RSS Feed for This Post

Kürtlerin sesi: Ne sadakat, ne terk

Geçen sene, bir komutan edasıyla “Diyarbakır’ı istiyorum! Gereken her şeyi yapın” talimatını veren Recep Tayyip Erdoğan’ın şu sıralarda Güneydoğu’da izlediği politika anlaşılan söz konusu “gereken her şey”in içinde yer alıyor. Şimdiye kadar mitinglerde sağdan soldan itiraz eden tek tük protestocuyu fırçalayan Erdoğan, artık giderek sertleşen, erkekleşen bir üslupla “adını kullanmak istemediği” bir partiye karşı cepheden bir savaşa girişmiş görünüyor.

Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan DTP’yi “yenmek” istiyor ve DTP’nin yenilip, minderde kala kalacağını, artık kımıldayamayacağını, “tek millet”ten, “tek bayrak”tan sedyeyle “dışarı” çıkarılacağını, Güneydoğu’nun “temizleneceğini”, “teklik” durumunun tesis edileceğini varsayıyor ya da zannediyor…

Halbuki Erdoğan, bir kimlik hareketinin siyaset arenasında vardığı şimdilik son nokta olan partisinin izlemiş olduğu güzergaha bir kere daha baksa, böyle bir pes etmenin, hele yokolmanın pek mümkün olamayacağını anlaması gerekirdi. Ama bu güzergaha dönüp tekrar bakması da pek mümkün değil, çünkü o şimdi “iktidar”ın bir kulbundan tutmuş durumda ve devletle (askerle) yaptığı uzlaşmalar sonucunda artık bütün iktidarlar gibi kirlenmiş ve esir olmuş durumda. Geri dönüp bakmaya niyetli olmadığı, bizzat üslubun kendisinden de anlaşılabiliyor, çünkü üslubunda artık “tevazu” da kalmamış durumda… Olimpos tepesini dünyanın en yüksek dağı, kendilerini de o tepede ikamet eden ebedi tanrılar zannedenler hangi üslubu kullanıyorlarsa, o üslubu bütün gerekleriyle yerine getiriyor.

Halbuki Erdoğan ve partisi (adını kullanmak istemediğimden değil, “ona ait” parti demek istediğim için öyle denk geldi…) Güneydoğu’da şimdiye kadar nasıl en önemli ikinci siyasal güç olduklarını, kendilerinden önceki Refah ve Fazilet partilerinin de aynı şekilde Kürtler için nasıl en önemli alternatiflerden biri olduklarını düşünseler, Kürtlerin “seslerini”, ne anlatmaya çalıştıklarını biraz daha iyi anlayabilirler ve şu anda oynadıkları ve şiddet sarmalını inşa eden oyuna çok fazla bel bağlamayabilirlerdi.

1990’larda, Sosyal Araştırmalar Merkezi (SAM) bünyesinde yürütülen ve benim de içinde yer aldığım, Türkiye çapındaki siyasal tutum ve davranış araştırmaları, özellikle Kürtlere ilişkin olarak, Albert Hirschman’ın basit ama zihin açıcı tipolojisini (bkz. Exit, Voice, and Loyalty: Responses to Decline in Firms, Organizations, and States, Cambridge, MA: Harvard University Press, 1970.) çağrıştıracak sonuçlar sunmuştu. Yani şimdiye kadar uygulanan otoriter politikalar karşısında Kürtler üç farklı siyasal tavır alıyorlardı. Birincisine göre, asimilasyoncu (“Kürt yoktur” söylemleri…) ve aşağılayıcı politikalar (insanları köylerde çırılçıplak soymalar, pislik yedirmeler, Diyarbakır cezaevindeki işkenceler…) insanların canına tak ediyor ve bölgeyi, hayatı, toplum içinde olma düşüncesini “terk” ediyorlar; dağa çıkıyorlar… İkincisine göre, aynı baskılar karşısında, toprağından, ailesinden kopma riskini göze alamayıp, kalmayı, hayatta kalmayı, “sadakat”lerini sunmayı ya da “…miş gibi” yapmayı tercih ediyorlar; düzene en yakın partiler vasıtasıyla kendilerini görünmez kılmaya çalışıyorlar; mesela koruculuğu varolmanın bir aracı olarak kullanıyorlar… (Alınan bu tavrın en ilginç örneklerinden birini o zamanlar TRT’de “sorgucu gazetecilik” yapan ve vatandaşlardan adeta biat isteyen Ertürk Yöndem adlı kişiye bir Kürt köylüsünün verdiği cevapta duymuştum: “Beyim, biz Biz Te Ce devletine bağlıyız!” Adamcağız, sadakatini göstermeye çalışırken, aslında “Te Ce” diyerek söz konusu devletin kendisinin ne kadar dışında olduğunu ya da dışlanma duygusunu saklayamıyordu.)

Ancak bu araştırmaların en önemli sonucu, üçüncü tavırda görünüyordu: Kürtlerin çok büyük çoğunluğu “ses olmaya”, seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Bütün baskılara rağmen, kökenlerine, hafızalarına, kültürlerine, ana dillerine sahip çıkıyorlardı. Bu ses Türkiye topraklarında bir arada yaşamayı dile getiren, “ama beni bu halimle tanı, adam yerine koy!” diyen bir sesti.

Ama ne yazık ki uzun yıllar boyunca bu sesi çok fazla duyan olmadı… “Exit”e yönelenler, yani terkedenler, terkedip savaşmayı çare olarak görenler hiç bitmedi. Çünkü Olimpos’ta oturanlar onlara “ses” seçeneğini hiçbir zaman sunmadılar. “Ya sadık ol ya terket!” şiarının ortasında başka bir alternatifi tanımayı tanrılık pozisyonlarına yediremediler.

Bu duyurulmak istenen ses, sadece tek boyutlu bir “Kürtlüğün” sesi değildi. Belki yüz yıldır süren bir sıkışmışlıktan kurtulma arayışıydı… İçinde Kürtlük olan ancak bu topraklardaki diğer insanlarla içiçe geçmiş, sınıfsal ve kültürel bir adalet arayışıydı…

Bu adalet arayışı ve ona bağlı sesini duyurma çabası 2002’de AKP’nin kuruluş aşamasında belki de en önemli fırsatı yakaladı. Örneğin, gene SAM bünyesinde katıldığım Türkiye çapındaki bir araştırma, Türkiye’nin farklı köşelerinde AKP’nin kuruluşuna katılan insanların hem farklı hem ortak seslerini ortaya koyuyordu. Bir yanda Diyarbakır’da Kürtler, AKP’nin devlet partisi olmamasına, sivilliğine, içinde taşıdığı çoğulluğa, bu arada onların etnik kökenlerini yok sayan milliyetçilik karşısında müslümanlığın kuşatıcılığına umutlarını bağlarken, Burdur gibi, batının “Kürtsüz” bir şehrinde insanlar kurulmakta olan bu partiye devlet güdümündeki otoriter politikalardan kurtulmanın ve habire ensesine tokat patlatılan çocuk gibi muamele görmeden artık kendi yollarını çizebilmenin aracı olarak bakıyorlardı.

Ancak başlangıçta toplumsal ve kültürel bir hareketin “tanımsız” partisi, “tanımsız” olduğu için de kontrolu neredeyse imkansız olan ve çoğulluğu kuşatıcı partisi AKP, artık güzergahın başındaki o noktadan çok uzakta. O sınıfsal ve kültürel çoğulluğun sesini duymayan; çoğulluğu sabitleyen, donduran, tek bir etikete indiren, “beraber yürümeyi” bırakıp, otoriter modernleşmeciliğin “ben bilirim”ci sert erkek diliyle evlenen bir parti…

İşte bu sertlik politikasının tam olarak neye yarayacağını bilmek çok kolay değil; ama en azından geçtiğimiz hafta Genç Sivillerin 1982 Anayasası’nın çöpe atılıp, yeni ve sivil bir Anayasa’nın tartışılmaya başlanması için başlattıkları kampanya için gittiğim Diyarbakır ve Batman’da yaptığım görüşmeler ve edindiğim izlenimlere bakılırsa “DTP’yi yenmece ve dize getirmece, Diyarbakır’ı fethetmece” oyununda pek işe yarayacak gibi görünmüyor. Çünkü AKP ve lideri hiçbir kimliğin tek başına kurulmadığını, kimliklerin karşılıklı olarak inşa olduğunun farkında değiller… Çünkü her şeyden önce Erdoğan’ın DTP karşısında bir savaş taktiği olarak uyguladığı politikalar savaş ilan ettiği rakibini de inşa ediyor. Gücün diliyle muhatap olduğu sürece, rakibini de gücün diline itiyor. Yaratıcılığını kaybetmiş (belki de hiçbir zaman tam olarak bulamamış) bir DTP alternatif bir dil geliştiremiyor, gücün dilini taklit ediyor.

Ya da işin daha vahimi, kimliklerin bu karşılıklı inşasının gayet iyi farkındalar ve bunun yaratacağı kabus senaryolarını göze almış durumdalar; yani siyaset sosyolojisinin temel derslerinden birini çok iyi biliyorlar: “devlet narsist bir şekilde kurgusunu, varlığını, eşitsizlik üreten bütün mekanizmalarını sürekli kılan meşruiyetini sürdürmek için gerekirse parçalanmayı bile göze alır…”

Ancak kimlikler karşılıklı kuruluyorsa, DTP için de aynı durum geçerlidir. Bugün alternatif geliştiremeyen ve devlet (ve AKP) ve PKK’nın şiddet politikaları arasına sıkışmış olan DTP de sadece en tehlikeli senaryoları göze alıyor demektir.

Ve bugün Batman’da, Diyarbakır’da, diğer Kürt şehir ve köylerinde insanlar ortak bir dili elbirliğiyle üreten AKP ve DTP’nin arasına sıkışmış durumdalar. Çünkü hem AKP hem DTP özetleyen, “sadakat” ya da “terk”i vaz’eden dillerini dayatıyorlar. Arada “ses”lerini, çoğulluklarını duyuramayan Kürtler bir o yana -AKP’ye-, bir bu yana -DTP’ye- salınıyorlar. Bölgede bir çok insanın dile getirdiği gibi, bu partilerden biri şiddet dilini kullandığı zaman diğerine; diğeri şiddetle konuştuğu zaman berikine çaresizlik içinde meylediyorlar. Ama her halükârda aradaki ses kendine bir mecra bulamıyor.

AKP 2002’de sadakat ve terk arasında sıkışmış olan Kürtlerin de “ses”i olmuştu. Bugün, 2008’de, o ses kendini anlatacak bir alan, bir dil bulamıyor. Ama bu durum, o sesin olmadığı anlamına gelmiyor. Ve 1990’lardan beri, bugün bütün şiddet ve gücün diline rağmen, bu “ses”, bu kendini duyurma arzusu hâlâ mevcut.

İnsanın mutlak bir şekilde ele geçirilmesi, disipline edilmesi, özetlenmesi, buranın veya oranın tek diline, “ya sadık ol ya da terk et” mantığına hapsedilmesi mümkün değil… Gücün dilini kullananlar her halükârda karşılarındaki o çoğulluğun sesi, potansiyeli, insan hayatlarındaki karmaşıklık ve yaratıcılık karşısında bir gün yenilecek… Çünkü güce dayanmayan o yaratıcılık bizzat hayatın içinden, yüzyılların birikiminden geliyor; topu topu 5-10 senelik partilerden, ya da en fazla 100-200 senelik ulus-devlet ve özentilerinden değil…

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:deniz Tarih: Kas 28, 2008 | Reply

    Ben bir Zaza olarak -ki Zazalar Kürt diye biliniyor-üniversiteye gelmeden kimliğim jakkında pek bir fikir sahibi değildim.Hani yukarıda bi başlık var ‘milliyetçilik ayrıştırcı mı birleştirici mi’ onun cevabı bende çok nettir yani ‘ayrıştırcıdır’. üniversiteye geldiğim zaman kimlik bunalımı yaşayanlardan biriyim.Daha doğrusu bunu bana hisettirdiler.Bende 2002 de Erdoğandan umutluydum lakin git gide onun da sözlerinde gözle görülür bir değişme yaşandı.Erdoğan da beklenti(mi)zi karşılamayınca halkımız ister istemez aldatıldığını düşünür.Hülasa iktidara gelen hiç bir kişi beklentileri(mi)zi karşılamamıştır sonra da Kürtler şöyledir böyledir demeye devam….

  3. Yazan:bedestan Tarih: Kas 28, 2008 | Reply

    Erdoğan’ın son dönemdeki güneydoğu sorunuyla ilgili söylemlerini (daha doğrusu söylemde bulunma tarzını) tesvip etmemekle birlikte bu yazı özelinde Ak Parti eleştirisi yapan yorumları abartılı buluyorum.

    Öncelikle şunun adını koyalım. Seçim dönemlerinde siyasi partilerden anormal tavırlar görmek her zaman mümkündür. Çarsaflılara rozet de takarlar, eski tüfek solcularla flört de ederler vs.. İkincisi AK Parti gerek kadrosuyla gerek seçmen kitlesiyle geniş bir yelpazenin ürünüdür. Bu yönüyle hem akli hem de faydalı olan değişik konjonktürlerde değişik söylemlerde bulunmasıdır. Takdir edersiniz ki her söylem aynı zamanda toplumdaki ve siyasetteki değişik mihraklara bir mesajdır. Yanlış zamanda yanlış söylemde bulunmuş olması mümkün ve muhtemeldir o ayrı mesele.

    Bakınız “Tek Devlet Tek Millet Tek Vatan” söylemi Ak Parti liderince her daim kullanılmıştır. Sonra nasıl gözden kaçtığını anlamadığım bir nokta, başbakan güneydoğu seyahatinde bulunduğu her yerde “hizmet ve fayda” siyasetini de gayet yüksek sesle vurguladı, belediyelerin hizmet zaafından bahsetti, doğu ve güneydoğuya yapılan ekonomik yatırımlardan bahsetti. Bakınız bu bir devletçi söylem değildir. Buralardan yola çıkarak ispatlanması güç bir şekilde iktidarın devletle işbirliği yaptığı kanısına varmak isabetli olmaz.

    Güneydoğu siyasetini daha mutedil yürütmesi gerektiğini kabul ettiğim AK partinin bir takım sivri söylemleri kalıcı değildir ve Ak Parti bana göre hala geniş bir kürt seçmenin tercihi olacaktır.

  4. Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 2, 2008 | Reply

    Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir sorundur. Kürt sorununun çözümü elimizde.

    Kürt Sorununun çözümü için;

    1. Türkiye’de ABD’de olduğu eyalet sistemine geçmelidir. Türkiyenin mozaik yapısı gözönüne alındığında eyalet sisteminin ne denli önemli olduğu görülür. Eyalet sistemiyle Türkiye’nin bölüneceği tamamen yalandır. Eğer öyle olsaydı ABD’nin de bölünmesi gerekirdi. Demek ki bu yöndeki kaygılar yersiz.

    2. Anadilde eğitim hakkı verilmelidir. İsteyen istediği dilde eğitim almalıdır. Örneğin, Kürt biri rahatlıkla Kürtçe eğitim alabilme hakkına sahip olmalıdır. Anadilde eğitim, en temel insan hakları arasındadır. İngiltere’de anadilde eğitim uygulamasının nasıl işlediğini bildiğimden, ülkemiz için ne kadar gerekli olduğu kanaatine vardım.

    3. Özel Kürtçe TV’lerin açılması için gerekli yasal düzenlemeler yapılması gerekir. İnsanlar dilediği dilde yayın hakkına sahip olmalıdır.

    4. Köy, kasaba veya mahallelerin Kürtçe isimlerle anılması sağlanmalıdır.

    5. Güneydoğuda bir çok yanlışa imza atan koruculuk sistemi kaldırılmalıdır.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin