RSS Feed for This Post

Birlikte yaşam harcı ölüm olan ülkede yazılacak çok şey var!

“… Uludere’de bombalanarak öldürülenler için ‘dolap beygiri, figüranlar’ diyen İçişleri Bakanı ile ‘öldürürüz parasını veririz’ diyen başbakan da vardı cenazede… Ölümleri bile bu kadar keskin bir çizgiyle ayıran zihniyetin, daha bir yaşında parçalanan çocuk için tuttuğu yasın, döktüğü gözyaşının samimiyeti, yaş damlasının yanaktan süzülüp, kaybolduğu süreye tekabül etmez mi?[…] haber dili ve sunumu, Türk gazetecilik refleks ve anlayışını gözler önüne bir kez daha seriyordu. Analitik düzlemden yoksun olabildiğince duygusal, sonrası düşünülmeden atılan başlıklar, facebook yorumları düzeyinde haber metinleri, işin bir başka vahametiydi …”

Malumudur ki son günlerde yine ölmeye, öldürmeye devam ediyoruz. Haber sitelerinden, sosyal paylaşım platformlarına kadar bütün sanal alem, gazeteler, cep telefonuna gelen bilgilendirme mesajları, dost sohbetleri, hatta bayramlaşma söylemleri ölüm ağırlığında artık! Şehirlerde, kırsal bölgelerde kamufle olan bir grup insan, diğer bir grup insana karşı tuzak kuruyor, bombalar patlatıyor. Beklenmeyen bir yerden, ‘ben burada da varım’ minvalinde kanlı eylemlere imza atıyor. Yaşanan tablo az çok bundan ibaret şimdilik. Asıl mesele ya da meseleyi oluşturan işin aslı bu aşamadan yani ölümden sonra başlıyor. Tıpkı ahret gibi… Ölenler, öldürenler, strateji belirleyenler, gözünü kan bürüyenler, kelle hesabı yapıp çarşıya uydurmaya çalışanlar ve yine diğerleri… Yazıya edebi bir metin görüntüsü verme edasıyla üç noktaları koymuyorum boşuna cümlelerin sonuna. Uzatıldıkça uzatılabiliyor cümleler zira yaşam kısa, ölümler oldukça uzun burada. Yazı gibi yani!  Kağıt kıvamında beyaz kefenlere her gün uzun-kısa, birleşik-basit kelimeler renginde her yaştan insanlar sarılıyor. Raflarda unutulmaya yüz bırakılan kitaplar gibi mezarlıklara istifleniyor.

Uzatmadan, ruhları çok fazla karartmadan devam edelim. Pıhtılaşmış kan kıvamını andıran Türkiye’nin gündemine dair bir yazı yazmak istediğimi sitenin editörünü bildirince ‘söylenmedik bir şey kaldı mı?’ cevabını verdi.  Düşündüm bir an; söylemedeki söz, çiğnenmedik kelime kalmamışsa ben neyi yazacağım? Hem öyle TDK gibi olmadık tuhaflıkta kelimeler de türetemem ki! Düşünmenin nimetlerinden faydalanmaya devam ettim, varlığımın sırrına varmışçasına bu ülkede yaşadığımı fark ettim. Hem ne yazacağımı buldum hem de editöre verecek cevabı. İnanı ki ölecek son bireyimiz kalana kadar söylenecek sözümüz, rant hesabı yapacak zihnimiz, öldürmeye yemin edecek dilimiz ve yeri geldiğinde ‘ateş düştüğü yeri yakar’ gerçekliğinde duyarsızlığımız var olmaya devam edecektir.

Ne yapalım, elimizden bundan fazlası gelmiyor, 30 yıldır bu tablo böyle devam ediyor. Ne bitiyor ne de çizeni sıkılıyor, izleyenleri değişiyor ise anlayışlar donuk mat rengini koruyor. Gaziantep’te en küçük tabut bir yaşındaki kız çocuğuna aitti, annesinin yanında bütün devletin gözü önünde musalla taşına terk edilmişti. Cenaze namazı için tekbir verip, safa durduklarında kimin yüreği ne kadar sızladı bilinmezdi ama acısının uzun sürmediği aşikardı. Uludere’de bombalanarak öldürülenler için ‘dolap beygiri, figüranlar’ diyen İçişleri Bakanı ile ‘öldürürüz parasını veririz’ diyen başbakan da vardı cenazede… Ölümleri bile bu kadar keskin bir çizgiyle ayıran zihniyetin, daha bir yaşında parçalanan çocuk için tuttuğu yasın, döktüğü gözyaşının samimiyeti, yaş damlasının yanaktan süzülüp, kaybolduğu süreye tekabül etmez mi?

NE DİNİ BÜTÜN GAZETELER NE DE MERKEZDEKİLER…

Mevcut iktidarın muktedirliğiyle birlikte Türkiye basınına ‘dini bütün’ ve ‘merkez medya’ ayrımı yakıştırması yapıldı. Bu mecraya göre herkes kendisine biçilen rolün hakkını vermeye çalışarak bu günlere kadar gelindi. Kimi zaman iş bölümü yapıldı kimi zaman karşı ceplerden kurşun sıcaklığında karşılıklı manşetler çakıldı. Ama Gaziantep saldırısında sonra iki tarafın da resmen, gazetecilik tabiriyle ‘ellerinde patladı.’ ‘Türkiye gerçeği’ paradigmasından öteye gitmeyen sunumlar, en az ölümler kadar acı veriyordu. Cehaletin, entelektüel seviyesizliği ‘bu kadar olmaz’ dedirtecek düzeye çıkmıştı. Birkaç gazete dışında ulusal yayın yapan yaklaşık otuz gazetenin manşeti haklı olarak Gaziantep’teki menfur saldırıydı. Ancak haber dili ve sunumu, Türk gazetecilik refleks ve anlayışını gözler önüne bir kez daha seriyordu. Analitik düzlemden yoksun olabildiğince duygusal, sonrası düşünülmeden atılan başlıklar, facebook yorumları düzeyinde haber metinleri, işin bir başka vahametiydi. Devlet erkânı ile siyasetçilerin onlarca tabut önünde saf tutukları cenaze namazının fotoğrafları üzerine ‘İşte Türkiye’, ‘Acılar bizi birleştirdi’, ‘Cenaze namazında Türkiye omuz omuza’, ‘Bu tablo çözer’, ‘Şimdi birlik zamanı’ vb minvalde bir sürü başlık… Söz konusu söylemler bir anlık duygusal agresiflik sonucunda atılmış olsa da Türkiye’nin terörle mücadele konusundaki çözüm yönteminin yanı sıra toplumsal birlikteliğini hangi yoldan geçeceği konusunda ipuçları veriyor. Biraz daha açıklayıcı olmak gerekiyorsa eğer, Türkiye basınına göre, bu ülkenin Kürt’üyle Türk’ü ancak canları yanmaları şartıyla bir araya gelecektir. İyiliklerin, güzelliklerin, iyi niyetlerin, özgürlükleri, insan gibi yaşama arzusu bir kenara itilerek, toplusal birlikteliğin harcı olarak ‘acı, öfke, ölüm ve sonrasında yaşanan matem’ sunulmuştur. Meclis ve insan gibi yaşamak arzusunun dile getirildiği platformlarda biraya gelemeyen devlet ve temsilcilerinin, bir araya getiren cenaze namazları olduğu sürece ülkede yazılacak çok şey olacaktır…

 

… E-Kitap okumak için…

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz. 

 

Ölümden Bahseden Kitap

Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak?  Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler (Kitap + Tartışma) 

Süleyman Nazif (1870-1927) Batarya ile Ateş adlı kitabında şöyle diyordu:

“Benim dinim kinimdir… Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan insanların ve milletlerin hiçbirini unutma Türkoğlu! Unutma ve affetme!”

Büyük travmalar, katliamlar ve yok edilme korkusu yaşayan toplumlar geçmişten ders çıkarırken affetmek ile acıları unutmak arasında fark göremiyorlar. (Bkz. PKK’lıları affetmek)

Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişle IZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor.

Bu korkunç dönüşümü Yahudilerde ve Avrupalı Ermenilerde görmek mümkün. Balkanlarda, Kafkaslarda Türk ya da Çerkes olma “suçundan” dolayı bizden önceki kuşaklar da bu şekilde eziyet gördüler. Ölenler bir kez ölürken hayatta kalanlar aşağılanma duygusuyla hergün öldü. Peki ya Kürtler?

“…PKK destekçisi Kürtler adeta hızla koşan bir adamın bir cam panele çarpıp yere yığılma duygusunu tekrar tekrar yaşayacaklar. Camın öbür tarafını görecekler ve camın öbür tarafında akan hayatı gözlemleyebilecekler, belki bedenen o hayatın içinde olacaklar ama ruhen hiçbir zaman o camın öbür tarafına geçemeyecekler. Hiçbir zaman kendilerini camın öbür tarafına akan hayatın parçası hissedemeyecekler…”

Böyle diyordu Emre Uslu. Haklıydı. Sadece Kürt olmak istedikçe Kürtlüğünü kaybeden bir kuşak yetişiyor. Tıpkı Türk ulusalcıları gibi geçmişten, gelecekten hatta kendi gölgesinden bile korkan bu insanlar şiddet için şiddet isteyen örgütlerin, partilerin elinde istenen her şekli almaya hazırlar.

Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon  ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin