RSS Feed for This Post

Çok Yönlü Türkiye

62250_b.jpgSoğuk Savaş sona erdikten sonra ABD dünya politikasında zirveye ulaşmış, eski güç SSCB ise güç dengesini koruyamamış ve dağılmıştır. Savaşın bitmesinden sonra ise SSCB’nin dağılmasıyla meydana gelen güç boşluğu Rusya-Çin-Hindistan gibi devletlerle doldurulmaya çalışılsa da, bu devletler ABD’ye karşı alternatif oluşturma yolunda pek başarılı olamamışlardır. Çünkü devletlerarasındaki diplomatik soğukluk ve çıkar ilişkileri buna engel olmuştur.

Orta Asya’daki bu devletler bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi, karşılıklı tehdit algılamalarının önlenmesi ve terörle mücadelede ortak işbirliği sağlanması konularında bir araya gelerek 15 Haziran 2001 tarihinde Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nı(ŞİT) kurmuşlardır. Şanghay İşbirliği Teşkilatı Altı devletin(Rusya, Çin, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan)  üye olduğu bir teşkilattır. Hindistan, Pakistan ve İran’da gözlemci ülke statüsündedirler. Şanghay İşbirliği Teşkilatı 5 Temmuz 2005’te gerçekleştirilen Astana Zirvesi’nde, ABD’nin ŞİT topraklarındaki askeri üslerini boşaltmasını istemiştir. Bu ABD’ye karşı olan tepkiden kaynaklanmaktadır. Ayrıca gözlemci ülkeler de dâhil olmak üzere ciddi derece nükleer askeri güce sahip olan ŞİT, ABD’ye alternatif olma noktasına yaklaşmaktadır.

Yukarıdaki bilgiler ışığında bazı kişiler neden hala AB kapısında durduğumuzu ve Türkiye’nin uzun yıllar ihmal ettiği Kafkasya topraklarına Şanghay İşbirliği Teşkilatı’na üye olarak dönebileceğini ummaktadırlar. Fakat Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ve coğrafi konumu buna müsaade etmemektedir.

Türkiye de dış politika konusunda yapılan en büyük hatalar ise devletin yaptığı açılımların diğerlerine alternatif olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bütünleyici bir dış politika kabul görmemektedir. Küreselleşme ve ülkelerarası zorunlu bağımlılık karşısında Türkiye, seçici olmak yerine bütünleyici olmak zorundadır. Türkiye, Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın kurucu üyesinden olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kafkaslar yolu ile Avrupa’ya bağlanma stratejisine olumlu açılımlar sağlamayı bu kapsamda destek verebilmek için çeşitli açılımlar yapmayı hedeflemiştir. Ayrıca Türkiye’nin ŞİT’in Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan gibi üyeleri ile tarihi ve kültürel bağları günümüze kadar devam etmektedir.

Türkiye’nin önemli aşamalar kaydetmiş olduğu AB üyeliği ile bütün sorunların çözüleceğini beklemek son derece hatalıdır. Çünkü mevcut tam üyelerden gerek birliğin motoru durumundaki büyük devletlerin gerekse birliğe katılmayı azgelişmişlikten kurtulma olarak gören Doğu Avrupa ülkelerinin birçok ekonomik ve sosyal sorunları vardır. Öte yandan birliğin üçüncü taraflarla ilişkiler konusunda belli düzenlemeleri olduğu halde, birliğe üye olan ülkeler bu ilişkilerini geri plana atmamışlardır. Örneğin İngiltere’nin AB üyeliğinden sonra da Commonwealth zeminindeki ilişkileri devam etmektedir.1

1950’den günümüze kadar ABD ile olan ilişkilerimize baktığımızda ise sürekli gelgitler mevcuttur. Kıbrıs münasebetleri sebebiyle, 5 Haziran 1964 Johnson mektubu ve arkasından 5 Şubat 1975 silah ambargosu Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. 2003 Irak işgali ile ABD ile olan ilişkilerimiz tekrar bir sarsıntı geçirmiştir. Fakat cumhurbaşkanı Gül’ün ABD ziyareti tekrar ilişkilerimizi rayına oturtmaya başlamıştır.

Türkiye bulunduğu konum itibariyle çok önemli bir noktadadır. Sir Halford Mackinder’in “Tarihin Coğrafi Mihveri” adlı kitabında ‘Orta Asya topraklarına hâkim olanın dünyaya hâkim olacağı’ belirtilen bölgenin stratejik bir noktasında bulunmaktadır. Diğer bir taraftan ise Alfred T. Mahan’ın, “Tarihin Akışı Üzerinde Deniz Gücünün Etkisi” kitabında belirtilen, ‘dünyaya hâkim olmak için öncelikle denizlere hâkim olmak gerekir’ bir coğrafyanın bekçisi durumundadır. Türkiye klasik bir AB ülkesi veya Kafkasya ülkesi gibi tek yönlü politikalarla ayakta kalabilecek bir ülke değildir. Büyük düşünür Aliya İzeetbegoviç’in kendi ülkesi için söylediği “Bizim halkımız dinini sever, fakat dinde aşırılığa gidilmesinden hoşlanmaz. O, dünyaların kesiştiği “büyük sınır” halkıdır. Dini açıdan Doğulu, eğitim bakımından Batılıyız. Kalben bir dünyaya, aklen diğerine ait bulunuyoruz.” sözleri diplomatik açıdan bizim içinde geçerlidir. Bu yüzden hem AB yolundan, hem ABD ile ilişkilerden hem de Orta Asya-Doğu’daki ilişkilerden taviz verilmemesi gerekir.   

Türkiye, Karadeniz’e kıyıları olan ülkelerin ekonomik kalkınma için kurduğu Karadeniz Ekonomik İşbirliği(KEİ) ve bölgesel kalkınmışlık için Müslüman devletlerle beraber kurulan D-8 teşkilatları içinde ” bölgede etkin olma”, “bölge güçlerini içine alabilecek oluşumlara girebilme”, “bölgede aktif rol üstlenme”, “bölgede belirleyici olma” gibi politikalarla hareket etmelidir. Son günlerde bir yandan başbakan Erdoğan’ın diğer yandan cumhurbaşkanı Gül’ün yapmış olduğu ziyaretler, Türkiye için ziyaretin de ötesinde bir anlam ifade etmektedir. Türkiye uluslar arası alandaki kararlılığını, etkin rol üstlenebileceğini göstermek zorundadır.

1 Değişen dünyada uluslar arası ilişkiler, İdris Bal, lalezar yay, s379

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 9 Yorum

  2. Yazan:arif Tarih: Oca 18, 2008 | Reply

    Sn.Tuna, yazınız uzun zamandır bu sitede yayınlanan ve görüşleri mahkum etme çizgisinin dışında, düşünce geliştirme perspektifine oturmuş. Sizi kutlarım. Türkiye, gerek tarihsel birikimi, gerekse coğrafi konumu sebebiyle bölgesel ve küresel gelişmeleri etkileyecek bir birikime sahiptir. Bu birikimin hayata geçmesini engellemek için çeşitli fren mekanizmaları-terör,başörtüsü vs-devreye sokularak, ülkenin rolü daraltılmıştır.Son birkaç yıldır güçlü bir yürütmenin ve uyumlu bir yapının ortaya çıkması sonucunda, ülkenin etkinliği artmıştır. Başta PKK terörü, başörtüsü, Kıbrıs, laikçilik, alevi-sünni karşıtlığı nevinden frenlerin etkisizleştirilmesi yolunda etkin adımlar atılıyor. Bu Türkiyenin stratejik derinliğinin artmasını ve küresel bir oyun kurucu olmasınıda beraberinde getirecek kuşkusuz. Türkiyenin ülke dışınla ilgilenmesinin, ordunun iç siyaseti vesayet altında tutma misyonunu zayıflatacağı endişesi ile kimi vesayetçi çevrelerin direnişide sona erecektir kanımca. Küçük çıkarları korumak motivasyonlu, milletine yabancı yaklaşımın ürünü olan bu istekler, milletin güçlü iradesine boyun eğecektir.Türkiyenin kan kaybına yol açan sorunları çözüldükçe, Türkiyeden hazetmeyen kimi çevreler rahatsız olsada; Türkiye hem özgürleşecek ve gelişecek, hemde, küresel planda belirleyici ülke olacak. Batının varlık nedeni olan enerji vanalarının Türkiyenin eline bırakılması açısından ise AB ile müzakere ve işbirliği devam etmelidir. Batının güvendiği bir Türkiye, Batının kaderinide elinde tutabilir. Bunuda asla suistimal etmemelidir. Böyle bir Türkiyenin enerjinin havzası olan Müslüman ve Türki devletlerlede kopmaz bağlar kurması kaçınılmazdır. Çok yönlü stratejik açılımla desteklenecek gelişmeler; Türkiyenin, batının ve Müslüman ve Türki devletlerin ortak çıkar hattında buluşmasına yol açabilir görünüyor ki; Buda 21.yyılı Türklerin yüzyılı yapabilir. Bu öngörü kendisi asla ırkçı olmayan, Kürt kökenli bir Cumhurbaşkanınında vizyonuydu hatırlarsak. Yazınızdan dolayı sizi kutlarım. Selamlar.

  3. Yazan:TT Tarih: Oca 19, 2008 | Reply

    Yazıda belirtildiği gibi Türkiye her yerde olmalıdır.Türkiye konumu itibariyle Avrupalı,Asyalı,Ortadoğulu,Akdenizli ve Karadenizli bir ülkedir…Bunlardan biriyle kurulacak bağlantılar diğerlerine alternatif değil CB.Gül’ün de dediği gibi birbirlerini bütünleştiricidir.Üstelik bunun yadırgatıcı bir yanıda yoktur…Bushların ve Sarkozy’lerin ortadoğuda cirit attığı bir vasatta son yıllardaki Türk dış politikası da başdönürücü bir performans çiziyor…

  4. Yazan:Talha Can Tarih: Oca 19, 2008 | Reply

    Çarşamba günü Abdülhamit Bilici’nin bu konuya yakın çok güzel bir yazısı vardı;
    http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=638423
    “Türkiye’nin yeri neresi ?
    Avrupa Birliği’nin hararetli taraftarı olan bir akademisyen, AK Parti Hükümeti’ni süreci boşlamakla suçluyordu. 2005 yılından bu yana AB süreci için kayda değer hiçbir şey yapılmıyordu. Konu, hükümetin gündeminden düşmüştü. AB sürecine gönülden bağlı birinin, bu eleştirileri dile getirmesi ve hükümeti daha aktif olmaya çağırması çok normaldi. Bu görüşlerinde haklı da olabilirdi.
    Ama eleştirileri, AB sürecini ihmal suçlamasıyla sınırlı kalmadı. Bu eleştirisine, Türkiye’nin dünyadaki konumunu nasıl gördüğü hakkında ipuçları taşıyan yorumlar ekledi. Ona göre hükümetin izlediği çok yönlü dış politika boş bir çabaydı. Dış politikaya yön veren isimlerin sıkça vurguladığı ‘merkez ülke’ kavramı, ham hayaldi. Ona göre Türkiye için dünyada AB üyeliği dışında bir yer yoktu. Türkiye, dünyada saygınlık kazanacaksa bunun tek yolu, AB’ye üye olmaktı.

    AB sürecindeki yavaşlama eleştirisini, AK Parti Hükümeti’nin en yetkili isimlerine sorduğunuzda, şu cevabı veriyorlar: “AB için en büyük reformları bizim hükümetimizin yaptığını bütün dünya biliyor. Arzumuzda eksilme söz konusu değil. Ama limanlar krizi ve Sarkozy yüzünden, süreç muhataplarımız tarafından tıkanma noktasına getirildi. 2007 önemli siyasi çalkantılarla geçti. Buna rağmen biz, sanki her şey yolundaymış gibi, 35 müzakere başlığında yapmamız gerekenleri planladık. Kimsenin bize hatırlatmasına gerek kalmadan, bunları yapacağız. Bu şartlarda Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Babacan, Brüksel’de bir ev tutarak sürekli Avrupa başkentlerini dolaşsa, sonuç ne kadar değişir?”

    Yine de bu izahı tatmin edici bulmayıp, hükümet eleştirilebilir. Ancak bunu yaparken, Türkiye’nin AB’ye üye olma dışında bir değer taşımadığını düşünmek kadar yanlış bir perspektif olamaz. Stratejik konumu, ekonomik potansiyeli, tarihî ve kültürel derinliği ile Türkiye bir değer ifade etmiyorsa ve sadece AB’ye üye olarak bir anlam kazanacak ülke ise Avrupa’nın Türkiye’yi dışlama siyasetini kim eleştirebilir?

    AB perspektifi elbette önemli, ama Türkiye bir Romanya ya da Danimarka gibi tek boyutlu bir Avrupa ülkesi olamaz. Bunu istese bile, coğrafyası, tarihi, kültürü onu rahat bırakmaz. Çünkü Türkiye, bir Avrupa ülkesi olduğu kadar Ortadoğu ülkesi, bir Akdeniz ülkesi olduğu kadar Karadeniz ülkesi. Türk dünyasının en önemli unsuru olduğu kadar, İslam dünyasının da en etkin ülkelerinden biri. Bu özelliklere sahip bir ülkenin kendini ‘merkez ülke’ olarak görmesi ve buna göre stratejiler geliştirmesinde ne sakınca var?

    Evet, Soğuk Savaş’ın zoraki şartları Türkiye’ye kanat ülke olmayı dayatmıştı. Ancak o donuk parametrelerinin aksine, şimdi Türkiye gibi aktörlere fırsatlar sunan yeni bir konjonktür var. Bütün aktörler de bu yeni konjonktürü sonuna kadar değerlendirmeye çalışıyor. ABD Başkanı Bush ve Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin aynı günlerde Ortadoğu’da olması yeni konjonktürü çok iyi anlatıyor.

    Nitekim bu yeni fırsatları değerlendirmeye çalışan AK Parti Hükümeti de dış politikanın temel ilkelerinden birini, çok boyutluluk olarak belirlemiş durumda. Bundan kastettikleri, Türkiye’nin küresel aktörler ile kurduğu ilişkileri birbirine alternatif değil birbirine tamamlayıcı ilişkiler olarak görmek. Bu çerçevede ABD, AB, Rusya, Ortadoğu ve Avrasya ile kurulan ilişkiler, birbirinin karşıtı ya da alternatifi değil, tutarlı bir bütün oluşturuyor. Orta Asya, Ortadoğu, Kafkaslar ve İslam dünyasında artan rolünün, Avrupa’ya karşı Türkiye’nin elini güçlendireceği düşünülüyor. Bunu sağlamak için Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Dışişleri Bakanı’nın ziyaret planına kadar birçok hususa dikkat ediliyor. Bu isimlerden biri bir Batı ülkesini ziyaret etmişse, hemen sonra bir Asya ülkesine gidiyor.

    Ancak bu çok boyutlu dış politika anlayışını anlamakta zorlananlar sadece sıkı AB taraftarları değil. Hükümetin izlediği dış politikanın genel olarak takdir edildiği Ortadoğu’da da bu tür sesler çıkıyor. Bazı çevreler, Türkiye’nin AB sürecine verdiği önemi, Asya’ya ve İslam dünyasına sırtını dönmesi şeklinde algılıyor. Nitekim Kahire’de dün Cumhurbaşkanı Gül’e sorulan sorulardan birinde bu ima vardı. AB ile ilişkileri güçlenen Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkileri nasıl etkilenecekti? Cevap verirken Gül, dış politika ilkesini hatırlattı: “Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri, Ortadoğu, İslam dünyası veya diğer dünyalarla olan ilişkilerimize alternatif değildir.”

    İçeride de, dışarıda da herkesin Türkiye’nin bu yeni vizyonunu anlaması gerekiyor. Çünkü bu, sadece hükümetle sınırlı bir yönelim değil. Son 15-20 yılda Batı’nın yanı sıra Rusya’dan Afrika’ya, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya açılan Türk toplumunun eğilimi.”

  5. Yazan:ATA Tarih: Oca 19, 2008 | Reply

    Dünyadaki devletler artık ulusal politakalar izlemek yerine ulusüstü yani supranasyonel oluşumlar içerisine girmektedirler. Buna en büyük örnek AB’dir.
    Zaten artık devletler arasındaki sınırda kalkmış durumdadır. Devletler ne kadar sınırlarını korumaya çalışsa da ya da hükümeti ile kendi içine kapanık olsa da devletin içindeki sivil toplum kuruluşları, bağımsız kuruluşlar sınırları aşmış ve dünya ile ilişkiler kurmaya başlamıştır. Yazıda da belirtildiği gibi Türkiye’de bu yüzden sadece hükümetten birşeyler beklemek yanlıştır, diğer hükümet dışı örgütler ve sivil toplum kuruluşarıda dört bir yandan dünya ile ilişkiye girmesi gerekir.
    Cumhurbaşkanımızın dışişleri bakanlığından sonra bu işe gelmesi de bence bizim için güzel bir durum.

  6. Yazan:gülcin kacar Tarih: Oca 19, 2008 | Reply

    Her kesin bir günü var
    Şu dünyada
    Sevgililer günü
    Anneler günü
    Babalar günü
    Gençlik ve çocuk bayramı
    V.S. günler
    Ama İHTİYARLAR günü
    Neden yoktur
    Anlamadım
    Asıl onlara senede bir gün düzenlenmeli
    Hiç değilse senede bir gün de onlar
    Hatır ırlamalı sevindirilmeli
    Bunu hak etmiyorlar mı
    Onlar bu günün temel taşları olmadılar mı?

  7. Yazan:mutlu Tarih: Oca 21, 2008 | Reply

    İkbal bey,yazınızın abonesi oldum. ülke meselelerine geniş bir perspektiften bakıyorsunuz buda beni çok mutlu ediyor.bazılarının tek bir pencereden baktığı gibi değerlendirme yapmıyorsunuz.tarihi dostlukları.ihanetleri,ikiyüzlülüğü,vefasızlığı bu millet çok gördü.ama dünyaya hep ilim de sanatta güzellikler adına ne varsa hep örnek oldu ders verdi.biz bizi biz yapan değerlerimizle yine dünya ülkeleri içerisindeki en üst yere geleceğiz .önemli olan bizim tüm kurmlarımızla tek yürek olmamız.selamlar.

  8. Yazan:mr^sair Tarih: Oca 23, 2008 | Reply

    Merhaba Muhammed İkbal Bey;

    Uluslar arası strateji ve fiilî konfigürasyon bakımından güzel bir giriş olmuş. Devamının geleceğini umarak ve bazı noktalarına temas ederek yazıyı geliştirmeye çalışacağım.

    …güç boşluğu Rusya-Çin-Hindistan gibi devletlerle doldurulmaya çalışılsa da, bu devletler ABD’ye karşı alternatif oluşturma yolunda pek başarılı olamamışlardır.

    Sanırım siyasî/ideolojik ortaklıklar kurma ve bunlara alternatif yaratarak güç dengelerini kutuplaştırma üzerine sürdürülen dış politikalar terk edilmeye başlandı. Sadece söylemde kalan bir alternatif yaratmanın işe yaramadığı; bunun yerine daha komplike politik şebekeler tesis ederek, maksada dolaylı adımlarla ilerlemenin faydalı olacağı fark edildi diye düşünüyorum. Açıkçası para nerdeyse orda her türlü oyun ve hile görülür oldu. Uluslar arası arenada, Soğuk Savaş döneminden kalma sloganlarla kutuplaşmalardan söz etmek yerine, şimdi daha ılımlı ve kaypak bir kavram birlikteliği kullanılıyor: ‘kazan-kazan’

    Farklı menfaat çakışmaları sebebi ile ara ara sürtüşmeler olmuyor değil. Mesela; Tayvan ile Komünist Çin arasında yaşanan içsel çekişme kimi zaman ABD ile ikisini karşı karşıya getirebiliyor, füze denemeleri, boğaza uçak gemisi konuşlandırma gibi hadiseler yaşanıyor. Ya da kafasına esen her yana hava savunma sistemleri yerleştirmek isteyen ABD nin, Rusya dan ‘füze kalkanımız otomatiktir, bir problem olurda saldırı olarak algılar ise karışmayız’ türünden ikaz edilmesinde olduğu gibi sürtüşmeler de yaşanmıyor değil.

    Şimdi kimin safını nerde belirlediği tam kestirilemiyor. Bulunulan safları tarih boyunca menfaatler belirlerdi, şimdilerde menfaatinizin olduğu yerde kümeleşmeniz, saf tutmanız dolayısıyle bir alternatifin parçası olmanızda gerekmiyor. Nedense baldaki kaşık gibi bir görüntü gelir bu durumda gözlerimin önüne: Kaşığı oradan çıkardığınızda sanki hiç orda değilmiş, bulunmamış gibi bal içindeki boşluk kapanır ya hani, öyle bir şey.

    Şanghay İşbirliğinde Rusya ve Çin haricindeki diğer ülkelerin nasıl bir katkı sağladığını düşündüğümde, şu cümleler geliyor aklıma; ‘iyi bir alıcı’, ‘hem ortak hem müşteri’… Şehirciliğinden, kanalizasyon ağından tutunda siyaset ve bürokrasisindeki tutuma kadar Rusya menşeli olan göbekten bağlı sadık ülkeler. İyi nükleer atık depolama merkezleri, verimli hububat ve maden yatakları, özellikle zengin altın rezervleri olan Türkî ülkelerin; savunma ve silah teknolojileri ihtiyacında tamamen Rusya ‘ya bağlı, kanlı iç çatışma dönemleri (Tacikistan iç savaşı vs..) yaşamış otoriter rejimlere tanıdık ve dahası kendi soydaş komşuları ile olan ilişkilerinde maalesef hoşnutsuz olmaları, stratejik ortaklık kurarken, bu durumun onların stratejisini(!) yansıtmak için gerçekleşmediği de çok açık. Batı medyasının Kırgızistan’daki devrime ‘sarı devrim’ dediği esasında ekonomik eşitsizliklerden, fukaralıktan kaynaklanan yağma devriminde de olduğu gibi, kimi zaman, aralarında tarihin köklerine dayanan akrabalıkları olmasına rağmen Özbek-Kırgız ayrışması gibi hoşnutsuzluklar giriveriyor. Kırgızistan da nispeten daha zengin kuzey bölgede Özbekler de bulunuyor, daha fakir güneyinde ise Kırgızlar yaşıyor. Buralarda devrim de bir garip oluyor. Sovyet coğrafyasının 1990 ların başındaki en liberal Devlet başkanı ülkeden kaçabiliyor mesela. Sivil Toplum Örgütleri marifetiyle bir devrim rengarenk cereyan edebiliyor. Ah, fukaralığın gözü kör olsun.

    Muhammed Bey bilmem sizin de dikkatini çekiyor mu: Gürcistan ile başlayıp, Ukrayna ve Lübnan ile devam eden ve Doğu Avrupa dan sonra Orta Asya da epeydir devam eden ‘içten dönüşüm’ hadiseleri ortasında muhtelif ve programlı işgaller cayır cayır devam ediyor. Böylesi askerî/militarist yöntemlerle Afganistan ve Irak’da olduğu gibi rejim değiştirme uygulamaları, ve sivil metodlarla da buna başka adreslerde devam edilmesi, zorlanmalar; Pakistan da yaşananlar, ekonomik olarak bu derece dengelerin birbirine bağımlı ve kırılgan olması, geleceğin o kadar net şekillendirilememesi bazen bir kıskacın ortasında bulunduğum hissine kapılmama neden oluyor, siz nedersiniz?

    Bu kıskacın dışında kalmaya çalışanlar demokrasinin önünde en büyük engel olarak tanımlanıyor sanki.

    Rusya bugün bu coğrafyayı askerî teknolojisi ile besliyor. Hindistan’ın savunma teknolojileri ihtiyacının %70’ini karşılıyor. Halen Rus keleşini kaçak olarak patentini gözetmeden üretiyor. ABD ve İsrail silah pazarına girmeye çalışıyor. Ama, Ortadoğu ve Uzak Asya nın bu nev’i şahsına münhasır kapalı gelenekçi, dışarı kız vermez tutumu askerî teknolojide savunma ve silahlanma da halen katı olarak devam ediyor. Çin, bu alanda milli bir hüviyet kazanma çabasında. Ordusunu küçültüp askerinin taşıdığı sistemleri nitelikli hale getirmeye çalışıyor. Bu alanda da Rusya ile çok sıkı çalışıyorlar. Ucuz iş gücü ve elektronik alandaki yüksek üretimi ile Çin, askerini belki ABD den daha az yetenekli ama daha ucuz alt sistemlerle hem de 1990 lardan bu yana ekonomisinde yarattığı ivmeye taş çıkarırcasına çok daha kısa sürede donatıp eğitebilecek gibi görünüyor. İran ‘ı bu anlamda nasıl destekledikleri de malum. İran `a nükleer programı yüzünden yaptırım uygulanmasının bir işe yaramayacağından söz ediyorlar. Merkel de Sarkozy de ikisini İran ‘a baskı yapmaları için iknaya çalışıyor ama nafile tabii…

    Bu ‘iyi komşuluk ve dostluk anlaşması’ imzalayan iki dev Şanghay ın kovboyları gibi… İkisinde de birbirini yakınlaştırmaya yeter sayıda ortak nokta var. Bu ekonomik ve stratejik iş birliği masasında saflarına kattıklarını da çok güzel kullanmayı biliyorlar. Pek çoğunda özelleştirilen tekeller Rus sermayesinin elinde. Pek çoğu %80 lere varan ithal ürünlerle yaşıyor. Bunların %30 u da lüks ithal ürünler. Dış ticarette desen Çin mallarının önüne kota benzeri bir Seddi çekmekte gecikmeleri nedeni ile haksız rekabetin pençesinde kalmış durumda. Dünya doğalgaz rezervinin yaklaşık %40 ını barındıran Türkmenistan ise bunun dışında kalmaya çalışıyor, ya da zorlanıyor. Elinizde böylesi önemli bir enerji kaleminiz olmasa seçeneklerinizde çok azalıyor zaten. Neyse ki Türkiye’m de aynı anda dört mevsimi birden yaşamak mümkün olabiliyor. Yılın 6 ayını kışın -25 derece de geçirmek zorunda kalsa idik, 25 yıllık doğalgaz anlaşmaları gözümüze çok görünmezdi sanırım. Ya da Türkmen gazından vazgeçip de Rus gazına yıllık 3 milyar dolar zarar etmiş olmaya aldırmaz, gazın bir an kesilmesi korkusu ile bu ülkelerin siyasi mesajlarını daha çabuk anlayıp uygulamaya geçirmek zorunda kalırdık.

    Türkiye, Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın kurucu üyesinden olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kafkaslar yolu ile Avrupa’ya bağlanma stratejisine olumlu açılımlar sağlamayı bu kapsamda destek verebilmek için çeşitli açılımlar yapmayı hedeflemiştir.

    Türkiye ‘nin dış ticaretinden sorumlu beyinler Çin ‘i Avrupa ya taşıma adına neleri planlıyor bilemiyorum ama Çin zaten bunu çok da güzel başarıyor. Bırakın Avrupa’yı, Atlantik ötesine erişmiş durumda. İlkin Çin malları diye küçümsediğimiz mamüller şimdilerde çeşitli kalite kodekslerine de uyum sağlayarak, ucuz iş gücü ve üretim kapasitesi ile rekabette dengeleri lehine çevirmiş durumda. Kota uygulaması denendi ama o da bir işe yaramadı, kaldırıldı. ABD baktı ki mücadele edemiyor, bunu kendi lehine çevirmenin yolunu Çin in yabancı sermayeye sağladığı olanaklarda aramaya çalıştı. Demir Çelik kotaları ve vergilerde Çin in misilleme yapmasını engellemedi. Tüm Amerikan yabancı sermayesine rağmen, parasında devaluasyona gittiğinde bu kotalarında bir işe yaramadığını da anlamış oldular. Bu elbette bizim üreticimizi de olumsuz etkiliyor.

    Dünya ekonomisinin büyümesine uzun zamandır ABD den sonra en büyük katkıyı Çin yapıyor. 2003 yılına dair bir rakam görmüştüm, dünya ekonomisindeki büyümenin %16 sını tek başına Çin ekonomisi sağlamıştı buna göre. ABD boyuna ticaret açığı veriyor. Hakikaten iki ekonomi arasında bariz verimlilik ve iş/işçi kalitesi farkı varken, üretkenlik arasında dağlar kadar fark varken, sanayi ve teknolojik imkanları değerlendirmede bu açığı nasıl kapattığını ve büyüyen devasa nüfusuna rağmen bunu nasıl başardığını takdirle izlememek mümkün
    değil. Adeta ağırlık merkezi o tarafa doğru kayıyor gibi görünüyor. Belki de ABD: NATO eli ile Avrupa nın tamamı ve Orta Doğu dan sonra, Orta Asya ve Uzak Doğu ya açılarak bu merkezde yerini almak için çabalıyor.

    Brezezinski 25 yıl içinde bölgesel işbirliğinin merkezi haline geleceğini iddia ediyor. Ve yine ABD’nin Çin ‘ile stratejik ve siyasi işbirliğine gitmesi durumunda, bölge ülkelerinin tamamı ile stratejik ortaklık ilişkisine girebileceğini, hegemon olmadan etkili olmayı başarabileceğini savunuyor.

    Hazır siz de AB den söz etmişken, bunun Çin ile de ilgisini kurarken uygulanan bir çifte standarda işaret ederek, yukarda da ifade ettiğim üzere, menfaatler söz konusu olduğunda politikaların nasıl da yan çizivereceğine değinmek gerek.

    Çin ‘in insan hakları ihlalleri ve Tibet konusundaki tutumuna, Uygur Türklerinin maruz kaldıkları zorbalıklara rağmen bugün kendisini insan hak ve hürriyetlerinin mabedi, demokrasinin ve yasal kurumların göz bebeği pozisyonunda sunan Batı Avrupa ülkelerince ekonomi ve ticaret odaklı çok mühim bir muhatap alınması ve AB kapısında bilumum çifte standardlara uğrayan Türkiye’nin her seferinde, bir çok AB Parlamentosu oturumunda insan hakları ihlâlleri ile anılması ve Ermeni Sözde Soykırımını da geçin, hayal ürünü Süryani Soykırımlarını da tanımaya çağrılması, Carl Benedickt gibi isimlerin ortalıktan kaybolup, ‘EVET’ yazılı pankartların artık sümen altı edilmesini nasıl açıklamak gerekir?

    Fransa’nın bugün Çin ile ticareti yıllık 20 milyar doları aşkın. Almanya’nın ise bunun üç katı. Ticaret ve kazan-kazan söz konusu olduğunda insan hakları ihlalleri göz ardı ediliveriyor. Hatta bu ihlaller nedeniyle Çin e karşı uygulanan silah ambargosunun kaldırılması için Chirac zamanında başlayan bir baskı da söz konusu. Çin yılı kutlamalarıda onun döneminden kalma. Fransa nın Çin ile bu yakınlaşması, Fransız basınında özellikle Le Monde gazetesinde de eleştirilmiş o zaman da hükümetin Çin in bu insan hakları ihlallerine gözlerini kapadığından söz edilmiş tartışılmıştı. Gerçi şaşırmamak lazım, dünyadaki 143 Ermeni Sözde Soykırımı anıtından 35 tanesi Fransa’da bulunuyor. Tabii malum ülkelerin neyi soykırım neyi demokrasi ihracı olarak göreceği değişkendir. Bir de işin içine para giriverirse işin seyri hepten değişebilir.

    Fransa ile Çin ‘in birlikteliği de De Gaulle den bu yana ABD ye yönelik bir siyasi hareket olarak yukarda da ifade ettiğim gibi, kazan-kazan ilişkisine bağlı, saf tutmayı gerektirmeyen (yani Çin in kalkıpta AB ye üyelik için başvurmasını gerektirmeyecek) kaypak bir ilişkiler yumağı. Biz de böylesi konjönktürel politik iş birliklerini gerçekleştirmeyi becerecek politikacı da olmadı. Bir rahmetli Özal bunda hakikatli bir teşebbüste bulunmuştu. Şimdi AKP nin de uyguladığı aynen Özal dönemindeki uygulamaların tatbiki gibi. Bence AKP kurmaylarına bu zihnî ufuk genişliğini katan da Özal oldu.

    Sarkozy de Chirac sonrası Çin ile münasebetlere hız kesmeden devam ediyor. İlk ziyaretlerinden birini Çin ‘e gerçekleştirdi. 30 milyar dolarlık bir anlaşmayı da imzaladılar. Air Bus tan iletişim ortaklığına; askeri alış verişten, nükleer reaktörlere kadar birçok kalemde ticari bir anlaşmada uzlaştılar bile.

    İşte Fransa’nın Çin’e yaklaşımı değerlendirildiğinde, insan hakları konusunun Avrupa ülkelerinin istediği zaman kullanabilecekleri bir silah olduğu da sanırım bir kez daha görülüyor. Tamamen, ekonomik ve siyasal çıkarlara bağlı olarak kullanılan bu silahın da olaylar değil de ülkeler karşısında değişmesi de dikkat çekici değil mi? Tayvan’ın bağımsızlık talepleri Avrupa tarafından kabul edilemez görülüyorken, başka ülkelerdeki ayrılıkçı hareketlerin desteklenmesi; yine kimi ülkelerdeki insan hakları durumu ilişkilerin geliştirilmesine engel iken, Çin de olduğu gibi görmezlikten gelinmesi söz konusu olabiliyor.

    Bununla yazınızdaki şu cümleye: ‘Türkiye’nin önemli aşamalar kaydetmiş olduğu AB üyeliği ile bütün sorunların çözüleceğini beklemek son derece hatalıdır.’ katıldığımı ve AB ‘yi bir ahlak manzumesi olarak görenlere örnek teşkil etmesi bakımından sunduğumuzu belirterek yazımı tamamlayayım.

    Teşekkür eder, saygılar sunarım…

    ve sâir…

  9. Yazan:M. İkbal TUNA Tarih: Oca 25, 2008 | Reply

    Merhaba mr^sair,
    öncelikle yorumuz için teşekkür ederim. Yazının içeriğinin geliştirilmesi bakımından fevkalede önemli noktalara değinmişsiniz.

    Artık devletlerin dış politikaları öyle bir hale gelmiştir ki, ilk olarak menfaat ilişkileri göz önüne alınmaktadır. sizin de belirttiğiniz gibi Çin’in yaptığı insan hakları ihlallerinin AB tarafından görülmemesi diplomasinin bir gereği haline gelmiştir. Buna en güzel örneklerden birisi ise Doç. Dr. İdris Bal’ın Türk-Amerikan ilişkilerindeki örtüşen ve çatışan politikalardır.
    “Türk-ABD ilişkilerinin birçok boyutu vardır. Doğal olarak örtüşen ve çatışan çıkarlar, politikalar bulunmaktadır. İlişkiler değerlendirilirken tüm resmi görebilmek için terazinin bir kefesine örtüşen, diğer kefesine çatışan çıkarlar, politikalar koyulmalıdır. Eğer örtüşen politikalar çatışanlardan fazla ise bu, ilişkilerin olumlu yönde seyrettiğinin göstergesidir. İlişkilerdeki olumluluğun derecesi ise yine örtüşen çıkarların fazlalığı, çatışan çıkarların azlığı ile orantılıdır. Türk-ABD ilişkilerinde son dönemde çok öne çıktığı gibi Ortadoğu, özellikle Irak, PKK, Ermeni sorunu konularında iki ülkenin politikaları son dönemde örtüşmek yerine çatışmış ve bunun neticesinde iki ülke arasındaki ilişkiler yara almıştı. Benzeri çatışma daha önceden Kıbrıs politikalarda görülmüştü.

    Diğer taraftan Türk-ABD ilişkilerinde örtüşen ve çatışan politikalar karşılaştırıldığında örtüşen politikaların daha çok oldukları görülmektedir. Türkiye, birçok limana demir atabilme imkân ve yeteneği olan bir gemi gibi olduğundan ABD kendi çıkarları gereği, Türkiye’nin güvenli Avrupa limanına demir atmasını tercih etmekte, bu nedenle Türkiye’nin AB mücadelesini desteklemektedir. Bu durum da Türkiye’yi memnun etmekte ve Türkiye’nin hedefleri ile örtüşmektedir. Balkanlarda Türk insanı ile tarihsel kültürel etnik bağları olan insanlar soykırıma maruz bırakıldığında, AB ve AB ülkeleri sessiz kaldıklarında, Türkiye bir şeyler yapma arayışına girdi ve ABD’nin olaya müdahil olması ile 1995’te sorun geçici de olsa çözüldü. Devam eden Makedonya, Kosova krizlerinde yine Türk-ABD çıkarlı politikaları büyük ölçüde örtüşmektedir.
    Terör Türkiye için büyük bir sorundur. Fakat Türkiye ne Batılı müttefiklerden ne de son yıllardaki iyileşmeler hesaba katılmazsa İslam dünyası ve Rusya gibi diğer bölgesel güçlerden beklediği desteği alabilmiştir. Her ne kadar Türkiye’nin beklediği ölçüde olmasa da Öcalan’ın yakalanması ve günümüzdeki operasyonlarda görüldüğü gibi, ABD terörle mücadelede Türkiye’nin yanında yer almış ve iki ülke teröre karşı mücadele etmiştir ve etmektedir.

    ABD ile Türkiye arasında örtüşen çıkarların ötesinde iki ülkeyi yakınlaşmaya teşvik eden başka faktörler de vardır. Bu bağlamda örneğin, II. Dünya Savaşı’ndan günümüze iki ülke arasında işbirliği geleneği ve alışkanlığının oluşması, ekonomik ve teknolojik ihtiyaçlar, Türkiye’nin askerî teçhizat anlamında çok fazla ABD’ye bağımlı olması, Türkiye’nin dış politikada dostlara ihtiyaç duyarken, ABD’nin de küresel ve bölgesel dengeleri muhafaza ve yönlendirme bakımından Türkiye’ye ihtiyaç duyması gibi konular iki ülkeyi yakınlaştırmaktadır. Diğer taraftan ABD açısından Türkiye gibi bölgede köklü etkinliği ve potansiyeli olan bir ülkenin bağımsız bir aktör olma çabası içindeki K. Irak veya Irak gibi bir ülke ile ikame edilmesinin mümkün olmaması Türk-ABD ilişkilerini güçlendirmektedir. Fakat ABD’deki Rum ve Ermeni lobileri, diğer taraftan Türkiye’deki ABD karşıtlığı, ilişkilerin geleceği bağlamında önem arz etmekte, aşılması gereken sorunlar olarak dikkat çekmektedirler.”
    aynen bu örnekte olduğu gibi Fransa ve Almanya’nın da Çin ile münasebetleri düşünüldüğünde ve bunun üstüne bir de Almanya’nın AB içindeki rolü katıldığında elbetteki Çin sütten çılmış ak kaşık olma durumundandadır.

    Ayrıca dünya pazarında Hong-Kong ve Japon mallarının azalması da Çin’i tek başına bir otorite haline gelmesine neden olmuştur.

    tekrar teşşkkür eder saygılar sunarım.

  10. Yazan:Gülcin Kacar Tarih: Oca 7, 2009 | Reply

    Ne geçmişe takılı kal
    Ne gelecekten bir şeyler bekle
    Anı yaşamayı dene

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin