RSS Feed for This Post

Demokrasinin en büyük düşmanı halktır!

 

“… Bir devleti devlet yapan nedir? Kalın surlar, yüksek kale burçları mı? Hayır. Bir devleti devlet yapan yüksek değerlere sahip insanlardır. O insanlar ki ödevlerini bilirler. Ama haklarını da bilirler ve o hakları koruyacak cesareti gösterirler …” (Thomas Jefferson*, ABD’nin 3cü başkanı)

 Genelde demokratların en büyük korkusu diktatörlüktür. Seçimle ya da askerî bir darbe ile başa geçebilecek anti-demokratik liderlerden korkarlar en çok. Muz cumhuriyetlerindeki ve Türkiye’deki askerî darbeler hatıra gelir hemen. Veya Adolf Hitler gibi faşist liderlerin (güya) demokratik yolla başa gelmesi tartışılır durur. Oysa demokrasinin en büyük düşmanı halktır. Daha doğrusu halkın bencilliği ve miskinliği en zayıf halkadır, demokratik sistemlerin yumuşak karnıdır bu.  Zira gücünü halktan alan rejimler için halkın siyasetten soğuması yıkıcı bir tehdit unsuru. Bu soğuma, uzaklaşma korku ile, hatta paranoya ile oldu geçmişte. Türkiye’de Kürt korkusu ve irtica korkusunu biliyoruz. Başka ülkelerde de iktidarlar öcüler ürettiler ve bu yolla halkı siyasetin dışına ittiler. Ama korku dışında da faktörler olabilir. Halkı demirden zincirlere vuramayanlar bunu yerine altından zincirler de kullanabilir: 

“… Belki firavunlar piramitlerini kırbaç altında inleyen kölelerin emekleriyle yükselttiler. Günümüzde olay biraz farklı. Köleler, ‘Belki ben de firavun olurum’ düşüncesiyle piramidin inşasına gönüllü olarak ve tebessüm ederek katılıyorlar.” (İsmet Özel)

 Gerçekten de halka sirayet eden, saplantı halini alan bir zenginlik umudu, bolluk, refah takıntısı demokrasiye zarar verebilir. Çünkü böyle bir ülkede vatandaşlar kendi küçük dünyalarına, tatillerine, lüks hayata odaklanacaklar; insanlar “ötekine” yapılan zulme, haksızlığa kayıtsız kalacaktır. Yani Para ile temsil edilen maddî değer yükselir, insanı insan yapan değerler alçalır. Paranın  değeri Adalet, Vicdan, Sevgi’nin üzerine çıkar. Bu koşullarda siyasi irade Kapital’in yani sanayicilerin ve bankaların eline geçer, halkı temsil etmesi gereken milletvekilleri sermayenin elinde oyuncak olur, demokratik rejimler zayıflar ve çökerler.

1980’lerden itibaren Amerika Birleşik Devletleri tam da bu tarife uyan bir sürece girdi ve 2008’den sonra demokrasinin gördüğü hasar ciddi boyutlara ulaştı. Elbette 2008 krizini başlatan bankacılar masum değil. Elbette bu bankacılarla suç ortaklığı yapan siyasetçiler masum değil. Zaten geçen haftalarda yayına giren 6 bölümde anlattığımız gibi krizin çıkarılması ve halkın parasının bankacılara dağıtılması hukukî bir sorundur ve ABD devletinin meşruluğunu tartışmaya açmıştır:

 Ancak bu son bölümde biraz daha derine inmek istiyoruz, bu büyük soygunu mümkün kılan fikrî zemin neydi? Dünyanın en güçlü ordusu, ekonomisi nasıl oldu da bir avuç bankacıya yenik düştü? Sanırım bu sorunun cevabını verecek en yetkili insanlar ABD’ni kuranlardır. Bu devasa “makinenin” tasarımını, montajını yapanlar, ABD’nin mimarları bize sistemin zayıflıklarını da net biçimde söyleyeceklerdir. Meselâ şu satırları dikkatle okuyalım: 

“…Bankacılık sistemini hukuk çerçevesine sokamadık. Bu zayıflık bir gün gelip anayasal düzeni yıkabilir. Bugün dahi bir takım ahlâksızlar halkın ekmeğiyle kumar oynamaktalar. Bankacıların bu arsızlığı gelecek kuşaklara yük olacaktır […] Amerikan halkından önce hiç bir ulusun kaderi para hırsına ve özel kişilerin hokkabazlığına terk edilmemişti. O kişiler ki ticaret aracı olan paranın dolaşım miktarını milletin ihtiyaçlarına değil kendi çıkarlarına göre arttırırlar. Bir kâğıt seliyle mülkiyetin cari fiyatını şişirirler, sonra o mülkiyeti yok pahasına alırlar […] Serbest ticarete ve rekabet kurallarına aykırı olan bu iş yapıldı ve yine yapılacaktır. Üstelik kanun yapıcıların gözü önünde hatta koruması altında! Adalet, erdem, ödev bize emrediyor: Bütün memleket yağmalanmadan önce bu hırsızlar durdurulmalıdır …” (Thomas Jefferson*, özel mektuplarından)

 Demokrasideki tasarım hataları

Kemalizmin çizmesi altında 80 sene inim inim inledikten sonra demokrasiyi eleştirmek zor. Hele Avrupa, Amerika, Kanada, Avustralya gibi bir çok ülkede demokrasi ve refah kolkola giderken bu eleştiriyi yapmak daha da zor. Fakat demokrasiyi bir ideal, kendi kendini meşru kılan bir değer olarak görmek doğru değil. Toplumun hedefi ne ise, adalet, barış, refah… bu hedeflere ulaşmak için bir araç olabilir demokrasi. Bu gözle bakıldığında durum değişiyor. Yani “adalet ve refaha ulaşmak için en iyi araç bu mudur?” diye sorduğunuzda, demokrasiyi kurumlarıyla, zihniyetiyle birlikte değerlendirdiğimizde kendine has bazı “dizayn hataları” göze çarpıyor hemen. Nedir?

 Birinci hata demokrasinin tarihinden geliyor: Avrupa’nın sınıfsal ve dinsel kavgalarından doğan bu ateşkes rejimi ister istemez ahlâkî bir görelilik dayatıyor bize. Yani “o da olur, bu da olur, sen de haklısın”. Haklı ile güçlü birbirine karışıyor. En çok oy alan değil en çok lobi yapan, en çok parası olan öne geçiyor.

 İkinci hata ise demokrasinin felsefesinde: Pozitivist, fayda-tehdit ekseninde işleyen modern devlet halkı ile kurduğu ilişkiye bu zihniyetini yansıtıyor. Haliyle kutsanan, yüceltilen birey anonimleşiyor. Demokrasilerde birey TEK-likten TEK-tipleşmeye doğru gidiyor. Seçmen, üretici, tüketici gibi kitlesel rollerde kristalleşen birey referandumlara, istatistiklere ve nihayetinde “kamuoyu” denen soyut bir algıya hapsoluyor.

 Üçüncü mesele ise demokrasi sayesinde kurulan barış ortamı. Sınıf çatışmalarının büyük ölçüde askıya alınması sayesinde bireysel refah artıyor. Bu kendi başına elbette olumlu bir gelişme. Ama bir yanda bu bolluk, diğer yanda siyaset üzerinde etki etmenin zorlaşması ve anonimleşmesi varsa ne olacak? Siyasette, toplumsal meselelerde silikleşen bireyler lüks tüketimle, marka tutkusuyla bun tazmin edecekler. Birisi olmak mümkün değilse çok şeye sahip olmak hedefi kalıyor bireylerin elinde.

 Demokrasinin genetik kusurlarını yani demokrasiden çıkartılıp atılması neredeyse imkânsız olan bu sorunları teşhis etmenin en iyi yollarından biri sanırım Alexis de Tocqueville’e başvurmak. Siyasetçi, tarihçi, filozof ve hatta sosyolog olarak kendini ispatlamış bir deha Tocqueville. Hem Fransa’nın hem de Amerika’nın en çalkantılı yıllarında siyasetle ve anayasa hukuku ile meşgul olmuş, dünya siyaset felsefesinin başyapıtlarından biri olan Amerika’da Demokrasi adlı eseri yazmış, sene 1835. Yaklaşık olarak ilk sayfada alıntıladığımız Thomas Jefferson imzalı mektupların yolladığı yıllar. (Önemli gördüğüm 7 paragrafı aktardıktan sonra Avrupa tarihindeki devrim-demokrasi ilişkisine dikkat çekeceğim ve bu makaleyi sonuçlandıracağım)

 “… Kendimizi kandırmayalım, demokratik kurumlar insanların ihtiraslarını şiddetle körüklüyor. Bu hırs kurumların herkese eşit olma imkânı vermesinden değil, bu imkânın kullanılmasındaki aksamadan kaynaklanıyor. Demokratik kurumlar eşitlik  arzusunu uyandırıyor ve körüklüyor ama bu arzuyu tatmin edemiyor. Vaad edilen mükemmel eşitlik sürekli halkın elinden kaçıyor, tam yakaladığını zannettiğinde kayıp gidiyor. Pascal’ın dediği gibi bitmeyen, ebedî bir kaçış bu. Halk durmadan kendini hazırlıyor bu eşitliğe. Ne olduğunu bilecek kadar yakın, tadamayacak kadar uzak. Başarma umudu onu heyecanlandırıyor, başarma ihtimalindeki belirsizlik ise bıktırıyor.

 […] 

 Maddî arzuları doyurma çabası demokrasiler için olmazsa olmazdır. Ama yasalar karşısında eşit olmak, serbest ticaret ve rekabet ortamı sebebiyle toplum siyasetten uzaklaşır. Egoist beklentiler peşinde koşan, maddî çıkarları dışında hiç bir derdi olmayan burjuvazinin boşalttığı alan despotik bir devlet tarafından doldurulabilir.

 […]

 Yeni despotizmin neye benzeyeceğini hayal ediyorum. Birbirine benzeyen, “eşit” insanlar görüyorum küçük ve sıradan hazlar peşinde, hiç dinlenmeden kendi etraflarında dönüyorlar. İçlerini, ruhlarını dolduruyorlar bu hazlar ile. Her biri ötekilerle arasına bir mesafe koymuş, onların başına gelen şeylere kayıtsız, yabancı gibi. Çocukları ve yakın arkadaşları onun için bütün insanlığı teşkil ediyor. Kendi ülkesinin vatandaşları? Hemen yanındalar ama onları görmüyor. Dokunuyor ama neredeyse hissetmiyor. Sadece benliği var ve benliği için var. Elinde bir aile kaldıysa bile artık vatanı yok.

 Onun bu bireysel hazlarının sürmesini garantileyen devasa bir güç yükseliyor üzerinde. Mutlak, düzenli,  öngörülü ve şefkatli. İnsanı yetişkinliğe hazırlayan baba şefkatini andırsa da özünde bireyleri çocukluk mertebesinde tutmayı amaçlıyor. Vatandaşların haz almalarından hoşlanıyor, yeter ki istedikleri tek şey bu olsun. Bu güç gönüllü olarak bireylerin mutluluğu için çalışıyor ama bu mutluluğun tek vektörü ve tek hakemi olmak iddiasında. Onların güvenliğini sağlıyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, haz almalarını kolaylaştırıyor. Endüstrilerini yönetiyor, miras sorunlarını çözüyor. Böylece bireyler düşünmenin zahmetinden ve yaşama ızdırabından kurtuluyorlar.

 Vicdan ve özgür irade her geçen gün biraz daha gereksiz ve nadir oluyor, daha küçük alanlara hapsediliyor. Özgürlük böylece insanların parmakları arasından kayıp giderken birey [felçli bir hasta gibi] kendini yönetme kabiliyetini tamamen kaybediyor. […] Demokratik toplumların korkması gereken en büyük tehlike anarşi değil. Zira eşitlik iki eğilim doğuruyor: birincisi insanları bağımsızlığa götürüyor ve anarşiye yol açabilir. Diğeri is daha uzun, sinsi ama daha kesin bir şekilde köleliğe götürüyor.

[…]

  Demokratik ülkelerde sınıf ayrımı yok. Haliyle buralarda yaşayan insanların ne üzerlerinde ne de altlarında biri var. Sınıf ayrımı olmadığı için bireylerin doğal müttefiki sayılabilecek kimse de yok. İnsanlar içlerine kapanıyorlar ve kendilerini toplumdan soyutlanmış olarak düşünüyorlar.

 […]

 Böyle insanların özel hayatlarından bir nebze ayrılıp toplumun sorunlarıyla ilgilenmeleri çok zor. Doğal olarak kollektif karar ve sorumluluğu devlete ve onun temsilcilerine terk ediyorlar. Hem toplumun dertleriyle uğraşmayı sevmiyorlar hem de vakitleri yok.Demokratik ortamda özel hayat o kadar aktif ve o kadar arzularla dolu ki kimsenin siyasete ayıracak vakti yok.”

 

Demokratik zihniyet demokrasiden önce doğmuştur

Demokrasilerin bozulmasında darbe gibi bir komplo aramak yersiz. Mesele daha çok demirin paslanması gibi, içeriden ve sinsice işleyen, yavaş bir süreç. Demokrasi içinde uzun süre yaşayan insanların hayat görüşlerinde meydana gelen değişimler demokrasiye zarar verecek bir zihniyetin tohumlarını atıyor. Neden böyle oluyor peki?

 Demokrasiyi genelde siyasi bir rejim olarak tasavvur ederiz. Ama daha geniş bir perspektiften de bakılabilir, Alexis de Tocqueville’in yaptığı gibi, “demokratik fikirli toplumdan” bahsedebiliriz meselâ. Yani demokratik bir rejimi mümkün, hatta kaçınılmaz kılan insan topluluklarına odaklayabiliriz nazarlarımızı. Gereklidir de bu. Zira devrimler, büyük rejim değişiklikleri çoğumuzun sandığı gibi bir başlangıç değildir, bir sondur. Uzun yıllardır yaşanmakta olan emek/ sermaye/ teknoloji/ güç / hak / iktidar ilişkilerindeki sert değişimlerin, keskin virajların resmiyet kazanmasıdır devrim.

 Avrupa’da demokrasinin ortaya çıkışı ve gelişimi düşünülüp tartışılmış bir proje değil. Bazı zaruretlerden doğmuş bir tür ateşkes hali daha çok. Teknoloji ilerlemiş, endüstri devrimi toplumu dönüştürmüş ve bir işçi sınıfı ihdas etmiş meselâ. Yine aynı süreçte şehirde yaşayan, “soylu” olmayan sermaye sahipleri ortaya çıkmış… Yani toplum değişmiş. Karınlarını doyurma şekilleri değişmiş, ticaretleri değişmiş… Bu yeni düzende Kilise’nin, kralların, soyluların nüfuz sahaları daralıyor haliyle. Buna karşılık endüstriyel ve finansal bir “yeni aristokrasi” doğuyor, her yerel güç gibi o da iktidara talip.

Evet, Avrupa’da cumhur iktidara talip olmadan önce güçlenmiş, bunu hemen görebiliyoruz. Gücünü Gök’ten (Batılı “Tanrı” algısı) alan bir sosyal yapı gitmiş, gücünü Yer’den (Para: Yer Tanrısı) bir yapı gelmiş Batı’ya; ve bu dönüşüm çok hızlı gerçekleşmiş. Yeni teknik ve ekonomik kurallarla şekillenen yeni dünyada eski kurumlar zorlanmış doğal olarak: Krallık, prenslik tıpkı Vatikan gibi ritüellere, ünvanlara indirgenmiş. Yani devrim çoktan olmuş ve bitmiş. Fransız devrimi ve diğer avrupalı ulus-devlet projeleri birer sebep değil sonuç. Yaşananlar adeta bir deprem gibi: Felaket öncesi yer altında yıllarca birikmiş muazzam bir enerjinin birden bire boşalmasına benziyor bu devrimler.

 Her ağacın kurdu özünden olur

İkinci dünya savaşı sonrası kurulan zengin ve demokratik rejimlerin öncesindeki faşist ulus-devletlerin yani Hitler, Mussolini, Stalin ile geçen 1930’ların temeli aslında 1789 Fransız devrimi sırasında atılmıştı. Çünkü tam o sırada Avrupa’da aristokratik toplumları, kralları, derebeyleri mümkün kılan fikrî zemin aşınmıştı. Ama Avrupalı eşitlik istediyse bunu soyut bir değer olarak talep etmedi. “Soyluların” ayrıcalıklarından nefret ediyordu, eşitlik talebi bu nefretten doğmuştu. Yani negatif bir tarifi vardı, eşit haklar ya da adalet değildi arzulanan. Eşitsizliklerin ortadan kalkmasıydı. Bu sebeple Avrupalının eşitlik arzusu tehlikeliydi. Faşizme, Komünizme kapı açan bir arzuydu bu. Çünkü hak ve Adalet üzerine inşa edilmiyordu. İnsanlar pekâla sefalette hatta kölelikte de eşitlenebilirdi. İki dünya savaşı, Stalin Rusyası, Mao’nun Komünist Çin’i ve daha nice örnek sayılabilir.

 Avrupalı oturduğu evi yıkıyordu ama başını sokacağı başka bir çatı yoktu ortada. Eskiden din üzerinden tarif ettiği, ilâhî adaletin tecellisi kabul bir adalet vardı. Evet, kral ve yakınlarını kayırıyordu bu adalet, evet ideal değildi, adil değildi bu düzen. Ama ya yerine konulacak olan eşitlik? Bu adaleti sağlayacak mıydı? Müspet ve menfi sonuçlar ortada.

 Avrupa’da laiklik de bir din özgürlüğü talebi olarak doğmadı. Daha çok Vatikan nefreti, kilise baskısına bir reddiye idi. Yani tıpkı eşitlik gibi, negatiflik içinde, itirazla tarif edilen, değersiz bir değerdi laiklik. İşte bu itiraz kültürü şekillendirdi batı usulü demokrasileri. İsyankâr ve reaksiyoner. Faşist diktatörlükler ya da komünizm gibi diğer totaliter rejimlerle kıyaslandığında demokrasi elbette çok daha iyi. Ya da “MADE IN BATI” olan batı bütün alternatiflerin içinde en az kötü olanı demokrasi.

 Tabu bu tahlilden sonra insan şöyle bir soru sormak istiyor: Kardeşim, sen neden, kimden yanasın? Bürokrasi devleti semayeyi ve ticareti yönetse “faşizm” oluyor. Ceberrut bir devlet ekmek ile şantaj yapıyor kendi halkına. Yok eğer liberal ceyeranlarda kalıp, ticareti ve finansal hareketleri tamamen serbest bırakırsak bu sefer sermaye sahipleri devletin içine sızıyorlar. ABD’de gördüğümüz gibi bir oligarşi kuruluyor. Polisi, savcısı, borsa denetim kuruluşlarıyla devletin çarkları sermaye için dönüyor. Adını ne koyarsanız koyun güçlerin bir elde toplanması sakıncalı; sonuç kötü, faşizm olmazsa liberal totalitarizm oluyor. Yasama, yürütme, ordu, sermaye, basın, din… bir ülkenin gidişini etkileyecek güçler tek bir elde toplanınca adalet işlemez hale geliyor, halkın iradesi çiğneniyor. Haliyle “Devlet mi bankaya müdahale etsin yoksa banka mı devlete?” şeklinde sunulan iki alternatif(!) gerçekte bir aldatmaca. Özel ve kamusal güçlerin hukuk dışına çıkması ya da hukuk çerçevesinde kalmasıdır temel sorun.

 Liberal(?) bir itiraz

Piyasa veya bürokrasi arasında bir tercih yapmanın, birini ötekine üstün kabul etmenin ne kadar yanlış olduğunu anlatmak için kurucu yazarlarımızdan  T.Suat Demren’den istifade edelim. Kendisi ile yaptığımız yazışmada bir ekonomist olarak şu fikri tasdik edip etmediğini sormuştum:

 “… ‘Özel’ de olsa bir bankanın iflası bakkal dükkânı veya tuğla fabrikası iflası gibi değil. Ulus-devlet devreye giriyor, halkın vergileriyle banka kurtarılıyor ama sağlık, eğitim, güvenlik gibi hizmetlere para kalmıyor. İşler yolunda iken, ekonomi büyürken bankalar “özel ve enternasyonal”. Yaptıkları kârı kimseye koklatmıyorlar. Ama kriz dönemlerinde hepsi “ulusal” olup çıkıyor. “Bizi kurtarmazsanız kriz büyür, sizi de yutar”diyerek şantaj yapıyorlar. Yani kârları özelleştirip, zararları kamulaştırıyorlar. Demek ki devletin ve halkın bankalar üzerinde daha fazla söz hakkı olması gereklidir ve meşrudur. Riskleri halkla paylaştıkları müddetçe bankalar “özel sektör” sayılamazlar … 

Suat’in cevabını aynen aktarıyorum zira hem kabul hem de itiraz ettiği noktalar konumuza ışık tutuyor, okurlarla paylaşmak isterim :

  “…son iki cümleye kadar katılıyorum, yani evet bankalar aynen öyle yapıyorlar, ulusdevlet yapısındaki entegre bankacılık tam olarak bu. Yalnız son iki cümle bir tesbitten ziyade çözüm önerisi gibi geldi, bu çözüm önerisine katılmak zor. Bu öneri müdahillik demek ki zaten kısmi müdahale bile bahsekonu sıkıntıları doğuruyor, bunu çözmek için “daha fazla müdahale ve söz hakkı” önermek kısır döngüyü arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Son ABD krizi böyle bir anlayışın eserdir mesela. “Bırakınız batsınlar” denebilmeli, bunu diyebilmek için de en baştan minimum müdahale şart elbette. Ulus devletler bankacılığı bir manivela olarak kullanıyor, mesela seçim kazanmak için (ucuz kredi sübvansiyonu, talep sıkışıklığını aşmak için özel uygulamar, vs) -güya- halk lehine sistemi regüle ediyor, kanuni düzenlemelerle müdahil oluyor. (Bundan banka da seçim kazanan hükümet de kazançlı çıkıyor, rahatladığını sana zavallı halk ise işler karışınca tüm aldığı o geçici refahı bankanın kârıyla birlikte vergi olarak geri ödüyor)  Ulus devlet en baştan beri böyle müdahil olduğu için de işler karışınca “bırakınız batsınlar” diyemiyor elbette. Mevcut demokratik düzen, ulusdevlet ve bankacılık yapısında bahsettiğim çözüm çok radikal ve çok teorik kalıyor ama ilk başta ne kadar az müdahale olursa sistem o kadar piyasa şartlarında işleme şansına kavuşabilir. Ancak son tahlilde mevcut demokratik seçim sistemi, yığınların medya kanalı ile kontrol ve yönlendirilmesi, siyaset, medya ve bankacılığın içiçe geçmişliğini kendiliğinden getiriyor.yani teori ile pratik çok arasında uçurum çok fazla. Liberal ekonominin en büyük açmazı da bu zaten …”

 Biz o gün tartışmamızı daha fazla uzatmamıştık ama kendisine “daha fazla müdahale ve söz hakkı” noktasında itiraz edebilirdim. Bunun bürokrasi değil hukuk olduğunu söyleyebilirdim. Ancak bürokrasiden ve/veya iktidardan bağımsız bir hukuk düşünülebilir mi? Temel mesele bu, sadece liberalizmin değil demokrasinin de açmazlarından biri bu. Çünkü küçük hırsızları yakalayıp hapse atan adalet sistemleri örümcek ağlarına benziyor. Kümesten tavuk çalmaya gelen tilkilerin örümcek ağına yakalandığını pek görmüyoruz.

 Özgür basın, aktif bir sivil toplum, özverili hatta kahraman kişilikli bir kaç bakan ve milletvekili bazı şeyleri değiştirebilirler. Neticede demokrasinin iyi işlemesi ona güç veren halkın erdemli olmasına sıkı sıkıya bağlı. Bencilliğin hakim olduğu bir toplumda ne demokrasi, ne başkanlık sistemi ne de krallık, halifelik vs bir yere varmayacak, zulüm üretecektir. Rejimin ideolojik rengi ise (islamcı bile olsa) bu zulme kılıf dikmekten başka bir işe yaramayacaktır.

 Sonuç / Neden sadece kriz demiyoruz da “demokrasi bitti” diyoruz?

 1980’lerden itibaren liberalizm kendini ÖNCE zihinlere dayattı, liberal liderlerin sloganı “başka alternatif yok” idi.  Batıda ekonomik faaliyetler, özellikle de finans sektörü hukuk çerçevesinin dışına çıkarıldı. 2008’de finansal bir darbe ile demokrasinin ayaklar altına alınmasına şahit olduk. Faşizme, ceberrut ulus-devlete alternatif üreten liberal/özgürlükçü fikir akımları giderek bir ideolojiye dönüştü. Zihinlere giydirilen bir deli gömleği gibi elimizi, ayağımızı ve aklımızı bağladı. Devlet, toplum, gelenek, aristokrasi, din yobazlığı gibi kollektif dayatmalara karşı bireyi savunan liberalizm sonunda bireyin nefsanî arzularını yüceltti. Bu gerçek bir değer kaymasıydı: Özgürlük yerine ekonomik serbestlik, insanî değerler yerine paranın ve malın ölçülebilir değerleri konuldu. Bu da bir tür ORMAN KANUNU idi çünkü Hak yerine geçen kaba kuvvet rolünde Para’yı bulduk. Halkın iradesini temsil eden meclisler, senatolar iradelerini Para’nın, arzın ve talebin iradesine terk ettiler : Milletin iradesi üzerindeki gücün ismi Piyasa!

 Böyle bir fikrî zeminde elbette özgür/serbest bireyler çok fazla barınamayacaktı. İnsanlar kendi küçük dünyalarına, konforlarına odaklandılar. Siyasetten uzaklaşan halkın boş bıraktığı kamusal alan ise yeni bir tür totalitarizm ile dolduruluyor. Bu düzenin yeni aristokratları, yeni zorbaları ve yeni ruhban sınıfları var.

 Komplo teorisi mi? Hayır, 1800’lerden itibaren sosyologlar, siyasetçiler, filozoflar bundan bahsediyorlar. Thomas Jefferson, George Washington, Max Weber, Hannah Arendt, Karl Marx ve Alexis de Tocqueville’in haber verdikleri hatta korktukları “karanlık çağ” sonunda başladı. ABD ve Avrupa Birliği’nde demokrasi zemin kaybediyor, yeni bir tür totalitarizm kök salıyor. Batılı demokratlar gelecek yıllarda başarısız olurlarsa bu coğrafya bireysel haklar bakımından geri gidecektir. Rusya Federasyonu’na veya Çin’e benzeyen rejimlerin Batı’ya hakim olması ihtimal dahilinde. Güçlü ve otoriter devletler, iradesiz halklar…

 

Dipnotlar

* Memoirs, Correspondence, and Private Papers of Thomas Jefferson, 4cü cilt, 1829.

** Alexis de Tocqueville [1835], De la démocratie en Amérique, Tome II, Quatrième partie : De l’influence qu’exercent les idées et les sentiments démocratiques sur la société politique

 

 

 

… Bu konuda e-kitap…

 Liberalizm Demokrasiyi Susturunca

 Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.

 Liberalizmin Kara Kitabı

 Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Kas 15, 2012 | Reply

    Demokrasinin en büyük düşmanı halktır!: http://t.co/2MGtDFhR

  3. Yazan:@erhantigli Tarih: Kas 16, 2012 | Reply

    Demokrasinin en büyük düşmanı halktır! http://t.co/QCVrKc0A

  1. 6 Trackback(s)

  2. Ara 4, 2012: Bize Demokrasi değil Adalet lâzım
  3. Ara 5, 2012: Kâr ederse banka hepsini alır, zarar ederse halk hepsini öder
  4. Ağu 4, 2015: Millî eğitim / Éducation nationale / التعليم الوطني | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  5. Ara 3, 2015: Güçler ayrılığı Aforizmaları | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  6. Mar 9, 2017: Demokrasi / Democracy / Демократия /デモクラシー/ ديمقراطية | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  7. May 11, 2017: Kuvvetler ayrılığı / Separation of Powers / Séparation des pouvoirs / فصل السلطات | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin