RSS Feed for This Post

Bir Ayrılık/ Jodaeiye Nader Az Simen (2011)

“Bir gün

geleceğim ve bir haber getireceğim

damarlara ışık saçacağım

ve sesleneceğim içerden:

ey sepetleri uykuyla dolu olanlar!” Sohrap Sepehri

 

  Asghar Farhadi‘nin Altın Ayı ödüllü, 2011 yapımı filmi Bir Ayrılık/Jodaeiye Nader Az Simen bilinen diğer ismiyle Nadir’in Simin’den Ayrılması bildiğimiz ancak bilinçlenemediğimiz insani ilişkiler üzerine enfes bir sanat eseri. Film, “sanatın da bir ibadet” olduğuna sizi inandırabiliyor, filmin sonunda aklınıza düşen soruların yanında yumuşamış bir yüreği hissedebiliyorsunuz, merhamet doluyorsunuz…

  Nadir ve Simin 14 yıllık evli bir karı-koca, film onların boşanmak için bulundukları bir mahkeme salonunda tartışmalarıyla başlıyor. Bu kısa tartışma içerisinde, sevgi yahut huzura dair bir sıkıntıları olmadığını ve ayrılma nedenlerinin Simin’in kızları Termeh’in geleceği ve eğitimi için yurtdışına çıkmak istemesi ve eşi Nadir’in Alzheimer (alzaymır) hastası babasını bırakamamasından kaynaklandığını öğreniyoruz.

  Film ilk bakışta ayrılmak isteyen karı-koca ve çocuklarının durumu olarak görünse dahi, biraz daha derine indiğimizde çok yönlü insani ilişkilere şahit oluyoruz… Tartışma arasında bir diyalog şu:

 -Nadir: Babamı bırakamam.

 -Simin: İyi de, o senin baban olduğunu bile bilmiyor.

 -Nadir: Ama ben biliyorum.

  Sahi ilişkilerimizde, eylemleri biz mi belirleriz, yoksa muhatabımız mı? Eğer eylemlerimiz bize kim olduğumuz sorusunun yanıtı veriyorsa ki veriyor, bizi biz yapan şeyler neden muhatabımıza bağlı? Bir iyilik, bir hayır yapacağımız zaman, muhatabın bunu bilmesi yahut anlaması gerekli midir?

  Bu denli soru soruyor oluşumun nedeni, insanın kendine vereceği cevaplardan çok üzerine düşünmesi gerektiğidir. Soruya karşı tek hamlenin cevap olmaması gerek zira o soru önce düşünmeye sevktir. Sanırım kaçırdığımız nokta bu zira filmi izleyen insanlarla konuştuğumda çoğunluğunda “kim haklıydı, kadın mı, kocası mı?” sorusunun oluştuğunu görüyorum. Oysa haklılığa henüz gelmedik, haklılık cevaptır, sonuçtur, filmde bizi içine çeken bir tefekkür hali var, hem hâl olma durumu var.

  Filmin ilerleyen dakikalarında, evini terk eden kadın Simin, babasını terk etmeyen Nadir ve yine babasını terk etmeyen Termeh’in ayrılık sancısına büyükbabanın bakımı için eve gelen çalışanın dramı ekleniyor ve tüm aileyi tekrardan mahkemede buluyoruz. Mahkeme filmde defalarca kullanılmış, bir metafor olan “mahkemenin” bu denli bariz ortada olması aynı zamanda metafor olmasını ustalıkla gizlemesi, filmin bir başka can alıcı tarafı; sürekli yargılanma ve mahkeme…

  Bir ailenin parçalanma dramı üzerine eve gelen bakıcıyla birlikte sınıf farkının oluşturduğu algılar ekleniyor ancak film kalabalıklaşmıyor. Üst sınıftan birinin “zenginler ve üst sınıf kötüdür” genellemesine inat, tam aksi davranan bir babanın, kızının gözündeki değerini kaybetmemek için çırpınışına, kişilik onuru eklenince ve baba Nadir’in söylediği bir yalan, ummadığınız bir anda ortaya çıktığında, karakterlerin tüm kararlılığına rağmen, siz kararsız bir yorumcu oluyorsunuz.

  Film, yurtdışına gitme, İran’dan ayrılma hayalleri nedeniyle kocasını terk eden bir kadın, babasını terk edemeyen, ülkesini seven bir adam, Alzheimer hastası bir baba, bu aile içinde babasını terk etmeyen, kendi içinde parça parça olmuş Termeh arasında kalmıyor, eve gelen bakıcı, onun dramı ve söylediği yalanla bir adım daha derinleşiyor… Nadir’in söylediği yalan için kızını ve babasını gerekçe göstermesi, bakıcının söylediği yalan için kocasını gerekçe göstermesi… Nadir’in kızına hesap vermesi, bakıcının ise dindar bir kadın olarak Allah ile ilişkisinde söylediği yalan nedeniyle duyduğu vicdani rahatsızlık, korku, duygusal yığın aldığı halde tüm o ağırlık altında şaşkınlaştığınızı sanıyorsunuz ancak öyle olmuyor, belki en yalın gerçeği işte tam o an görüyorsunuz:

  İnsan verdiği kararlar nedeniyle suçlanabilir mi? Olayların nedeni nedir, kimdir? Hayalleri için evliliğini bitiren, kocasını terk eden, bakıcının eve gelmesini, olayların büyümesine neden olan Simin mi? Yoksa babası için eşinin onu bırakıp gitmesine göz yuman, bu ayrılıkta kızının durumunu düşünmeyen Nadir mi?

  Hiç kimse suçlu değil ve aynı zamanda hiç kimse haklı değil.

  Verdiğimiz kararlar, seçenekler arasında kaldığımızda seçtiklerimiz bizi “haklı-haksız” yapmaz, yapmamalı. Bunlar sadece tercihlerimizdir ve bunlarla itham edilmek ayrı bir zulüm. İşte bu nedenle “Simin bencil bir eş, düşünceli bir anne midir? Nadir hayırlı bir evlat, bencil bir baba mıdır?” sorusuna ne film ne de ben cevap veremem, verirsem okuyucunun ve seyircinin hakkına girerim. Cevabı olmayan, sadece kişinin vereceği cevabı olan şeyler gibi bu da sizlere kalmıştır. Tercihleri nedeniyle mahkûm ettiğiniz insanları yargılarken bir kez daha düşünelim derim… “Ey sepetleri uyku ile dolu olanlar” bizler, düşünelim derim.

 

 

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

 

İnsan’sız Sinema Olur mu?

Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.

Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.

 

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Eki 12, 2011 | Reply

    Son günlerde okuduğum en muhteşem yazı. Hele şu sözler hoşgörü üzerine yazılan bir şiir, varlık ile hakikat arasında gidip gelirken düştüğümüz boşluğu resmeden bir ayna gibi.

    Hiç kimse suçlu değil ve aynı zamanda hiç kimse haklı değil.

    Verdiğimiz kararlar, seçenekler arasında kaldığımızda seçtiklerimiz bizi “haklı-haksız” yapmaz, yapmamalı. Bunlar sadece tercihlerimizdir ve bunlarla itham edilmek ayrı bir zulüm. İşte bu nedenle “Simin bencil bir eş, düşünceli bir anne midir? Nadir hayırlı bir evlat, bencil bir baba mıdır?” sorusuna ne film ne de ben cevap veremem, verirsem okuyucunun ve seyircinin hakkına girerim. Cevabı olmayan, sadece kişinin vereceği cevabı olan şeyler gibi bu da sizlere kalmıştır. Tercihleri nedeniyle mahkûm ettiğiniz insanları yargılarken bir kez daha düşünelim derim… “Ey sepetleri uyku ile dolu olanlar” bizler, düşünelim derim.

    Yüreğine sağlık sevgili Cemile kardeşim,

    ve mana yüklü sözlerin hiç tükenmesin.
    Sevgi ve dostlukla

  3. Yazan:Mehmet Salih Demir Tarih: Eki 13, 2011 | Reply

    “Verdiğimiz kararlar, seçenekler arasında kaldığımızda seçtiklerimiz bizi “haklı-haksız” yapmaz, yapmamalı. Bunlar sadece tercihlerimizdir ve bunlarla itham edilmek ayrı bir zulüm.”

    Bu tespite filmden bağımsız olarak ( filmi izlemedim çünkü) şunu söylemek isterim: kişiyi haklı yada haksız yapan HAKim koltuğunda kimin oturduğuna bağlı olduğudur. Hakim sandalyesinde HAK oturuyorsa seçimlerimiz bizi haklı/haksız yapar. Şayet sizi yargılamaya hiç hakkı olmayan biri oturuyorsa, zaten dönün arkanızı gidin; HAK ne der, bunu dert edinin.

  4. Yazan:MY Tarih: Eki 13, 2011 | Reply

    Konuyla ilgili olMAyan bir soru sorayim, belki Cemile biliyordur, Iranlilar neden bu kadar güzel film yapiyorlar? HollyWood gibi kirletici ve ürünlestirici ENDÜSTRi olMAyisi bir avantaj midir?

    simdi konuya gireyim, Degerli Cemile kardesim söyle demis:

    “Verdiğimiz kararlar, seçenekler arasında kaldığımızda seçtiklerimiz bizi “haklı-haksız” yapmaz, yapmamalı. Bunlar sadece tercihlerimizdir ve bunlarla itham edilmek ayrı bir zulüm.”

    Bu sözleri okurken aklima Bergson’un bir lafi geldi: “Zaman görünmez, yaşanır” diyordu 1888’de yazdigi doktora tezinde. Kendimizi ve baskalarini hakli / haksiz gördügümüzde aslinda geçmise bakiyoruz ve “sunu da yapabilirdin” diyoruz. Sanki henüz GEL-memis olan “gelecek” bir çekmecede bizi bekliyormus da biz onu çekip çikariyormusuz gibi. Oysa çekmecelerde bizi bekledigini vehmettigimiz GEL-ecek henüz gelmedi ki. Geçmisteki olaylari ve muhtemel kararlari zihnimizde labirent haline getiriyoruz aslinda, birbirine KARAR TÜNELLERi ile bagli küçük ZAMAN ODACIKLARI vehmediyoruz:

    “Zaman geçip gittikten sonra “geriye” dönüp BAKtığımızda geçmişimiz bir şehrin yollarına benziyor. Hayatın önemli seçenekleri birer köşe başı gibi. Suçlarımız, başarılarımız, düş kırıklıkları, ikiye, üçe ayrılan kavşaklar, kararsızlık içinde dönüp durduğumuz meydanlar, çıkmaz sokaklar… Peki hayatın kendisi, şu an, şu yaşamakta olduğumuz an böyle mi? Geçmişimiz katılaşmış, kristalize olmuş, Mekânlaşmış. Oysa hayatın hammaddesi Mekân değil Zaman! Hayatın yaşanması gerekir, GÖRünmesi değil!”(Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman(1))

    Filmin kendisi kadar Cemile’nin gözlemleri de ilginç. Mahkemenin bir metafor olusu ve bazi gerçeklerin ANCAK MAHKEME SAYESiNDE ortaya çikmasi çarpici:

    “Mahkeme filmde defalarca kullanılmış, bir metafor olan “mahkemenin” bu denli bariz ortada olması aynı zamanda metafor olmasını ustalıkla gizlemesi, filmin bir başka can alıcı tarafı; sürekli yargılanma ve mahkeme…”

    Bu neden böyle olmus? Sanirim “adalet” kavrami bu dünyadan degil de ondan. Açayim: Bir seyleri yasarken sadece sebep-sonuç iliskisi olarak baktiginiz müddetçe “dünyevî” bir rahatlik içinde olursunuz. Dünya deterministtir. Esyanin, hayvan ve bitkilerin illiyet kafesi içinde kalirsa akliniz “özgürlük” denen rahatsizliktan korunmus olursunuz. Ama eger “ne yapmaliyim? Dogru olan nedir?” diye sorgularsaniz, Vicdan, Adalet, iyilik, dogruluk gibi “dünyadan olmayan” degerleri devreye sokarsaniz isin rengi degisir:

    “… Peki bütün bu yasalar İnsan’a uygulanabilir mi? İnsan da bu MECBURİYET’e mahkûm mudur? Şayet insanların davranışları tıpkı hayvanlar gibi önceden kestirilebiliyor hatta sosyal/psikolojik mekanizmalarla belirlenebiliyorsa Adalet ve Hukuk gibi kavramların bir anlamı kalır mı?

    Öyle ya, mahkemeye çıkardığımız her katil, her tecavüzcü “annem alkolikti, çocukken babam beni zincirle döverdi” gibi determinist, bilimsel bir açıklama sunarsa, istatistikler bu açıklamaları destekliyorsa suçluları ne hakla mahkum edebiliriz? “Suçlu” kelimesini kullanmak bile imkânsızlaşır. Çünkü mahkemeler suçlanan kişilerin farklı biçimde davranma imkânları olduğunu var sayarak karar verirler. Bir başka deyişle aklı başında, özgür ve sorumlu insanlar suçlanabilir. Bir deliyi, sarhoşu, küçük bir çocuğu, ilaçla bayıltılmış bir kimseyi, hayvanları ve bitkileri suçlayamazsınız.

    Burada garip bir yol ayrımına geliyoruz. Bir yanda mahkemeler ve hatta bizim kendi vicdanımız insanları yargılıyor, suçluyor, mahkûm ediyor. “Kötü insan” diye kızdığımız birinin o kötülüğü yapmaya MECBUR olduğunu düşünseydik ona ASLA KIZMAYACAKTIK. Demek ki biz bile hayırsız akrabalarımızı, riyakâr iş arkadaşlarımızı, kazıkçı bakkalı vicdan mahkememizde suçlarken peşinen ÖZGÜR kabul ediyoruz. Tıpkı mahkemeler gibi.”(Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)

    Evet… Baslangiçta dedigim gibi… Hayat görünmez, yasanir. Ancak genellikle geçmisin kristallesmis görüntüsü bizi aldatir. Potansiyel(!) gelecek alternatiflerini de “GÖRÜYORMUS” gibi yasamaya çalisiriz. Degisik kararlari ve onlarin muhtemel neticelerini, avantaj ve dezavantajlari ölçüp biçeriz. Bu düsünmektir. Ama gelecege dair düsüncelerimizi gerçegin ta kendisi saniriz. Bu yanilgi o kadar yaygindir ki bize “normal” gelir. Oysa kar üzerinde yürüyen bir insan istedigi yönde yürüyebilir, yuvarlanabilir. Durup sarki söyleyebilir. ANCAK GEL-ecek geçip gittikten sonra zaman (algisi) mekânlasir. Gel-ecek artik geç-mistir; “çok geç” olmustur.

    “HAKLI / HAKSIZ” ayrimi aslinda Insan’a bu dünyadan olMAyan “parçasini” bildiren bir ayrimdir. Gel-ip Geç-en Zaman ise bu hürriyeti hatirlatir bize… Mütemadiyen 🙂

    YÜRÜRKEN “ÖZGÜRÜM”

    hayat görünmez, yasanir

    YÜRÜDÜKTEN SONRA çOK GEç (Takvim gibi cisimlesmis zaman(!) bir vehimdir)

    Mekânsallasmis zaman bir vehimdir

    İbn Arabî Hazretlerinin Fütûhât-ı Mekiyye’sinden bir alinti ile bitirelim:

    “Hâsılını öğrenirsen kuşkusuz zaman gerçektir. O vehimlerle bilinir. Doğa gibi tesirdedir onun gücü. Zamanın ve doğanın dış varlığı ise yoktur. Şeyler onunla belirlenir. Onun ise kendisinde hükümranlığı olacak bir dış varlığı yoktur. Akıl suretini idrak etmekten acizdir. Bu nedenle şöyle der: ‘Dehr mevhumdur’. […] Tıpkı boşluk gibi. Ucu olmayan bir uzam. Cisim olmayan bir şeyde. Kendisinde cisimleşme bulunma vehmiyle”

  1. 1 Trackback(s)

  2. Eki 25, 2011: Son 30 günde en çok paylaşılan yazılar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin