RSS Feed for This Post

İstanbul mezar taşları

Meliha Şen (Osmanlı tarihi ve İstanbul ile ilgili çalışmalarını FLICKR sayfalarından izleyebilirsiniz.)

mezar-taslari_0.jpg

mezar-taslari_1.jpgYer: Sokollu Mehmed Paşa Camii Kabristanı

Mezar taşı üstünde şunlar yazılı:

el-Baki
emr-i Hakla tamam oldu vadesi
kaldı hasret pederi hem validesi
Kadırga Limanında Kastamonulu
Mustafa Ağanın oğlu
Ahmed Efendi ruhuna Fatiha
(Sene): Fi 7 Muharrem 1242 (Miladi: 11 Ağustos 1826)

Bu kabristan şimdiki Kadırga’da. Oraya kadırga denmesinin sebebiyse, geçmişte bir kadırga limanının bulunması. Zaten mezar taşında da bu yerin ismi geçmiş.
Henüz fes inkılabı gerçekleşmediği için başlık serpuştan. Bu serpuş aynı zamanda, müteveffanın(ölen kişinin) tarikat ehli olduğunu da göstermekte. Benim tahminim Kadiri tarikatına mensup olduğu, fakat serpuşları tam olarak ayırt edemiyorum.
Diğer bir ipucu, “hasret kaldı pederi hem validesi” ibaresinden anlıyoruz ki medfun olan kişi oldukça genç bir yaşta idi.

Hemen arkasındaki mezartaşının başlığında herhangi bir serpuş olmamasından da anlıyoruz ki burada yatan şahıs bir hanım. Zaten kitabenin sonunda da “merhume Şerife Esma Hanımın ruhuna Fatiha” yazmakta.

mezar-taslari_2.jpg

Yer: Süleymaniye Camii kabristanı

Bu mezar taşının ayrı bir özelliği var. Dikkat edilirse, bir mezarda iki kişiye ait kitabe bulunmakta. Biri kadın, diğeriyse erkek çocuğuna ait. Sebebiyse şu: Doğum anında veya çok kısa aralıklarla hem anne hem de çocuğu vefat ederse aynı mezara gömülüyor ve tek bir pehle taşına (yatay olarak kabre örtülen ve üstüne kitabe dikilen taş) iki tane mezartaşı dikiliyordu. Böylece yazıyı okuyamasanız bile ölüm sebebini anlayabiliyordunuz.
Bu adet, Osmanlı geç döneminde görülmeye başlamış.

Arkadaki kadın mezartaşının yazısı biraz silindiği için okuyamadım. Fakat tarihlere baktığımızda iki gün arayla öldüklerini görüyoruz. Oğul 15 Ramazanda, anneyse 17 Ramazanda vefat etmiş.
Öndeki küçük erkek çocuğunun mezartaşındaysa şunlar yazılı:

Ah mine’l-mevt
terk eyledi vâlidinin bir gülü
taze idi oldu cennet bülbülü
Mumcular Kethüdası Hacı Ahmet
Efendinin mahdumu Mustafa
Efendinin ruhuna Fatiha
fi 15 Ramazan Sene 1276
(miladi: 7 Nisan 1860)

mezar-taslari_3.jpgYer: Şeyh Ebu’l-Vefa Camii Kabristanı

Kabristanı gezerken, birbirine çok yakın dikilmiş iki mezartaşı çekti dikkatimi. Biri kız, diğeri erkek çocuğuna ait taşları okuyunca kardeş olduklarını gördüm. 4 sene ara ile vefat etmişler.

Taşlarda şunlar yazılıydı:
(sağdaki taş)
Hüve’l-bâkî
Mahmud Ağanın kerimesi
Cennet-mekan-ı firdevs-i
Aşiyan merhume
Fatıma Zehra Hanım
Ruhiçün fatiha
fi 19 Rebiulahir
Sene 1267
(miladi: 21 Şubat 1851)

(soldaki)
Hüve’l-bâkî
Mahmud Ağanın mahdumu
Cennet-mekan-ı firdevs-i
Aşiyan merhum
Mehmed Said Efendi
Ruhiçün fatiha
fi 13 Receb
sene 1263
(miladi: 26 Haziran 1847)

Bilindiği gibi Firdevs Cenneti, cennetlerin içinde mertebe olarak en yükseğidir.
Küçük yaşta vefat edenlerin cennet kuşu olduğuna dair bir inanç da vardır. Kitabelerde geçen “cennet-mekan-ı firdevs-i aşiyan” tamlaması: “Mekanları Firdevs cennetindeki kuşyuvaları olsun” anlamına gelen bir dua, temennidir. Aşiyan aynı zamanda ev, mesken anlamına da gelmektedir. Mevlam mekanlarını Cennet-i firdevs-i aşiyan eylesin.

mezar-taslari_4.jpg

Bu bağ-ı fâninin gülü
Bâki değildir heman
Hiç bâki kalır mı bülbülü
Bâki değilken gülistan*

*Mezartaşından alınmış bir dörtlük..
Yer: Süleymaniye Camii Kabristanı

Hüve’l-Bâkî

Bakmayan çeşm-i basiretle taşıma

Bilmez ol halim tâ gelmeyince başına

Kapından geçmek için bilmem ki kaçıncı talebim bu? Bad-ı sabâya “gel” demişsin. Doğudan süzülüp de hafif hafif, yedi güzel tepe aşar, yüz sürer minarelere, heybetli binalara. Ahşap yalıları okşayıp, gül râyihâsı devşirir bahçelerinden. Bâd-ı berîn ile söyleşir. Her yerini gezer, dolaşır. Sonra kaybolup gider bütün efsunuyla…

Afitâba “gel” demişsin. Her sabah ateşler yakar göğünde. Sırlar fâş eder, kubbelere parıltılar saçar. Gölgeleri adımlara râm eder ve gün çekildikçe gecenin ardına o da bütün harâretiyle ufukta erir…

Âh’ını görüp de müteessir olduğundan mıdır nedir; mim düşüp de evveline o âh’ın mâha “gel” demişsin. Her gece bir başka endamda, hâleden peçesini takıp yüzüne, taht kurar semâda gönlünce. Kameriyelerde bir sohbettir başlar. Musıkî, şiir.. Bir yanda yanar söner yakamozlar, bir yanda hanımeli ve sarmaşık gülleri. Mâhın etrafına dizilir semânın mücevherleri, heft-evreng, süreyya.. Söyleşirler onlar da sabaha kadar ve bütün parıltılarını toplayıp kaybolurlar gecenin son deminde.

Herşey fânî İstanbul. Her gelen geçip gidiyor senden bir şeyler alıp. Hani nerede dün? O hızla ilerleyen gün müydü? Saatler dost mu, düşman mı?

Bu bâğ-ı fânînin gülü,

Elbette fânîdir heman

Bâkî kalır mı bülbülü

Bâkî değilken gülistan[i]

Zaman neye derlerdi veya kime? Ben hep böyle kapında mı idim? Sahi, gün kaç saniye ve bilmem ki saniye kaç asırdı burada?

Yine kesif hisler sardı etrafı İstanbul, kimi ketum, kimi alenî, kimi var mı yok mu bilinmez… Kapında bekler iken muamma ile beraber, ve sen “gel” demekteyken hala fânîlere, gözüm sükût içindeki bir tepeye takıldı. Ne müthiş manzaraydı bu! Sanki seyrine hayran olmuş kullar öylece kala kalmıştı da, taş dikilmişti başlarına nişâne olsun diye. Öyle bir tepe ki, bir âlem ve bir başka âlemin girizgâhı.

Tek murâdımdı kapından geçmek. Hani o “git” dediğin günden beridir vuslatının hasretiyle yanmaktayım. Amma değil mi ki Mevlâ nice kapılar açar kul beklerken bir kapıda. İşte şimdi yanımda muamma, yol alıyorum. Aklımda hayalin hala, bilmem ki nereye ilerliyorum.

Aştığım mesâfeler boyu kaç bin türlü mâni’ ile karşılaşmıştım. Hasretin miydi beni böyle müteessir eden, yoksa gurbet her kulu kendine mi benzetirdi bilmem. Şimdi firâkinin âteşi başımda iken hâlâ, kapından ayrılıp da hangi âlemin sınırlarında dolaşıyorum ki, taş taş her yer. Taş ki, soğuk kıvrımlarında şekillenen hakikatlere kitabe olmuş. Âteşime âteşler ekliyor.

Nâmını hayr ile andırmaya eyle himmet

Âleme geldiğine bir taşı terk etme delil

Taşı da, nakşını da mahv eder eyyâm amma

Ebedî, elsinede daim olur zikr-i celil

Ben şimdi hangi alemi seyrediyorum ki, diller taş. Sözler taşlara râm olmuş. Kâselerde meyveler ikram ediliyor. İri ve olgun narlar, üzümler, elmalar, taş. Demet demet çiçekler, lâle, zambak, karanfil, taş. Bir yanına güller takılı serpuşlar.[ii] Kimi Serdengeçti, kimi Yûsufî, Mevlevî, Kâtibî, hep taş… Hû çekiyor kimi derinden, ve “Ya Hû!…” Kelâmullah’ı nakşetmişler gönüllerinin ortasına. Kimi tâlik, kimi sülüs, kimi divânî, taş: “Küllü men aleynâ fânin”, “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu”…

Merhûm, kimi merhûme.. Konuşuyorlar, sözlerini işitemiyorum. O vakit yine taştan neferler dikiliyor karşıma. Başlarından bâd-ı ecel esmiş, âb-ı ecel imiş son azıkları, kimi şirpençe idim, kimi vebâydım, kimi müzminim[iii] deyip geçiyor. Bir taş dokunuyor yüreğime, destârında gonca gül[iv], ana-baba ıstırabı hala kıvrımlarında, figân etmekte inceden inceye: “Nevcivânım uçtu cennet bağına”. Sonra diğeri, şükûfeden tacıyla meskûn bir köşede, gencecik bir hanım:

Emr-i hakkla türlü emraz geldi benim tenime

Bulmadı sıhhat vücudum sebeb oldu mevtime

Sükut ile başka nasıl anlatılır bir âyet. Elbet değil mi ki genç olsa da, “Küllü nefsin zâikatül mevt”

Bir âlem ki burası, göz daha ilk adımda gördüğünü haber vermekten ferâgat eder, dem çeker bülbül seherden sabaha, güller açar, sümbüller bakışır, serviler sarar dört bir yanı, serviler ki elif-endam… Itrî bir hava, derinden derine esen rüzgâr, kumruların mahzûn cıvıltıları, uzaklarda bir yerlerde sakince akan suyun şırıltısıyla mest olurken, her adımda ibret, her adımda huşû, karşıda İstanbul’un hayret verici güzellik manzarası ve ölüm yâd edilir her adımda.

Perdenin indiği zannedilen bir ânda, işte tam o ânda, perdeler kalkar burada ve hala perde var bilirim bakışlarımda. Bir âlem ki bu mekân, başka bir âlemin kapısıdır. İşte şimdi ben o ilk âlemin dahî sathında yol alıyorum ki, Hüve’l-Baki diye diye bekler kulları, Hüve’l-Hayy ellezi la-yemut…

Ve yine mısralar dolu taş satırlara takılır gözlerim, onlar ki, ölümleriyle hayat dersi verirler, durup öylece tefekkür içinde beklemekteler sanki, seneler ve asırlardır:

Eğer şah-ı cihan olsan

Felek kaddini bükmez mi

Kara yerde türab olduk

Sana ibret bu yetmez mi

Hüseyni makamında bir salâ yükseliyor minarelerden. Yeşiller içinde bir tabut, alnında şemleler[v] sarılı insanlar gelip geçiyor. Üzerlerinde libas-ı mâtem, lacivert, mor, siyah[vi]. Gözlerinde tevekküle dair izler, dudaklarında duâ, bir fânî daha sırra kadem basıyor. Ne fevkalade bir nasihat yüklenmiş şu kaskatı bedenine ve dilin vazifesini terk ettiği ândır bu ân. Ölüm ki eller üstünde taşınır önce ve yer ile yeksân olur.

Ölüm ki, soğuktur, hakikatin en yanık habercisidir yine de. Zândan emânete, yalandan hakikate varılan ândır bu ân…

Baki olan O’dur.

 

 


[i] Bu ve bundan sonraki mısralar eski mezar taşlarından alınmıştır. [ii] Genellikle tarikat ehli olanların mezar taşlarının serpuşlarında gül bulunurdu. [iii] Kimi mezar taşlarında “veba”, “şirpençe” v.s. gibi ölüm sebebi yazılıdır. [iv] Genç yaşta ölenlerin mezar taşında kullanılan güller gonca şeklinde olurdu. [v] Cenaze merasimlerinde bilhassa devletin ileri gelenlerinin taktığı bir başlıktır.[vi] Cenaze merasimlerini konu eden minyatürlerde libas-ı matem rengi mor, siyah ve lacivert olarak tasvir edilmiştir.

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 11 Yorum

  2. Yazan:fizikci Tarih: Şub 6, 2008 | Reply

    Geçmişle bağımızın koparıldığı tarihten sonra mezar taşlarımız nasıl da ruhsuz oldu!

    Küçükken evimiz Selimiye’de Karacaahmet mezarlığının karşısındaydı. Mezarlık zaman zaman oyun yerimiz olurdu. Her ne kadar okuduğumuz ilkokulda geçmişimize dair “astığı astık, kestiği kestik hain padişah”lardan başka birşeyden bahsedilmese de, Karacaahmet’in kadim mezar taşları buna sessizce itiraz ediyor, bizi daha sonra kendisine çekecek bir ruh üflüyorlardı.

  3. Yazan:snowqueen Tarih: Şub 6, 2008 | Reply

    dün İstanbul Arkeoloji müzesindeydim.
    Arkeoloji müzesinin neredeyse tamamı mezar stelleri, süslemeleri, mezarların içinden çıkan kapkacaklar ve süs eşyaları, lahitlerle dolu.

    Gittiniz mi bilmiyorum ama bahçe kısmı tamamen antik mezar stellerine ayrılmış. Mezar taşlarının üzerinde cenaze yemeklerinden veda sahnelerine bir çok betimleme var.
    Belli ki unutulmaya yüz tutmuşlar.

    İstanbul’un mezar taşları sadece Osmanlı değil.
    Fikirtepeden Üsküdara neredeyse paleolitik devirlere kadar mezar gömüleri, Roma ve Bizans’a ait binlerce mezar taşları ve binlerce anlam var.

  4. Yazan:arif Tarih: Şub 7, 2008 | Reply

    Elinize sağlık. Çok güzel olmuş. Bu dizelere tarih düşürmek deniyor. Harflerin ebced hesabıyla değeri üzerinden yazılan dizelerle bir tarihe atıfta bulunuluyor ki; bu mezar taşlarında vefat tarihi olmalı. Ölümün bu denli zarif ve mütevazi bir taçla süslenmesi, ölmeden önce ölmenin hazzını yaşatmak amaçlımı idi ecdadımızda diye düşündüm birden.

  5. Yazan:yigit Tarih: Şub 7, 2008 | Reply

    canım her sıkıldığında arkeoloji müzesine giderim. dünyanın en güzel müzesi bence orasıdır. bu arada eski anadolu medeniyetlerden kalma içecek kaplarının sapı oldukça ilginçtir. kimisinin tutacağı yandadır (cezve gibi) kimisinin ki ise geridedir (çaydanlık gibi). bunun sırrını çözmüş değilim. içeride sıvının sıcaklığı ile ilgili olsa gerek.
    bu arada ne zaman yabanı bir arkadaşa istanbul u gezdirsem hemen mezar taşlarının fotoğraflarını çekmeye başlarlar. gerçekten çok güzel şeyler. insan ne güzel medeniyette yaşıyorum diyor, günün bütün kavgalarını unutuyor.

  6. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Şub 7, 2008 | Reply

    İstanbul’un mezar taşları sadece Osmanlı değil.(SnowQueen)

    Walla Osmanli ninelerimizin basörtüsünden bile korkup AnitKabir’e saklanmaya gidenlere bir de ondan önceki büyüklerimizden bahsetsek herhalde altlarina ederler.

    Bkz. Kürtçeyi yasaklayan darbecilere ve gene Bkz. Hristiyan fobisini körükleyen sözde “solcu” Cumhuriyet’e ve gene Bkz. Rum ve Ermenilerin vakiflarina 1970’lerden beri el koyanlara ve gene Bkz. ekümenlik taninacak diye kiyamet koparan CHP’ye, Ruhban okulundan korkan düdük makarnalarina!!!

    Yoksa biz Türkler o kadar cesur degil miyiz ????

  7. Yazan:snowqueen Tarih: Şub 7, 2008 | Reply

    Walla Osmanli ninelerimizin basörtüsünden bile korkup AnitKabir’e saklanmaya gidenlere bir de ondan önceki büyüklerimizden bahsetsek herhalde altlarina ederler.

    Aslında pek öyle değil. Örneğin “Mavi Anadolucu”lar diye bir grup vardı.halka rağmen değil, halkla beraber halk için anlayışının temsilcileri denilebilir. Benimsedikleri milliyete veya dine bağlı bir kültür olgusu değil, coğrafyaya bağlı bir kültür olgusuydu.

    Ne Rumu, Ermeniyi yadsıyan bir kültür anlayışına ne de kültürü sadece “islami”olana indirgeyen başka bir anlayışa ne de yüzünü sürekli Orta Asya’ya dönen bir anlayışa ihtiyacımız yok.

    Konya’da camilerden başka kaç kişi gidip Çatalhöyük’ü gezdi?

    Bizans’a üvey evlat muamelesi yapılıyor, Murat Belge’nin dediği gibi sistemli olarak yok ediliyor.

  8. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Şub 7, 2008 | Reply

    “Bizans’a üvey evlat muamelesi yapılıyor”

    Buraya katiliyorum, “Kahpe” Bizansli oldugunu söyleyecek kadar cesur kimse çok az. Oysa Osmanli mimarisi ne kadar da bizans kiliselerinden etkilenmis. Sanat tarihi vb okumadigim için fazla iddiali konusamam ama Orta asya Türk mimarisi yer yer iran ve hint mimarisini hatta daha da doguda çin mimarisini hatirlatiyor.

    Bu da gayet mantikli zira her uygarlik birbirinden beslenir hem de sadece mimari konuda degil.

    Bir de “Islamî” bir örnek vereyim, ortodoks yunanli bir hocamin babasi vefat ettiginde Paris’teki bir kilisede özel bir törene davet ettiler beni. Sonradan anladim ki bizim Mevlid’in aynisiydi. Zira cenaze çoktan kalkmisti Yunanistan’da. Bizim Asureye çok benzeyen bir yemek ve mevlüt sekerleri dagitildi. Dahasi okunan dua degil ilahî tarzi eserlerdi ve çok güzeldi.

    Ister bizans müzigi diyelim ister osmanli, sonuçta bizdeki makamlari andiran enfes bir müzik dinledik.

    Bizans deyince aklima Soeur Marie Keyruz adiyla taninan bir rahibe geliyor. Suriye’de ve Yunanistan’da müzik egitimi almis bir rahibe.

    Dinlerken insanin tüylerinin ürpermemesi imkansiz. Arapça ilahiler de okuyor ve bizim kulaklarimiza pek de yabanci olmayan RABB gibi kelimeler geliyor her nedense:)

    Neyse, buradan bir ilahi dinlemenizi tavsiye ederim : http://www.youtube.com/watch?v=9QCZc2A1p7Y&feature=related
    Görüntüler çok iç açici degil, zannederim Keyrouz istemezdi böyle bir montaj yapilmasini zira sark hiristiyanlari
    katolikler kadar baglanmamislardir Hz Isa’nin çektigi eziyetlere.

    Burdan ise kendisiyle yapilan bir röportaji görmek mümkün. Ancak kaydin sonunda fazla Oksidentalize edilmis bir eser var ki çok iyi degil.

    Bütün bizanslilara saygilarimla 🙂

  9. Yazan:mr^sair Tarih: Şub 7, 2008 | Reply

    Merhaba Meliha Hanım;

    Hayatta iken bir ferd, nasıl ki bünyesinde yer aldığı cemiyetin bir uzvu ise; kezâ, emr-i Hak vâki olup, ruhunu teslim ettikten sonra da, söz konusu cemiyet/toplum/aile ile bilinen uzviyet münasebetini sürdürecektir.

    O cemiyette saklıdır ferd. Kimi zamanda o ferd de, cemiyet… Hayatın idamesinde birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Toprağın üstünde de, altında da…

    Güzel söylemiş “fizikçi”: ‘…kendisine çekecek bir ruh üflüyor.’

    Hayatta bir defa geliyor başa; bu nedenle tedirgin oluyor insan… Her soluğu ömrü uzatmak için alan insanoğlu; esasında, her nefeste ömründen bir solukluk ânı harcıyor.

    Bunu düşünen insan: Ya hayat bulur şu taşlarda; yahut soğuk bir mermer alıp diker başucuna.

    İmkân olsa, bir hazîreye defnolmak (Allah gecinden versin) ister miydiniz Meliha Hanım?

    Emeğinize ve merakınıza minnettârım. Elleriniz, gözleriniz, gönlünüz cefâ bulmasın.

    Bu güzel paylaşım altına yapılabilecek yorumların menzilini derleyip toparlamak adına, merhum Mehmet Akif ‘in 1958 basımı “Safahat” ından bir şiirini açıklaması ile birlikte eklemek isterim. Nihayetinde Beşir Ayvazoğlu ‘nun mevzu ile ilgili bir makalesini de paylaşıp, göz nurunuza şükrânlarımı arzederek noktalayacağım.

    Mezarlık

    Bakma kabristanın ancak saha-i medhuşuna,
    Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmuşuna!
    Kalbi hiç benzer mi sima-yi heybet-pûşuna!
    Kim ki dalmıştır hayatın seyl-i cûşa-cûşuna,
    Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âğuşuna!

    Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sükûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düştükleri için bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.

    Ey mezaristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratin!
    Sende pünhan en güzin evlâdı insaniyyetin;
    Senden istimdad eder feryad-ı ye’sin, heybetin.
    Bir yığın göz nurusun, yahut muhammer tıynetin,
    Ruh-i pâkinden coşan gözyaşlarından milletin!

    Ey mezarlık; ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Zararın ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan göz yaşlarıyla yoğrulmuşsun!

    Şanlı bir tarihsin: mâzi-i millet sendedir.
    Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;
    Devr-i istilâ durur yâdında, devlet sendedir!
    Çünki hürriyet, hamâset sende, gayret sendedir,
    Zindeği zillettir artık, bence izzet sendedir.

    Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mâzisi sende gömülüdür. İbret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mademki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref ve izzet sendedir.

    Ey mezaristan, nihan ka’rında yüz binlerce mâh,
    Fışkıran hâk-i remîminden bütün nur-i nigâh!
    Nâzeninler yalü bâlinden nişandır her kiyah…
    Serviler Mevlâya yükselmiş birer berceste ah,
    Hufreler Mevlâdan inmiş en emin bir hâbgâh.

    Ey mezarlık; senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir. Çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâdan inmiş emin ve tecavüzden mâsun bir uyku yeridir.

    ————————

    Mezar Taşlarının Dili
    ….

    Yahya Kemal, memleketin nüfusundan söz edildiği zaman, ölüleri de hesaba katmak gerektiğini söylermiş. Haklıdır. Coğrafya, üzerinde yaşayanların etleri ve kemikleriyle karıla karıla vatanlaşır.

    Mezarlar ve mezarlıklar, aslında bu sancılı vatanlaşma macerasının somut şahitleridir. Her mezar, bu toprağa basılmış bir mühür ve tarihe düşülmüş bir not olarak görülmelidir.

    “Şahide”, sadece mezarda yatanın kimliğine değil, bir medeniyete, bir var oluşa da şahitlik eder. Bu bakımdan mezarlıkları yok etmek, nüfus kayıtlarını silmek gibi, bir çeşit soykırımdır.

    Yok olan mezarlar ve mezarlıklarla birlikte, ne yazık ki, bu coğrafyada yaşayanlar ve yaşananlar hakkında en sahih bilgiler de uçup gidiyor. Bir kültürün tarihini mezarlıklardan yola çıkarak yazmak mümkündür. Ömrünü Osmanlı mezarlıklarını araştırmaya vakfetmiş “deli”lerden olan Fâzıl İsmail Ayanoğlu, “Ortada mevcut yüksek san’at âbidelerimiz -faraza- olmasaydı bile, mezarlıklarımızda bulunan nihayetsiz eserler, bu milleti medeniyet göklerine çıkarmağa kâfi gelirdi.” diyordu.

    Özellikle Osmanlı mezarlıkları, bugüne taşıdıkları zengin bilgiler bir yana, benzersiz sanat eserlerinin sergilendiği galeriler gibidir.

    Mezar taşlarını ayak izleri gibi takip etmek suretiyle bir kültürün yaygınlığı hakkında fikir edinmek de mümkündür. Bir mezarın mimarisi ve tezyinatı, hangi dönemde yapıldıysa o dönem hakkında sahih bir belge niteliğindedir. Ayrıca süslemelerin ikonografik anlamları çözülerek din ve mezhepler tarihinin karanlık noktaları aydınlatılabilir.

    Mezar taşı kitabelerini de, bir ülkenin siyasî, iktisadî ve kültürel tarihi, hatta savaşlar, istilâlar, depremler, yangınlar vb. hakkında bilgi kaynakları olarak kullanmak mümkündür. Bu kitabelerdeki dil bile, yapıldıkları devrin tercihleri hakkında ipuçları taşır. 14. yüzyıldan itibaren Türkçe yazılmaya başlanan mezar taşı kitabeleri, Osmanlı kimliğinin bir göstergesi değil midir?

    Öte yandan, mezar taşı kitabelerinden yola çıkarak hat sanatındaki; motif yapısını ve üslûpları inceleyerek tezyinattaki değişmeler, tercihler ve modalar kronolojik olarak takip edilebilir. Bu bakımdan mezar taşları hat sanatı ve tezyinat tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır. Bazı kitabeler, büyük hattatların imzalarını taşıdığı için ayrıca önemlidir; bazı mezar taşları da isimleri başka türlü kayda geçmemiş hattatlar, mimarlar, hakkâklar vb. hakkında yegâne bilgi kaynağıdır.

    Osmanlı mezarlıklarının bugüne taşıdıkları bilgiler açısından insanlık tarihinde benzersiz olduğu bilinen bir gerçek. Mezar taşlarının dilini bilen biri, üzerinde hiçbir yazılı kayıt olmasa bile, süslemelerinden, kavuğun şeklinden vb. hem o mezarda yatan kişinin kimliği, hem de yaşadığı devir hakkında şaşılacak zenginlikte bilgiye ulaşabilir.

    Şunu unutmamak gerekir: Tarihî eserlerin kayda geçirilmiş olması, takibi kolaylaştırdığı için, soyguncular açısından caydırıcı olmaktadır. O halde, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Vakıflar İdaresi ve belediyeler, ülke çapında bir seferberlik ilân ederek bütün tarihî mezarlıkları kayıt altına almalıdırlar.

    Aksi takdirde talan bütün hızıyla devam edecektir.

    Teşekkür eder, saygılar sunarım.

    ve sâir…

  10. Yazan:ÖMER YILMAZ Tarih: Tem 13, 2008 | Reply

    Benim dedemin dedesi milattan önce 2000 yılında avrupaya çıktı orda bi mezar görmüşş 5m boyunda ölünün kemikleri dışardaymış dedemin dedesi hemen uzaklaşmış ve mezarın içinden bi ses gelmiş beni rahatsız etme dierek ses kaybolmuşş ve mezar birden bire yerle bir olmuş ve o dk da dedemin dedesi ölmüşş insanlar dedemin dedesinin öldüğünü görünce hemen yardıma koşmuşlar ama kimse ne olduğunu anlamamış sadece dedemin dedesinin karısı görmüş ve dedeme sölmeş dedem de babama babamda bana söledi bende size söylüyorum işte.

  11. Yazan:ayşe Tarih: Oca 8, 2009 | Reply

    çok ilginç ama güzel ve akılda kalıcı sayenizde araştırma projemde iiiiiiiiiii bir not alabilicem …….

  12. Yazan:Prof. Dr. Mehmet Kanar Tarih: May 11, 2011 | Reply

    Kitabelerin birinde okuma hatası var.
    Cennet-mekan-ı firdevs-i aşiyan
    değil
    Cennetmekân, Firdevsâşiyân
    olmalı.
    Cennetmekân جنت مکان
    Firdevsâşiyân فردوس آشیان
    Birinci birleşik kelime iki Arapça kelimeden, ikinci birleşik kelime iki Farsça kelimeden oluşur. İkisinin de anlamı “Mekânı Cennet olsun!” demektir.
    Mehmet Kanar
    Yeditepe Üniversitesi
    Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

  1. 2 Trackback(s)

  2. Eyl 14, 2009: En çok okunan ve tartışılan yazılar : Derin Düşünce
  3. Oca 12, 2010: En çok okunan ve tartışılan 50 yazı : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin