RSS Feed for This Post

Offret / Kurban, Andrey Tarkovsky, 1986

Ulu Tanrım, Göklerdeki Ulu Tanrım, adın mübarek olsun.İnayetin üzerimize olsun.Yalnız senin dediğin olur.Rızkımızı sen verirsin.Bizi kötülüklerden korursun. Cennet senindir. Güç, zafer senindir.Amin. Tanrım, bu korkunç zamanda bizi esirge.Çocuklarımın ölmesine izin verme.Dostlarımı, karımı, Victor’u, seni sevenleri ve sana inananları, kör oldukları için sana inanmayanları da esirge. Seni bir an bile düşünmeyenleri de. Çünkü onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman bilmediler. Bu saatte, bütün umutlarını, bütün hayatlarını, bütün geleceklerini kaybettiler. Sana teslim olma fırsatını kaçırdılar.Yürekleri korkuyla dolu olanlar, sonlarının yaklaştığını hissedenler, kendileri için değil, sevdikleri için korkanlar, onları senden, yalnızca senden başka hiçkimse koruyamaz. Çünkü bu en son savaş.Savaşların en korkuncu. Bu savaştan geriye ne yenen ne de yenilen kalacak.Şehirler, kasabalar, ağaçlar, otlar, kuyulardaki sular, göklerdeki kuşlar yok olacak. Sahip olduğum her şeyi sana vereceğim. Çok sevdiğim ailemi vereceğim. Evimi yıkacağım. Küçük Adam’dan vazgeçeceğim. Dilsiz olacağım. Bir daha kimseyle konuşmayacağım. Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçmeye razıyım. Yeter ki sen, her şeyi eskisi gibi yap. Bu sabah ve dün nasılsa öyle yap. Beni hasta eden bu ölümcül hayvani duygudan kurtulmama yardım et. Evet, her şeyim senindir! Tanrım! Bana yardım et! Söz verdiğim her şeyi yapacağım.

Kurban, Rus yönetmen Andrey Tarkovsky’nin 1986 yapımı filmi. Gazeteci, edebiyat ve tiyatro eleştirmeni, fakültede estetik dersleri veren Alexander’ın doğum gününde başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’nda Tanrı’ya ettiği dua üzerine kendisini, kendisini bu dünyaya bağlayan her şeyi, ailesini, evini, oğlunu, kelimelerini… kurban ettiğini anlatan bir film.

Bazı filmler ruha, bazıları yüreğe, bazıları akla seslenir; bazıları ise sadece eğlence amaçlıdır.  Bu film önce ruha sesleniyor, ardından yüreğe. Akıl, film bitince sorgulamaya başlıyor. Ruhunuzu saran huzursuzluk yüreğinize dayanınca, onu sıkıp çaresiz bırakınca, karanlık atmosfer size kelimelerden oluşmuş ve hayata ve ölüme dair sorular sordukça, “Başlangıçta söz vardı.”, “Neden o vardı baba?” diyen ve babasının yolunu takip eden oğulu görünce, ama kelimelerden vazgeçen babanın fedakarlığına tanıklık edince, babanın teslimiyeti ile oğulun sorgulaması arasında kalıyorsunuz. Teslimiyet, sorgulamaların, kelimelerin bittiği yerde başlıyor. Ve anlıyorsunuz ki, söz, sükuta ermedikçe; sorgulama, teslimiyete dayanmadıkça kurban olunmuyor.

Duasıyla Alexander, insanlık için her şeyinden vazgeçen İsa Peygamber gibidir. Çaresiz, umutsuz, kırgın bir duanın ardından ona eşlik eden rüyalarla, onu anlayan, sığınağı, korkularını kucağında huzura çeviren tek kadın Maria’nın yardımıyla her şey eski haline döndüğünde, söz verdiği her şeyi yapar; evini küle çevirir, ailesinden vazgeçer, neyi neden yaptığını anlatamaz, sözsüz kalır… Hele bu sahnedeki sevişme, iki ruhun maneviyatı yaşadığı ve dünyadan uzaklaşıp tek bir ruhun bütünlüğüne kavuştuklarını gösteren bir yükselişi temsil eder ki, burada bir kadının sevgisinin merhameti ve anlayışının koruyuculuğu ile sarıldığının sadece beden olmadığı ve ruhsal bir kavuşmanın yaşandığı görülür. Bazı insanlarla bedeninizi paylaşırsınız, bazılarıylaysa da ruhunuzu; bedeninizi paylaştıklarınız sizi anlayamaz ve sizi çocuklukla suçlarken, ruhunuzu paylaşan sizi anlar ve sizin ardınızdan koşan tek kişi olur. Kimi deliliğinizi, uyumsuzluğunuzu, çocukluğunuzu görür; kimi kurban oluşunuzu, ıstıraplarınızı, acınızı…

Filmde Shakespeare’den, Dostoyevsky’e, Leanardo (Üç Kralın Tapınışı)’dan Nietzsche’ye… birçok sorgulama ve gönderme var. Aktör ile şairin farkları, aşk ve evlilik, sorumluluk ve aile, maddiyat ile maneviyat, ölüm ve ölüm korkusu, doğa ve insanın yıkımı… üzerine diyaloglar filmi felsefi düzeyde bir sorgulama alanına dönüştürmüş ve bu alan, Tanrı’ya teslimiyetle sükuta teslim olmuş.

Aktörlüğü bırakan Alexander, başarıyı ötelemesinin sebebini benliğini kaybetmemek olarak açıklar; ama burada yönetmenin kadına bakışı da satırlar arasından sızar:

Nedenini bilmiyorum. Sahnede utanmaya başladım. Başka birini oynamaktan, başkasının duygularını taklit etmekten utanıyordum. Ama en kötüsü, sahnede içten olmaktan utandım. Bir eleştirmen bunu fark etmişti. Tabii bu birdenbire olmadı. Yani sence bir oyuncunun egosu olmamalı mıdır? Kimliğini kayıp mı etmeli? Hayır, tam olarak öyle değil. Oyuncunun kimliğinin, rolünün içinde eriyip gitmesinden söz ediyorum. Ben egomun erimesini istemedim. Bunda, günahı çağrıştıran bir şeyler, bir kadınsılık, bir zayıflık vardı.

Şiirle aktörlüğün farkı açıklanırken de şiirin maneviyata, Tanrı’ya özgü, aktörlüğün ise insana özgü olduğu ifade edilir ve şiir, tüm sanatlardan ayrı bir noktaya konur. Bu, yönetmenin şiire bakışının ifadesidir:

Anladığım kadarıyla Alexander, kişinin kendisini özgür iradesiyle bir sanat eserine dönüştürmesinin insana özgü bir şey olduğunu söylemek istedi. Şiire ilişkin bütün çabaların ürünü genellikle şairden o kadar uzaktır ki  onun bir insanın elinden çıktığına inanmak bile güç olur. Bir aktörün durumunda bunun tam tersi geçerlidir. Aktörün kendisi, kendi yarattığı bir sanat eseridir.

Alexander’ın eşinin ölümle yüzleşince kendisiyle hesaplaşması ise insanoğlunun sevgi’ye yönelik tutumunun eleştirisidir:

Neden her şeyin tam tersini yapıyoruz? Her zaman! Bir erkeği sevmiştim, başkasıyla evlendim. Neden? Sanırım, şimdi anlıyorum. Hiçkimseye bağımlı olmak istemiyoruz. İki insan birbirini sevince eşit sevmiyorlar. Biri daha güçlü diğeri zayıf oluyor. Ve zayıf olanı düşünmeden seviyor. Hesapsızca. Bir rüyadan uyanmış gibiyim. Sanki başka bir hayatı artık geride bıraktım. Nedendir bilmem, her zaman direndim. Bir şeylerle savaştım.  Kendimi savundum. Sanki içimde başka bir ben vardı. Bana, “Kendini bırakma.” diyordu. Kendini hiçbir şeye teslim etme. Yoksa ölürsün. Yüce Allah’ım, ne kadar da aptalız!

İlk sahnedeki vasiyeti, oğlunadır; aslında kendisinden sonraki kuşaklaradır:

Gel ve bana yardım et, oğlum! Bir zamanlar, çok uzun yıllar önce bir Ortodoks manastırında yaşlı bir keşiş yaşarmış. Adamın adı, Pamve’ymiş. Bir ağacın yamacına kuru bir ağaç dikmiş. Aynı bunun gibi. Genç bir öğrencisi varmış. Öğrencisinin adı Ioaan Kolov’muş. Ona bu ağaç canlanıncaya kadar her gün buraya gelip sulayacaksın demiş… Ioaan, her sabah erkenden bir kovaya su doldurup manastırdan çıkarmış. Dağa tırmanır ve suyu kurumuş ağacın dibine dökermiş. Akşam olup karanlık çökünce de manastıra geri dönermiş.  Bu üç yıl sürmüş. Günün birinde yine dağa tırmanmış ve ne görsün koca ağacın her yanında çiçek açıyormuş. Ne dersen de, bir yöntemin, bir sistemin kendine göre meziyetleri vardır. Bazen kendi kendime şöyle derim: Eğer biz de her gün tam aynı saatte bir ayin yapar gibi belirli bir davranışı hiç değiştirmeden sistemli olarak yinelersek dünya çok farklı olur. Bir şeyler değişirdi. Değişmesi gerekirdi. .. Japonların ikebanası gibi.

Söz konusu olan sadece bir ağacın yeşermesi değil, kuruyan o ağaç gibi insanlık tarafından tahrif edilen dünyanın eski haline getirilmesi, konforlu maddi dünyanın yerine maneviyatın konulmasıdır.

Bu filmde yönetmenin her zaman kullandığı imgeler en aza inmiş. Su, atlar, kapılar. Aynaları gene kullanmış, pencere ve kapılardan sızan ışık ile ışık-gölge’den de yararlanmış ama diğer filmlerine göre daha az. Çok daha yalın bir anlatımı tercih etmiş bu filmde, sanki anlatacaklarını, geriye bırakmak istediklerini aktarma çabasına girmiş. Hayatı temsil eden atların olmaması, hayata dair kendi içinde bir isteğin olmaması anlamına geldiği fikrini oluşturuyor insanda. Su, daha spesifik bir anlam yüklenmiş ve ağacın yeşermesini sağlayan bir araç olarak kullanılmış. Hayatı, toprağın verimliliğini, akışkanlığı sağlayan bir unsur olma özelliği en aza inmiş. Yansımalardan da yararlanmış yönetmen, özellikle üzerine bir ağacın dallarının yansıdığı bir camın ardında kalan Leonardo’nun tablosu, her iki sanat eserinin (Tanrı’ya ve insana ait olan) aynı anda aktarımını sağlayarak müthiş bir kompozisyon oluşturmuş.

Filmin kimi çekimleri bir fotoğraftan çok bir resim gibi tasarlanmış izlenimi veriyor. Kimi davranışlar teatral. İlginç bir şekilde, durağanlaşan geniş açı kamera görüntüleriyle sadeliğe yaslanan film; karakterlerin abartılı hareketleri ile zıtlık taşıyor.

Tarkovsky’nin son filmi olan Kurban, onun sinema anlayışını, ruh dünyasını, hayata ve ölüme bakışını en iyi yansıtan filmi. Istıraplar içindeki bir ruhun, umut için çırpınışlarını anlatan bu film, Aleksander’ın diktiği ağacın oğul tarafından sulanması ile, insana, o ağacın bir şekilde yeşilleneceği ümidini veriyor.

Tarkovsky, imgelere dayanmasa da imgeleri kullanmaktan kaçınmayan, sembolik/metaforlara dayalı göndermeleri izleyicisinin dünyasındaki izlenime bırakan, onlara duygusal etkiyi arttırmak dışında bir anlam yüklemeyen, buna rağmen kendince bir imge ve sembol dünyası oluşturmuş bir yönetmen. Sanatı hakikat arayışı için kullanan, insan ruhunun acılarını ön plana çıkartan, hatta renkli sinemaya bile hakikatı gölgeler diyerek uzak duran bu yönetmenin, son sözleri niteliğindeki bu filmi mutlaka izlemelisiniz.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Ali Tarih: Oca 22, 2012 | Reply

    “Kendine bir bak… Ünlü bir gazetecisin. Hem tiyatro hem de edebiyat eleştirmeni. Bir yandan da üniversitedeki öğrencilere estetik üzerine dersler veriyorsun. Ve makaleler… Makale de yazıyorsun. Ama yüzün öyle karanlık ki !”

    Offret, içimizi parçalamaya yeten Tarkovsky’nin filmi. Filmde oynayan Erland Josephson (Alexander) Nostalghia’da da döktürür epey. Offret’teki o Üç Kralın Tapınışı tablosu öyle derindir ki filmde iskandinav estetiği bir kenara, ötelerden seslenme vardır bu filmde.

    üzerimizden geçmeye yeter de artar. göremediğim noktaları sizin yazınızda bulabildim, istifade edebildim.

    teşekkürler suzan nur hanım. kalbinize sağlık.

  3. Yazan:suzannur Tarih: Oca 23, 2012 | Reply

    Konuşuldukça bulunacaklar/tespitler artacaktır Tarkovsky filmlerinde. Aslında sinema, belleğimize yüklediğimiz anlam katmanlarıyla çoğalan, bilinçüstüyle birleşerek sizi dünyanızın varsıllığını keşfe çıkartan bir sanat dalı.Orada gördüğünüz yönetmenin size göstermek istediği kadar sizin orada gördüğünüz…
    Sizin güzel yorumlarınız için ben teşekkür ederim efendim…

  4. Yazan:ertan çelik Tarih: Oca 12, 2014 | Reply

    politik buhranın ,ve kişisel durumların izdüşümünü olağanüstü bir yetenekle film karelerine yansıtmayı başarabilen ve sadece rusların değil ayrıca tüm alemin usta yönetmeni tarkovsky’nin bu son filmi offret(kurban).isveçte kanser tedavisi gördüğü dönemde çekilmiş ve belki de usta yönetmenin ölüme ne kadar yaklaştığının farkındalığına varıp , o güne kadar ki pişmanlıklarının tedavi edilmesi için ,ve belkide o güne kadar mistik havayı soluyamayan insanların pişmanlıklarını kelimelere döken son haykırış.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Kas 2, 2019: Tarkovsky Kimdir? » Bilgiustam

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin