa konuşurken biraz öfke hissediyorum hallerinde.

Geleceğe dair planlarını sorduğumda tamamen karanlık diye devam ediyor pek çoğu. Elimizde bir şey kalırsa ülkemize, ailelerimize yolluyoruz. Çabuk çabuk işlerden ne gelirse… Çabuk çabuk dedikleri işler onlar için daha çok moloz taşımak demek. En fazla haftada 2 ya da 3 kez geçermiş o imkân ellerine. Tüm gün çalışmanın bedeli 20-25 lira. Yemek çoğu zaman verilirmiş. Ama verilmediği de olurmuş. Birçoğu güzel futbol oynarmış. Bu ümitle de gelmişler biraz da ülkelerinden. Futbolcu olabilmeyi hayal etmişler.

Birçok göçmenin kaçak da olsa istihdam edilebildiği sektörlere girme şansları, Afrikalıların tenlerinin rengi sebebiyle hiç yok. Büyük yaptırımları olan kaçak göçmen çalıştırma cezalarını diğer göçmen işçiler için ucuz iş gücü olması açısından göze alabilen iş yeri sahipleri, siyah ırk için bunu yapamıyorlar. Hemen kolaylıkla teşhis edilip başlarına sorun açılacağından korkuyorlar. Az sayıda olan Sierra Leoneli “sista”larının ise hepsi  işsiz.  Afrikalı göçmenlere kalan bu durumda ya sokakta saat ve  bazı otantik şeyler satmak ya da çabuk çabuk dedikleri işlerde çok ucuza çalışmak.

Sokaklarda bir şeyler satabilenler biraz daha bu kesim içerisinde şanslı bir güruhu oluşturuyor. Onların aşağı yukarı on yıldır Türkiye’de yaşayan  Nijeryalı, Ganalı ve birkaç ülkenin göçmenleri olduğunu öğreniyorum. Sierra Leoneliler ise bu şehrin henüz çok yeni sakinleri. Üstelik tenlerinin rengi ile dalga geçilip, kışkırtıldıkları için sokaklara çıkmayı sevmiyorlar. Ya Tarlabaşı’nın belli sokaklarında ya da evde geçiriyorlar tüm vakitlerini. Birkaç defa Eminönü, Fatih, Aksaray gibi yerlere gittiklerini ancak bu laf atma ve alaylardan çok rahatsız olduklarını dolaşmak istemediklerini söylüyorlar şehirde.

Muziplik yapmaya çalışıyorum biraz. Siz de onlara şöyle böyle söyleyin diyerek. Onlar da gülümsemeye çalışıyorlar biraz, sana ayıp olmasın gibilerden.

Ama bu konuda derinden yaralı olduklarını gizleyemiyorlar tüm halleriyle..
 
… E-Kitap okumak için…

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 3

İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Kitap tanıtan kitap 4

Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:özlem yağız (@ozlemya) Tarih: Şub 8, 2013 | Reply

    Tarlabaşından Sierra leoneye bir yolculuk. Yazının ilk bölümü. İkinci bölümde ülkenin tarihi kanlı elmas savşı yeralck http://t.co/7XEjFYnz

  3. Yazan:@oslemimden Tarih: Şub 9, 2013 | Reply

    RT @asli_yeraz: Ne de guzel yazmis @ozlemya , yuregine saglik, hepimiz icin durmadan kanayan yaradir gocmenler http://t.co/Nn69rNYv

  4. Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Şub 9, 2013 | Reply

    Özgür Bırakılan Kölelerin Ülkesi: Sierra Leone (1): http://t.co/a3619Mg2

  5. Yazan:@Ozan_Kardas Tarih: Şub 11, 2013 | Reply

    RT @ozlemya: Tarlabaşından Sierra leoneye bir yolculuk. Yazının ilk bölümü. İkinci bölümde ülkenin tarihi kanlı elmas savşı yeralck http://t.co/7XEjFYnz

  1. 1 Trackback(s)

  2. Tem 29, 2013: Türkiye’nin Somali’deki rakibi İngiltere…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin