RSS Feed for This Post

YAKINDA:Yokluk da vardır “var” kadar…

Paris yakınlarında bir yerdeyim. Hava yağmurlu. Islak kaldırımlar gökyüzünü, binaları ve ağaçları yansıtıyor. Islaklık aynasındaki yansıma yere düşen damlalarca deforme ediliyor. Ağaçlar, evler ve direkler yamuk yumuk. İçinde yaşadığım “gerçek” mekânın eksik bir kopyası yerde duruyor. “Eksik” çünkü görüyorum ama dokunamıyorum. 5 duyuma hitab eden “gerçek” Kâinat’a kıyasla sadece gözüme hitab eden yerdeki “kâinat” eksik. Ama mevcud! Yansımada mevcud olduğu gibi gözümde ve şimdi yazmakta olduğum KeLaM‘da mevcudiyeti var. “Demek ki mevcudiyet siyah/beyaz değil, gri tonlarında olabiliyor” diye düşünüyorum. Bir başka deyişle bedensel hislerimin penceresiden bakarsam VAR/YOK ayrımı hatalı.

 “Varlık varolandır, hiçlik ya da yokluk var değildir” diyordu Parmenides. Ne büyük yanılgı. Empirizm mi desek yoksa ön-pozitivizm mi? Peki koyunlar çobana hükmedeceğine çoban koyunlara, Akıl da göze hükmetse, gözün eksiklerini tamamlasa ne olur?

 Yerdeki kâinatın eksik mevcudiyeti “gerçek” Kâinat’ın da “eftal/kâmil” olMAyabileceğini getiriyor aklıma. Ya bedenimi iHaTa eden Kâinat’tan daha “gerçek” bir Kâinat varsa? 5 duyumdan daha “eftal” duyulara hitab eden bir Kâinat? O zaman biyolojik hayatımı sürmekte olduğum beden ve Kâinat’ın geri kalan kısmı da bir yansıma olur. Tıpkı suda ayın yansımasına bakan adamın Ay’ın ışığını değil Güneş’in ışığını gördüğünü idrak etmesi gibi…

Yokluk’u görmek yani akıl ile iHaTa etmek kolay değil. Çünkü akıl tabiatı icabı bileceği nesneyi yani muHiTindekini şekil, renk, koku vs itibariyle taklid ederek onu bilebiliyor. Oysa Yokluk’un ne şekli var, ne de buna benzer bir vasfı. Adı üstünde “Yok”. Akıl feneri Yokluk’a çevirilince cism-i NaTıK susuyor zira NuTuK bu sefer Yokluk’u taklid ediyor. Yokluk’u ya da Ölüm’ü düşünmek insanı susturuyor. Jean-Paul Sarte ve Suzan Başarslan’dan dinleyelim:

” ‘Ben’ deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş esniyorum. Kimse, hiç kimse için!  Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o… Pırıl pırıl, hareketsiz, bomboş bir bilinç, duvarların arasına konulmuş, kendi kendine sürüp gidiyor. Kimse yok bu bilincin içinde artık. Biraz önce birisi ben, benim bilincim diyordu. Kim? …Kimsenin olmayan duvarlar ve kimsenin olmayan bir bilinç kaldı geriye. Hepsi şu: duvarlar ve bu duvarlar arasında bir kişiliğe bağlı olmayan canlı, ufacık bir saydamlık.”(s:249) 

Bulantı’da Antoine Roquentin’in yaşadığı ilk tecrübe yabancılaşmadır(s.20), bunu belirsizlik, umutsuzluk(s.21), varlık ve varlığının sorgulaması(s.23), hayal kırıklığı ve isteklerinin gerçekleşmemesi(s:39) ardından korku, eylemsizlik ve kaçış takip eder.

Romanda kendine yabancılaşma Antoine Roquentin’in kendisinden üçüncü tekil kişi olarak bahsetmesiyle görünür hale gelir: “Üşüyorum, bir adım atıyorum, üşüyorum, bir adım, sola dönüyorum, sola dönüyor, sola döndüğünü düşünüyor, deli, deli miyim? Delirmekten korktuğunu söylüyor, varoluş, varoluşta küçük mü görüyorsun, duruyor, vücut duruyor, durduğunu düşünüyor, nereden geliyor o? Ne yapıyor? Gidiyor, korkuyor, çok korkuyor, ahlaksız, istek bir sis gibi, istek, tiksinti, var olmaktan tiksindiğini söyledi. Tiksiniyor mu? Var olmaktan tiksinmekten yorgun…” (s:154) Burada sadece yabancılaşma değil, varlığın yadsınması, varlığa karşı bir tiksinme de vardır.

Romandaki en etkili ve belki de en kapalı bölüm Antoine Roquentin’in parkta yaşadığı haldir(s:188-201). Metafizik bir deneyim/kavrayış denilebilecek bu hal, onun varoluşu hissettiği/kavradığı ve bunu kelimelere döktüğü bölümdür.  Bu bölümde Antoine Roquentin varoluş’un ne olduğunu keşfeder. Varoluş, “özlerini değişime uğratmadan, nesnelere dıştan eklenen boş bir biçim” (s: 189), bir bükülme(s:190)’dir.  Varolmak için hiçbir neden yokken -fazlalık hissi- var olmuştur her şey.

 

… Bu konu ilginizi çekiyorsa…

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Derin Göz

 Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 

 

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin