RSS Feed for This Post

Günde 10 ila 12 Saat Çalışmanız Yetmez! Gün Gelir Ölmeniz De İstenebilir, Gerekebilir!

838766_electrocution2.jpgİstanbul Davutpaşa’da ruhsatsız bir havai fişek imalathanesinde meydana gelen patlamada, 22 kişi hayatını kaybetti, 116 kişi de yaralandı. Bu vaka ile ilgili haberleri okurken, dinlerken aklıma sitemizde yayınlanan bir yorum geldi. Yorumcumuz Sayın JaneDo, 28 Mart 2007 tarihinde yayınlanan “Köle-Efendi Diyalektiği Tersine Çevrilebilir mi?” (1) isimli yazıya yaptığı yorumda, şirketleri “et yiyen bitkiye” benzetmişti. Şirketlerin çalışanları ile beslendiklerini söylemişti. Davutpaşa’daki patlama ile “et yiyen bitki” benzeri bir şirketi kanlı canlı görmüş olduk. Gerçi gördüğümüzde canlı değil kanlı idi, üstelik artık yaşamıyordu. Hepimizin bildiği bir gerçekle acı şekilde yüzleşmek zorunda kaldık: Ruhsatsız, kaçak bir şirketin varlığından, tam yok olurken haberdar olduk. Öyle bir şirket ki hiçbir güvencesi olmadan, büyük ihtimalle kötü, sağlıksız koşullarda, insani çalışma süresinin çok çok üzerinde çalıştırılan sigortasız işçiler sayesinde ayakta duruyormuş. Zaten biliyorduk böyle şirketler olduğunu ama bu olayla iyice gözümüze girdik gerçek. Gördük ki bazı çalışanların emeğinin sömürülmesi, köleleştirilmesi yetmemişti, canlarını da vermeleri gerekmişti.

Bu tatsız olaydan sonra, imalathanenin bir sürü kere mühürlendiğini, çeşitli mercilere şikayet edildiğini öğrendik. Ama ısrarla imalata devam edilebilmişti. Bu hiç duraksamadan imalatın yapılabilmesinde kaç kişi suçlu, saymak zor olabilir. Denetimi ve kendi hayatı da dahil olmak üzere insanların hayatını ciddiye almayan işletmeci başta olmak üzere, denetimini ciddiye aldıramayan, şirketi kapatamayan belediyeden tutun da, savcılığa şikayet edildiği halde, bu şikayetlere yetişemeyen emniyet, adalet yetkililerine kadar herkesin bir parça suçu ya da ihmali var. Tabii ki bu imalathaneden haberi oldugu halde buna göz yuman herkesin de bu işte payı var. Şikayet edenler de olmuş, onları tebrik edip ayrı tutuyorum. (Hatta şikayetlerini kayda almışlar sanırım, bir arkadaşımdan duydum. Ama şikayetlerinden bir sonuç alamamışlar.) Aslına bakarsanız, çalışanlar da suçsuz değil ama belki onların mazereti daha anlaşılır: Bilinçsiz ya da geçim derdinden başka şey düşünemeyen insanlar, ne imalathanenin neden mühürlendiğini düşünebiliyorlardı belki de, ne de sigortasiz çalışmanın etkilerini. Çalışanın hakkı olduğundan bile bihaber olabilirler! Bekle ki haklarının peşine düşsünler!

Aslında bu manzara ülkemiz için hiç de yabancı sayılmaz. Umur Talu’nun kaleminden örnekler:
“Yurdun dört yanını, en modern işletmeden en sakil atölyeye, plazalardan
tarım işçisi çocuklara kadar, “yurdumun köle düzeni” … /…/
Bir gün Tuzla’da elektrik olup sigortasız işçiyi çarpıyor, bir gün demir
olup baretsiz başını eziyor.
Bir gün minicik tarım işçilerini dereye döküp öldürüyor; bir gün atölyeye
kilitlediği sigortasız kadın işçileri cayır cayır yakıyor; bir gün onuru
kırılmış bir askerin için için acısında, bir gün bir bankacının
çıldırışında, bir gün bir satış elemanının 12 saat mesai sonunda
yıkılışında maskesini yırtıyor.
Bir gün Bursa’da, Urfa’da, bir gün Tuzla’da, bir gün Davutpaşa’da patlıyor.”(2)

Umur Talu hiç haksız değil. Ülkemizdeki köle düzeni insanları ezmeye, yok etmeye, yok saymaya devam ediyor. Talu’nun dediği gibi: “Sigortasız köleler, aşırı çalıştırılan köleler, tazminatsız köleler, fazla mesaisiz köleler, zincirlenmiş köleler, kapatılmış köleler, korkutulmuş köleler, boğulmuş köleler, yanmış köleler, parçalanmış köleler.”(2) kimsenin dikkatini çekemiyor. Kölelerin çektikleri eziyet ile zenginleşenler hergün biraz daha rahat yaşayıp, saygı ve sevgi görmeye, ortalıkta rahat rahat dolaşmaya devam ediyorlar. Bu insanların vicdanlarına nasıl ulaşacağız? Bunun hiç ihtimali yok diyorsanız, bu insanları yaptıkları insan hakkı ihlallerinden dolayı, psikolojik baskı ve eziyetten dolayı nasıl cezalandıracağız? Hatta Davutpaşa olayında olduğu gibi, bazı durumlarda insanların ölmelerine sebep olduklarında hiçbir şey olmamış gibi mi davranacağız? Bu gidişe nasıl dur diyebiliriz?

Bu sorular havada asılı dururken, et yiyen bitkivari şirketlerin insanları her zaman yavaş yavaş yemediğinin, bazen bir lokmada yuttuğunun kanıtı olan başka bir örneğe göz atalım. Bu şirketler sadece bizim ülkemize özgü değil. Acımasız, yıpratıcı çalışma düzeni yani köle düzeni başka ülkelerde de var. 30 Kasım 2007’de gazetelere bir haber yansıdı. Üzülerek paylaşmak istiyorum: ” Aşırı çalışmaktan ölen kişinin eşine tazminat! Japonya’da bir mahkeme, hükümetin, kocası fazla çalışmaktan ölen kadına tazminat ödemesine hükmetti. Nagoya Bölge Mahkemesi, Japon otomobil devi Toyota’da çalışan eşinin ölüm nedeninin fazla çalışma olduğu iddiasıyla dava açan Hiroko Uçino adlı kadını haklı buldu. Uçino’nun avukatı, müvekkilinin, 30 yaşındaki kocası Keniçi’nin 2002 yılında ölümünden sonra Sağlık Müdürlüğüne tazminat için başvuruda bulunduğunu, ancak idarenin başvurusunu reddettiğini, Nagoya mahkemesininse bugün verdiği kararla, hükümetin, sağlık müdürlüğünün kararını değiştirerek Uçino’ya tazminat ödemesine hükmettiğini anlattı. /…/ Avukat, Toyota fabrikasında kalite kontrolde orta seviyeli bir yönetici olarak görev yapan Keniçi Uçino’nun işyerinde rahatsızlanmadan önce 6 ay boyunca ayda 80 saat kadar fazla mesai yaptığını söyledi. Toyota şirketininse davayla ilgisi bulunmadığı kaydedildi.”(3)

Şirketler, yani yöneticiler çalışanlarını insan değil, makina parçaları olarak gördüğü sürece bu durum düzelemeyecek sanırım. Makina parçası da bozulunca, ömrü bitince, değiştirilir sonuçta. Arkasında da ağlanmaz! Ölen kişiyi geri getirmez ama yine de mahkeme kararı Japonya için sevindirici, umut verici. Bizim mahkemelerde emsal teşkil etmeyeceği için bize bir faydası yok. Aslında ne çalışanların tükenmesine ne ölmesine gerek var. Şirketlerin çalışanları ile beslenmekten vazgeçmesi için, şirket yöneticilerinin çalışanlar olmadan bir iş yapamayacaklarını anlamaları gerekiyor. Ölmemiş, canlı, ruh ve beden sağlığı yerinde çalışanlarla daha iyi işler çıkartacaklarını farketmeleri gerekiyor. Özel hayatını, beraberinde ruh ve beden sağlığını feda eden çalışanlar, eninde sonunda tükenecekler. Bu işten yine işyerleri zararlı çıkacaklar. Şirket sahipleri ve yöneticilerin bu gerçeği farketmelerini sağlamak lazım.

Tabii bununla beraber, hatta öncesinde, çalışanların, kendileri olmadan işverenlerin birşey yapamayacağını farketmeleri gerekiyor. , Ellerindeki gücü görmeliler. Geçim derdi ile işverenlere teslim olunca da ölünüyor, aç kalınca da ölünüyor… Fark yok nasıl olsa… Çalışanların hakları için verecekleri mücadeleden başka, her insan bireysel olarak bu konuda duyarlı olabilir. Pırlanta ile ilgili yazı ve yorumlarında geçtiği üzere, alacağımız her ürünün insani şartlarda çalışan kişilerce üretilip üretilmediğini sorgulayabiliriz. Yine verilen hizmetlerin insani şartlarda çalışan kişilerce verilip verilmediğini sorgulayabiliriz. Eğer burnumuza kötü kokular gelirse o ürünü almayabilir, hizmeti reddedebiliriz. Bu bireysel tepki, pasif bir direniş olmakla beraber, ürünlerin seceresini merak edenlerin sayısı arttıkça etkisi de artacaktır.

Peki, Türkiye gündemine bu konuların gerçekten girmesi için daha kişinin ölmesi ya da hayatını -güvencesiz ya da güvenceli- köle gibi çalışarak yani bir nevi yaşamayarak geçirmesi lazım acaba? Umur Talu’yu ayrı tutarsak, bu sorunları, düzelene kadar gündemde tutacak bir babayiğit gazete ya da gazeteci, televizyoncu, STK, dernek, sendika çıkmayacak mı Türkiye’de? Keza bu işleri düzeltmek için elini taşın altına koyacak bir siyasi yok mu ülkemizde? 22 kişi öldü ve öldüğü ile de kaldı. Günah keçisi niyetine hesap sorulacak kişi bile bulunamayacak belki de. Görünen o ki insanlık dışı mevcut durum devam edeceğe benzer. İşverenler ve patronlar da “Ölen öldü, kalan sağlar sömürülmek üzere bizimdir!” diye sessiz sevinç çığlıkları atacaklar. Kuralsız, hukuksuz, haksız bir dünyada zenginleşmeye devam edecekler. Hatta istihdam sağladıkları için saygı da görecekler. Ta ki Türkiye çalışanı, gazetecesi, televizyoncusu, derneği, sendikası, milletvekilleri ve vicdan sahibi işvereni ve yöneticisi ile hep beraber bu soruna eğilene kadar… Her insan aldığı ürünün, hizmetin geriye dönük hikayesinin temiz ve ahlaklı olmasını bekleyip talep edene kadar… O güne kadar insanlar yani “Sigortasız köleler, aşırı çalıştırılan köleler, tazminatsız köleler, fazla mesaisiz köleler, zincirlenmiş köleler, kapatılmış köleler, korkutulmuş köleler, boğulmuş köleler, yanmış köleler, parçalanmış köleler.” (2) ölmeye ya da insan değil robot gibi, köle gibi yaşamaya devam edecekler…

(1) Köle-Efendi Diyalektiği Tersine Çevrilebilir mi? isimli yazı.
(2) Umur Talu‘nun 1 Şubat 2008 tarihli köşe yazısı.
(3) “Aşırı çalışmaktan ölen kişinin eşine tazminat!“ haberi.

 

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Mr No Tarih: Şub 15, 2008 | Reply

    Kapitalizm iyidir, devletin herşeyi regüle etmesi mi piyasa mekanizmasını bozar.

  3. Yazan:zihni Tarih: Şub 16, 2008 | Reply

    Makalenin psikolojik magazinsel örgüsüne ekleyebilecek bir sözüm yok. Yazarın duyarlılığını kutluyorum buraya kadar.
    Ama,
    Kurttan kuzu doğurtmaya çabalamak iyiniyetin ötesinde, kıapitalizmin 3. bunalımına ilaç aramya yarar ancak. Alternatif dünya modeli ortadayken….. alternatifin aslına sırt dönmeye ve kötü örneklerinden demagoji üretmeye yarar ancak…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin