RSS Feed for This Post

İsyandan Dirliğe / Lütfi Bergen

“… denilebilir ki Osmanlı’nın Batı’ya mağlup olmasının diğer anlamı, Batı paradigmasını kabûl etmesiydi. Ki uzunca bir zamandır günlük hayatımızı, iktisadî yapımızı, fikrî dünyamızı oluşturan bir çerçeve olarak mevcûd bilimsel ve düşünsel paradigma da moderniteye dayanmaktadır. Bilindiği üzere paradigma, kabaca düşünsel çerçevedir. Baskınlığı, zorlayıcılığı ve yönlendiriciliğiyle bir çerçeveden öte bir huduttur, belki zindandır …”

(Hece dergisinde (Mart 2012) yayımlanmıştır.)
Akif Emre, 28 Şubat sürecinde yaşananlarla birlikte Türkiye’de Müslüman düşünce hareketliliğinin kırılmasından söz ettiği bir yazısında[1]Post modern darbenin asıl sarsıcı etkisi, Müslüman aydınların fikrî gündemlerinde yaşanan daralma, kırılma ve geri çekilme(dir).” diye yazar. Uzun sürmüş bir bastırılmışlığa ve son askerî darbenin üzerinden on yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, şehirlerin uzak bir yerlerinde gelişip yaygınlaşan fikir odakları ve yayınlar çevresinde çok farklı yönelim ve analizlerle dolu bir düşünce iklimi gelişmekteydi. Bu gelişmenin durdurulma harekâtı olarak da okunabilecek olan 28 Şubat’la birlikte ortaya çıkan tablodan karamsarlıkla söz eden Emre, yazının devamında İslâmî iddialara sahip entelektüel kesimin dilini yitirdiğine değinir: “Kendi özgüvenini kaybetme süreciyle birlikte yaşanan bu özgün dilin kaybı aslında Türkiye’nin geleceği açısından en önemli kayıptır. Bu gerçeği henüz İslami hassasiyeti olan kesimler fark edebilmiş, vahametini kavrayabilmiş değiller.”
90’lı yıllar küreselleşmeye dair baskınlığın Türkiye’den de hissedilebilir bir doza yükselmesine sahne oldu. Bir yandan demokratik sistem içerisinde 12 Eylül’ün tozları silkelenmeye çalışılırken diğer yandan da toplumsal, siyâsal, ahlâkî konularda üretilen fikirler ve yürütülen tartışmaların çeşitliliği içerisinde bir çıkış aranıyordu söz konusu çevrelerde. Yaygınlaşan tercüme ve te’lîf eserler etrafında gelişen fikrî zenginlikle birlikte küreselleşmenin harâreti dâhilinde kapitalizm, modernleşme, kalkınma gibi netâmeli konular da kaybedilmiş hikmetin kıyılarında aranıyordu.
Bu arayışlardan birisi de Lütfi Bergen’in “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabıyla olgunlaşmaya başlamıştı. Dergâh câmiasının neşriyatı içinde ortaya konmuş İsmet Özel ve Nurettin Topçu’nun yeterince tartışılmamış görüşlerinden doğan bu kitap; “yüzyıla İslâmi düşüncenin ‘farklı’ bakıştan açılımlarını yani mümkünlerini keşfederek çıkma kaygısının bir ürünü olarak” (Bergen,1996:8) yazılmıştı. Bu çerçevede İslâmî düşüncenin modernliğe yine modernlik üzerinden, kalkınma problemi çevresinde cevap ürettiğini ve bu yüzden de reddedilmiş olan laik zihniyetle barıştığını (a.g.e:8) ve İslâm’ın Müslümanların elinde İslâmcılık şekliyle adl’i tesise yetmeyeceğini yazmıştı.(a.g.e:212)
Lütfi Bergen, on beş yıl sonra yayımlanan son kitabı “İsyandan Dirliğe-Anadolu’da Yerli Olmak[2]” ile yeni bir anlam diyârına soktuğu “yerlilik” mefhumunun etrafında dolaşırken Batıya nisbeten alınan tavırların ötesinde kendi merkezini arayanlara seslenmeye devam ediyor. Düşünce dünyasının Batı’ya karşı sığındığı tepkisel tutumu eleştiriyor ve ideolojilerin çözümsüzlüğe mahkûm ettiği Müslümanları bir paradigma değişimine dâvet ediyor. Bu yönüyle İsyandan Dirliğe ile kökleri birkaç yüz yıl öncesine dayanan bir sapma olan modernleşme düşüncesini eleştirel bir düzlemde değerlendiriyor. Bergen, daha önce kaleme aldığı mes’elelere daha derinlikli ve dayanaklı bir şekilde yaklaşarak, tezlerini güçlendiriyor ve modernleşme aleyhinde kuru laflar etmek yerine tarihsel bir perspektiften çözüm önerileri, kurtuluş yolları sunuyor okura.
İsyandan Dirliğe, her şeyden önce, özellikle son doksan yılda mahkûm edildiğimiz düşünce prangalarından, mahrûm edildiğimiz düşünce pratikleriyle kurtulmanın haritasına sahip diyebiliriz. Bu pratiklerin yönelimiyse kitabın üç bölümüyle ortaya çıkan üç boyutuna dağılmış: Öncelikle Arabî ve Farsî olarak tasnif edilmiş yönetsel ve fikrî temellere dayanan İslâmî hayatın Anadolu’da yeniden biçimlenişi inceleniyor. Müteakiben, ideolojilerin çözümsüzlüğüne gark olmuş düşüncesinin, bozulan dirlik düzeninin, tahrip edilip yozlaştırılmış ma’neviyyâtının kuraklığında ıstırap çeken Anadolu Müslümanlarının ma’rûz bırakıldığı başka türlü düşünememe sıkıntısı dile getiriliyor. Ve nihâyet “bir cevabın peşinde,” merkezileştirilmiş düşünce ve yöntemlerin reddedilerek kaynağını yerli olandan alan yeni merkezlerin oluşturulması ve düşüncenin yeniden yapılandırılması üzerinde duruluyor. Yani, okura yeni bir paradigma sunuluyor…
Çöküşten Dirliğe İbn Arabî ve tasavvuf araştırmalarıyla tanınan William C. Chittick, İslâmî irfân geleneğinin ma’rûz kaldığı ilgisizlikten yakınırken ve Müslüman bilim adamlarının irfânî bir tarzda düşünüp düşünmedikleri şüphesini dile getirirken şöyle der:  “Aynı anda hem modern anlamda bir bilim adamı, hem de âlemi ve nefsi Kur’an ve Sünnet’te izah edildiği gibi anlayan bir Müslüman olmak mümkün müdür? Peki, hem bir sosyolog olmak, hem de tevhid kavramının iç manasına uygun düşünebilmek mümkün müdür?” (Chittick,2010:36)
Esasen bu tarz sorular, Batı’nın hamleleri karşısında sürekli mevzi değiştirmek zorunda kalan ve her mağlubiyette kendini yıkıp yeniden inşa etmek ihtiyacı duyan Osmanlı münevverinin, kendinden sonrakilere bıraktığı bir miras oldu. Birçok soru, çözüm önerisi ve çözümsüzlük de aynı sebebe dayanan komplekslerle birlikte sonraki nesillere tevârüs etti. Osmanlı, sadece devlet olarak değil bir bölge olarak kaybettiği siyâsal konumlanışını -Batı’ya göre- yeniden tesis etmeye çabalarken askerî ve iktisadî başarısızlıklarla yüzleştikçe ortaya çıkan panik havasında onu var kılan cemiyyet vasıflarını da yitirdi. Bu sadece devletten kaynaklanmıyordu, münevverlerin de payı vardı elbette: Batı’daki ictimâî hareketlilikler ve içerideki siyâsî karmaşalar sebebiyle nereye tutunacağını kestiremeyen, kime güveneceğini bilemeyen, inandıklarıyla yaşadıklarını yüzleştirdikçe yaşadıklarına inanmaya başlayan bir aydın tipi ortaya çıkmıştı zamanla. Fikirleri birbirine bağlayan yaklaşık değerler zihinlere yeni bir duvar örmeye başlarken, bütün entelektüelite, yüzlerce yıllık geçmişin sorgulanması ve yargılanmasına dayanmaya başladı. Çözüm de hemen bulundu: “Batı’nın ilmin almalıydık!”
İsyandan Dirliğe‘nin henüz önsözünde Bergen’in değindiği ilk husûs da bu olur: “Müslümanlar, Osmanlı’nın yıkılışı ile Batı uygarlığının üstün sayıldığı bir dünya algısına saplandılar.” (s.9) Yani denilebilir ki Osmanlı’nın Batı’ya mağlup olmasının diğer anlamı, Batı paradigmasını kabûl etmesiydi. Ki uzunca bir zamandır günlük hayatımızı, iktisadî yapımızı, fikrî dünyamızı oluşturan bir çerçeve olarak mevcûd bilimsel ve düşünsel paradigma da moderniteye dayanmaktadır. Bilindiği üzere paradigma, kabaca düşünsel çerçevedir. Baskınlığı, zorlayıcılığı ve yönlendiriciliğiyle bir çerçeveden öte bir huduttur, belki zindandır. O halde geleneğin ve onun bileşenlerinin dışlanarak yerine rasyonelleşmenin etrafında zuhûr eden değer sistemlerinin tüm hayatı biçimlendirme anlayışı oldu esas mağlûbiyet. Ki bir paylaşım mücâdelesi olan (Kızılçelik, 2000) I. Dünya Savaşı ile son bulan Osmanlı Devleti, gerek iktisadî yapısındaki tarıma dayalı üretim tarzı, gerek cemiyyet yapısındaki vasıfları itibariyle uzun müddet geleneksel/dayanışmacı toplum biçimini muhâfaza etmeye çalışmış, emperyalist Batı koalisyonu tarafından parçalanmış ve XVII. yüzyıldan beri zayıf seyreden “modernleştirilme” sürecine hapsedilmiştir. Bu süreçle birlikte Osmanlı siyâsîlerinin ve münevverlerinin dayanabildiği üç tarz-ı siyâset ortaya çıkmıştır: Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük. Yusuf Akçura bu üç siyâset tarzına değinirken her üçünün de Batı çıkışlı olduğunu yazar. Batı’dan esinlenen ve ilerleme fikri etrafında dolaşan… (1976:19-37)
Tuhaf bir şekilde endüstriyel toplum tasavvurunu savunanlar ilk başta Müslüman düşünce adamları (Akif, Bediüzzaman, Ş. Günaltay) olmuştur.” (s.36) diyen Bergen’in İslâmcılık yahut muhâfazakârlık siyâsetlerini tenkidinin de temelinde bu durum yatar: İslâmcılık diye anılan toplumsal düşünce biçiminin kendisinin de modern olduğuna değinir ve Müslüman düşüncesinin tabîatının kendiliğinden olması gereken bir söylemle değil Batı’ya göre/moderniteye karşı bir tepkiden doğduğuna işaret eder. Türkiye’de Müslüman düşüncenin kapitalizmi, komünizm aleyhinde tek modern süreç olarak algıladığına değinir. Ya da İslâmcılığın, Cumhuriyet ideolojisiyle aynı paradigmalardan baktığını, moderniteyle çatışırken onun silahlarını kullandığını ama buna rağmen “Müslüman toplumların uyanışını, adil bir içtimai yaşamı, bereketli bir iktisadi ortamı sunacak zemini inşa” edemediğini vurgular. (s.65)
Anadolu’da Müslüman Olmak İsyandan Dirliğe‘nin I.Bölümü, “Kaosta Müslüman Olmak“; Bergen’in fikriyatının çekirdeği de olan İslâm’ın toplumsal yahut medenî tavrına dairdir. “Sahabeler suikasta uğramış üç halifenin ardından politik alanın dışına çıktılar.” (s.15) cümlesiyle başlar ve Yesrib’te kurulan ilk medineden, Yesevî’nin meş’alesinin izinden akın akın gelen Horasan Erlerinin Anadolu’da kurdukları nizâma uzanır.
Anadolu’da Müslüman olmayı; kavmî ve tarihî bakımdan bir sentez olarak gören Bergen bu durumu, “apolitik, ehli sa’y, ehli dirlik, feta, kozmopolit ve fakirlik” ile niteler. Geçim ehli olarak elinin emeğiyle beslenen, mevâlî, alt kimlik üretmeyen, İslâm olana menşe aramayan, Bizans’la savaşan Anadoluculuk; “Müslümanlığın üçüncü ve esaslı” timsalidir. Bu esasın dayanağıysa “Türklerin İmam-ı Azam, Maturudi, Farabi, Maverdi ve Ahmet Yesevi üzerinden” (s.18) kurdukları sufî-fıkıh yapısıdır. İktisadî zihniyeti sımsıkı saran dini merkezine alarak, fıkhı iktidarın hizmetinden kurtaran ve şahsî hak ve hürriyetleri savunan bir esasla hareket eden İmam-ı Azam’ın etkilerini üstünde taşıyan Ahîlik ile dirilmiştir Anadolu. Kendilerinden önceki İslâmî devletlerin içinde kaynayan kazanlardan kaçarcasına Anadolu’ya gelenler, burada yeni bir nizâm kurarlar. Yazarın Türk modeli ya da Anadolu Nizâmı diye adlandırdığı bu düzen üçlü bir sacayağıyla ayaktadır: “1.Türkçe konuşma, 2.Müslümanla savaşmama, 3.Tımar-dirlik sistemine tabiiyet.” (s.19) Küçük esnaf, san’atkâr ve çiftçilerin mahâretinde “Kırda tımar ve şehirde ahilik” (s.98) üstünde yükselir medeniyyet…
Anadolu’da zuhur eden bu Müslüman kimliği Horasanî temellerle izah eden Bergen, son dönemde sıkça karşımıza çıkan İslâmî sol ya da cemaatçi sol gibi mes’elelere de uzanarak bu kavramların kökenle ilişkilerini sorguladığı detaylara da yer verir ilk bölümde. Bu konu önemlidir, çünkü; “Modern Türk siyasi ve iktisadi düşüncesinin normal mecrasında serpilen epistemik cemaatin pozitivist, rasyonel, kalkınmacı iktidar biçimlenmesini eleştirel felsefe açısından yeniden değerlendiren bir düşünce-inanç çizgisi geliştirmesi, Müslümanca yaşamanın en temel derdidir.” (s.34) yazara göre. Bunun için önce yeni bir ahlakçılık olarak değerlendirdiği Anadolu sosyalizmini tartışan Nurettin Topçu’ya çevirir yüzünü, ondan beri Türkiye’de sol nitelikli bir İslâmî tasavvurun gelişmediğine değinir. Topçu’nun yolunu, kapitalizme karşı koyabilecek yegâne yol olarak niteler. Sonra Cemil Meriç’in Saint-Simon’a yaklaşımını ele alır ve Turgut Cansever’in kentleşme sorunu etrafındaki değerlendirmelerine yönlendirir okuru.
Çözümsüzlüğün iki ayağı: Modernleşme ve modernleşememeİsyandan Dirliğe“nin II.Bölümü olan “Modernizm ile Çatışmak“taki on altı makalede; Batının yeni bir uygarlık söylemiyle ortaya çıkışı, bu tezâhüre Müslümanların etkisi ve sonrasında özellikle Osmanlı’nın karşı tavrı ele alınır.
Bergen’in özellikle vurguladığı Pirenne tezi temelde İslâm’ın ilerleyişiyle beraber Batının hayat bulduğu Akdeniz’de gerilemeye, ticâret gücünü yitirmeye ve Kuzeye çekilirken Antik gelenekten kopmaya başlaması üstünedir. Buna göre ticâret olanaklarını yitiren Avrupa asker besleyebilmek için toprak dağıtır: “Avrupa feodalizminin kökeni İslam’dı(r). (…) Avrupa’daki paradigma değişikliği (…) İslam tehlikesi karşısında” (s.135-136) oluşmuştur. Aynı sebeple “Avrupa feodal toplum düzeninden emperyalist ve endüstriyel topluma Türklerin Avrupa’ya girişinin neticesinde geçmek zorunda kal(mıştır.)” (s.136) Ki Avrupa’nın dünyayı keşfetmek! üzere gemilerle okyanusa açıldığında da ellerindeki harita ve pusulalar Müslümanlara aittir.
Batı, Müslümanlarla çatıştığı her tarihsel dönemde ekonomik düzenini değiştirmek ve dönüşüme uğramak zorunda kaldı. Buna mukabil İslamcılık da Batı için kesinlikle karşıt bir ideolojik yapılanma olamadı…” (s.138) Orhan Pamuk’un Doğu-Batı diyalektiği üstüne kurulmuş olan, “Osmanlı’yı özne Avrupalı’yı öteki olarak inşa eden” (Köroğlu,1999:156) ve “Ben neden benim?” sorusunun etrafında dolaşan Beyaz Kale romanındaki Venedikli tutsakla Hoca’nın değişimi gibi, Batı dönüşürken Osmanlı da Bergen’in deyişiyle Frenkleşme sürecine girdi. Bunu üç açıdan ele almak mümkün: İktisadî, idarî ve hukukî. Henüz Fatih zamanında yönetim ve asker devşirmelerle doldurulmaya başlanmıştı. Fethin ertesi günü Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa azledilerek yerine devşirme Zaganuz Paşa geçmişti. (İnalcık,2010:110) Bu durum imparatorluğun talep ettiği sınırsız iktidâr isteğine Türklerin muhâlefet etme olasılığından kaynaklanmaktaydı. (Ecevit,1990) Ki aynı bağlamda nizâm-ı âlem için kardeş katli de Fatih zamanında bir “iç-engelleme” tarzı olarak geliştirilmişti. “Fetih’ten sonra Anadolu’daki Ermenilerin İstanbul’a davet edilmesi ve patrikhane inşa edilmesi” de (Yarar,2002:38) Osmanlı’nın bu yeni politikasının bir işaretiydi. Avrupa’da alınan topraklarla birlikte yüklenilen külfetler tımarı bozmuş ve fıkıh sistemi de Gazalî’ye dönmüştü: “İslam tarihinde Nizamülmülk-Gazali çizgisi devlet-ahlak adamı temelli bir medeniyet projesi kurarken, İmam-ı Azam-Ahmet Yesevi-Ahi Evran (Nasreddin Hoca)-Hacı Bayram Veli çizgisinin de alim, asgar, esnaf zümreyle medeniyet işlediği düşünülebilir. (…) Yesevi çizgisinin Türk (Müslüman), Gazali çizgisinin devşirme karakteri baskındır.” (s:56)
Yerlilik Mihverinde Bir Cevapİsyandan Dirliğe“nin III.Bölümünü kitabın başından beri dikkatle işlenmiş mes’elelere çözüm niteliği taşıyan bir bakışla yaklaşan “Bir Cevabın Peşinde Var Olmak” oluşturur. Bergen, bugünle tarih arasında kurduğu akıl mekiği sayesinde artık kan pompalamayan ve vücudun kan değişimini/yenilenmeyi/tecdidi sağlayamayan kalbin varlığını odağa alır. Vücut yorulmuş, bî-tâb düşmüş, elleri, bacağı tutmaz olmuş, organları pes etmiş, kılcal damarlar tıkanmış… En kötüsü de beyin uyuşmuş… Hikmet unutulmuştur…
Müslümanlar” diyor Lütfi Bergen bir düğümü açtığı “Evet, Habil”de; ” ‘geri kalmışlık/mağdurluk’ psikolojisi ile muhataplarından ‘rövanş alma’ cehdiyle hareket ediyorlar. Oysa ilahi sünnet göstermiştir ki acıyı acıyla ovmayı va’z eden peygamber yoktur. Ashab-ı Güzin, eziyet görmüş, lakin mağduriyetini isyan veya şiddetin gerekçesi kılmamıştı. Hakkı söylemenin kendisinden başka eylem yoktur. Gariplerin yolu budur.”
Tek dertleri bir gölgelik olarak gördükleri bu dünyada, “bir yel esip geçmiş gibi” tek lâhza nefeslenmek olan “garîb yâhût yolcu” Müslümanlar için felah yolunun kalkınmacı, sanayileşmeci yaklaşımlar gibi modernize edilmiş toplumsal ve ekonomik söylemler olmadığına vurgu yapıyor burada ve “Azgelişmişlik Üstünlüktür” demeye devam ediyor. Şiddet ya da isyanla kurtuluş aramanın da anlamsızlığına değiniyor ve çözümün şiddet olmadığına örnek olsun diye; İmam-ı Azam’ı, Ebu Zer’i, Gandhi’yi, Hasan-ı Basrî’yi anlatıyor. Anadolu’da medeniyyetin köklenmesinde te’siri olan tüm hikmet sahiplerinin ortak özelliğinin Habil’den beridir aynı olduğuna değiniyor.
Buna göre Habil, rabbinin kurbânlarını kabûl etmesine ve yani da’vâsında haklı olmasına rağmen tehdît ya da zora başvurmamıştır. Belki de kitabın en dikkate değer mes’elelerinden birisi olan bu değerlendirme, oldukça geniş bir perspektif içinde örneklendirilerek bir tutum olarak da tavsiye edilmektedir. Şöyle ki Bergen; bir zulüm, istibdat yâhût kapitalist/modern süreçler gibi bir gayr-i meşruiyet barındıran devir, yönetici yâhût düzenler aleyhine “evet, isyan” değil; “evet, Habil!” diyor. Anadolu Müslümanlarının bu yönden müşterek vasıfları, direnişi olumlarken isyana bulaşmamalarıdır ona göre. Nebî ve rasûllerin Adem’den Rasûlullah (sav)’a değin mücadele biçimleri cedel, sükût, beyan, sabır, ayrılma, anlaşma, kabûl üzere olmuş ama kıtal, inkılâb, çatışma biçimine asla dönüşmemiştir. Nitekim Hasan-ı Basrî, Emevî krallarına itaat etmenin vacip olduğunu söylerken beş işin yürütülmesini de buna gerekçe olarak gösterir: Cum’a namazını kıldırmak, cemaatin birliği, ganimet malların durumu, sınırların ve geçitlerin korunması. (Bergen de Gazalî’den beş emniyeti şöyle sıralar: Din, can, mal, nesil, akıl emniyetleri.) “Bu krallar, meydanda at oynatsalar da, insanlar onların peşine takılsalar da ve günah kalplerine yerleşmiş olsa da Hakk bizleri onlara itaat etmeye mecbur kılar, onlara karşı isyan etmemizi yasaklar.” (Ebu Zehra,1978:112) Zerkani’nin Şerh-i Muvatta‘sından da öğreniyoruz ki ehl-i sünnet âlimleri de bu yolu tutmuşlardır. (Cilt:2,292; aktaran Ebu Zehra,1978:113) Bu direnişin sosyo-ekonomik boyutuysa fakr halidir… Bir gün Kudüs’ü de bu garipler fethedecek(tir.) (s.108)
Bir gün ashabı Rasûl (sav)’ün yanında dünyalıktan bahsettiler. Bunun üzerine Rasûllullah (sav) şöyle diyordu: “Duymuyor musunuz? Sade yaşamak imandandır.” (Ebu Davud, Tereccül 2, aktaran: Nevevi,2002:179) “Benden sonra size dünya nimetlerinin ve güzelliklerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.” (Buharî, Zekat 47, aktaran: Nevevi,2002:166) diyen de “Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi, imtihan vesilesi de maldır. “(Tırmızi, Zühd 26, aktaran: Nevevi,2002:170) diyen de “Fakrını fahri (onuru) olarak gören“dir.
Musa’nın kavmini alarak çöle çekilmesinde gördüğümüz “uygarlığın terki” tavrına (Bergen,1996:110) benzer şekilde “tüketmiyorum” denildiği anda paradigmasını yitirip çökmeye mahkûm gözüken Batı için felsefî sıçrama fikrinin reddedildiği “Müslümanlar Çekilirse Batı Uygarlığı Yıkılacak” başlıklı makalede bolluk üretimine dayalı endüstrinin köle de ürettiği vurgulanıyor. Kendi içlerinden çıkan canhıraş çığlıklara, kesîf tenkidlere rağmen ısrarla benzemeye çabaladığımız bu toplum tipinin üretip sonra da beslendiği eşya dizgesinden bağımsız olarak felsefî üretim çağrısı yapılıyor: “İsa (as) emperyal bir eşya bolluğu dayatan Roma’yı ihtiyaçlarını azaltarak yıkmayı bize öğretmişti. Post modern toplumun tüketim dayatmalarından bizi kurtaracak (felaha erdirecek) olan din de Batı paradigmasının yıkılacağını vaat etmektedir.” (s:285)
Nihayetinde Batılı olmamasına rağmen Batılı gibi düşünmek, yaşamak, tüketmek gayreti sadece yozlaşma ve melezleşme getirmiştir. Shayegan’ın deyişiyle artık ortaya çıkan “Ne odur, ne de öteki; melezdir (…) çarpık ve bozuktur.” (s:208) Aslında bir modernleşememe halidir bu. Nitekim geçen zaman zarfında tüketim alışkanları da dâhil olmak üzere yaşam tarzının hiçbir sahasında Batılı bir uygarlık libâsına bürünmüş herhangi bir Müslüman toplum henüz ortaya çıkmış değildir. Her ne kadar bazı yazarlar söz konusu uygarlaşmanın esas mahiyetinin, cumhuriyetten en az yüz yıl önce olması hasebiyle Osmanlı Batılılaşması olduğunu, Milli Mücadele’nin ve Kemalist cumhûriyetin tam aksine Tanzimat sonrası devirde Batı aleyhtarlığının en şiddetli zamanında ortaya çıktığını söylese de (Nişanyan, 2009:231) Marksist terminolojiyle üst yapısal bir evrim niteliği taşıyan 1923 sonrası söylem ve eylemler açıktır. Hayatın tek rehberi olarak fennin (pozitivizmin) kabûlü, tek bir medeniyyetin var olduğu (asrî medeniyyet), ilerleme vurgusu, katı laikliğin ürettiği kurumsallık (sekülerizm), hukukun Batıya adapte edilmesi gibi düşünsel/hukuksal/üst-yapısal düzenlemelerin en kapsamlısı cumhûriyetle birlikte tahakkuk ettirilmiştir. Yaşananlar sadece cemaatten cemiyyete bir dejenerasyon sürecinin merhaleleridir: Dirlik düzeni bir burjuva yaratmak nâmına bozulmuş iktisadî yapıya, mahalleli şehirler soğuk/mat kentlere, cemaat ferdiyetçi zihniyete, dayanışma anlayışı rekabete, sınaî üretim endüstriyalizme benzer olmuştur sadece…
Biz Müslümanlar belki bir bilim sahibi olduk; ama yeni bir toplum tasavvuruyla hareket etmedik. Dolayısıyla Müslümanların geri kalmışlığının nedeni bilimde geri kalmışlık meselesine bağlı değildi. (…) Müslümanlar 1453 İstanbul fethinden hemen sonra Batıda gelişen ‘yeni bir toplum’ tasavvuruna cevap üretemediler.” (s:219-221)
Nitekim Bergen de son bölümdeki makalelerde geleneğin sürükleyip getirdiği medeniyyet kavramına muhâlefet eden uygarlık söylem ve inşâ biçimini ele alıyor. Uygarlıkla (civilization) medeniyyetin (umran) aynı şeyler olmamasına vurgu yapıyor. Uygar kentlere karşı medenî şehirler öneriyor. Bunu yaparken Fârâbî’nin faziletli devletine gönderme yaparak mâddiyâta odaklanmayan ma’nâ ve fazîletle meşgûl olan şehir tasavvurunu öne çıkarıyor. Türkiye’nin bugün üç yüz yıla yaklaşan bir sergüzeşti olarak Batılılaşma da’vâsı, son demde neoliberal ekonomi-politiğe dayanmış bir da’vâdır. Yazarın deyişiyle “ayartılmış adamlar ülkesinin” da’vâsı…
Günümüzde (…) Müslümanlar modernlikle çatışmalarını tükettiler. (…) Cumhuriyet modernleşmesinin muhalif tavrı olarak kurulan İslami grup ve bilinçler, bugün kendine has ve devlete dayanmayan sermaye kesimiyle, muhafazakâr tabanıyla, Türk modernleşmesinin dinamiği haline gelmiştir.” Bu o kadar ileri götürülmüştür ki bölgesel öncülük rolü yüklenen Türkiye, diğer Müslüman ülkelere örnek gösterilmektedir! “Türk modernleşmesi Müslümanları da kendine katılmaya ikna ederek, hem Türkiye’nin değişimini mümkün kılıyor hem de kapitalizmin durdurulabilme imkânını yok ediyor…” (s:147)
Bergen’in mahallelerden medeniyyetin bütününe kadar çözüm odağı olarak işaret ettiği yerlilik kavramı, bir kadîm yerleşmişlik/yerleşiklik değil, İslâm’ın mürekkep kazanına dâhil olmaktır. Anadolu’nun dirlik düzeni, dini merkeze alan yönetimidir halkı yerli kılan. Murat Erol’un deyişiyle, “bir medeniyetin parçası olarak kalma çabası, bu medeniyete yeniden ait olma, yeni şartlara göre dâhil olma, yeni durum ve esaslara göre de bu medeniyette kalma yoludur.” (2010:33-51)
Hülâsa edersek Aydınlanma ve moderniteyle dinin dünyadan koparılması, geleneğin değerler sisteminden ve günlük hayattan uzaklaştırılması neticesinde ortaya çıkan hayat; metalaştırılmış, rûhu çalınmış, ma’nâsı derdest edilmiş, kalbi karartılmış bir dünyadan başka bir şey değildir. İsyandan Dirliğe-Anadolu’da Yerli Olmak, ideolojilerin ipine sarılmaktan başka bir fikrî olanağı bulamayan modern çağ Müslümanları için bir çıkış yolu sunuyor. Ki bu yol, tarihî gerçeklikte kendine bir hudut çizebildiği gibi ahlâkî, iktisadî ve idarî bütünlükte toplumsal olanı tepkisellikten kurtarıyor ve yeniden vahye dayandırıyor. Chittick’in hem Müslüman olmak hem de bilimle uğraşmak hakkında sorduğu soruya bu çerçevede bir cevap verebilmek imkânı da bu sayede hâsıl oluyor. Alper Gürkan

Kaynakça Akçura, Yusuf (1976); Üç Tarz-ı Siyâset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara Bergen, Lütfi (1996); Azgelişmişlik Üstünlüktür, Ülke Kitapları, İstanbul. Chittick, William C. (2010); Kozmostaki Tek Hakikat, (Çev: Ömer Çolakoğlu), Sufi Kitap, İstanbul Ebu Zehra (1978); İslâm’da Siyasi İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Hisar Yay., İstanbul. Ecevit, Bülent (1990); Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Tekin Yay.,İstanbul. Erol, Murat (2010); Yerlilik İçin Kavramsal ve Anlamsal Çerçeve, Hece Dergisi, s:162-163-164, Ankara İnalcık, Halil (2010); Devlet-i Aliyye-Osmanlı İmparatorluğu Üzerine AraştırmalarI,Türkiye İş Bankası Yay., 42.Baskı, İstanbul. Kızılçelik, Sezgin (2000); Frankfurt Okulu-Eleştirel Teori, Anı Yay., Ankara Köroğlu, Erol (1999); Beyaz Kale’de Özne ve Öteki, Orhan Pamuk’u Anlamak (Der:Engin Kılıç), İletişim Yay., İstanbul. Nevevi (2002); Riyazü’s Salihin, (Haz: Abdullah Parlıyan), Konya Kitapçılık, Konya Nişanyan, Sevan (2009); Yanlış Cumhuriyet-Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru, Kırmızı Yayınları, Dördüncü Baskı, İstanbul. Yarar, Hülya (2002); Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, OTAM(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi); Sayı:13, Ankara

Dipnotlar:


[1] http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=21079&y=AkifEmre [2]Bergen,Lütfi(2011); İsyandan Dirliğe-Anadolu’da Yerli Olmak, Ebabil Yayınları, Ankara.

 

… E-kitap okumak için…

  İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin