RSS Feed for This Post

Türkiye Tunus olmayacak

20080325_tunus1.jpgYıllardır bir “Türkiye İran olmayacak!” sloganı söylenir durur. Son zamanlarda İran, aynı ulusalcılarımızın heves ettiği şekilde davranmaya; yani ABD’ye kafa tutmaya, ulusal politikalar takip etmeye, daha çok içine kapanmaya başladıkça korkutma aracı olma hüviyetini de yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Gerçi hala Şah zamanı ve devrim sonrası kadın kıyafetleri üzerinden korku pompalanmaya devam ediyor. Etkili olmadığı da söylenemez. Bir akrabam: “ne yapayım elimde değil, korkuyorum” diyor.”Neden korkuyorsun?”

“Zorla başımı örttürecekler, baskı yapacaklar…”

“Hmm, başı örtülü kadınlara hali hazırda yapılan baskı gibi mi yani?”

“….?”

“Mevhum bir korku yüzünden, diğerlerinin üzerindeki baskının sürmesini dilemek adil bir şey midir?”

Korkunun en iyi tedavisi, olabilecek en kötü sonucun olduğunu varsaymak ve sonuçlarını değerlendirmektir. Kadınlar açısından duruma baktığımızda İran’daki durum Türkiye’den çok farklı değil. Zira biliyoruz ki, kadınların başları zorla örtülmeye çalışılsa da, devlet bunu sağlamakta acze düşüyor. İran’da kara çarşaflılardan çok makyajlı, blue-jeanli, başörtüsü konusunu inovatif bir şekilde çözmüş kadınlar görüyoruz. Arabasını da sürüyor, flörtünü de yapıyor, parti düzenleyip içkisini de içiyor. Zira özgürlük, su gibi, her zaman kendisine çıkış yolları bulur. Bunun yanında Gender Gap Index (Cinsiyet eşitsizliği sıralaması)’na baktığımız zaman şunu görüyoruz: 128 ülkelik sıralamada Türkiye 121. sırada; yani 118.sıradaki İran’dan çok bir farkımız yok. Malezya ise 92.sırada. Bu da, Atatürk’ün kadınlara bahşettiği haklardan sonra hiçbir ilerleme kaydedilmediğinin ve aslında zaten kaybedecek bir şeyimizin olmadığının, durumun zaten korkunç bir halde olduğunun göstergesi. (http://www.weforum.org/pdf/gendergap/rankings2007.xls ). 15.kattaki adamın yükseklik korkusunu anlayabiliyorum. Ama 30 cm’lik bir taburenin üzerinde tir tir titreyen bir adamın tedaviye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Aslında ben İran olmaktan da hiç korkmuyorum. Çünkü Türkiye zaten İran gibi… İran’da devletten ayrı, rejimin koruması ve kollanmasından sorumlu; vatandaşın giyinişine, hareketine, yaşantısına müdahale etmeyi kendine görev edinmiş; meclisin verdiği kararları dahi süzgeçten geçiren velayet-i fakih denilen bir kurum var. Bizde de sistem bundan farklı işlemiyor. Birinin dogmatizmi, dünyanın en dinamik; içtihad ve teceddüde en müsait dinine dayandırılıyor; diğeri ise “ben size hiçbir dogma bırakmıyorum” diyen bir lidere… Her iki rejim de totaliter, baskıcı, dayatmacı. Bizde de mollaların karşılığı var: Bürokratik elit. Bizde de velayet-i fakih var: Anayasa mahkemesi. Meclisten hiç bir karar çıkmıyor ki Anayasa Mahkemesine götürülmemiş olsun. Bu mahkemenin tarafsızlığına ise, 367 garabetinden sonra inanan kimse kalmadı. İnandıklarını söyleyenler bile, çıkacak kararları, hangi üyenin hangi Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği üzerinden tahmin etmeye çalışıyor ki, bunun anlamı açık. Yargı iyice politize oldu ve tarafsızlık diye bir şeyden artık söz eden pek kalmadı.

Başsavcının ifadelerine ve medyadaki cadı avına bakıldığı zaman Türkiye’de arzu edilen rejimin Tunus’taki gibi olduğu anlaşılıyor. Tunus 1956’da bağımsızlığını ilan etti. Mevcut başbakan Zine El Abidine Ben Ali, 1987’de darbe ile iş başına geldi. Tunus’ta politika konuşmak çok tehlikelidir. İnternet erişimi sürekli sansürlüdür. Örneğin Al Arabiya’nın uydu yayınına hiçbir bilgisayardan ulaşılamaz. Fail-i meçhuller, işkence ve ölümlerin haddi hesabı yoktur. Kamusal alanda başörtüsü takılması yasaktır. Sokaklar da kamusal alana dahil olduğu için polis, yolda başörtülü kadınları durdurup başlarını zorla açtırır ve “bir daha başörtüsü takmayacağına” dair kağıt imzalatır, direnenleri tutuklar (http://news.bbc.co.uk/2/hi/africa/6053380.stm )

İlginç olan şu ki, Tunus’un bu yasağı için mazeret oluşturacağı bir laikliği yoktur. Onlar da imamların maaşını verirler, camileri kontrol altında tutarlar. Tunus’ta namaz vakitleri dışında camilerin açık olması yasaktır. Polis karakolları hep camilere yakın inşa edilmiştir. Polisin sakallı kişileri yakalayıp sakallarını zorla traş ettiği de görülmüştür. (http://www.state.gov/g/drl/rls/irf/2004/35509.htm ).

Tehlikenin farkında mısınız?

20080325_tunus_bis.jpg

 

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 6 Yorum

  2. Yazan:alperen Tarih: Mar 26, 2008 | Reply

    ANAYASA VE LAİKLİK TARTIŞMALARI
    ALPEREN GÜRBÜZER

    Kıblemizi Batıya çevirmek isteyen müstemleke ocağın başını Mustafa Reşit, Ali Paşa ve Fuat Paşalar oluşturur. Avrupalılara teminat adına Batıcılık güdülüyordu. Avrupalılar da, “Islahat, ıslahat…” diye başımızda bağırıyordu. Zaten kimse de Batılılara; ” İç işlerimize karışamazsınız” diyemiyordu. Sonunda müstemleke ocağı diye tanımladığımız bu güruh meclis-i mebusanın gerçekleşmesine vesile oldular, ama kurulan Meclis-i Mebusan milletimizin kendi evlatlarını azınlığa düşürüp, ortaya kavimler haritasını andıran bir tablo çıkardı. Netice itibarıyla Meclis-i Mebusan devletimize 1877–1878 Türk-Rus 93 Moskof Savaşı’na itmiştir. Elinden yetkileri alınan Ulu Hakan, bu savaşa girmemek için çaba sarf ettiyse de başaramadı. Ulu Hakan’ın tahtan alaşağı edilince Devlet-i Aliyy’e kısa zaman da(10 yıl içinde) çöküşü gerçekleşti. Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat), I. Kanuni Esasi (Mithat Paşa reçetesi), II. Meşrutiyet, İttihat Terakki vs. denemeleri başlıca batılılaşmanın sacayaklarıdır. O gün bugün hala batı’nın kapısını çalıyor, her seferinde yeni reçetelerle ülkemize döndüğümüzde “inkılâp, inkılâp…” diye bağırıyor, geldiğimiz noktaya baktığımızda pekte mesafe kat etmiş sayılmayız.
    Ne batı bizi tam anlayabildi, ne de biz batı’yı anlayabildik. Tazimatla başlayan yüzey üstü Batı sevdamız, İttihat Terakki ile komiteciliğe dönüşmüş ve günümüze kadar değişik rollere bürünerek hüküm sürmektedir. Tanzimat’tan beri adeta batıyı tavaf ediyor, her dönüşümüzde batılılaşmaya çabalıyoruz, fakat bir türlü nihai hedefe ulaşamıyoruz. Üstelik çağdaşlaşma adı altında acaba maskaralaşma macerası mı yaşıyoruz sorusunu soranda yok. Oysa Tanzimat metnine lüzum yoktu. Zaten, fermanda bulunan maddeler zaten o günün şartlarında yürürlükte olan şeriatta mevcut idi. Tuhaf bir batılılaşma serüvenimiz söz konusu. İnsanımızın artık içi boş bu macerada telef olmaya tahammülü kalmadığı gibi, tepeden yönlendirmeler, dayatmacı uygulamalardan ve kötü yönetilmekten bıkkınlık ve gına geldi. Şimdilerde insanımıza tabandan tavana yapılanma sürecini başlatacak oluşumlar daha çok cazip geliyor. Hâsılı kitleler Sivil ve milli bir anayasa, yönetimde katılımcılığın ağırlıkta olmasını istiyor.
    12 Eylül Anayasası, evlere şenlik, bir kısmı batıdan aktarılmış maddeler olmasına rağmen, yasakçı ve tanımı yapılmamış “laiklik hükümleri ile belimizi kırıyor adeta. Demek ki Batıyı da anlayamamışız, Tanzimat’tan bugüne kadar gayret gösterilen batılılaşma sevdası da tam bir fiyaskoymuş meğer. Aslında meselenin temelinde katı devletçilik anlayışı yatmaktadır. Üretememe, kendine güvenememe duygusu, batıyı normlarını anlamada yetersiz hale getiriyor. Her kopya edilen reçeteler, “aslı”nı tutmadığı gibi, üstelik yüzümüze gözümüze de bulaştırıyoruz. Batıcılarımız, efendilerinden daha hızlı batıcılık güttükleri halde yasakçı zihniyetten bir türlü kurtulamıyorlar. Her on yılda bir askeri darbelerle yapılan anayasa değişikliği aradan bir süre geçtikten sonra, kendi elleri ile inşa ettikleri düzenden kendileri şikâyet eder hale geliyorlar. Zihinlerde berraklık oluşturamadığımız müddetçe, ne laiklik, ne demokrasi, ne hürriyet ne de diğer kavramlar bir anlam içermez. Evvela, yasakçı zihniyetten kurtulmamız, aynı zamanda her türlü fikirlere bakışımızı önyargılı hükümlerden kurtarmamız gerekiyor. Aksi takdirde en güzel kavramlar dahi başımızda demoklasın kılıcı misali hepimizi tehdit eder hale gelecektir. Ne Batıya kapalı ne de doğuya kapalı bir yolu tasvip etmiyoruz. Batıcılarımız da, doğucularımız da her şeyden önce düşünce özgürlüğünde ve fikirlere karşı saygıda birleşmeleri gerekiyor. Anayasamızı, net ve açık hükümlerle insanımızın hizmetine sunacak tarzda tanzim edilmeli. Yasak duvarları yıkıp, toplumsal barışı sağlayacak hükümler getirmek şart. Tarifi yapılan kavramlar böylece öcü olmaktan çıkacaktır. Batıda laiklik, anayasalarında inanç hürriyetini zedelemeyecek tarzda yer almıştır. Bizde ise, laiklik ile ilgili tartışmalarında göze çarpan en mühim nokta, bu kavramın anayasa ve kanunlarımızda net bir tanımı yapılmadığından dolayı sürekli başımız ağrıtıldığı hususudur.. Oysa Avrupa’da açık ve seçik düzenlemelerin mevcudiyeti, bu tür kavramlar etrafında gürültü meydana getirmiyor. İngiltere’de yazılı bir anayasa olmamasına rağmen Magna Carta anayasa gibi kabul görmekte, üstelik İngiliz Krallığı Evrensel Anglikan Kilisesi’nin manevi koruması altındadır. Meclisten çıkan kararlar başpapazın imzasıyla yürürlüğe giriyor. Taç giyme, Cantenburg Başpapazı’nın eliyle, kral ve kraliçelere kilisede bir törenle gerçekleştiriliyor. Aynı zamanda İngiltere’de öğrenim gören çocuklar her sabah dini ayine katılmakla beraber, zorunlu din eğitimine de tabii tutuluyorlar. Krallıkla idare edilen Belçika, Hollanda, Lüksembourg, İsveç, Norveç ve Danimarka’da da İngiltere’ye benzer uygulamalar mevcut olduğu gibi, din ve devlet ilişkileri içi içedir de. Sınır komşumuz olan Yunanistan Anayasası’nın 3. Maddesi devletin İstanbul’daki Fener Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olduğunu açıkça beyan eder. Yeminleri de kendi kutsal kitapları üzerine yapılıyor. “Kadiri Mutlak Allah’ın izniyle” ifadesi İsviçre Federal Anayasası’nın başlangıcını oluşturur. Ayrıca 49 ve 50. Maddeleri din ve vicdan hürriyetini teminat altına aldığı gibi, herkesin serbesçe ibadet etme özgürlüğünü de karara bağlamışlar. ABD, dolarlarının üzerinde; “Biz Allah’a inanıyoruz” yazmakta sakınca görmediği gibi, Anayasaları, “Allah’ın kendisine bahşettiği” ifadeleriyle başlıyor ve ilave olarak; “Biz şu gerçeklerin açık olduğuna inanıyoruz, bütün insanlar eşit yaratılmış olup yaratan tarafından onlara mümkün olmayan bazı haklar verilmiştir” gibi sözler yer alır. Süper devlet olarak tanımlanan ABD’de her türlü din faaliyetine engel müeyyide ve uygulama yoktur. 1949 Alman Anayasasında; “Allah ve insanlar karşısındaki sorumluluğun bilincinde olan Alman halkı” şeklinde başlayan ifadeler, Germen ırkının adeta besmelesi gibidir. Almanya’da din içerikli ve din ismiyle parti kurmak ve faaliyet göstermek özgürlüğü mevcut olduğu gibi, anayasasının 4. Maddesi gereği din ve vicdan hürriyeti serbestçe ifade edilmesi ve uygulanmasına müsaade edilir. Bunların yanı sıra din ve eğitimi mecburiyeti getirilmiştir. 1947 İtalyan Anayasası, devlet ile Katolik kilisesinin hukuki statüleri, birbirlerine karşı bağımsız olarak tanzim edilmiştir. 1958 Anayasasıyla batıda sadece Fransa, laikliği Cumhuriyetin temel niteliği olarak ele alan tek ülkedir. Fransa’da bundan dolayı laik din anlayışı çerçevesinde hareket eden dini faaliyetler kabul görür. Bu anlayışın gereği olarak da dini mevzular ve faaliyetler tümüyle cemaatlere bırakılmıştır. Sosyalist devletlere örnek olarak da Çin örneğini verecek olursak, bu ülkenin Anayasası’nın 46. Maddesi, vatandaşlara bir dine inanmama hürriyeti ve tanrı tanımazlığı yayma özgürlüğü öngörür. Zaten komünizm ve onun türevi sosyalist akımlardan başka bir şey beklenemezdi. Bahsi geçen örnekler iyi analiz edildiğinde şu hükme varabiliriz. Fransa hariç, batıda din, hukukun temellerinden sayılmış ve ülke anayasalarında güvence altına alınmıştır. Üstelik Avrupa’da laiklik anlayışı din ve vicdan hürriyetini baltalanmayacak tarzda düzenlendiği görülüyor. Türkiye’de ise, her fırsatta batı, batı, batı…diye sıkça zikrettiğimiz halde, net bir laiklik tanımının Anayasada yer almadığı açıkça ortadadır. Batı anayasalarından esinlenerek Anayasa tanzim etmemize rağmen, kendimize özgü bir “laikliğimiz” mevcut. Ülkemizde, laiklik kavramı etrafında fırtınaların estirilmesi, net bir tanımın yapılmamasından kaynaklanıyor Laiklik, ilke olmaktan ziyade, bir ideoloji olarak algılanıyor ve bir dayatmayla Türk insanının ruhu esir alınmaya çalışılıyor. Adeta bir din gibi lanse ediliyor. Daha çok Fransa endeksli bu laikçilik olup, Fransa’da gerçekleşen 1789’dan sonraki ulus devlet anlayışının yansıma diyebileceğimiz “öteki din” gibi gösterilme basiretsizliğinden kaynaklanıyor. Din ile bilimi çatışmaya tabi tutmak sendromu diyebileceğimiz bu olayı neticede dinin yerine bir şeyi getirme çabaları olarak görüyoruz. Hâlbuki dinin sosyal fonksiyonları ile bilimin fonksiyonları farklıdır. Problemin kaynağında, mezkûr kavramları anayasada tarif edilmemesi ve hala onda ısrar eden şahısların husumetinden kaynaklanıyor. Cari laiklik anlayışı bireye tercih yerine dayatmayı öngörüyor. Oysa dini dışlamayan, demokratikleşmiş bir laiklik geliştirilebilirdi. Müspet manada bir laiklik ilkesi oturtmak, dini kültürün gelişmesi için bile gereklidir. Kavramları ideolojik maskeye dönüştürdüğümüzde laik ve anti laik kampların oluşması kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor ve işi kavgaya kadar götürebilmektedir. Zaten ideolojilerin ruhunda kavga vardır. Değil laiklik kavramı din gibi mukaddes kavramın bile politize edilmesini tehlikeli buluyoruz. Bediüzzaman, geçirdiği tecrübe birikiminden sonra dinin politize edilmesiyle politikanın meleği şeytan, şeytanı melek ilan ettiğinin hükmüne varmıştır. Tıpkı birilerinin bugün laiklik yerine laikçilik yapıyor olması ve bunu ideolojik bayrağı haline getirerek etrafa korku salmalarında olduğu gibi. Her platformda imam hatip okullarını gündeme getirip, bu okulları anti-laik ilan eden zihniyet yarınlarımızı karartıyorlar. Bu okulları İsmet Paşanın açtığını unutmuş gözüküyorlar, sıkılmasalar Paşaya da ateş püskürecekler. Atatürk’ü her seferinde referans alanlar, Onun en Elmalı Hamdi Yazır’ın tefsirinin yayınlanmasının bizatihi teşvikçisi olduğunu görmezlikten gelirler. Bizde inkâr etmiyoruz. Atatürk tekke ve zaviyeleri hatta türbeleri kapatmış, ama Suphi Tanrıöver bu konuda Atatürk’e diyor ki: “- Efendim kapatıyorsunuz da milli kültürümüze hizmet etmiş mümtaz şahsiyetlerin de türbeleri var. Onları hiç olmazsa açalım”, bu durum karşısında Atatürk: “- Ben öldükten sonra onları siz açın” diyor.
    Referanslarımızı 1930’lu yılların şartlarından günümüze taşırken biraz insaflı olmalıyız. Her devrin kendi içinde belli sosyolojik şartları söz konusu, genelden özele değil, özelden genele bir yol takip etmeliyiz. Cumhuriyeti değerlendirirken, o müthiş Osmanlı mirasını da göz ardı etmemeli. Selçuklu ayrı, Göktürk ayrı, Osmanlı ayrı, Cumhuriyet ayrı diye mütalaada bulunmak yanlış. Hepsi birbirinin devamı devletlerimizdir. Mutlaka uzlaşma noktaları bulmalı ve tarih bize bu tecrübeyi veriyor çünkü. Tarihle barıştığımızda önümüzdeki engellerin kendiliğinden tek tek kalacağını görebiliriz. Cumhuriyet her ne surette olursa olsun ideolojik ve tek parti diktatörlüğünden, kendi iradesi ile çok partili hayata geçebilmiştir. Sonuçta Cumhuriyeti kuranlar da meşrutiyet nesli, o kültürün birikimi ile yumuşak olmasa da demokrasiye geçişi sağlayabilmişlerdir. En azından kendilerine diktatör denilmesinden rahatsızlık duymuşlar hareket geçmişler, ama Saddam ve Kaddafi gibiler bu gereği duymamışlar.
    Devamlılık ve değişim kaçınılmaz, her milletin başına gelen alın yazısı. Değişim engellerle karşılaşsa da sonunda kazanan değişim ve devamlılık kazanıyor. Elbette ilk Cumhuriyetin kodladığı altı okun Anayasaya konulmasını tasvip etmiyoruz, ama halkla ilişkiler anlayışı değişim serüveninde zamanla değişebiliyor, Halkı tepeden selamlayanlar sonunda halka başvurmak mecburiyetinde kalabiliyor. Altı okun içinde demokrasi kavramının olmaması düşündürücü değil mi?
    Bediüzzaman’ın, “Ben dindar Cumhuriyetçiyim” sözünden almamız gereken dersler var, o da; dinin Cumhuriyeti reddetmediği gerçeğidir. Cumhuriyet de dini reddetmemeli. İşte demokratik zihniyetten kastımız bu….

  3. Yazan:Talha Can Tarih: Mar 30, 2008 | Reply

    Mükemmel bir yazı olmuş Sayın Senai,
    elinize sağlık…

  4. Yazan:ibrahim Tarih: Nis 12, 2009 | Reply

    zulüm devam etmez Allah sureta insan hakikatte ise yılan çıyanların şerriden muhafaaz eylesin.
    amin

  5. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Oca 20, 2011 | Reply

    Evet zulüm devam etmedi…
    Darısı Mısır’ın başına.

  6. Yazan:Rıdvan Işık Tarih: Oca 20, 2011 | Reply

    Gün tebbet süresini okuma günüdür,tüm diktatörlerin iki elini kırmak için …. VE tümdiktatörlerin bir eli insanların cebinde,diğer eli sinelerinde/zihinlerindedirrrrrr.

  7. Yazan:Tayfun Korkut Tarih: Oca 20, 2011 | Reply

    Harika bir yazı. Elinize sağlık

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin