RSS Feed for This Post

Ya Pervin Buldan ve Müge Anlı’nın fay kırıkları?

Bir gün öncesinde beş polisini, ertesi gün de yirmi dört askerini savaşta kaybeden bir Milletin ferdi olarak akşam eve vardığımda olan bitenden bihaber kızımı kapıda bekler buldum. Akif’in “Çanakkale Şehitleri” şiirini çalışmamız gerekiyormuş.

“İyi olur, vesileyle üzerinden geçer, unuttuğumuz dizeler varsa zihnimizi tazeleriz” dedim ve oturdum masanın başına. Akif’in mısraları arasında gezerken aslında şiirin günün anlam ve önemine ne kadar da yakıştığını müşahede ettim. Şairin, ikinci bölümdeki şehitlere düzdüğü methiyeyi, iki günde kaybettiğimiz yirmi dokuz vatan evladından esirgeyecek bir anlayışa değil elbet sözümüz. Ki Şair bu bölümü bitirirken “…Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana/ Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana…” şeklinde tevazula kapatıyordu.

Yine de o meşum gecede bir konuşmacı beni kendime getirdi. “Sözün de bittiği yerdeyiz” anlayışına inat demek ki söylenecek kırık dökük de olsa bir şeyler kalmış lügatimizde. BDP Milletvekili Pervin Buldan, “bu bir savaş, her iki taraftan da ölenler olacak” diyerek belki malumu ilan etti, belki de Müge Anlı gibi farkına varmadan bilinçaltını harekete geçirdi. Bu savaş devam ettiği müddetçe belli ki her iki tarafın da bu küçük had bilmez azınlıkları başımızı ağrıtmaya devam edecek. Ama öyle günlerden, öyle sınavlardan geçiyoruz ki Akif’in “…nûr istiyoruz sen bize yangın veriyorsun/ Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun…”dizeleri dudaklarımızdan istemesek de dökülüyor. Bir tarafta bir kitle var ki ölen askerler için zil takıp oynamasa da duyarsız, diğer taraftaki de ondan aşağıda kalmamak adına Van’da olan deprem için “İlâhi Adalet” diyebiliyor.

Böylesi durumlarda biz âraftakiler için tek umut yine Akif’te: “…Yetmez mi müsâb olduğumuz bunca devahi/Ağzım kurusun yok musun ey adl-i İlahi” mısralarının müellifi olan Akif’te. Ne insanoğlunun elleriyle var ettiği afetler bu kini durdurabiliyor ne de doğal afetler ara verdirtebiliyor.

  Bu Ülkede küçük bir azınlık da olsalar, bu savaşı ekmek teknesi olarak görenler var. Açık olalım, dürüst olalım, olabiliyorsak namuslu olalım. Vatani görevini yapmak için orada bulunmak zorunda olan, kimi kimsesi olmayan, fakir Anadolu çocuklarının ölmesinden haz duyanların da, depremin sadece Van’ı vurmasıyla yetinmeyip, Hakkâri- Şırnak arasında fay hattı olup olmadığını merak edenlerin de yan yana yaşadığı bir Ülkedeyiz biz.

Belki yaşadığımız bu acı depremden sağ kurtulan bir Kürt o anda hissettiklerini bizimle paylaşır bir gün. Belki yayın akışını değiştirmek ihtiyacı bile hissetmeyen yayımcı kuruluşlara teessüflerini iletir. Ben değişik bir şey yapayım ve her iki tarafça da kutsanan bu savaşın sonrasında bir Türk olarak kendi yaşadıklarımı anlatayım.

Oradan dönünce hayata tutunmak adına yaşadıklarımızdan sayısız “Tutunamayanlar” neşredilirdi. Gecelerce Aydın- İzmir karayoluna çıkıp gelen geçen araçlara şaşkınlıkla bakardım Şırnak’tan döndüğüm o günlerde. Şaşırmama sebep şuydu; tüm bu araçlar gece karanlığında, bir konvoya dahil olmadan, yol emniyeti almadan, hangi akla hizmet Aydın’dan İzmir’e gidebiliyorlardı. Gelenin sadece vücudum, ruhumunsa tüm diriliğiyle orada kaldığını hissediyordum. Gece evde uyuyamadığım gibi, uyuyanlara da anlam veremiyordum. Silahım yanımda yoktu ve çırılçıplaktım. Apartman dairesinde yapamayacağımı anlayınca geceleri belli bir saate kadar evimize yakın olan bir dağa gitmeye başladım. Tüm düşüncem, bir sızma anında düşmanın arkasından bu şekilde daha iyi dolaşacağım şeklindeydi. Hiçbir telkini kabul edecek durumda olmadığım için beni tamamen kendi halime bırakmışlardı. Şırnak’tan çok uzaklarda savaşımı tek başıma yürütüyordum.

Bir yolcu otobüsünü durdurmuşluğum vardır benim; oturduğum ilçeden Kuşadası’na gidiyordum ve birden otobüsün bir vadiye girdiğini gördüm. Tereddüt bile etmeden durdurdum otobüsü ve ormana dalarak, dağlardan beş saatte geriye döndüm. Zannımca pusuya düşürülecektik, belki de bir mayın döşenmişti geçeceğimiz yola, bilemezdim. En iyi bildiğim arazi olan dağda rahattım ve gece gündüz yürüyebileceğim için o yolu tercih etmiştim.

Sonraları yalnız olmadığımı öğrendim. Bir askerimden haber almıştım. Annesi ve babasıyla Sakarya’da genişçe bir bahçeli evde oturan askerimdi. Anne ve babasını “çok fazla lakayt, emniyet tedbirlerinden uzak” bir hayat sürmekle itham eden bu askerim, bahçenin iki köşesine birer mevzi kazmış ve ebeveynlerini de buraya yerleştirmiş. Kendisi de gece devriye atarak uyumuyor, uyutmuyormuş.

Dönemiyordum! Tüm sevdiklerimin gözleri önünde gün be gün uzaklaşıyordum onlardan. Ne geriye gidebiliyordum ne de evime dönebiliyordum. Orada savaşırken silahlarım, mermilerim, termal kameralarım, askerlerim vardı; burada da savaşıyordum ama hiçbir şeyim yoktu. Daha da kötüsü düşmandan hiçbir iz yoktu. İnsanlar aptaldı zannımca; gece sokaklarda dolaşıyorlar, silah taşımıyorlar, pusuya gitmiyorlar, etraflarını çevreleyen dağlarda üs bölgesi kurmadıkları gibi hiçbir emniyet tedbiri almıyorlardı. Basılan bir Birlik haberi duyduğumda “benim yüzümden oldu, ben orada olmalıydım” diyerek dağa gidiyor ve saatler sonra geri geliyordum.

İnsanların duyarsızlığı beni deli ediyordu. Ben onlar için savaşmış, Devrelerini kaybetmiş, on bir ay dağlarda yatmış birisiydim. Oysa onlar burada vur patlasın, çal oynasın şeklinde özetlenebilecek bir hayat yaşıyorlardı. Zahmet edip kimse Aydın-İzmir asfaltında mayın bile aramıyordu. Şehre yakın bir ayva bahçemiz vardı ve çocuklar ayva çalıyordu. Ciddi bir sınır ihlali saydığım bu olaya el koymayı düşündüm ve orada tek başıma nöbet tutmaya başladım. Bir çağdaş Robinson masalıydı benimkisi ve olağanüstü bir ciddiyetle yapıyordum işimi. Bir gün babama bir teklifle geldim; tilki fakları alacak ve bahçenin etrafına bunlardan yerleştirerek, her birini ağaca zincirleyecektik. Bu şekilde sınırlarımızı ihlal edenleri hem yakalayacak hem de kalıcı hasarlar verebilecektik.

Babamın bakışını unutamam! Ama ben mutluydum; çünkü artık savaşacağım bir düşmanım vardı ve çocuk da olsalar savaşmaya hazırdım. Projeme babamdan destek gelmese de ben geceleri ayvaları bekledim. Sonraki geceler de gelmesi kuvvetle muhtemel düşmanımı bekledim ama ne gelen vardı ne giden.

İşte, Pervin Buldan’ın “bu bir savaş…” diye başlayan cümlesini duyduğumda o günler aklıma geldi. Kiminin tanımlamak için yoğunluk miktarından dem vurduğu savaşı ben bizzat yaşamıştım. Orada da yaşamıştım, burada da yaşamıştım. Basit bir mantığı olan savaşımız vardı bizim: “birinin anası ağlayacaksa, o benim anam olmayacak”. Hazindir, bu savaşı sadece oraya gidenlerin yaşadığını anlamak için oradan dönmek gerekiyormuş. Döndüğümde başbakan kim, şampiyon kim oldu, Eurovizyon yarışmasında ne oldu sorularının cevabı bende yoktu. Sanıyordum ki tüm ülke savaşa girmiştik.

Öyle olmadığını basit bir kurguyla, kendisinden hiç beklemediğim bir askerim anlatınca kafama yatmıştı aslında. Şöyle demişti tüm saflığıyla, bitmeyen gecelerin birinde Ankaralı Apo: “Komutanım, sen tahsillisin daha iyi bilirsin de, bence dünya dönerken, bizim de üzerinde bulunduğumuz bu parça koptu. Biz de bu parçayla beraber savrulduk, gidiyoruz”. Aptal yanım bu teze inanırken, mantıklı yanım kabul etmemişti bu teoriyi. Biz savaşıyorduk ve tüm ülkede bizimle yatıp, bizimle kalkıyordu. Kötü emareler yok muydu? Vardı elbet. Ben de dahil toplumun en alt katmanının üzerine yıkılmış bir savaştı bu. Reis Karacasu’da hamaldı, Kadir çaycı, Mehmet de çoban, Murat inşaatta işçi, Hasan müezzin, Mustafa imam, Özcan çiçekçi, Biksici Aziz yazlık bölgelerde mevsimlik işçi, Zeki matbaacı, Fiko da çiftçi…

Öyle de olsa bu gerçeği değiştirmezdi: Biz savaşıyorduk! Tüm Türkiye’nin hiç ilgisini çekmese de biz savaşıyorduk. Bu gerçeği bir biz biliyorduk şimdi Pervin Hanım sayesinde herkes biliyor. Bu Ülke 1984 yılından bu yana savaşıyor Beyler. Fakat bu savaş hep fakir, fukaranın kahramanlık edebiyatıyla öne sürülüp devam ettirilen bir savaş olduğu için kimsenin ilgisini çekmedi.

İmamla, müezzinle, çiftçiyle, çobanla buraya kadar. Gidenler için bu savaş hiç bitmemişti. Gidemeyenler için hiçbir anlamı olamadı.

Yine de yazı hayatım boyunca bu savaşın olmaması için elimden geleni yaptım. Vicdanım rahat bu yüzden. İstedim ki sadece bizim bildiğimiz, bizim kabullendiğimiz bu savaşa Türküyle, Kürdüyle sevdiğim ülkem müdahil olmasın. Bu sır gidenlerin arasında kalsın, kalanlar ister “düşük yoğunluk” desin, ister “yüksek yoğunluk” desin. Bunun bir savaş olduğunu bir biz bilelim diye çok yazdım, çok çizdim. Şimdi geçmişin bunaltıcı sıkletinden uzak, Meryem Ana evinin de üzerinde bulunduğu Bülbül Dağı’nın eteklerindeki evimde Kato’da, Besta’da, Gabar’daki hengameyi tahayyül edebiliyorum ancak. Yeşil bir karanlığın içindeki yarına sağ çıkabileceklerin çetelesini kalemle tutabilmek yükü çok daha ağırmış meğer.

Nefretinizi bilemek adına gittiğim ve müdahil olduğum savaşın yekunu kısaca budur Pervin Hanım. Belki toz duman dağılınca Müge Hanım’a da nezaketi elden bırakmadan sitemlerini iletecek bir Kürt çıkar ve onu da okuma şansına sahip oluruz.

Neylersin, şişenin kapağını açmak ve cini çıkarmak talihsizliği Pervin ve Müge Hanımlara  kısmetmiş.

 

 

… Bu konuda okumak için…

 

Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler

Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişle IZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor. Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon  ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:sevim Tarih: Eki 28, 2011 | Reply

    “Her fırsatta küçücük çocuklar tarafından taş attırılan polisler, olay yerine gelip ilk müdahale edenlerdi. Mehmetçik… Bizim Selcan’ın erkek kardeşi de Van’da askerlik yapıyor. Ona ve tüm askerlerimize hayırlı teskereler diliyoruz. Allah da askerimize polisimize zeval vermesin. Onlara taş atanların da elleri kırılsın. Canımız istediğinde kuş avlar gibi taş atıyoruz. Dağlarda vuruyoruz. Sonra bir şey olunca da asker gelsin, polis gelsin diyoruz. Dengeleri kuralım. Zor günlerde canım cicim. Kuş avlar gibi avlamayalım bunları. O kadar kolay değil. Herkes haddini bilecek…”

    Müge Anlı’nın farkında olmayarak(!) söylediği sözler, bunlar. Bunun adı kafatasçılıktır başka da bir şey değil. Bir doğal afette bile bu ırkçı sözler sarfedilebiliyorsa bu sözün değil, insanlığın bittiği yer demektir. Bereket ki en milliyetçi partinin başkanı dahi bu ilkel ırkçı anlayış karşısında isyan edebiliyor, ülkenin başbakanı bu tür çirkin sözleri lanetleyebiliyor bu ülkede. Gazeteci geçinen bu insan müsvedeleri, tepkiler karşısında utanır, yüzleri biraz kızarır mı acaba.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin