RSS Feed for This Post

İçimizden Bir Yansıma, “İki Kız Kardeşi”’in Haberi

Yıllardır türban tartışıldı, konuşuldu. Cumhurbaşkanı anayasadaki değişikliği onayladı ama bilindiği üzere tartışmalar sonlanmadı. Varılan netice gösteriyor ki bu mesele epey süre daha hem siyasi gündemi ve hem de yaşamlarımızı etkilemeye devam edecek.

Bu güne kadar gelinen noktada türbanı savunanlardan, itiraz edenlerine kadar toplumun tamamında birbirlerinden farklı da olsa kendilerine ait bir duruş hâsıl oldu. Akademisyenler, öğrenciler, siyasiler, sivil toplum kurumları vs. vs… Her kesim ve kitle misyonlarına ve kendi görüşlerine göre yorumlarını dile getirdi, seslendirdi. Öyle ki söylem dili gün geçtikçe sertleşti, yapıcı olmaktan öte yıkıcı ve de yıpratıcı noktaya geldi.

Baş üstünde taşınan örtü konuşulurken onu bir şahsiyetin taşıdığı unutuldu. Taşıyanın kişiliği ve bunlardan ne denli etkilendiği hatta incindiği göz ardı edildi. Bir kurumun kapısından girebilmek için ödün vermeye zorlanmak, bunu şart koşmak… Okuma hakkından yararlanmanın şartı olabilir miydi? Ki o şart her gün kapısından gireceğiniz kurumun önünde sizi hazır bekliyorken buna maruz bırakılanların ruh hali hiç düşünülmedi. Türbanların altında sessizce nice travmalar yaşandı. Bundan kimimiz haberdar oldu kimilerimizin ruhu bile duymadı. Misal, Ferhat Kentel’in “Türkiye Gibi Olma Korkusu” başlıklı yazsızında yer verdiği “okur mektubu” bu zedelenmişliğin, incinmişliğin apaçık ifadesi ve ispatı niteliğindedir.

Peki, neydi bizi bu kadar sert kutuplara savuran? Savururken biz farkına varmadan canlarımızı yakan. Neden, neydi derdimiz, birbirimizden ne gibi bir alacak hesabımız vardı? En önemlisi de kadınlarla ilgili bu meselede neden kadınlar ayrı düştü, düşürüldü? Binlerce genç kız “inancım gereği” derken onu anlamak, anlamaya çalışmak mı zordu ya da tersine kaygı duyan kadınların içine su serpmek mi? Zor da olsa “zor”u ilk düşünmesi ve yapması gereken kimlerdi…?

Bakınız, 19 Şubat 2008 tarihli köşe yazısında Elif Şafak bu konu ile ilgili şunları söylüyor; “Duygusal bir milletiz. Çabuk kızıyor, çarçabuk küsüyoruz. Dinlemeden yargılıyor, anlamaktan çok anlatmaya önem veriyoruz. Oysa şu anda (ve aslında daima) ihtiyacımız olan temel şey sakin bir üslupla birbirimizi dinlemek, anlamaya gayret etmek ve daha fazla empati, empati, empati. Tartışmanın taraflarının sıklıkla unuttukları son derece başat bir nokta var: Aralarındaki görüş ayrılıkları ne olursa olsun, her biri ve her birimiz, aynı kültürel ve toplumsal ve manevi bünyenin parçaları, uzuvları, renkleriyiz. Beraber yaşamayı öğrenmek ve önemsemek için bundan başka bir sebebe ihtiyaç olabilir mi? Kadınlara düşüyor şu an en büyük rol. Karşılıklı olarak. İki yönlü bir yol bu. Bugün Türkiye’de başı açık kadınların, başını kapatan hemcinslerinin kırgınlıklarını, hüsranlarını anlamak için bir adım atmaları şart. Keza başı kapalı kadınların da başı açık kadınların kaygılarını, endişelerini anlamak için bir adım atmaları gerekli.” Sizce de halklı değil mi Sayın Şafak.

Birbirimizdeki farklılıklar bizi ayırmak yerine çok daha sıkı bir bağ ile bağlayamaz mı? Velev ki birbirinin kopyası görüş, duruş, düşünüşle ve kişilerle çevrelenmiş bir hayat ne kadar tad verebilir? Hem biz bilmiyor muyuz beş parmağın beşi bir olmaz…

İşte tam da bu bakımdan içimizden bir dostun, yazarlarımızdan Arzu Cihangir’in ve kızkardeşinin hikayesi geçtiğimiz hafta sonu Hürriyet Gazetesi’nin Pazar ekine kapak konusu oldu.

“Aynı anne babanın çocukları. Hayatları, zevkleri, konuları ortak, ama dünya görüşleri farklı iki kız kardeş. Arzu Cihangir (29) başını örtmeye karar verdiğinde ortaokuldaydı. Aysun Ekici (22) ise kapanmayı hiç düşünmedi. Aysun, Atatürkçü Düşünce Derneği’ne üye ama Arzu ablası onun her şeyini paylaştığı, birlikte alışverişe çıktığı en yakın arkadaşı, canı. Birinin dindar ve türbanlı, diğerinin sıkı bir sosyal demokrat olması anlaşmalarına engel değildi hiçbir zaman.

Hayat bu bakımdan onlar için hiç de karmaşık değil. İlişkilerinin sağlamlığını birbirlerinin duygularına samimi şekilde inanmalarına, anlamalarına ve saygı duymalarına borçlular. Bu, evlerinde çatışma değil huzur ve neşe olan iki kız kardeşin öyküsü. 2008 Türkiyesi’nden gerçek mi gerçek bir fotoğraf.” Pazar söyleşisinin açılış cümleleri böyle. Kardeş dahi olsalar aralarındaki zıtlıklarla bir ve beraber yaşamaya dair örnek gösterilmişler.

Sohbetin devamında Arzu Cihangir, başını kapatmış pek çok genç kızın yaşadığı zorlu döneme dair şunları söylüyor; “28 Şubat döneminden sonra, üçüncü sınıftayken üniversite hayatı beni zorlamaya başladı. İlk önce kimlik kartlarında başı açık fotoğraf istediler. Bir fotoğrafla inancım azalmayacak ya, gittim çektirdim. Sonra derslere başı açık girilecek dendi. Ama ben babamın, ağabeyimin yanında bile başımı açmam. Hemen babamı aradım “Eğer destek verirsen, bu şartlarda okulu bırakmak isterim” dedim. O da bana “Kızım üniversiteye kolay mı giriliyor. Bu sorunun çözülmesine daha çok var. Emeklerine yazık. Ne diyorlarsa yap” dedi.

Bir gün hukuk dersinde, başını açmayanların siciline işlenecek dendi. Diğer türbanlı arkadaşlara dedim ki; “Açalım kaç kişi görecek, hem hep beraber açarsak daha az kötü hissederiz.” Tamam dediler. En önde oturuyordum. İğnelerini çözdüm, örtüyü indirdim. O anda bir şey hissetmedim. Başımı öne eğmiş otururken, ellerim birden kulaklarıma değdi. Örtülü olunca hiçbir zaman kulaklarına dokunamazsın. O temas o anda beni mahvetti, dünya başıma yıkıldı sanki. Çıplak hissettim kendimi. Sonra arkamı döndüm. Baktım ki, bana söz veren diğer arkadaşlarım açmamış başını. “Ay Arzu başını açtı vah vah” diye ağlıyorlar. O gün benim için çok travmatik bir gündü ama ondan sonra ne zaman gerektiyse başımı açtım. Çünkü peruğa karşıyım. Kuran-ı Kerim’de örtü takamıyorsan, peruk tak diye bir şey yok. Diğer arkadaşlarım Sindirella gibi peruklar taktı, ben yapmadım. Sınavıma girdim açtım, çıktım kapandım. Kantinden bir şey almak gerekince de arkadaşlarım alıp getirdi, öyle böyle bitirdim işte okulu. Bugün üniversiteye giden ve kapanmak istiyorum diyen bir genç kıza, mesela Aysun’a o gün yaşadıklarımı anlatıp “Bunu kaldırabilecek güçlü bir karaktere sahipsen, kapan, yoksa yapma” derim. Çünkü kolay iş değil. O dönemde buhranlara düşüp antidepresan kullanmak zorunda kalan çok arkadaşım oldu. Kardeşim o hale gelsin istemem.”

Diğer taraftan kızkardeş Aysun Hanım’ın sohbete yansıyan ifadeleri ise şöyle; “Karslı bir babanın kızlarına karışmaması büyük lükstür ama bizim babamız öyleydi. Ondan böyle gördük, herkesin kararlarına saygı duymayı öğrendik. Benim örtünmeye hiç niyetim yok. Arzu ablam da bir gün bile bana örtün dememiştir. Fakat bu son gelişmelere, insanların meydanlara dökülmesine babam çok üzülüyor. Sizin gibi kardeşleri bile birbirine düşürecekler diye endişeleniyorum diyor.

Ablamlardan utanmam çünkü onların gerçekten inançları gereği, içten gelerek, kimseden etkilenmeyerek kapandıklarını biliyorum. Bizzat süreci gördüm. Birçok türbanlı arkadaşım da var. Ama bazı türbanlıların hallerinden ve niyetlerinden utanıyorum. Meydanlardaki türbanlılara kızıyorum. Örtündüysen onun getirdiği bir olgunluk, edep olmalı, ben ablalarımdan öyle gördüm.

Ablamı sonuna kadar savunurum. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin üyesiyim. Dernekten bir teyze geçen gün türbanlı bir kıza çok kötü söylenmeye başladı. Ama nasıl ağır konuşuyor. Tutamadım kendimi “Teyze rahat bırak kızı! Onun örtüsüyle bu ülke yıkılmaz” dedim. Bayağı bir kavga ettik.”

Söyleşinin kalanını buradan okuyabilirsiniz.

Arzu Cihangir ve kardeşi Aysun Hanım içimizden nicelerinden sadece ikisi. Her ikisi de nev-i şahsına münhasır kişilikler. Kendi fikir ve görüşleri ile kendilerine ait dünyalarında farklılıklarına rağmen kardeş olan, kardeş kalanlardan nicesine örnekler.

Tüm bu olan biteni değerlendirirken lütfen şunu unutmayalım; Bizler, görüşlerimiz, düşüncelerimiz, yaşam biçimlerimiz ve tercihlerimiz ne olursa olsun bu topraklar üzerinde yaşayanlar, aslında kocaman bir ailenin fertleriyiz. Tıpkı Elif Şafak’ın yukarıdaki yazısında bahsettiği gibi. İşte bu yüzden birbirimizle konuşmaya, halimizi anlatmaya, anlamaya, dertleşmeye hülasa birbirimizle hemhal olmaya çok ihtiyacımız var. Birlik ve beraberimiz için buna hem de çok ihtiyacımız var.

 

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:knz Tarih: Şub 28, 2008 | Reply

    Türkiyede üniversite eğitimine hak kazanmış kişi elittir. elit düşünen sorgulayan ne istediğini bilen kişidir.

    yukardaki yazıdaki şu ifade bir üniversiteliyi temsil etmez.

    nedemek babamın, abimin yanında bile başımı açmam ifadesi ? hiç sihlerin evrensel bir dinin temsilcisi olma şansları olablir miydi ?

    rica ederim kendinizi dolduruşa getirmeyin ve herşeyden bu dine böyle zarar vermeyin.
    insan en çok kendini dolduruşa getirince zarar veririR. Bunu ne şikayetçi olan yapsın, ne de siz yapın.

    Elitin saçmalamaya hakkı yoktur.

    Bir hak aranıyorsa hukuk yolu var. Hukuk yoruma dayalı bir alan olduğu için süreç sancılı işliyor. herkesin duygusu var. herkes kamusal alanda az biraz fedakarlık yapıyor.
    sanki kendiniz merkezmiş gibi davranmayın.

    benim de çarşaflı akrabalarım var, ne alaksı var; türkiyede insanlar sanki birbirine düşmanmış gibi izlenim vermeye ?

    insanlar birbirne laf anlatmaya çalışıyor.

  3. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Şub 29, 2008 | Reply

    resim

  4. Yazan:Ç-Z Tarih: Şub 29, 2008 | Reply

    CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın neden anayasa mahkemesine gittiklerinin sebebini açıklarken kurduğu cümle;

    Türban takanların takMAyanlara karşı bir baskı unsuru oluşturacağı hatta ona omuz verenlerin bu baskıyla yetinmeyip türban takmayanlara değişik yollardan baskılarını artırmasını davet edecek niteliktedir.”

  5. Yazan:knz Tarih: Mar 4, 2008 | Reply

    Türkiyede;
    sünni islam dışında da islamın olduğu devlet tarafından resmi olarak güvence altına alınmadan, bu bir hukuki sorun olarak kalmaya devam edecek.

    oruç ta mı yok islamda diye dalga geçerek olmaz tabi.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin