RSS Feed for This Post

Irkçı Olmayan bir Anayasa Yapılabilir mi?

Son on yıllık süreçte Türk siyasî tarihi yeni bir anayasa merkezinde şekilleniyor. Geçmişin aksine bu topraklarda yaşayan herkes bu ülke için yeni bir anayasanın ihtiyaç olduğunun farkında ve her kesim bu talebi dile getiriyor. 3. iktidar dönemini yaşayan Ak Parti hükümeti de son dönemde en önemli seçim vaadini yeni bir anayasa olarak açıkladı. Oy verenlerin önemli bir kesimi de yeni bir anayasa yapılması için oy verdi.

Aslında istenilen anayasa sadece bir hukuk metni ya da basit bir kanun manasına gelmiyor. Gerçekten yeni bir anayasa demek, bir ülkenin kodlarının yeniden yazılması manasına gelecek. Böyle bir anayasa bu ülke adına her şeyin sil baştan, tartışarak, uzlaşarak tekrardan bir belge haline getirilmesini amaçlayacak.

Bir taraftan da gündemi dolduran tartışmalara baktığımız zaman, hepsinin temelde “biz kimiz?” sorusunu cevaplamaya yönelik olduğu görülüyor. Akif Emre’nin de söylediği gibi sanki birbirine benzeyen iki topluluk ilk defa karşılaşmışlar aidiyetlerini, soy kütüklerini, coğrafyalarını keşfetmeye çalışılıyor gibi bir izlenim bırakıyor bu tartışmalar. Aslında bu sorunu sorulması bile şimdiye kadar kimliğimizin ne yazık ki tam olarak oturmadığı manasına gelmekte…

İşte yeni bir anayasa ihtiyacını ortaya çıkaran da aslında yeni bir kimliğin meydana getirilme çabası. Bu yüzden yeni anayasanın yazımında en kritik aşama kimliğin ve vatandaşlığın tanımlamasında yatıyor.

Şu haliyle yürürlükte olan anayasaya baktığımız zaman vatandaş tanımı şu şekilde;

“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”

Her ne kadar anayasa herkesin Türk olduğunu söylese de bu topraklarda kendisinin “Türk” olmadığını ifade edenler var. O zaman ne yapmalıyız? Yeni bir anayasa bir ülkenin kodlarının yeniden yazılması, kâğıda dökülmesi ise kendimizi anayasada nasıl tanımlamalıyız?

Tartışmanın bir boyutunu Türk kavramının ne anlama geldiği konusunda yapılan tartışmalar teşkil ediyor. Bir taraftan, tabi ki artık kabul edilmesi mümkün olmayan, ırkçılık temelli “Türk” kavramı mevcut…  Diğer taraftan Amin Maalouf’u akla getiren aidiyet ve üst kimliği esas alan “Türk” kavramı…

Her ne kadar tasnif etmek bu kadar kolay görünse de gerçekte de öyle değil… Çünkü bir taraftan ırkçı “Türk” anlayışını reddederken, diğer taraftan “Türk” kavramının nasıl bir üst kimlik olduğu konusunda açıklamaya ihtiyaç duyuluyor. “Türk” yerine “Türkiyeli’lik, Anadolu’luk” gibi yeni kavramlar ortaya konuluyor.

Tabi konuya buradan devam edersek “nation”, “community”, “kavim”, “millet”, “ümmet” gibi kavramların açıklanması ve yeni üretilen kavramlarının karşılığının bulunması da gündeme gelir ki, biz burada sadece hatırlatarak geçelim…

Mevzunun farklı bir boyutunu da psikolojide yer alan “geniş grup kimliği” teşkil ediyor. Geniş grup kimliği kavramını, yaşamakta olduğumuz topluma bizi bağlayan ve yukarıda sorduğumuz “biz kimiz?” sorusunun cevabını veren kimliğin açıklaması olarak tanımlayabiliriz. Yani Türk olmak, Alevî olmak ile kastedilen aslında sadece kendi kimliğimiz değil, ati olduğumuz topluluğun, geniş grubun kimliği…

Geniş grup kimliği kavramını Vamık VOLKAN “çadır” metaforu ile açıklıyor:

“Çok büyük bir çadırı hayal ediniz ve bu çadırın altına binlerce veya milyonlarca insan koyunuz. Çadırın altındaki herkes ayrı ayrı elbiseler giymektedirler(kişisel kimlik). Ayrıca bu insanlar küçük gruplar kurmuşlardır: Biz Fenerbahçeliyiz,  siz Beşiktaşlı; biz doktoruz siz yazarlar;  bizim sülalemizin adi budur ve sizin sülalenizin adı şudur. Fakat herkes, politik lider de dâhil olmak üzere, büyük dev gibi çadırın altında yaşamaktadır.  (Burada toplumdaki “dissenters”lerden veya anne ve babası iki ayrı etnik, milli veya dini gruplardan gelenlerden bahsetmiyorum. Büyük grup kimliğini araştırırken büyük grup içindeki istisna kişiler üzerine durmamız gerekmiyor). Çadırın altındaki herkes çadırın bezini ikinci ve paylaşılan bir elbise olarak giymektedir. Çadırın bezi büyük grup kimliğini temsil eder.”

Anormal bir durum yaşanmadığı sürece bu çadırın varlığı insanlar için normal zamanda çok fazla hissedilmez. Ancak düşman tehdidine maruz kalmak ya da toplum mühendisliği ile bu çadırın varlığının ve tehdit altında olduğunun sürekli hatırlatılması çadırın altındaki herkesin çadırın varlığını hatırlamasını sağlar. İkinci aşamada ise çadırın onarımı ve ayakta tutulması gündeme gelir. Böyle bir durumda Volkan’ın ifadesi ile toplumda bir “gerileme” olur ve herkes bireysel kimliğini arka plana atarak kim olduğunu sorgulamaya başlar.

Mevcut durumumuz üzerinden yola devam edersek, şu an itibariyle sahip olduğumuz “çadır” hakkında tartışmalar sürmekte, bu yüzden normal bir zamanda aklımıza bile getirmememiz gereken kimliklerimiz üzerinden düşüncelerimizi, dünya görüşümüzü şekillendirme aşamasındayız. Aslında yürütmekte olduğumuz tartışma ve çadırı ayakta tutma telaşı bir yönüyle çadırın aslında düzgün inşa edilmemesinden de kaynaklanıyor gibi. Bu yüzden çadır hakkında yürütülen tartışmaların çözümünün çadırın temelinde aranması gerekebilir.

Çadırın temeline eğildiğimiz zaman ilk karşılaştığımız kavram ise ulus-devlet kavramı. Acaba mevcut ulus devlet yapımızın sağlam temellere oturmaması şimdiki çadırı ayakta tutma mücadelemizin sebebi olabilir mi?…

Ulus kavramının ortaya çıkışına bakarsak… Habermas, ulus kavramını Alman İmparatorluğu’nun feodal birliklerinden ortaya çıkan mahallî devletlere dayandırır. Bu dönemde mahallî devletlerle ülke (imparatorluk) yönetiminin arasındaki bağ vergilere ve askeri desteğe bağlıdır. Bu yönetim erkleri Alman “uluslarının” sarayın karşısındaki temsiliyet makamını teşkil eder.

Bir yönüyle şehir devletleri gibi bir yapı arz eden bu durum, soylu sınıfın halk üzerindeki denetimini ve baskısını temsil eder. Bu dönemde ortaya çıkan “King in Parliament” gibi sloganlar “üçüncü sınıfın” “ulus” ile özdeşleşmesini savunan devrimci argümanların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Neticesinde de 18. yy’da aydınların zihinlerinde kraliyete karşı bir “ulus bilinci” meydana gelmiştir.

Aynı şekilde, “İşgal mi ediliyoruz ne?” başlıklı yazıda da değindiğimiz Anderson’un “hayalî cemaatler” kavramı da aslında ulus kavramının ilk olarak zihinlerde meydana getirildiğine ifade eder.

Ayrıca Habermas, zihinlerde meydana getiren ulus-devletin vatandaşlığının kurulmasında hem vatandaş haklarına sahip olma, hem de sosyal entegrasyonun meşru temsilcisi olan ulus-devletin kültürel yönden tanımlanmış bir toplumda ait olma statüsünü vermesi gerektiğini kabul eder. Habermas, eğer kültürel boyut olmasaydı meşruiyeti meydana getiren sosyal entegrasyonun gerçekleşmeyeceğini ileri sürer.

Bunun istisnasını ise ABD oluşturur. ABD’nin istisna olarak kabul edilmesinin nedeninin milliyetçilik yerine kök saldığı kabul edilen “sivil din (zivilreligion)” yapısının meydana getirilmesi olduğu kabul ediliyor. Sivil din Amerikalı sosyolog Robert Bellah tarafından ortaya atılan, ancak temelinin Rousseau’ya kadar uzandığı kabul edilen bir kavram. Sivil din, kimliği belirleyen (belirlemesi istenen) bazı sosyal ve siyasal olgulara manevi ve soyut bir anlam yükleyerek sosyal bir tutkal vazifesi işlevini gerçekleştirecek değerler toplamı ya da “kutsal kubbe” olarak tabir edilebilir. “Amerikalı” olmak aslında bu sivil dinin bir mensubu olmak manasına gelir. Diğer bir ifadeyle de sivil dinin içeriğini oluşturan tüm değerler bir anlamda “Amerikalı” olmak manasına gelir.

Diğer taraftan Habermas ulusun iki yüzü olduğunu kabul eder. İlk yüzünde demokratik, katılımcı sistemin meydana getirdiği, soyut bir anlaşmanın ortaya çıkardığı doğal olmayan bir devlet vatandaşlığı ulusu vardır. Bu anlaşmaya katılan herkes katılmakla birlikte ulus-devletin demokratik meşruiyetini kabul eder ve buna kaynak teşkil eder.

İkinci yüzünde ise bu demokratik anlaşmanın da ötesinde bir “halk” meydana getirilmesine ihtiyaç duyulur. Bu “halkçı ulus” anlayışı ile sosyal entegrasyonun gelişimi için çaba harcar. Yani ulusun kimliğini, bahsedilen çadırı meydana getirmeyi amaçlar. İşte bu yüzden bizdeki cumhuriyet ilkelerinin bir tanesi de halkçılıktır. Halkçılık ilkesi ile “sosyal entegrasyon” sağlanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde gerçekleştirilen inkılaplar da bu sosyal entegrasyonun gerçekleşmesi amacıyla yürütülmüştür. Ancak, şu anda tartışmamızda gösteriyor ki, başarılı olamamıştır.

Ulus devletler bir yandan eşitlikçi hukuk toplumun evrenselliğini benimserken, diğer taraftan tarihsel kültürel ortak yazgılara sahip bir toplumun bölgeciliğini benimser. Bu noktada bir ikilem taşırlar. Habermas bu ikilemin aşılması amacıyla “kozmopolit bir devlet vatandaşlığı”na dayanan ulusu, etno-merkezli bir anlayışın üstünde tutulması gerektiğine inanıyor.

Peki bizde de aynı sorun mu yaşanmıştır?.. Bir Kürt siyasetçinin söylediği güzel bir örnek durumu açıklıyor: “Kürtler Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan olabildiler ama Kürt olamadılar.”

Şimdi verilen bu örneğin iki yönünü de görmek gerek… İlk olarak etnik temele dayanmayan Kürt ya da başka bir etnisitenin kabul edildiği “kozmopolit devlet vatandaşlığı”nın sağlandığı bir yapı kurulmasına ihtiyaç var. Çünkü ortada kabul edileceği üzere bir farklı kimlikler, “çadırlar” mevcut. Bu yüzden alt kültürlerin kabul edildiği bir toplumda ortak ulus bilincinin sağlanabilmesi için gittikçe soyutlaşan siyasi kültürün birleştirme gücünün sağlam olması gerekli.

Diğer taraftan ise alt kültüre ve kimliğe sahip olmak kozmopolit yapının kurulmasına engel teşkil etmemeli. Nasıl bir vatandaş Bakan olabildiği kadar Kürt de olması gerekiyorsa, Kürt olması da Bakan ya da Başbakan olmasından öte bir anlam taşımamalı.

Mesela, mevcut toplumsal kimliğimizi temellendirilen din, tarihsel, kültürel ve hatta ekonomik birliktelik gibi birçok aidiyet noktalarından bahsetmiştik.  Bu durumun tasviri amacıyla kullanılan “et ve tırnak gibi” olma deyimi kullanılır. Yani, “evet iki (hatta daha fazla) ayrı unsur var, ancak tüm bunlar et ve tırnak gibi kopamayacak şekilde birbirine bağlıdır” demektir. Fakat siz bu gerçekliği ve ihtiyacı görmeden Demirtaş’ın yaptığı “Biz etle tırnak değiliz, iki ayrı onurlu halkız” açıklaması yaparsanız, bahsettiğimiz sahip olduğunuz etnik kimliği kozmopolit devlet vatandaşlığından öteye taşırsınız.

Sonuç olarak, psikolojik anlamda geniş grup kimliğimizi meydana getiren aidiyetlerimizin, yani çadırlarımızın varlığı ortada. Her ne kadar tarihte bu çadırların yıkılması yönünde teşebbüslerde bulunulsa bile, bu çabalar akamete uğradı.

Bunun yanında bu çadırların varlığı kadar, yapısal hiyerarşisi de önemli. Çünkü bu yapısal hiyerarşi istenilen “millet” tanımının temellerini, yani çadırın direklerini oluşturuyor. Bu yüzden elzem olan bu hiyerarşinin belirlenmesi ve herkes tarafından kabulüdür. Yeni anayasa da aslında böyle bir görevi üstlenmekte ve üstlenmeli…

Bu noktada yeni anayasaya düşen herkesin kabulü içerisinde olabileceği ve “Biz kimiz?” sorusunun cevabının verilmesi. Tabi ki kimsenin (Türk olsun, Kürt olsun) etnik ya da farklı temele dayanan kimliği ön plana çıkarılmamalı ve hatta mağduriyet eksenli propagandalara bile alet edilmemeli… Ki günümüzde her iki cephede de yaşanan durum da bir anlamda bu.

Diğer taraftan kimlik tanımının meşruiyetinin sadece devlet ve kişi arasındaki bir antlaşma ile gerçekleşmediğini, tarihsel ve kültürel geçmişin de bir o kadar önemli olduğunu unutmamak gerek… Böylece suni kimliklerin ortaya çıkaracağı daha büyük sorunların da önüne geçilmiş olur.

 

… Atatürkizm ve Kemalcilik üzerine okumak için…

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir…Buradan indirebilirsiniz. 

 

Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.  

Kadın hakları ve Kemalizm

“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış

 

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Derin Düşünce (@DDGrubu) Tarih: Nis 3, 2013 | Reply

    Irkçı Olmayan bir Anayasa Yapılabilir mi?: http://t.co/Z3Y5SO8p6X

  3. Yazan:Elif Aksayan (@alfabc) Tarih: Nis 4, 2013 | Reply

    Irkçı olmayan bir anayasa yapılabilir mi? http://t.co/XQAlmxzti8

  4. Yazan:@liet Tarih: Nis 4, 2013 | Reply

    RT @alfabc: Irkçı olmayan bir anayasa yapılabilir mi? http://t.co/XQAlmxzti8

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin