RSS Feed for This Post

27 Nisan’dan Sivil Darbeye

-Yüzleşme Dergisinde yayımlanmıştır-

 Sunuş: Meclis’in “yemin etme-etmeme” konusunda boykot edilmesine gerekçe olarak “sivil dikta”nın gösterilmesi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “27 Nisan e-muhtıra değildir” sözleri üzerine, 27 Nisan’ın ne olduğu ve sivil diktanın bir kavram olarak mümkün ol(ma)yışına dair…

Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda durum “suyun içindeki balık” gibi izah edilebilir. Olayların ve gelişmelerin içindeyken, ne olup bittiğini anlamama hali… Türkiye, darbeler ve muhtıralar ile ordunun, siyasete müdahale ettiği bir ülke. 27 Nisan e-Muhtırası bunlardan sadece birisi ancak daha önemlisi büyük ihtimalle sonuncusu. Hafızamızı biraz tazeleyelim…  28 Şubat’ın bir yan ürünü olan Ak Parti, iktidara geldikten sonra ülkenin istikrar kazanmasından rahatsız olan, derin devlet organları ve onlara destek olan ordu içinden birileri, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi, ileride olacaklara, Ak Parti içinden birinin cumhurbaşkanı olması ihtimaline karşı ortaya bir senaryo koydu…

  5 Mayıs 2006 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesine bir bomba atıldı. Olaydan bir süre sonra gazeteye bir bomba daha atıldı. Tüm bunlar “az gelince” o dönem, “başörtülü bir öğretmenin, görev yaptığı okul önünde başını açmasının laiklik için yeterli olmadığına hükmeden kurum Danıştay’a” bir saldırı gerçekleştirildi. Danıştay saldırısının faili(?) Alparslan Aslan, yakalandığında cebinde “dinci” denilen gazetelerden birinin kupürü “elle konulmuş gibi” bulundu! Olay sonrası, bir dönem darbeye çanak tutan gazetelerden biri “Laikliğe Kurşun” başlığı attı. Senaryonun ilk bölümüyle yaratılmak istenen “laiklik tehdit altında” endişesi başarıyla yaratıldı…

  Ancak bunlar, yani yaratılan korku birilerine yetmiyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşmıştı. Hemen bir şeyler yapmak gerekiyordu. Ak Parti’nin kendi içinden bir ismi cumhurbaşkanı seçme ihtimaline karşı “başörtülü eşler” üzerinden bir karalama kampanyası yürütülmeye başlanmıştı. Tam bu esnada aranan kan bulundu ve Sabih Kanadoğlu “367 oy” kararını ortaya attı. CHP, her zaman olduğu gibi Anayasa Mahkemesine koştu. Tüm bunlar devam ederken, şehit sayıları arttı, şehit cenazeleri propagandaya dönüştürüldü. Tam bu esnada Hrant Dink öldürüldü. “Ya Sev, Ya Terk Et” sloganları ülkeyi sallamaya başladı. Ülkede yaratılmak istenen korku ve gerginlik ortamı oluşturulmuştu.

  Senaryo devam ediyordu. Rektörler bir yürüyüş yaptı. YÖK, Sabih Kanadoğlu’na destek verdi. Yaşar Büyükanıt, “cumhurbaşkanının tanımını yapan” bir açıklama yaptı. Dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, durum için “tehlike” yorumu yaptı. Atatürkçü Düşünce Derneği, “Cumhuriyet Mitingleri” düzenlemeye başladı. Tüm bunlar olurken, 367 kararı için Ak Partinin üye sayısı yeterli gelmedi. Tarih 23 Nisan’ı gösterdiğinde, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde ilahi okuyan, başlarını örtmüş birkaç kız çocuğunun görüntüleri, laiklik elden gidiyor endişesiyle ekranlara, gazete manşetlerine taşındı. Dönemin YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’e suikast girişimi düzenlendi.

  Tüm bu gelişmelerin ardından 27 Nisan gecesi, saat 23.17’de Genel Kurmay Başkanlığı resmi internet sitesinde “e-muhtıra” yayımladı. E-Muhtıra’nın öznesi, laikliği tehlikeye sokacak birkaç kız çocuğuydu…

  Türkiye, tarihinde dönem dönem olduğu gibi olgunlaşmış şartlar yaratıldıktan sonra bir ordu müdahalesiyle daha yüz yüze gelmişti. İşte o gelişmeden sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk oldu ve hükümet adına açıklama yapan Cemil Çiçek: ” Genel Kurmay Başkanlığı hükümete bağlı bir kurumdur” dedi. İşte bu önemli açıklamadan sonra TSK, olması gerektiği gibi, “kışlaya” gönderildi.

  27 Nisan’ın öncesi ve yaşandığı zamanlar geleneksel olsa da, hükümetin çıkışı bir ilkti. Bu nedenle 27 Nisan, Türkiye darbeler tarihinin en önemli olayıdır. Çünkü 27 Nisan’ın dünü ve bugünü aynı olsa dahi, yarını aynı değildir.

  27 Nisan sonrası hükümetin bu çıkışından sonra üzerine oynanan tüm oyunlara rağmen Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ise olaya nokta koydu.

  Maalesef Türkiye’de ordu zaman zaman yönetime müdahil olmuştur. Halen “12 Eylül Darbe Anayasasını” kullandığımız düşünülürse şimdi dahi kısmen müdahil olmaktadır. Uzun süre devam eden bu sistem ve buna ek olarak yaratılan “korku cumhuriyetinden” halk etkilenmiştir. Ancak 27 Nisan gelişmeleriyle, Türkiye için “ordunun yönetime müdahalesi” dönemi bitmiştir, ordu bunun farkındadır ancak topluma sirayet eden “sinme-izleme” tepkisizliği yer yer devam etmektir. Bundan sonraki süreç, bu halka, kurumlara değil, kendine hizmet ettirme refleksini öğretmek olacaktır. “Sinme-izleme” tepkisizliği son bulmadan, hiçbir şey değişmiş olmayacaktır.

  Tüm bu müdahil olma isteğiyle yaratılan kaos ortamı tam bitti diyorken, ortaya bir tanım atıldı; Sivil Dikta!

  Yukarıda bahsettiğim gibi ordu yönetimden el çekti ancak, bir dönem “endoktirinasyona” maruz kalan bir zümre bu etkiden halen kurtulamadı, bunun en büyük ispatı ortaya atılan “sivil dikta” tezidir. Başından sonuna kendiyle çelişen bir tez ayrıca algıda yanılma yarattığı için problemli…

  “Sivil Dikta” ifadesi kullananlar, olmadığı halde bir “dikta” varmış algısı yaratmaya çalışıyor. Bunu yaparken de Türkiye’nin yıllarca kurutulmuş bir damarı olan “sivil” kelimesinin içini boşaltıyorlar.

  27 Nisan sonrası başat sorunumuz “postal” etkisinden bir nebze kurtulmuş olsak dahi, daha büyük sorunumuz olan “postal” gibi düşünenlerden yana halen özgür değiliz.

  “Sivil dikta” gibi kendiyle çelişen, dayanağı olmayan bir tanımın borusunu öttürmeyi ödev bilenlerin, sivilleşmek adına öğreneceği daha çok şeyi olduğunu düşünüyorum. Halen daha “sivillerin” seçimlerine, kendileri gibi olmadığı için “dikta” gibi bir yafta yapıştıran, türedi “endişeli” tiplerin bu hastalıklı halden kurtulması gerekiyor. Ve artık kimse geçmişte yaşanan “yalan senaryolar” nedeniyle, bu ağızların “endişelerine” inanmıyor. Çünkü bu ülkenin, endişeli, sivillerin yönetimine yani demokrasiye henüz tahammülü olmayan ve postal gibi düşünen sivillerinden çok, gerçek acılara, ayrımcılığa, ırkçılığa, mezhepçiliğe maruz kalmış, Kürtleri, Alevileri, Müslüman dindarları, Ermenileri var ve hepsi gerçek.

  Dikta rejimlerinin aksine bir yönetim biçimi olarak demokrasi, sesi çok çıkan ve yaptırım gücü olan azınlığın yön vermeye çalıştığı değil, sivillerin dikta ettiği, yani talep belirttiği ve yön verdiği, bir sistemdir. Algı yanılgısı yaratmak isteyenlerin dönemleri, demokrasiye yürüdüğümüz şu zamanlarda artık bitti, ben de “sıkı bir demokrasi savunucusu” değilim, sadece her türlü algı yanılmasında başat rol oynayan “sözde demokratlara” bir demokrasi tanımı yapmaya çalıştım, elbet anlayana…

 

 

… Bu konu ilginizi çektiyse…

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin