RSS Feed for This Post

Dikkat Liberalizm! Sevmeyin, Kabuklu yemiş vermeyin! (2)

 Çeviren: Mehmet Yılmaz

Pascal Salin’in Fransızca özgeçmişi, kitapları ve makaleleri (47 sayfa)

20080327_liberalizm.jpgÇeviri notları: Sosyal demokrasilerin sorunlarına özellikle de eşitçilik, demokratik mutlakiyet ve bilimciliğe değinen bu ikinci bölümün de ilgi ile okunacağını umuyoruz. (Birinci bölüm buradan okunabilir)

Örneğin Demokratik mutlakiyet adlı paragrafta tartışmaya açılan konular AKP’ye yönelik “çoğunluk diktası” eleştirilerini ve bu yöndeki tartışmaları zenginleştirecek cinsten.

Salin bu bölümde özellikle Fransa’dan örnekler vererek açıklıyor bazı kavramları. Türk okuyucu için de bu örnekler bir kaç bakımdan değerli:

  1. Fransız devriminden önce, Napoleon savaşlarıyla başlayan dönemden itibaren 1800 model ulus-devlet inşası Atatürk devrimlerine ilham kaynağı oluşturmuş bir süreç.
  2. Bugünkü devlet kurumlarımızda Fransız etkisi çok önemli.
  3. Diğer Avrupa devletlerine bakarak Fransızların sosyal devlet anlayışları Türk tarzına çok daha yakın.
  4. Türkiye’de sosyal güvenlik yasasıyla gündeme gelen sorunlar ile Fransa’daki Sosyal Güvenlik sisteminin ağır borçlar altında çöküşü arasında da önemli bir paralellik var.

Dikkat Liberalizm! Sevmeyin, kabuklu yemiş vermeyin!

Pascal Salin

Politika konuşurken sağ-sol ayrımı yapmak artık gelenekselleşmiştir. Her iki tarafın da alışılagelmiş söylemleri vardır. Meselâ “Fransız sosyalistler artık liberal oldu” derken sosyalistlerin eski millileştirme düşlerini terk ettiklerini ve hür teşebbüsün önemini kabul ettiklerini anlarız.

Gerçekte sağlıklı bir okuma için Friedrich Hayek[1]’in önerdiği bir başka ayrım yapılmalıdır: Konstrüktivizm ve liberalizm. Konstrüktivistler kendi isteklerine göre, adeta bir makina inşa eder gibi bir toplum inşa edilebileceğini düşünürler. Ama kostrüktivistler arasında muhafazakâr konstrüktivistler ile reformcuları ayırd etmek gerekir. Muhafazakâr olanları “ideal’e yakın” gördükleri bir durumu korumak isterken reformcular hayalî bir ideale varmak için halkı yönlendirme çabasındadırlar.

Bu sebeple bütün muhafazakârlara “sağ” deyip sosyalistleri de her zaman reformcu olarak görmek yanlıştır. Fransız sosyalistleri son derece kollektivist ve muhafazakâr olabilirler. Meselâ “kazanılmış hakların” müdafası, sosyal güvenlik sisteminin korunması veya Fransız tipi kamu hizmetinin sürdürülmesi söylemleri hep sol söylemlerdir.

Bu tutumun zıddı olarak liberalizm Friedrich Hayek’in sözleriyle “Nereye varacağını bilemesek bile değişime engel olmamaktır”. Tanım gereği insanların yeni durumlara uyum sağlama kabiliyetine güvenmek demektir özgürlükçülük.

Ne var ki Fransa’daki politik ortamlarda hemen herkes konstrüktivisttir. Önyargılarına, kişisel çıkarlarına, sahip olduğu bilgilerin seviyesine bağlı olarak hemen bütün politikacılar devleti kullanmak isterler: Ya mevcut durumu korumak için ya da reformlar yaparak arzu ettikleri yeni duruma benzetmek için.

Elbette bütün bu farklı tercihlerin birbiriyle uyum içinde olması beklenemez. Bu mücadelede her politikacı kendi görüşünü diğerlerinin üstünde görme ve gösterme eğiliminde haliyle. Bu alanda elde edilecek başarı ise değişik çıkarların mücadelesine bağlı. Yani Batı demokrasisi Fukuyama’nın zannetiği gibi çıkarların bir yakınsama (convergence) içine girdiği “sıkıcı” bir süreç değil zira konstrüktivist bir dünya görüşünü ürünü. Umulduğunun tam tersine çıkar çatışmalarının sürekli olduğu ve sertleştiği bir atmosfer oluşturuyor sosyal demokrasi.

Konstrüktivizmin belirtileri

İster muhafazakâr olsun isterse reformcu, konstrüktivist dünya görüşü bütün politik söylemlere yansıyor. İşte bunların en önemlileri:

Eşitçilik

Cumhuriyetçi sloganın da gösterdiği gibi Fransız siyasetinin en belirgin ve en çok uygulanan düşüncelerinden biridir. Aslında burada suistimal edilen bir kavram karmaşası var: Hakların eşitliği ve sonuçların eşitliği. Birincisi 1789 insan ve vatandaş hakları bildirgesinden geliyor: “insanlar hak bakımından hür ve eşit doğarlar”. Ancak hemen arkasından kollektivist bir ilhamla yazılmış ikinci bir cümle geliyor: “Toplumsal ayrıcalıklar sadece kamu yararıyla temellendirilebilirler”.

Her nasılsa zaman içinde ikinci cümle birinciyi egemenlik altına alıyor ve 1948’de yayınlanan “Evrensel insan hakları” bildirgesinde net bir biçimde vurgulanıyor: “iş hakkı, sosyal güvenlik hakkı, …”.

İnsanların hür ve eşit doğması fikri liberal ve bireyselci bir görüş çünkü herkesin onuruna saygıyı ve hayatını özgürce kurma hakkını anlıyoruz bu ilkeden. Oysa ikinci cümle tam bir kollektivizm mamulü. İnsanın eylemlerinin sonuçlarına müdahale etmeyi öngörüyor. Bireylerin ürettikleri zenginlik politik güç sahiplerinin uygun gördüğü biçimde yeniden dağıtılmalı topluma. Yani herkese diğerlerinin hayatına hatta çalışmasının meyvelerine karışma hakkı veriyor.

Bu yolla, eşitçilik ilkesi adına yeni eşitsizlikler oluşturuluyor. Meselâ kendi çalışmasıyla geçinenler ile başkalarının sırtından geçinenler. Veya politik güce sahip olanlar (veya dikkate alınanlar) ile göz ardı edilenler.

Demokratik mutlakiyet

Bir ülkeyi veya kurumu değerlendirirken demokratiklik birinci ölçüt haline geldi. “Hukuken haksızsınız çünkü politik olarak azınlıksınız” diyen eski sayıştay başkanı Jean Foyer değil miydi? Demek ki hukuk artık insanlar arası ilişkileri düzenleyen kalıcı ilkeler bütünü değil politik güç ilişkilerin her hangi bir andaki geçici saptamasıydı sadece.

Demokratik mutlakiyet öyle bir egemenlik kurdu ki zihinlerde artık en iyi organizasyon şekli olarak düşünülmeye başlandı. Üniversiteler hatta kamuya ait şirketler bile demokrasi ile idare ediliyor.

Hayatın her aşamasına yayılan demokratik mutlakiyet elbette liberalizmin piyasa yaklaşımından korkulan ortamlarda daha hızlı ilerliyor. Diyalog ve pazarlık yoluyla çözüm aramaktansa “demokratik” olarak seçilmiş temsilcilerin bulacağı bir uzlaşmaya peşinen razı olunuyor. Biz buna çıkarlar arası yakınsama fantezisi diyoruz. Zira piyasanın bireyler arasında sağlayacağı gerçek uzlaşma yerine organize olmuş grupların çıkarlarının kollektivist bir biçimde uzlaştırılması söz konusu.

Toplum içi ilişkilerin bu biçimde kavramsallaştırılması ister istemez lobilere, meslekî ve mahallî gruplaşmalara (corporatisme) yönlendiriyor ülkeyi. Fransa gittikçe 1789 devrimi öncesi, Ancien Régime dediğimiz döneme benziyor. Ama bu benzerlik elbette bir rastlantı değil. Bu durumun temel sebebi gücün bireylerde değil politik gruplarda olduğunun peşinen kabul edilmesi.

Bu açıdan bakıldığında bir ülkenin demokrasiyle veya monarşiyle yönetilmesinin ne önemi var? Gerçekte hiç bir merkezî güç bireyler arası ilişkileri sağlıklı bir biçimde organize edemez. Eninde sonunda kabaca davranacak, insanları meslekî, dinî, sosyal kategorilere koyacaktır. Kategorisel çıkarları dengelemek ve bu grupları bir arada yaşatmak amacıyla da merkezî kararlar alacaktır.

Bütün devletler varlıklarını meşru kılmak için grupsal soyutlamalar yaparlar. Bu grupların çıkarları arasında “sosyal uyum” sağlamak ister istemez devletin görevi olur çünkü bireysel değil kollektif çıkarlar söz konusudur.

Bu kollektivist dünya görüşü eninde sonunda günlük hayatın siyasallaşmasına yol açacaktır. İster sağlık hizmetleri söz konusu olsun isterse eğitim ya da ticaret, her şey ama her şey bir kutuplaşma biçimini alacaktır. Çünkü insanların ihtiyaçları ve kişisel bilgileri ihmal edilir kollektivist yaklaşımlarda. Bir uyum ve huzur ortamı değil doymamış beklentilerden kaynaklanan tatminsizlikler ve bunun getireceği çatışmalar kaçınılmaz olacaktır.

Sizin seçtiğiniz temsilcilerden oluşsa bile hayatınızın en önemli kararları başkaları tarafından alındığı bir ortamda nasıl tatmin olabilirsiniz? Ya alınan kararların sonuçlarına katlanacaksınız ya da birey olarak yaşadığınız zorlukları ve günlük hayatınızın gerçeklerini yöneticilere anlatmak için adil olmayan bir kavgaya gireceksiniz.

Bilimcilik ve bilme illüzyonu

Konstrüktivizm dediğimiz şey asında müthiş bir kibir örneği. Toplumu kendi isteklerine göre şekillendirebilmek için iki şeyden emin olmak lâzım:

  • 1) Toplumun her bir üyesinin amaçlarını bilmek (Sanki bireylerin sonsuz farklılığı global bir sentez ile ifade edilebilirmiş gibi)
  • 2) Bu amaçlara erişmek için en iyi yolları bilmek (Yani toplumu oluşturan fertlerin sonsuz karmaşıklıktaki etkileşim süreçlerine tam anlamıyla hakim olmak!)

İşte bu akıl almaz iddiaların temsil ettiği kibire sahip olmakla açıklayabileceğimiz bir dünya görüşüne sahip konstrüktivistler, özellikle de sosyalistler. Özgür ve dayanışma içinde bir toplumun şiirsel fantezisi ile yaşıyorlar. Kardeşlik ilkesine göre yaşayan “yeni insan” hayali onları “kalkınmada öncelikli bölgeler” veya “şehirleşmede öncelikli mezralar” oluşturmaya kadar götürüyor.

Bu kalkınması planlanmış ideal toplumlar aslında kendini diğerlerinden üstün kabul eden kimselerce kurgulanıyor ki seçilmiş veya seçilmişlerce atanmış olmaktan başka hiç bir “erdemleri” yok. Fransa’da çoğu elitist okullardan mezun söz konusu sınıfın üyesi olabilmek için 3 vasıf aranıyor:

  • 1) Yönetici sınıfı savunabilme kapasitesi,
  • 2) Kendine özgü dilini ve kodlarını çabucak kavrama ve kullanma,
  • 3) Daha iyi bir dünya vaad edebilme yetisi.

Bütün bu konstrüktivistler hayatın gerçeklerini kendi istekleri doğrultusunda yeniden yaratmak istiyorlar. Ama bu “proje” bir illüzyondan, aldatmacadan öteye gitmiyor. Çünkü gerçekte bilmek değil bildiğini sanmak ve iddia etmek söz konusu. Bilim de dâhil ellerine ne geçerse kullanıyorlar. Ne keynesçilik ne de kamu malları teorisi bundan kurtulabiliyor.

Gerçekte bilimsel değil bilimci bir anlayış ile karşı karşıyayız. Yani görünüşte bilimsel, matematik formülleriyle ispatlar yapan ama temel yöntemsel ilkelere uymayan bir anlayış.

Ne yazık ki bu bilimcilik ülkenin ekonomi politikalarına bir araba tamircisi gibi yaklaşıyor. Makro göstergeler ve “büyük dengeler” ile meşgul. İnsan topluluklarının temeli olan bireysel davranışlarının mikro dengeleri ise tamamen göz ardı ediliyor. Askerlerden ve araba tamircilerinden ödünç aldıkları kelimeler bilimcileri ele veriyor: “işsizliğe savaş açtık, kamu harcamalarını frenledik, ekonomi ısındı…”

Anti-liberal cephe

Hangi kanattan olursa olsun bütün kollektivist politikacılar aynı önyargılara sahipler ve kendileriyle rekabet edebilecek tek ideolojinin liberalizm olduğunun farkındalar. Bu sebeple onu aşağılama çabası içindeler ve bu amaçla iki manipülasyon yöntemi kullanıyorlar.

Birincisi liberalleri birer materyalist olarak göstermek. Liberalizmin kapsamını daraltarak basit bir araç gibi sunmak, sadece piyasayı öne sürmek bu tekniğin en belirgin özelliği. Onlara göre:

“Piyasa sadece kâr amacı güttüğünden çalışanları ve sosyal hakları değil şirketleri savunacaktır. İşte bu sebeple piyasa devlet kontrolünde olmalı, sosyal ve politik amaçlara hizmet etmelidir. Devlet sosyal adaleti ve piyasanın ürettiği zenginliklerin adil bir biçimde halka dağılmasını sağlamalıdır.”

Jean-François Kahn’ın da deği gibi piyasa büyük demokrasi düşünü gerçekleştirmek için bir araçtır.

İkinci yöntem ise liberalleri ultra-liberal olarak adlandırmak yani tehlikeli bir aşırı bir uç, bir fondamentalist, extremist gibi göstermek. Daha da basiti liberalizmi faşizme yaklaştırmak: Formül basit:

“Liberaller sağdadır, zaten adamlar aşırı uç, demek ki aşırı sağ yani faşist!”

Sağcı ve solcu kollektivistlerin liberaller ile ilgili olumsuz propaganda yapmalarını anlıyoruz elbette. Zira liberalizm onlara alternatif olabilecek tek güç. Gerçekte liberaller ne sağda ne de solda. Bu etiketler sadece kollektivistlere konabilir.

Bizim “ultra sosyal demokrat” veya “ultra merkezci” gördüklerimiz bizi “ultra liberal” diye etiketleme peşinde.

Ne var ki bütün bu manipülasyon ve propaganda tarihsel gerçeklerle çelişki halinde. Örneğin 19cu yy başında yaşamış büyük Fransız liberali Frédéric Bastiat’nın Landes milletvekili iken mecliste sağda değil solda oturduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Ya da Belçikalı libertarien Gustave de Molinari’nin Saint-Lazare sokağı diyalogları[2] adlı eserindeki diyaloglardaki üç kişinin sosyalist (solcu konstrüktivist), muhafazakâr (sağcı konstrüktivist) ve ekonomist (liberal) olduğunu ve diğer ikisine kafa tuttuğunu?[3]

Friedrich Hayek de The Road to Serfdom [4] adlı ünlü eserinde sol ve sağın aşırı uçlarına yani komünizm ve nazizme tek gerçek alternatif olarak liberalizmi göstermemiş miydi?

Fransız politik hayatına hakim olan görüş entellektüel bir pragmatizm. Oysa ilkelerinden soyutlanmış bir düşünce düşünce değildir. Yoksa her şey aynı anda doğru ve yanlış olabilir:

“Piyasa gereklidir ama kamu teşekkülleri de! Sabit döviz kurları olmalıdır ama değişebilmelidir. Şirketler özgür olmalıdır ama devlet kontrolü şart!”

Bütün bu ipe sapa gelmez “fikirler” aslında onları üretenlerin önyargılarının, günlük çıkarlarının ve karmaşık kafalarının birer ürünü.

Kabul etmek gerekir ki bu entellektüel modalar genellikle solda doğar ve felsefî kültür eksikliğinden zamanla tabulaşır. Sağcı politikacılar ise modayı takip eden temkinli bir duruş alırlar. Karşı çıkmazlar ama biraz yumuşatmaya çalışırlar: “Asgari ücret olsun ama çok yüksek olmasın.” Sosyal güvenlik canavarına itirazları yoktur ama daha iyi yönetebileceklerini iddia ederler…

Politik mücadelenin sertleşmesi için bütün koşullar bir araya gelmiştir artık: Herkes aynı fikirleri savunmak için aslında olmayan bir farkı öne sürerek yarışma halindedir. Artık önemli olan sadece seçim stratejileri ve adam seçimidir.

Yanılmıyorsam Julien Freund diyordu, “liberal olan kimse insanlara karşı hoşgörülü, fikirlere karşı ise hoşgörüsüzdür”. Yani aynı anda zıt fikirlerin doğru olması kabul edilemez ama bütün insanlar aynı derecede saygı hak ederler. Fransa’daki politik arenada bunun tam tersini yapıyoruz: insanlara hoşgörüsüz, fikirlere ise hoşgörülüyüz…

İkinci bölümün dipnotları

[1] Bu konuda örnek olarak “Özgürlük Anayasası” (Hayek) gösterilebilir, özellikle de “neden muhafazakâr değilim?” adlı ek. Gene Hayek’ten “Hukuk, Yasama ve Özgürlük” ikinci bir örnek.

[2] Gustave de Molinari, Dialogues de la rue Saint-Lazare, Paris, Guillaumin, 1849.

[3] Ondokuzuncu yüzyılda ekonomist kelimesinin liberal ile eşanlamlı olarak kullanıldığını hatırlatalım. Liberal düşüncede olan hemen herkes bu displini derinlemesine incelemişti.

[4] Friedrich Hayek, The Road to Serfdom, Londres, Routledge & Kegan Paul, Chicago, University of Chicago Press, 1944 (Fransızca çevirisi, La Route de la servitude, Paris, Librairie de Médicis, 1946 ; 2e éd., Paris, PUF, 1993).

…Bu makale ilginizi çektiyse…

Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…

Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.

Buradan indirebilirsiniz.

 

Liberalizmin Ak Kitabı

1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.

Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.

 

 

 

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Haz 7, 2008 | Reply

    Yazının her iki bölümünü de okudum.Beni ferahlatan en önemli şey ise,iflah olmaz katı ideolojilerin sadece bize özgü bir durum olmadığı gerçeğini hatırlamış olmam oldu.Hatırlamış olmak diyorum,zira politik kavgalarımızın yarattığı sisli ortam çoğu kez bizi dünyadan kopararak algı ve kavrayış alanımızı daraltabiliyor.Oysa gerçek;dünyanın her yerinde birey-toplum-devlet üçgenin benzer bir bir etkileşim içinde olduğu ve her türlü görüş,düşünce ve ideolojinin benzer bir diyalektikle şekillendiğidir.Sanırım aradaki tek fark olay ve olguların ele alış biçimidir.Bu nedenle olsa gerek,dış basından bir haber,bir makale çevirisi her zaman ilgimi çekmiştir.Bu da bir eğilimdir elbet,ancak farklı düşünce ve seslerin daha müteber olduğu anlamında düşünmüyorum.Sanırım daha ziyade “dışardan nasıl görünüyoruz?”un yaratığı bir ilgiden kaynaklanıyor olsa gerek.Mesele sadece gerçekleri bir yabancıdan dinlemek de değil.Çoğu yurt dışındaki tanınmış üniversitelerde görev yapan akedemisyenlerimizin de bu anlamda farklı bir bakış sunduklarına tanık olabiliyoruz.Bu tamamen dışardan yani farklı gözlüklerle bakmakla alakalı bir şey.Ve elbetteki bu,ortaya atılan her görüş ve tezin mutlak doğru olduğu anlamına gelmez.Artıları kadar eksileri de olacaktır kuşkusuz.Artılar;içine saplandığımız politik sürtüşmelerden bizim kadar etkilenmemelerinden ötürü olaylara daha bilimsel ve objektif yaklaşabilme alan ve manevralarına sahip olabilmeleri.Eksileri ise, içinde birebir yaşamadıkları olay ve olguları bulundukları ortamın koşullarına göre yargılayarak yanılgıya düşebilmeleridir.

    Evet,her şeye rağmen dünyadaki toplumsal değişim ve dönüşümlerin bizden çok da farklı bir seyir izlemediğini hatırlamak insanın yüreğine biraz su serpiyor.En azından düşünme ve tartışma yöntemimizde varolan kısmi aksamaların da birgün arzu edilen mecrasına oturacağına dair bir umut vadediyor.Kimbilir yanlışlarımız belki de birgün bizi doğrularımıza götürecek ve yeni yöntemler keşfetmemizi sağlayacaktır.Politik kimlik ve etiketlerin çok da önemsenmediği,insanların birarada barış ve huzur içinde yaşayabileceği bir dünya sadece bir ütopya değil.İnsanlar,toplumlar bunu tarih boyunca hep denedi.Her denenen yol kuşkusuz arzu edilen sonuca ulaşamadı.Bugün baktığımızda hiç de içaçıcı bir tablo yok.Geriye baktığımızda beklentilerimizi karşılayacağını sandığımız yöntemlerin umutlarımızı boşa çıkardığını görüyoruz.Belki yöntem yanlıştı,belki biz yanlış uyguladık,ama bu böyle.Kuşkusuz ki bir yerde bir hata vardı.Belki de nihai kurtuluşa götürecek teşhisi doğru koyamadık.Sosyal adalete,adil bir paylaşıma,refaha götürecek bir üretimle her sorunumuzu çözüp dünyayayı yeniden değiştirebileceğimize inandık.Oysa insanın huzur ve mutluluğu sadece bunlarla olmuyor.Bireyi yaşama bağlayacak daha güçlü bağlara ihtiyacı var ve bu keşfedilmedikçe bir yerlerde hep sorunlar olacak.

    Sanırım meseleye bu açıdan yaklaşanlara Liberal deniyor.İdeoloji tutkunları bu nedenle liberalleri sevmezler.İnadıkları doğrular dışında hiçbir görüşe tahammül etmeyen statukocuların liberal diye bir kesimi sürekli aşağılama içinde olmaları bundandır.Kalıplaşmış sloganlar dışında dillendirilen her şey bu kesimi rahatsız eder çünkü.Yaklaşık dört yıldır değişik düşünce platformlarına katılırım.Şayet liberal diye suçladıkları kesimin ağzından dökülmüşse,insan hak ve özgürlüklerini,demokrasiyi talep etmek bile hain ve işbirlikçilikle eş anlamlıdır.Bu korkunç bir şeydir.Maalesef biz böyle bir süreci yaşıyoruz,aynı koroya katılmadın mı suçlama menzilindesin demektir.Mufazakar,milliyetçi ya da ulusalcı,hiç farketmez hepsinin şimşeklerini üzerine çekersin.

    Mevcut düşünce tarzımız şimdilik bu minvalde.Bu sürecin değişmesi ne kadar zaman alır bilmiyorum.Ancak bu statik düşünce kalıplarını değiştirmediğimiz sürece daha bir hayli karanlıkta boğazlaşmaya devam edeceğiz gibi görünüyor.

  3. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Haz 7, 2008 | Reply

    Bu nedenle olsa gerek,dış basından bir haber,bir makale çevirisi her zaman ilgimi çekmiştir.(AY)

    Ben de sizin gibiyim. Degisik açilardan bakarak anlamak gerek her konuyu. Yurtdisinda yasayan Türkler kadar Bingöl’den, Kayseri’den, Trabzon’dan da katilan okuyucularimiz ve yorumcularimiz var. Bu renklilik çok ögretici.


    İdeoloji tutkunları bu nedenle liberalleri sevmezler.İnadıkları doğrular dışında hiçbir görüşe tahammül etmeyen statukocuların liberal diye bir kesimi sürekli aşağılama içinde olmaları bundandır.Kalıplaşmış sloganlar dışında dillendirilen her şey bu kesimi rahatsız eder çünkü.Yaklaşık dört yıldır değişik düşünce platformlarına katılırım.Şayet liberal diye suçladıkları kesimin ağzından dökülmüşse,insan hak ve özgürlüklerini,demokrasiyi talep etmek bile hain ve işbirlikçilikle eş anlamlıdır.(AY)

    Evet. Kendimi “liberal” diye tanimlamam gerekir mi? bunu bilmiyorum. Ama Türkiye’nin bir çok sorunu var ki özgürlükçü bir pencereden bakildiginda çözümü daha kolay görünüyor. Sizin de tespit ettiginiz gibi Salin’in tabiriyle KOLLEKTIVIST ideolojiler devleti yüceltiyor, tanrilastiriyor. Ister komünizm olsun, ister kemalizm isterse Iran’daki gibi “islamizm”. Hepsi de erdemi standartlastirarak devlet eliyle halka dayatiyor.

    Bu çerçevede ULUS-DEVLET (http://www.derindusunce.org/category/ulus-devlet/) kategorisindeki yazilari da zevkle okuyacaginizi ve katkida bulunacaginizi umarim.

    Tekrar liberalizme dönersek, bireyi devlet karsisinda hak ettigi seviyeye yükseltmek gerekiyor. Bu anlayis gerçekte ne Islam’in özüyle ne de kemalistlerin o ¨zledikleri “bati tarzi” yasamla çeliski içine girmiyor. Ancak bunun anlasilmasi, siradan insanlar tarafindan hazmedilmesi zaman alacak.

    Fakat bu basarildiginda (20 yil sürebilir) o zaman Türkiye bir süper güç olacaktir, kimse onu engelleyemeyecektir.

    Dostlukla

  4. Yazan:Murat Tarih: Nis 23, 2009 | Reply

    belki bu konunun altı yeri değil ama sorucak başka yer bulamadim. acaba Liberalizm Bir ideolojimidir ? eğer bir ideoloji ise benim bildiğim liberalizm.. liberalizm değil ? eğer bir ideoloji değilse ney ?

  1. 1 Trackback(s)

  2. Mar 27, 2008: Dikkat Liberalizm! Sevmeyin, Kabuklu yemiş vermeyin! (1) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin