RSS Feed for This Post

Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 5:Özgürlük)

Rüzgârsız bir gecede yağan kar tanelerinin yavaş yavaş süzülüp yere inişini seyrettiniz mi hiç? Sokak lambasının ışığında önceden belirlenmiş yerlerini arar gibidirler. Sanki her bir kar tanesinin tam olarak nereye düşeceği önceden bellidir. Gösteri başlamadan önce sahnedeki yerlerini alan aktörlerin rahatlığıyla yere, kendi yerlerine inerler kar taneleri.

Bazı müzikler vardır, kar tanelerinin sükûnetini hatırlatırlar. Notalar müzik aletinden veya müzisyenlerin telaşlı parmaklarından çıkmıyordur da…  gökyüzünden yeryüzüne iniyordur, yavaş yavaş, süzüle süzüle… Meselâ Schubert’in Der Leiermann‘ı böyle bir müziktir. Schubert değildir besteleyen, o sadece gökten yağan notaları eteğine toplayıp bize vermiştir… Havadaki boşluk kar taneleri için ne ise sessizlik nota için odur. Boşluk’un, Yok’un varlığıdır bu sükûnet. Kar tanesinin bir yere düşmeme ihtimali, notaların sustuğu zamanlar gibidir. Yokluk eğer var olmasaydı kar yağmazdı, çığ düşerdi. Sessizlik (=nota yokluğu) eğer var olmasaydı müzik dediğimiz şey fondaki bir gürültüden ibaret olurdu, duyulurdu ama dinlenmezdi.

Sessizliğin sesini duymak için Johann Sebastian Bach‘tan   Musikalisches Opfer de dinlenebilir.(1) Özellikle eserin başlangıç kısmı sessizliği duymak, notaların gökten inip yeryüzündeki nizamî yerlerini alışlarına şahid olmak için idealdir. (Bu kayıtta ilk 50 saniye)

Ateist bir özgürlük teorisi

Ateizmin ürettiği en kaliteli metinlerinden biri Varlık ve Hiç. Bu kitapta Jean-Paul Sartre’ın tanrısız bir ahlâk teorisi, Jüdeo-Kretyen ilâhiyat ile göbeğini kesmiş bir “iyi insan” arayışı içinde olduğunu söylersek sanırım yanılmış olmayız. Elbette Sartre’ı anlamak isteyen her okur “iyilik, kötülük anladık ama eserde yüzlerce kez geçen bütün bu boşluk, hiçlik, yokluk, delik metaforları neye yarıyor?” diye sorabilir. Açalım: Sartre’a göre hiçlik, yokluk, boşluk gibi varlıklar birer rumuz, İnsan’a dair gerçeklere işaret eden harfler. (2a) Üstelik bu rumuz Varlık ve Hiç’e özgü değil, hemen bütün kitaplarında var. Meselâ Tuhaf Savaşın Güncesi‘nde Sartre Kierkegaard‘ın Kaygı Kavramı adlı kitabına, ardından Heidegger‘in “hiçlik-karşısında-kaygı” (2b) terimine gönderme yaptıktan sonra zihinde oluşan boşluk hissinin katıksız bir özgürlüğe işaret ettiğini söylüyor:

“… Hiçlik karşısında duyulan kaygı? Kierkegaard’a göre özgürlük karşısında hissedilen kaygı. Bence ikisi de aynı şey. Çünkü özgürlük Hiç’in dünyadaki tezahürüdür. Özgürlük olmadan dünya neyse odur, kocaman hantal bir hamur. [Ancak] özgürlük var olduktan sonra farklılaşmış varlıklar var olabilir çünkü özgürlük reddetme imkânı verir. Reddetme özgürlükle dünyaya gelebilir çünkü Hiçlik özgürlüğe tamamen nüfuz etmiştir…” (Sartre, Tuhaf Savaşın Güncesi, 1939-1940)

Varlık ve Hiç adlı 675 sayfalık bu felsefî deneme özünde ateist bir ahlâk teorisi olmakla beraber… ne acayiptir ki hukuk, hak, sorumluluk, ahlâk gibi kelimeler yok denecek kadar az. Üşenmedim saydım, suç/crime 1 kez, ceza/punition 1 kez, sorumluluk/responsabilité 38 kez, sorumlu/responsable 43 kez, ahlâk/morale 16 kez, etik/éthique 10 kez, hak/droit kelimesi ise 91 kez kullanılmış. Kanaatimce bu kelimelerin azlığı bir rastlantı değil, tersine Sartre’ın bilinçli bir şekilde gelenek ile bağlarını koparma çabasının bir neticesi. Vahiy, Cennet, Cehennem gibi “dış kaynaklı” yargılardan, suç ve cezalardan bağımsız, tamamen insan merkezli, hümanist bir ahlâk teorisi…

Bu bağlamda Sartre gerçek bir ateist: Tanrı karşıtı değil Tanrı-SIZ. Tanrı fikrini değil ilâhî referansları reddediyor. Tanrı’nın yokluğuna iman etmiş sahte ateistler gibi pozitivizmi savunmuyor. Pozitivizmin de bir din olduğunun farkında. Sartre 21ci asır liberalleri gibi ahlâkî rölativizm iddiasında da değil. Çünkü bir septik olamayacak kadar çalışkan. Sartre düşünmekten, yazmaktan, hata yapmaktan korkmuyor, bir çok riske atılıyor. Septiklerin ve liberallerin ideolojik  afyonları ile çakır keyif olmak “bizim” Sartre’a göre değil:

Peki ne yapıyor Sartre? İnsanlık’ı, İyilik’i nerede arıyor? Varlık ve Hiç’te en çok geçen kelimeler bu soruya cevap veriyor sanki: Özgürlük/liberté 749 kez, özgür/libre 359 kez, hiçleştirme/néantisation 175 kez ve hiç/néant 812 kez.

Mekanik olmayan bir düşünce sistemi

Hegel veya Kant gibi sistemci olmamakla beraber… kanaatimce Sartre’ın hayatını adadığı bir sistem projesi vardı.  Hiç bir dine bağlanmadan insanları bir arada yaşatabilecek bir politika, insan kaynaklı olmak üzere fikrî ve vicdanî bir zemin oluşturmak istiyordu. Bunun için “ateist ahlâk teorisi” demeyi uygun gördüm. Zaten “Sartre külliyatını” biraz yoklayanlar bütün eserlerini birleştiren bir belkemiğı olduğunu göreceklerdir. Nedir o? Sartre’ın hayatı boyunca yazdığı her şeyi tek bir kitaba sığdıracak olsaydık şüphesiz bu kitap Varlık ve Hiç olurdu. Ve eğer bu kitabı iki satır ile özetleseydik şöyle derdik: İnsan özgürdür ve bunun farkındadır; bu farkındalık ile, özgürlük şuuruyla yaşamaya mahkûmdur. Bu gerçek anlaşılmadan Sartre anlaşılamaz!

 “Önemli olan bize yapılanlar değil bize yapılanları ne yaptığımızdır” (Sartre, 1952, Saint Genet, comédien et martyr, sayfa 63)

 Ne demek istiyor Sartre bu cümle ile? Marcus Aurelius, Seneca, Epiktetos gibi düşünürlerin eserlerini okumuş olan okurlarımız bu sözdeki stoacı nağmeleri hemen duyacaklardır: Beşerî  kontrolümüzde olmayan bir sahada özgürlüğümüzü (=insanlığımızı) yaşayamayız. Başımıza gelen olayların kendisinde değil onları karşılama şeklimizde tezahür eder özgürlük… Sadece ateistlik değil özgürlük olmadan ne din olur ne de dindarlık. Hatta kanaatimce tanrılı ya da tanrısız, her insanın aklıyla da sezmesi gereken şeyler var, tefekküre açık bir saha bu. Belki bir algı, bir his denebilir. Görme, dokunma gibi, varlığının reddedilmesi imkânsız olan bir şey özgürlük. Meselâ Immanuel Kant’tan bahsederken sık sık andığımız bir söz vardı hatırlayacaksınız:

 “Tanrı beni küçük parmağıyla ezebilir ama yalan söylemeye mecbur ed(e)mez”

 Sartre’ın perspektifinden ifade edecek olursak… Biz insanlar etten, kemikten varlıklarız. Diğer cisimler gibi düşebilir, yanabilir, kesilip biçilebilir, ıslanıp kuruyabiliriz. Fizik yasalarını aşamayız. Biz insanlar diğer canlılar gibi açlıkla, susuzlukla, öfkeyle, korkuyla, cinsel arzuyla ve daha bir çok biyolojik süreçle tanımlıyız. Psikolojik, biyolojik yasaları da aşamayız. İşte Sartre bu cismanî ve hayvanî varoluşa être-en-soi diyor. Edilgen bir varoluşu anlamak gerek bu terimden, yani varolma /yaratılma talebinde bulunmadan var olan her şey. Varsınız ama bu sizin seçiminiz değil. Dünyadasınız. Boyunuz, kilonuz, renginiz vs var. Fakat cisimlerden ve diğer canlılardan farklı olarak bir varoluş şuurunuz var. Sartre’ın tabiriyle bu ikinci varoluşun adı ise être-pour-soi. Şimdi bu kavramları Fransız lisanından değil de… Sartre’ın lisanından dinleyelim

(Dikkat! Ağır metin, cep telefonlarınızı kapatın, Kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik hale getirin):

 “Kendi-için” varolmak (être-pour-soi) , “kendi-içinde”yi (être-en-soi) hiçleştirmektir. Bu şartlar altında, özgürlük bu hiçleştirmeden başka bir şey olamaz. Bunun vasıtasıyla “kendi-için” özünden olduğu gibi varlığından da kurtulur […] “Kendi-için”in olduğu şey olmak olduğunu söylemek, olduğu şey olmayarak olduğunu söylemek, onda varoluşun özü, özün varoluşu öncelediğini ve koşullandırdığını söylemek ve Hegel’e göre “öz daha önce olmuş olandır” demek, tek ve aynı şeyi söylemektir. Aslında, eylemimi canlandıran güdülerin bilincinde olduğum olgusuyla, bu güdüler çoktan bilincim için aşkınsal nesnelerdir, dışarıdadırlar; faydasızca onlara yapışmaya çalışacak mıyım; varoluşumla ondan kurtuluyorum. Her zaman özümün ötesinde, eylemimin nedenlerinin ve dürtülerinin ötesinde varolmaya mahkumum; özgür olmaya mahkumum. Bu, özgürlüğüme kendisinden başka sınırlar bulunamayacağını veya özgür olmaktan vazgeçmekte özgür olmadığımız anlamına gelir.” (Varlık ve Hiç, sf. 128)

 Tanrı’yı reddederken İnsan’ı reddetmeyen, hümanist bir ateizm… Sartre’ın fikirlerini anladıkça, insanlardaki vicdanı (dinsiz ve/veya tanrısız bir perspektiften)sorguladıkça garip bir durum çıkıyor ortaya. Cismanî-hayvanî biçimde varolan insan (être-en-soi) ile şuurlu biçimde varolan ahlâklı insan (être-pour-soi) arasındaki mesafe açılıyor. Boş, beyaz bir alan, bir “hiçlik” (néant) seriliyor gözler önüne. Bir başka deyişle Sartre yaşadığı döneme hakim olan her türlü determinist bakışı elinin tersiyle itiyor. Bugün bir çok ateistin sahip çıktığı Materyalist diyalektik, psikanaliz veya rasyonalizm… Hatta şans! Aslında bunlara düşman değil hatta Marxizme sempatisi var. Ama Sartre’a göre hiç bir özür, hiç bir bahane insanların özgürlükten kaçmasına yetemez. İster sınıf kavgası, ister tabiat yasası isterse çocukluk ve gençlik acıları olsun hiç bir sebep insanların “kötü” davranmalarının sebebi olamaz. Ahlâkî zeminde sebep yok, bahane var. Bu bahanelerle sorumluluktan kaçmanın adı ise “hilekârlık”/ mauvaise-foi.(3)

 Gerçekten de biz insanlar yapacağımız her hareketi iki farklı perspektiften görebiliriz: Hayvanlar ve bitkiler gibi Fayda/Zarar perspektifi ve onlardan farklı olarak, İyi/Kötü perspektifi. İşin acayip tarafı bu iki perspektif çatışma içine girebilir: Bana çok faydalı bir fiili “Kötü” bulabilirim. Meselâ kimse bilmeyecek olsa bile çalmak istemem.  Ya da kimse alkışlamayacak olsa bile fakir bir insana yardım ederim. Neden bazılarımız gerçekten kahramandır?  Başkalarının hayatını kurtarmak için büyük tehlikelere atılan itfaiyeciler, Afrika’nın uzak köşelerinde para almadan çalışan doktorlar… Ve neden bu insanlara “enayi” demeyiz? Tersine “güzel” buluruz bu fiilleri? Dindar, ateist, zenci, beyaz, kadın, erkek fark etmeksizin  hemen her insanın içindeki bu “güzel-iyi-doğru” terazisi nereden gelmektedir?

Bülbülün sesi nereden çıkıyor diye gırtlağını kesmek

Leonardo da Vinci’nin ünlü tablosu Mona Lisa’nın gülüşü inceleyen bilim adamları zaman zaman gazetelerde boy gösterir, duymuşsunuzdur. Hangi boyanın, hangi kimyasal maddenin kullanıldığını çözerek ressamın dehasını örten sır perdesini aralamak isterler… Da Vinci’nin  yeteneği, resmi yaparken hissettikleri, boya ve fırça vasıtasıyla tuvale aktardıkları bilimsel olarak açıklanabilir mi? Ya bu resime asırlar sonra bakanlarda uyanan hisler? Ressam, poz veren insan ve resme bakan bizlerin arasında kurulan hissiyat üçgeni bilimsel olarak var mıdır?

Bu sayfada son zamanlarda yapılan bazı testlerin sonuçlarından bahsediliyor. Organik bakımdan çok zengin bir boya kullanmis “bizim” Leonardo. Neredeyse saydam sayılabilecek kadar az pigment içeren boyalar sayesinde o meşhur gülüşe derinlik vermiş.  Sanat’taki güzelliği bilimsel determinizme hapsetmek, özgür ve sübjektif olanı mecburiyetle, objektif olanla açıklamak… Cisimle mânâyı, être-en-soi ile être-pour-soi kavramlarını karıştırmak birbirine, ne acı. Bir bülbülün sesi nereden çıkıyor diye gırtlağını kesmek gibi!

Peki biz bu tabloya bilimsel bir gözle değil de… normal insan aklı ile baksak ne görürüz? Nedir Mona Lisa’nın gülüşünü bu kadar esrarengiz, bu kadar çekici yapan? Dişlerini gösterek gülen ya da somurtan bir kadının aksine Mona Lisa net bir tavır içinde değil. Yani hanım tam olarak gülmüyor, gülmeye başlıyor. Bir yerde gelecek zamanı tablosuna “hapsetmiş” büyük usta. Tam da Sartreçı mânâda yoklukta (néant) var olan bir gülüş. Bir sinema sahnesi gibi, bir kaç saniyeyi bir tek kareye sığdırmış Da Vinci. Hanım efendinin müstakbel gülüşü esnasında dudak ve gözlerinin nasıl hareket edeceğini bilmiyoruz. Bunları  bizim hayal gücümüz tamamlıyor. İster istemez güzel bir gülüş bu. Hatta kusursuz, mükemmel bir gülüş. Çünkü hanım efendinin şu veya bu gülüşü değil, bizim hayalimizdeki “ideal” gülüş. Ne fazla utangaç ne de fazla cüretkâr. Da Vinci’nin dehası bu tabloda elle tutulur, gözle görülür bir hâl alıyor. Şaşırtıcı ve gizemli bir şekilde biten bir roman gibi. Esas oğlan kızı seviyor muydu? Yoksa katil polisin tutukladığı adam değil miydi?

Da Vinci insan tabiatındaki tahayyül kuvvetini biliyordu. Bu sebeple bize “güzelce bir kuş” yerine “olabilecek en güzel kuşun yumurtasını” verdi. Biz o yumurtaya baktığımızda görmek istediğimizi görüyoruz: Kimimiz bir tavus kuşu, kimimiz bir kartal, kimimiz serçe. Da Vinci bu doğmakta olan gülümseme ile bize zaten bizim içimizde var olan bir güzelliği bulduruyor. Yokluğun aynasında bir varlık. Yoksa yokluk varlıktan daha mı zengin?

Henri Bergson’un boşluk hakkında yazdığı hayret uyandıran şu sözleriyle açıklayalım bu fenomeni:

 “Varlık sanki yokluk üzerine bir zafer kazanmış gibi. Düşünüyorum da… hiç bir şey var olmayabilirdi hatta bir şeylerin var olmasına şaşıyorum. Dolu’nun Boşluk üzerine nakşedildiği fikrini aklımdan atamıyorum. […] Dolu bana Boş’tan daha çok görünüyor [Oysa tam tersine]  bir nesnenin yok olduğu fikrinde var olduğu fikrine kıyasla daha çok şey var. Çünkü olmayan nesne fikri olan nesneyi içerdiği gibi o nesnenin yaşanmakta olan gerçeklikten dışlanmasını da kapsıyor” (L’Évolution créatrice, 1907, sayfa 275-277)

Sartre Varlık ve Hiç’te özgürlük ve serbestlik üzerinde bu kadar duruyorsa bu elbette bir rastlantı değil. Özgürlüğün ne olduğunu sorgulamak felsefenin iç meselesi olarak asla görülmemeli. Zira hayvanların serbestliği ile insanların özgürlüğü arasına kalın bir çizgi çizmezseniz hiç bir hukuk sistemini ayakta tutamazsınız.

Makalemize başlarken Schubert ve Bach’ın iki eserinden bahsetmiştik. Böyle “sessiz” eserleri dinlerken Müzik’in varlığı nakşediliyor sessizliğe (=sesin yokluğuna). Sessizlik bir etamin kumaşı gibi, bakire; iğneye, ipliğe gebe; sessizlik bir rahim gibi, doldurulmayı bekliyor sanki, varlıktan, olandan, gelenden evvel… Sanat’taki boşluk, beyazlık, sessizlik göze özgürlüğü gösteriyor, kulağa “hey insan, sen bu dünyadasın ama bu dünyadan değilsin” diye fısıldıyor. Çünkü sadece şuurlu bir kulak için gerçektir yok’un varlığı, bilimsel, objektif bir varlık değildir. Ve Sartre sayesinde bir kez daha anlıyoruz ki bu cismanî boşluk manevî bir boşluğun harfi, işareti, rumuzudur. Zira İnsan özgürdür ve bunun farkındadır; bu farkındalık ile, özgürlük şuuruyla yaşamaya mahkûmdur.

 Zaman Nedir? adlı kitabımızdan konuya paralel ve açıklayıcı bir alıntıyla bitirelim sözü:

“…Önceki satırlarımızda cansızların MECBUR oluşuna karşın canlıların SERBEST olduğundan bahsetmiştik. Ama bu SERBESTLİK tam anlamıyla ÖZGÜRLÜK değildi. Çünkü “Nebatiyat yasası ve“hayvaniyat yasası” dediğimiz bir determinizme MAHKÛM idi canlılar. Bu bağlamda kuşlar cansız taşlardan daha özgür değillerdi. Bunu gördük. Canlılar nefes almaya başladıkları ilk andan son nefeslerini verene kadar haz/ızdırap = ödül/ceza sisteminden kaçamıyorlardı. Kısaca söylersek SERBESTLİK aslında MECBURİYET’in özel bir hali idi.

Peki bütün bu yasalar İnsan’a uygulanabilir mi? İnsan da bu MECBURİYET’e mahkûm mudur? Şayet insanların davranışları tıpkı hayvanlar gibi önceden kestirilebiliyor hatta sosyal/psikolojik mekanizmalarla belirlenebiliyorsa Adalet ve Hukuk gibi kavramların bir anlamı kalır mı?

Öyle ya, mahkemeye çıkardığımız her katil, her tecavüzcü “annem alkolikti, çocukken babam beni zincirle döverdi” gibi determinist, bilimsel bir açıklama sunarsa, istatistikler bu açıklamaları destekliyorsa suçluları ne hakla mahkum edebiliriz? “Suçlu” kelimesini kullanmak bile imkânsızlaşır. Çünkü mahkemeler suçlanan kişilerin farklı biçimde davranma imkânları olduğunu var sayarak karar verirler. Bir başka deyişle aklı başında, özgür ve sorumlu insanlar suçlanabilir. Bir deliyi, sarhoşu, küçük bir çocuğu, ilaçla bayıltılmış bir kimseyi, hayvanları ve bitkileri suçlayamazsınız.

Burada garip bir yol ayrımına geliyoruz. Bir yanda mahkemeler ve hatta bizim kendi vicdanımız insanları yargılıyor, suçluyor, mahkûm ediyor. “Kötü insan” diye kızdığımız birinin o kötülüğü yapmaya MECBUR olduğunu düşünseydik ona ASLA KIZMAYACAKTIK. Demek ki biz bile hayırsız akrabalarımızı, riyakâr iş arkadaşlarımızı, kazıkçı bakkalı vicdan mahkememizde suçlarken peşinen ÖZGÜR kabul ediyoruz. Tıpkı mahkemeler gibi..” (Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür)

Dipnotlar

Tıpkı Schubert gibi Bach da ölümünden kısa bir süre önce bestelemiş bu parçayı. Üstelik de gömüleceği şehir olan Leipzig‘de; sene 1747.

2a° Müellifin tabiriyle bu kitabın “fenomenolojik ontoloji denemesi” olduğunu hatırda tutalım.

2b° Kaygı kavramı korkudan farklı olarak nesnesizdir. Yani örümcek korkusu, parasızlık korkusu vs dışında, dünyevî sebeplerin dışında bir huzursuzluk halidir. Kierkegaard ve ondan etkilenen Heidegger bu konuda kıymetli eserler vermiştir. Derin insan kitabımızın korku matkabı isimli son bölümünde bu konuyu ayrıntılı olarak ele aldık.

“Mauvaise foi” Sartre’ın icadı değil, Fransızcada kullanılmakta olan bir deyim. Kelimesi kelimesine tercüme edilirse “kötü/yanlış iman” olur. Ancak halk dilinde ilgili ilgisiz her şeyi, her bahaneyi kullanıp kendini haklı göstermeye çalışanlar için kullanılır.

 

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak

Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik.  Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?

Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL? soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz. 

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.

Ölümden Bahseden Kitap

Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak?  Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 3 Trackback(s)

  2. Şub 21, 2012: Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 5: Gölge) : Derin Düşünce
  3. Eki 2, 2012: Son 90 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  4. Şub 16, 2014: Modern Sanatın İnsanlıktan Kopması

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin