Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

1915’in Yarattığı Yarılma »

Ermeni soykırımını kabul eden tasarıların, önce ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde, sonra da İsveç Parlamentosu’nda kabul edilmesi, Türkiye’de infial yarattı. Başbakan geçen günlerde yaptığı bir konuşmada bu infialin ne dereceye vardığını gösteren sözler sarf etti. “Bakın benim ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine ‘Hadi siz de memleketinize.’ diyeceğim; bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar… Ülkemde de tutmak zorunda değilim.” diyerek ABD’ye ve İsveç’e olan kızgınlığını kimi gariban Ermenilerinden çıkarılabileceğinin işaretlerini veriyordu Başbakan. Read the rest

Son 30 günde en çok okunanlar »

Nefret Suçları ve Eğitimin Rolü »

“Nefret suçları” uzun zamandır insan hakları aktivistlerini ve bu alanda mücadele eden hukukçuları meşgul eden bir konu. Nefret suçlarına dönük ilk girişimi 1960 yılında ABD gerçekleştirmiştir. 1985’te Yahudilere karşı yapılan bir dizi fiili saldırı sonucunda nefret yasaları konusu gündeme gelmiş ve 1990 yılında nefret yasaları ırk, renk, etnik köken, din, cinsiyet ve cinsel yönelim, yaş, fiziksel ve zihinsel engel gibi farklılara yönelik genişletilerek geniş çaplı bir hukuki düzenlemeye Read the rest

Ermenilere (Artık) dokunma! »

Ermeniler ve Türkler

Ermeni kimliği var oldukça 1923 model Türk kimliği bozuk bir makine gibi gıcırdamaya devam edecek. […] Neden bize bu kadar benziyorlar? Pastırması, sucuğu, yaprak dolması, müziğiyle, gelenekleri, ailelerine bağlı oluşlarıyla bir de Türk’ten daha fazla Türk mü onlar? Yoksa bu mu bizi sinir eden? […] Artık Anadolu insanının %100 safkan Türk olmadığını, tersine bütün bu etnik unsurların karışımı ve mirasçısı olduğunu idrak etme vakti gelmedi mi? Artık TEK BİR “BİZ” olduğunu, atalarımızın bir kısmının Kürt, diğer bir kısmının Rum, Gürcü, Arap, hatta ve hatta Ermeni olduğunu idrak etmemiz gerekmiyor mu? Buradan indirin.

Anneannem »

Aşağıdaki metni, beş  vakit namazındaki anneannesinin aslında Türkleştirilmiş  ve müslümanlaştırılmış bir Ermeni kızı  olduğunu öğrenen Fethiye Çetin’in, 2004 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan “Anneannem” adlı kitabının 43 ila 46. sayfalarından alıntıladım.

“Anneannem”, Fethiye Çetin’in, anneannesinin geçmişi hakkındaki gerçeği öğrenmesinin ardından yaşadığı şaşkınlık sonrasında ondan 1915 ve sonrası hakkında öğrendiklerini aktardığı, anlaşılması son derece basit gerçeklikleri tasvir eden ve bu şekilde o dönemi ve çekilen acıları anlamayı kolaylaştıran önemli bir kitap. Aşağıda aktarılanların tamamı ailenin Ermeni Tehciri esnasında yaşadıklarından derlenmiş olup, pek çok yerde yaşanan benzeri hadiselerin bir tek köy özelindeki ifadesi gibidir. (S.K.)

*     *     *

ANNEANNEM’den…

Heranuş, o yıl üçüncü  sınıfı da başarıyla bitirmişti. Çok çabuk öğrenen ve sorumluluk sahibi bir çocuk olduğundan ev işlerinde annesine yardım etmekle kalmıyor kardeşleri ile ilgileniyor, onlarla oyunlar oynuyor, okulda öğrendiklerini onlara da öğretmeye çalışıyordu. Onun üzerine aldığı işler konusunda kimsenin gözü arkada kalmazdı.

Havaların ısındığı  ekinlerin büyüdüğü günlerden bir gün, jandarma köyü bastı. Çok iyi Türkçe konuştuğu için o güne kadar vergi tahsildarlarıyla ve diğer yetkililerle köylüler adına ilişki kuran köy muhtarı Nigoros Ağa, köy meydanında toplanan köylülerin Read the rest

Elektronik Kafeslere Mahkum Olmak »

Elektronik teknolojileri geliştikçe, bu teknolojilerin yarattığı olumlu ya da olumsuz sonuçlarla karşılaşıyoruz. Cuntacılarla, çetecilerle mücadelede dinleme ve izlemenin getirdiği kimi avantajlar, hemen hepimizi bu teknolojilerin iyi bir şey olduğuna ikna etmiş vaziyette. Her köşe başında rast gelmeye başladığımız mobese kameraları sadece Türkiye’de değil, dünyanın gelişmiş tüm ülkelerinde günlük hayatın vazgeçilmezleri arasına girdi. Google’ın kimi uygulamaları ile dünyanın herhangi bir yerindeki kimi kamera görüntülerine Read the rest

Türkiye’nin, Atatürk’ün alakasız mirasçılarından daha fazlasına ihtiyacı var »

 Tercüme: İbrahim Uslu (3H Hareketi)

Türkiye’nin iktidar partisi bir kez daha Türk Ordusu ile çatışmaya girdi. Bu, Recep Tayyip Erdoğanın Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) 2002 yılında gücü elde etmesinden hemen sonra başlayan güç mücadelesinin son bölümünden daha fazlası olduğu görülüyor.

Bu durum, yeni-İslamcılar ile laiklerin arasındaki irade savaşından da fazlası; hatta tekrar baş gösteren yeni ve tehlikeli bir anayasa krizinden de fazlası. Bu, herşeyden öte, iki uyumsuz rakip müessesenin üstünlük için sürtüşmesi: Biri kendilerini  (Modern Türkiye’nin babası) Mustafa Kemal Atatürk’ün laik, cumhuriyetçi mirasçıları olarak gören geleneksel şehirli seçkinler; diğeri muhafazakar ve Anadolunun dine bağlı gelenekleri ile modern fakat Müslüman orta kesimini birleştiren yeni AKP müessesesi.

Bu yeni kronik krizin temel nedenlerinden biri birinci grubun, Kemalistlerin, seçilememesi: AKP tarafından iki genel seçimde bozguna uğratıldıktan sonra, orduyu ve yargıyı dürtükleyerek, korkunç ilgisiz partilerinin oy sandığında kaybını önleyip yerini sağlamlaştırmak dışında, hiçbir stratejileri yok.

Avrupa’da kendiliğinde sessiz ve dile getirilmeden oluşan genel kanı, Türkiye’nin gerçek kimliğini belirleme mücadelesine girişmiş durumda olduğu. Ama Türkiye’nin bugün yaşadığı gerçek drama daha basit: AKP’ye karşı yeterli etkin muhalefetin olmayışı. Bir tane çıkıncaya kadar da, krizden krize savrulmaya devam edecek.

Bu geçiş mücadelesinde son ateşin kıvılcımı, Erdoğan hükümeti tarafından, askeri ve güvenlik servisleri ile bağlantılı ulusalcıların AKP’yi devirmek için hazırladıkları iddia edilen darbe planlarının Read the rest

Kendimi savcıya şikâyet ettim! »

“… Muhterem heyet bir düşünün bakalım 2 kilo ağırlığında bir tavuk. Tezgâhı yok, torbası yok, öğretmeni yok, okula gitmesi yok, tırrrak yumurtayı arkadan bırakıyor.”   Tuğgeneral Sabahattin Bey gülmeye başladı. Adam nasıl gülüyor biliyor musun? Neredeyse mahkemeyi bozacak. Gizli gizli gülmeye çalışıyor. Diğerleri de tebessüm ediyorlar. Savcı kalktı ayağa “muhterem heyet bu adamı konuşturmayın bu şuurlu bir Nurcudur, Nurculuğun propagandasını yapıyor. Lütfen konuşturmayın” dedi.   Adam konuşmasaydı belki de paşa mahkemeyi bozacaktı. Adam başladı dır dır ötmeye. Paşa hala gülmesini gizlemeye çalışıyor. Tabi Savcı öyle çıkışınca Hakim Bey “Necmettin bey sadede gel” dedi. Dedim “efendim sadetteyim.” …” TAMAMI

Tenzîh ve Teşbîh: Sanat’ta Ayrıntı (3) »

Nefes alma kültürü ve Bilgisayar programcılığı

Neden bir nefes alma kültürü geliştirmedik bu güne kadar?

  • – Lütfen, önce siz nefes alın. İstirham ederim.
  • – Ah! Dünyada olmaz. Siz misafirsiniz. Önce siz nefes alacaksınız.
  • – Beni mahçup ediyorsunuz ama…

Seçme imkânı bulunmayan durumlarda İnsan özgür olamaz. Bir nefes alma kültürü geliştiremediysek bundandır. Kültür Mânâ’nın başladığı yerdedir. Madde’ye Anlam, İnsan’a Özgürlük yüklenen noktada. Özgürlük sayesinde hayvanların determinist dünyasını ve hayvanlığı BİLEREK, İSTEYEREK terk eder Read the rest

“Hayat yaşamaktır” diyenlere… »

Biz ona iki yol gösterdik. O sarp yokuşa göğüs geremedi. (Beled 10-11)

Hayır, 16 Mart 1988’i hatırlamıyorum.
 
Ama haberin duyulduğu günün ertesini çok iyi hatırlıyorum. Okulun yemekhanesine gidiyordum. Yemekhaneye girerken kantinin içinden geçerdik. Bir buçuk sene boyunca bir türlü kapıp oturmayı başaramadığım yirmi otuz iskemle ve girişte sol tarafa yerleştirilmiş bir Atatürk büstünün manasızca dikelendiği, yerlere atılmış çöp dağlarının arasında sigara çiğnemekle meşgul insanlarla tıklım tıkış dolu bir mekandı kantin dediğimiz yer. Kaynamaktan leş gibi olmuş çaylarımızı ufak, mağara kovuğu misali bir delikten bize uzatan suratsız çaycıdan alır, şansımız varsa büstün kenarlığına ilişecek bir yer bulurduk oturmak için.
 
Sonra değişti o sene her şey.
 
Kantinimiz sosis kokularının sigara dumanına eşlik ettiği korkunç gürültülü, ışıltılı bir kafeye dönüşüverdi birkaç hafta içerisinde. Ben değiştim, kantin değişti, nalet suratlı kantinci değişti. Masalar, sandalyeler, tezgah değişti. Kantinin uğultusu değişti. Uğultunun insanları bile değişti.
 
Bir gece önce Halepçe ile ilgili haberleri dinlemiş sabah erken çıkmıştım evden. Öğle arasında kantinin bir köşesinde oturan aylardır beni aforoz etmiş eski şamata arkadaşlarım o sıralar çok meşhur olan Opus’un bir şarkısında tempo tutmuş masalara vurarak avaz avaz bağırıyor eğleniyorlardı.
 
Live is Life.
Nan naa nanana
 
Yaba dap dap dap life!
Nan naaa nanana
 
Hayat yaşamaktır. Kalbim Read the rest