RSS Feed for This Post

Yeşil Ayakkabı

Ülkelerden birinde, zaman zaman evvel, beyazı en beyaz, mavisi en mavi bir şehir varmış ve bu şehrin fakir mi fakir insanları. Şehir beyaz ve maviymiş alabildiğine ama fakirlik koyu gölgesini üzerinden bir türlü çekmezmiş. Şehrin çoğu sonradan buraya yerleşen, bir yere tutunabilmek için sılalarını gurbet yapıp gurbette yeni bir sıla kurabilmek için, ailesiyle birlikte yerleşenlerle doluymuş. Zengini de varmış şehrin, yerleşik olanı, atalarının ilk yerleştiği vakitten o vakte kadar aile şecerelerini takip edebilecek kadar soylu olanları da varmış. Söz hakkı bu soylu ve zengin insanlarınmış şehirde. Onlar olmazsa ne olurmuş şehri sonradan sıla yapanların hâli? Şehrin tüm dükkânları onların ayaklarını gözlermiş, ayaklar adım atsın da günün ilk siftahı yapılsın diye.

Şehre yeni adım atmış biri de varmış o günlerde gençmiş henüz, eşi ve bir oğlu da yanında, elinde iki küçük çuval, içlerinde giyecekleri, birkaç günlük yiyecekleri. Bir ev bulmuşlar damında birden fazla delikle dışarının soğuğunu içerinin sıcağıyla birleştiren. Çocuğun her baktığında, ışık oyunlarıyla evlerini annesinin anlattığı masal diyarına çeviren, hele sabahları. Güneşin ilk ışıklarıyla içeri süzülen ışıklarla dumanın dansı. Annesi demiş ki çocuğa, dikkatli bakarsan ışıkla dumanın içeri süzüldüğü anlarda geride bıraktığımız sevdiklerimizi görebilirsin. Uyanırmış çocuk her sabah erkenden, ışıklara bakarmış görmek için geride bıraktığı sevdiklerini. Anneannesini, dedesini, halasını görürmüş kimi sabah, kimi de arkada bıraktığı kedisini, sonra bir gün de kavga ettiği arkadaşını. Onu neden gördüğünü anlayamasa da çocuk, demek ki onu da seviyormuşum ben, diye düşünmüştü mutlu mesut. Sevdikleri ne kadar da çoktu. Aslında dönüverselerdi ya eski evlerine, o zaman arkadaşıyla kavga etmezdi bir daha, kedisini hiç yanından ayırmazdı, dönüverselerdi…

Babası bir ayakkabıcıda işe başlamıştı. Aslında sevinmişti çocuk önceleri. Gıcır gıcır ayakkabılar vardı dükkânda. Her biri suda parıldayan taşlar gibiydi ve renkli renkliydi her biri. Denizin kıyısında büyük bir hevesle toplayıp elinde tuttuğu taşlar gibiydiler, sonra kuruyup da renginin güzelliğini kaybeden taşları denize geri fırlattığı ânı düşününce bir ân ayakkabılara bakakalmıştı. Acaba o ayakkabıları da eline alsa, eve götürüp en güzel yerde saklasa, renkleri bozulur muydu? Taşlar gibi miydi ayakkabılar? Babasına sorsa ne derdi kendisine, dayanamamıştı, babası eve geldiğinde babasına sokulup sormuştu:

“Babacığım, dükkândaki ayakkabılardan birini bana alsak…”

Daha bitirememişti ki sözlerini babası sinirlenerek bağırmıştı kendisine.

“Ne zannediyorsun sen, yiyecek ekmeğimiz olmadan sana yeni bir ayakkabı alacağımızı mı?! Unut ayakkabıyı! Senin elin de iş tutsun önce, sonra istersin ayakkabı. Git yat!”

Babasının neden sinirlendiğini anlayamamıştı, henüz büyüklerin dünyasında olup bitenlerden habersizdi ve büyüklerin birbirini ezdiğinde, limonun suyunu çıkarmak için limonun ezildiği gibi, acılarını kendilerinden aciz olanlardan çıkardığından da habersizdi. Sonra sorardı o da. Babasının siniri yatışsın ilk işi ayakkabıların rengini sormak olacaktı. Aslında diğer insanların ayakkabılarına da bakabilirdi. Neden aklına gelmemişti. Yarın ilk işi şehirdeki insanların ayakkabılarına bakmak olacaktı.

O gece rüyasında ayağında yeşil ayakkabılar görmüştü, deniz kıyısına gelmişti o ayakkabılarla. Dayanamamış hemen ayakkabılarını çıkartıp ellerine almıştı. Ayakkabısının ıslanmasını istememişti. Sonra ayakkabının güzelliğini düşünerek ayakkabılarını sevinçle dudaklarına götürüp öpmüştü. Uyandığında babasından yeşil bir ayakkabı istemek için babasının yanına koşmuştu. Babasına sevinçle, ellerini bir yerde sabit tutamayarak rüyasındaki ayakkabıyı tarif ediyordu. Sonra boynunu bükerek:

“Babacığım, bana yeşil bir ayakkabı alır mısın?”deyivermişti.

Babası, istediği her şeyin olmayacağını göstermek için, sağ eliyle oğlunun yüzüne tokatı indirivermiş ve eklemişti ardından.

“Rüyanda görürsün!”

Ağlayamamıştı, olduğu yerde dikilip kalıvermişti, babacığım, zaten o ayakkabıları rüyamda görmüştüm, diyememişti, gözlerine iki damla yerleşivermişti ve çenesi titremeye başlamıştı, o iki damla düşmeye hazır beklerken babası evi terk etmişti. Babasının ardından bakakalmış ve koşarak deniz kıyısına inmiş ve ayaklarına bakakalmıştı. Ayakları çıplak, her yanı yara bere dolu ve mutsuzdular. Ayakları ağlıyordu sanki. Ayaklarındaki damlalara bakarken, gözlerinde biriken ve artık görmesine engel olan damlalar bırakıvermişti kendilerini ayaklarına doğru. Ayakları ağlıyordu. Uzunca kaldıktan sonra deniz kıyısında, ayakları onu şehrin hiç bilmediği taraflarına götürmüştü.

Zengin insanların gelip geçtiği yolun kenarına oturmuş, ayakkabılara bakıyordu. Kahverengi, siyah, lajivert… renk renk ayakkabılar geziyordu yolun üzerinde. Tek gördüğü ayakkabılardı. Ne yüz, ne beden ne de kıyafetler… tek gördüğü mutlu ayaklardı. Akşam olduğunu anladığında, karnı guruldayıp da açlığı son hadde vardığında yola düşmüş, evinin yolunu tutmuştu. Tam zenginlerin oturduğu şehir merkezinden ayrılırken, bir grup çocuğun ellerindeki mavi, sarı, kırmızı, pembe… renk renk balonlara değivermişti gözleri. Dalıvermişti renklerin güzelliğine. Yanından geçen bir çocuk, “Babacığım neden gri renkli bir balon yok ki. Söylesen de benim için gri bir balon getirseler.”demişti. Babanın o çocuğa sarılarak “Yarın.”dediğini duymuştu. Demek bir de gri renk vardı ve onun bir de balonu vardı. Yarın yine buraya gelmeliydi ve gri renkli balonu görmeliydi.

Koşarak evine döndüğünde ertesi günü zor etmiş, gece yatağına girdiğinde ellerini gökyüzüne açarak:

“Rabbim” demiş, “Rabbim, bana gri bir balon verir misin? Ama çok bekletme ne olur, babamın bana alacağı yeşil ayakkabılar kadar beklemeyeyim gri balonu.”

Kahvaltısını eder etmez koşarak, çocukların balonlarıyla oynadığı yere gelmişti. Henüz hiç çocuk yoktu ortalıkta. Beklemeye başlamıştı. Güneş kavururken gözlerini, gözleri güneş rengine dönmüşken çocukların sevinç çığlıklarıyla geldiklerini görmüştü. Dünkü çocuğu görmüştü ardından. Elinde sarı, kırmızı ve tuhaf renkli bir balon vardı. Sonra aklına o renk geldi. Gri. Demek gri renk buydu. Baktı, baktı. Bu, fırtına rengiydi. Memleketlerinden ayrılmalarına neden olan fırtınanın rengiydi. Evlerini yerle bir eden, annesini ağlatan, o zamana kadar çevresinde olup da o günden sonra göremediği insanların nereye gittiğini sorduğunda, onları aldığı söylenen fırtınanın rengiydi. Aslında hiçbir çocukta olmayan bir balon istemişti Rabb’inden, oysa o çocuğun ellerindeydi balon. Sonra ansızın bir rüzgâr çıkmış ve çocuğun elindeki balonlar dört bir yana uçuşmuştu. Çocuk balonlarını yakalamaya çalışırken, gri balon denize doğru uçmaya başlamıştı. O çocuk sarı ve kırmızı balonla uğraşırken gri renkli balonunu unutmuştu. Koşmaya başlamıştı ayakkabıcının çocuğu. Sevinçle koşuyordu. Kestirmeden deniz kıyısına inerek balonu görmeye çalıştığında balonun denize düştüğünü fark etmişti. Koşarak denize doğru ilerlemiş, denizin yanına geldiğinde olduğu yerde kalıvermişti. Deniz ne kadar derindi bilmiyordu. Yine de dayanamamış denize adım üzere adım atmış, balonun yanına kadar gelmişti. Deniz çenesine yaklaşmıştı. Balonu ellerinin arasına aldığında öylesine mutlu olmuştu ki aklında ne yeşil ayakkabı kalmıştı ne de babasının dayağı. Balonunu ellerinin arasına alıp da kıyıdan yana bir adım attığında denizin içinde oluşmuş bir çukura denk gelmişti. Artık deniz boyunun üstünde kalıyor, nefes alamıyordu. Elindeki balonu bırakamıyordu bir türlü. Bırakmayı akletse yukarı doğru çıkarıverecekti oysa bedenini.

Akledememişti. Gözleri kapanırken usulca, ellerinden balonun kayıp denizin göğüne doğru yükseldiğini fark etmişti.

Akledememişti. Önce, hiçbir çocukta olmayıp da sadece kendisinde olan fırtına rengindeki gri balonuna sımsıkı sarılmış, balon sessizce ellerinden kaymış, balona doğru hareket edemeyecek kadar nefessiz kalmıştı, sonra…

Sonra, denizin dibine doğru akıp gitmişti.

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde deve tellal iken, pire berber iken, ülkelerin birinde bir çocuk yalvarırken Tanrı’sına, ondan hiçbir çocukta olmayan bir balon isterken aklına o gün duyduğu gri renkli balon gelmiş ve Rabbim demiş, Rabbim, bana gri bir balon verir misin? Ama çok bekletme ne olur, babamın bana alacağı yeşil ayakkabılar kadar beklemeyeyim gri balonu.

Ve Tanrı’sı bekletmemiş çocuğu. Artık çocuğun, hiçbir çocukta olmayan gri bir balonu varmış ve hiçbir zaman alınmayan yeşil ayakkabısı.

 

… Bu öykü ilginizi çektiyse…

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

  Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

 

Roman nedir? Nasıl Yazılır?

Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin