RSS Feed for This Post

Sükût gece gibidir, nutuk susunca tahayyül konuşur

giphyLudwig Wittgenstein diyor ki “üzerinde konuşulamayan şeyler hakkında susmak gerekir”. Doğru ama hepsi bundan ibaret değil. Bazı şeyler susarak daha güzel anlatılır. Bir an gelir; kelimeler boğazında düğümlenir insanın; cümlenin ortasında “hani var ya…” dersin ve susarsın. O suskunluk ne çok şeyi anlatır. Sükût gece gibidir, muhatabın tahayyülü açılıverir. Sessizlik nice hisleri tetikler karşındaki insanın kalbinde.

Salvador Dalí’nin hatası buydu sanıyorum: Susulması gereken yerde konuşmak, tualde boş bırakılması gereken yere bir şeyler çizmek…  Dalí Gerçek’in üstüne “konuşarak” çıkmak istediği için vehimlerine yenik düştü. Zira bir tabloda metafizik derinlik olması için konusunu metafizikten alması yetmiyor; eserdeki lisan-ı sûretin de aynı metafizik anlayıştan beslenmesi gerek. Bundan dolayıdır ki Edward Hopper’ın resimlerindeki metafizik derinlik Salvador Dalí’nin eserlerinde yok. Meseleyi netleştirmek için Hopper’ın Reality dergisinde yazdığı şu manifesto gibi sözlere kulak verelim:

“… Gerçek sanat ressamın iç yaşantısının dışa vurmasıdır ki bu ifade onun dünya görüşünün tecessüm etmesiyle çıkar ortaya. Ne kadar ustaca olursa olsun aklın hiçbir icadı hayal gücünün yerini alamaz. Soyut ressamların sıklıkla düştüğü hata aklın icad kapasitesini hayal gücüne ikame etmeye çalışmalarıdır. İnsan’ın iç dünyası öyle büyük bir ülkedir ki renklerin, şekil ve sûretlerin düzenlenmesiyle hiçbir ilgisi yoktur …”

Görünen köy klavuz istemez. Aslında Dalí de biraz tefekkürle bulabilirdi Gerçek’in üzerine giden yolu. Ama bunun için tevazu gerekiyordu. Ben’lik iddiasıyla resim yapmak hataydı. Ben’e göre olması gerekeni(!) icad etmek yerine Ben’i unutup Olan’ı keşfetmek için sadece biraz tevazu lâzımdı.

Sen Gerçek’in üstüne çıkabilir misin Abidin?

Evet… Hopper ne bir ekol kurdu ne de asrının ekollerine dahil oldu. Yine de kimlik arayışı, modernite sorgulaması ve sıradan cisimleri sanat nesnesine dönüştürmesi sebebiyle ressamlar arasında özel bir yer kazandı. Zira Batı kültüründe resim sanatının kâmiliyet noktası sıradanlıkların bertaraf edilmesi değil o “sıradan” sûretlerin derinleştirilmesiyle elde edildi. Bu sebeple figüratif resmi aceleyle “demode” ilân eden soyutçuların bazı temel ilkeleri ıskaladığı aşikâr.

Figüratif resmin Hopper’a has yorumundaki kırılma noktası işte tam burada: Çağdaşları olan De Chirico, Balthus ve Magritte gibi ressamların aksine Edward Hopper sürrealist/gerçek-üstücü görselliği kullanmadan seyircisini Gerçek’in üstüne çıkarabiliyor. Bir başka deyişle görünen dünyaya bakarak nice görünmez hisleri tetikleyebiliyor ki onu diğer ressamlardan ayıran temel özellik budur kanaatimce. Peki bu kadar zor muydu bunu yapmak? Sanmıyorum. Kâinat Kitabı’nı okumak için etrafımıza bakmak yeterliydi. Kâinat’ın dışından/üzerinden bakmaya çalışmak kör bir kibir olabilirdi ancak. Hopper’ın en sevdiği filozoflardan biri olan Ralph Waldo Emerson’un açıkça ifade ettiği gibi:

 “… Rumuz olarak kullandığımız dağlar, dalgalar ve gökler onlara yüklediğimiz mânâlar dışında bir şey ifade edebilirler mi? Dünya bir simgeler manzumesidir. Konuşmalarımızın büyük bir kısmı remizlerden oluşur çünkü tabiatın tamamı insan zihninin rumuzudur. Ahlâkî tabiatın kanunları ve cismanî tabiatın yasaları bir ayna gibi birbirlerini yansıtır. Zahirî dünya ve onun parçaları arasındaki münasebet batınî dünyanın güneş saatidir. Tabiattaki her bir olay maneviyattaki bir olaya işaret eder. […] Kuzu masumiyettir; yılan sinsilik. Çiçekler hassas duyguları temsil eder. Işık ve karanlık remiz olarak bilgiyi ve cehaleti anlatır. Sıcaklık sevgidir, aşktır. Arkamızda ve önümüzde uzayıp giden mesafeler hatıralarımıza ve umutlarımıza tekabül eder …” (Tabiat, 1836)

Gerçekçi bir sürrealizm: Charles Burchfield

black-iron-1935 Charles Burchfield-Night-ca-1920-Watercolor on paper , 22 ¼ x 30 ½ inches-The Charles E. Burchfield Foundation

rainy-nightEdward Hopper yalnız değildi; onun yaptığı gibi günlük hayatın gerçeklerinden kopmadan metafizik bir derinliğe ulaşan başka Icebound Lake Boatressamlar da vardı. Bunların içinde Charles Burchfield hiç şüphesiz özel bir yere sahip. Freight Cars Under a Bridge- 1933“Sıradan” şeyleri, evleri ağaçları resmederken müteâl/aşkın arayışlar içinde. (Resimleri büyük görmek için üzerine tıklayın) Burchfield mektuplarında, mülakatlarında amacını şöyle anlatıyor: “insanların varlıklara ve tabiat olaylarına bakıp mânâları gördüğü bilinç seviyesine ulaşmak”. Başardı mı bunu? Dostu Edward Hopper’dan dinleyelim:

“… [Burchfield] bir taşra kasabasının sıkıcılığından şiirsel bir kalite damıtır; resmettiği şeyler destansı ve evrensel sûretlere bürünür. Öğlenin yakıcı güneşi altındaki asfalt yol, terk edilmiş bir depodaki vagonlar ve lokomotifler, bizi umutsuzluğa ve can sıkıntısına sevk eden sıcak yaz yağmurları, çıplak beton duvarlar ve modern endüstrinin çelik yapıları, taze biçilmiş çimenin çiğ yeşilliğiyle kaplı ağustos sokakları… Boğucu bir sıradanlık arz eden küçük Amerikan şehri; ötede hüzünlü ve kıraç banliyösü …”

Nedir Burchfield’in ve Hopper’ın göstermek istediği? Trenlerin, duvarların, makinelerin “harflerine” bakarak “okumamız” gereken bir “mânâ” dünyası mı? Zannediyorum makinelerle hızlanan ve objektifleşen dünyada insan Tabiat Kitabı’nı “okumayı” unuttu ve şimdi sadece harflere bakıyor. Ne fabrika ekmeğinde rızık görüyor ne de paçalarını ıslatan yağmurda rahmet. Bronzlaşmak için var güneş, ama tasavvurunda nûr yok. Ticaret ve teknolojinin şekillendirdiği modern dünyada “tabiat” okunacak bir kitap değil; ya orman ve deniz gibi tüketilecek bir kaynak ya da yağmur ve sivrisinek gibi yok edilmesi gereken bir problem. Pozitivizm ile körleşen insan korku ve endişe içinde:

“… İnsanlar korkak ve çekingen; dik durmuyor; “benim fikrim şu, ben şuyum” demeye cüret edemiyor da filanca düşünürden sözler aktarıyor. Bir otun, açan bir gülün karşısında mahçub vaziyette. Penceremin önündeki güller ne eski güllere ne de daha güzel güllere gönderme yapmıyorlar; neyse o! Bugün Tanrı ile varlar. Zaman umurlarında değil. Gül var ve varoluşunun her anında mükemmel. Bir tomurcuk açmadan önce bütün hayatiyeti iş başında. Açılmış çiçekte daha fazlası yok; yapraksız kökte de bir eksiklik yok. Tabiatı icabı mutmain ve Tabiat da ondan her an mutmain. Ama İnsan ya erteliyor ya da hatırlıyor. İnsan bu anda, Şimdi’de yaşamıyor. Pişman bakışları geriye dönük; belki de geçmişi özlüyor. Yahut etrafını saran zenginliklerin farkında değil, parmak ucunda yükselerek geleceği görmeye çalışıyor. İnsan Tabiat’la ve Zaman’la ahenk içinde olmazsa mutlu da olamaz …” (Ralph Waldo Emerson, Tabiat, 1836)

Geçmişi değil Kendi’mi özlüyorum

Emerson’un yazdıklarını dikkatsizce okuyan biri bu sözleri bir serzeniş yahut geçmişe duyulan hasret zannedebilir: “Eskiden her şey ne kadar basitti ve güzeldi…”. Bu elbette doğru değil ve Emerson’un anlatmak istediği de bu değil. Zamanında Hopper ve Burchfield gibi ressamları da “nostaljik” diye nitelendiren eleştirmenler olmuş. Tarihle, felsefeyle, inançla ilgilenmeyen, fikren züğürt sanat uzmanlarının(!) sık sık düştüğü yanılgılardan biri bu. Geçelim. Zira “modernite=kötü, eski zaman=iyi” tarzındaki ezberlerle bir yere varılmıyor. 19cu asırdan bu yana gerçekten nelerin değiştiğini ve bu değişimlerin yaşamı nasıl etkilediğine bakmak gerek. Karl Marx, Georg Simmel, Max Weber ve daha birçokları öyle yapmış. Neden? Yaşam koşullarındaki değişiklik biz istesek de istemesek de değerlerimize hatta inançlarımıza etki ediyor. İnandığımız gibi yaşayamazsak yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz; hadisle sabit.

“Modernite” adı verilen devirde başlayan ve bugün de hızlanarak devam eden bir süreç var ki buna kısaca maddenin tahakkümü diyebiliriz. Sayılabilen, ölçülebilen, alınıp satılabilen şeylere verdiğimiz değer öyle yüksek ki geri kalan hiçbir şeye değer veremiyoruz. Bu robotlaştırı bir süreç, ukalaca bir tabirle özetlersek  insanların tasavvuru objektifleşiyor. “Eh ne yapalım? Toplum değişiyor, ilerliyor” diyebilir miyiz? Zannetmiyorum. Neden?

İçinde yaşadığımız gerçek dünya ile zihnimizde temsil ettiğimiz dünya arasında büyük bir uçurum var. Değil dünyayı, kendimizi bile anlamıyoruz. Yaşamak, ölmek, güzellik, sevgi, bilmek, inanmak… Bütün bu kelimelere objektif / bilimsel / teknik ve ekonomik anlamlar yükledik. İndî / sübjektif hislerimizi, iç dünyamızın zenginliklerini yanılgı yahut zayıflık zannediyoruz.

Oysa Tabiat’tan kopmak İnsan’ın tabiatına aykırı. Bu yüzden istesek de kopamıyoruz. Haliyle kendisini homo-economicus zannedenler sürekli olarak insanlık ile robotluk arasında gidip geliyorlar ve bu gelgitler büyük bir mutsuzluk kaynağı. Søren Kierkegaard ünlü eseri Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’ta objektif düşünce ile mutsuzluk arasındaki eklemlenmeyi şöyle anlatıyor:

“… Ne kadar objektif düşünürsek varlığımızı o derecede kaybederiz. […] Haz düş kırıklığı getirir, haz beklentisi ise asla! Haz bize haz veren şeyde değil o şey hakkındaki fikrimizde saklıdır.  Hiçbir şey sonsuz mümkünat kadar güzel kokulu, lezzetli, iştah açıcı ve sarhoş edici değildir. Mümkünattan mahrum olmak her şeyin mecburiyete sıradanlığa dönüşmesi demektir. […] Ebediyet’ten mahrum kalmak insanları daraltır ve ümitsizce sınırlar. Bu daralma sadece ahlâkî bir fakirlikten ibaret değildir. Oysa dış dünya fikrin, hazzın yahut insani meşgul eden önemsiz şeylerin daralmasından bahseder. Çünkü zihin sınırlı şeylere ebedî bir değer atfeder. İnsanların düşünceleri gerçekten ihtiyaç duyduğu yegâne şeyi bilmeksizin küçücük farklarımıza takılı kalır. Bu daralmanın, fakirleşmenin, Ben’liği kaybetmenin şuurunda değildir. Benliklerin yitirilmesi Ebediyet’te dahil olmaktan mütevellit değildir. Tersine sınırlı, sonlu, sayılabilir olanlara, eşyaya hapsetmiştir kendisini. “Ben” olmak yerine sadece bir sayıdır artık. Herkesin içinde, kalabalıktan biridir. Sonsuz sayıdaki sıfırın bir tekrarı gibi …”

Çaresi yok mu doktor?

Önce hastalığın adını koyalım: İnsanların kendilerini homo-economicus zannetmeleri ve bu zan üzere robot gibi, (haşa huzurdan) hayvan gibi yaşamayı tercih etmeleri. Bunun sebebi ise makalenin başından beri söylediğimiz gibi madde ile mânâ arasındaki bağın (bizim zihnimizde) kopmuş olması. Yani Tabiat’ın harflerine bakarak kitabı okuyamıyoruz. Peki bu nasıl düzelir? Ne yapmak gerekir? “Yapmak” deyince … Madde ile mânâya tekabül eden fiiller neler? Maddeyi biliyoruz, mânâya inanıyoruz. Yani bilmek ve inanmak iki farklı fiil, iki farklı sahanın eylemi. Belki de bizim zannettiğimiz bu. Peki “biliyorum” derken gerçekte bir inancı kastetmiyor muyuz? Ya “inanıyorum” derken bir bilgi değil mi söz konusu olan?

Gerçek şu ki “bilgi” birçok dogmatik ve/veya indî/sübjektif kabule hatta imanî temellere dayanıyor. İnanmak ise güven kaynağı açıkça belli olan bir bilgiden ibaret. Emin olmak, iman etmek, aman dilemek, emniyet, emanet … Sadece Arapça mı böyle? Değil. İngilizce (veya Fransızca) örneklere bakın: Faith (Foi), Confidence, Trust (Confiance), Believe (Croire)… Bu kelimelerin dinsel veya ticarî/teknik sahalardaki mânâları tıpkı Arapça ve Türkçe örneklerdeki gibi. Bu tekabüliyet dahi meselenin fıtrî oluşuna hem de ifsadın çaresinin lisan/mantık/nutuk/tasavvur ile düzelebileceğine işaret etmiyor mu? Evet… Gerçekten yaşadığımız dünya ile zihnimizde temsil ettiğimiz dünya arasında bir uçurum var ve bu hastalığın tedavisi doğru kelimelerle konuşmakla başlayacak. Sözlerimize Ludwig Wittgenstein’ın sözüyle başlamıştık, aynı düşünürün şu saptamasıyla bitirelim:

“… ‘Biliyorum’ demenin ‘görüyorum’ demeye benzer ve ona yakın, ilkel bir anlamı vardır. ‘Odada olduğunu biliyordum, ama odada değildi’ ifadesi şuna benzer: ‘Onu odada gördüm, ama orada değildi.’ ‘Biliyorum’ sözü benim ile önermenin anlamı arasındaki münasebeti değil, benimle bir olgu arasında ki ilişkiyi ifade etmesi gerekir. Böylece benim bilincim olguyu özümser. (Dış dünyada olup bitenleri değil, yalnızca hislerin aktardıklarını bildiğimizi söyleriz.) Dıştaki bir olayın bilgisinin resmi göze ve bilince yansıyan ışınlar yoluyla algılanır. Ancak o zaman, insanın bu yansıtmadan emin olup olamayacağı sorusu hemen ortaya çıkar. Ve bu resim gerçekte ne olduğunu değil bizim o bilgiyi nasıl tasavvur ettiğimizi gösterir …” (Kesinlik Üstüne, 1949-1951)

 

… Güzel sanat ve güzel ahlâk  münasebeti üzerine okumak için…

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

 

 

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar. Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:F Tarih: May 1, 2015 | Reply

    konuştuklarımızın daha geniş ve sanatsal açıklamaları ,bir nefeste okudum, çok güzel olmuş kutlarım.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin