RSS Feed for This Post

İlerleme korkusu?

 “Çılgın Proje” vesilesiyle Türk solunda ve bir kısım İslâmcı yazarda mevcut olan ilerleme korkusu yeniden ifade buldu. Birden fazla konuda paralel olarak konuşulması  ilginç olduğu kadar karmaşık bir durum. Kendi penceremden ana eksenleri toparlamakta fayda görüyorum:

En çok sevdiğim şeylerden biri hafta sonu parka ya da kırlık bir yere gidip çimenlere uzanmak, kuşları dinlemek, gökyüzünü seyretmektir. Eve yakın bir parka değil de kırlara gitmek istersem robotlaşmış fabrikalarda üretilen arabama binerim, hızlı otoyolları kullanırım, ithal benzin tüketirim. Eve dönünce interneti açarım, dünya ile bağımı koparmam. Ciddi bir hastalığım olunca her türlü tahlilden MR’a kadar ne varsa hizmetimde olsun isterim. Ağır vergiler ödediğim Fransız devletinden bekliyorum bu sağlık, ulaşım, enerji hizmetlerini. Bütün bu fabrikaların işlemesi için ağaçlar kesildi, kesiliyor. Fransa’nın elektriği %70 nükleer kaynaklıdır. Zaten olmasaydı kömür ve petrol yakarak asit yağmurlarına, küresel ısınmaya “katkıda” bulunacaktık.

Bugünkü yaşama, üretme, tüketme şekli bu. Ne yazık ki dünyadaki her insan aynı imkânlara sahip değil. Dünyayı değil ama kendimizi “düzeltmek” için bize muhtaç insanlara yardım etmem gerektiğini düşünüyorum. Buna “verme hakkı” diyorum kısaca. Peki yardıma muhtaç insan hiç olmasa? Devletler, hükümetler, rejimler iyilik üretse sanal bir Konfiçyüs’ün umduğu gibi?

Komünizm gibi merkeziyetçi ideolojiler eşitlik vaad ettiler, ağır bürokrasiler kurdular, olmadı. Açlık ve sefalet getirdiler kendi halklarına. 1980’lerden itibaren Reagan ve Thatcher’in liderliğinde liberal bir devrim oldu. Komünizmdeki “torpilin kadar konuş” sistemi yerine “paran kadar konuş” sisteminin, insan bencilliğinin bizi getirdiği yer bugünkü dünyadır. Kabul etmeli miyiz? Hayır. Üzerinde düşünmeli, çareler aramalıyız. Arıyoruz, arıyorlar:

Mucizevî çözümü ararken boş durmayalım o halde:

  • Sosyal devlet? Neden olmasın? Ama ya sosyal yardımlar politik amaçla kullanılırsa?
  • Vakıflar, dernekler yoluyla dayanışma? Neden olmasın? Ama ya misyonerliğe, cemaatleşmeye, ötekileştirmeye kapı açarsa?

Aslında dikkat ederseniz konu dönüp dolaşıp İnsan’a geliyor. Tek tek kendi kalbinde İyi’yi Kötü’den ayırd edebilen, rejim, din, ırk vs ne olursa olsun “doğru” hareket edebilen İnsan’a.

Kuyu kebabı istiyom ama kınalı kuzuya dokanmayın!

 “Bilimsel ve teknolojik ilerleme olsun ama doğa hiç bozulmasın” şeklindeki arzu biraz sakat görünüyor gözüme. Türkçesi şu olabilir: “ilerlemenin bütün nimetlerini istiyorum ama sonuçlarından beni sorumlu tutmayın”. İstanbul, Paris, Londra gibi şehirlerde yaşayanlar sadece teknik değil kültürel imkânlardan da faydalanıyorlar. Dünyanın her yerinden orkestralar, dans, bale gösterileri, resim sergileri geliyor. Ama dikkat ederseniz bu tür kültürel olaylara genelde 5-10 bin kişi katılır. Çok ünlü birileri gelirse ilgi biraz artar. Ama meselâ 10 milyonluk Paris’te 10 milyon insanın kalkıp bir sergiye gittiği görülmemiştir! Sebebi basit. Barok müzik, Ortaçağ Türk çinileri ya da Kenya tahta oyma sanatı gibi bir temanın meraklısı genellikle bir avuç insandır. Ama aynı “avuç” değildir. Böylece büyük şehirde yaşayan insan (vakit ayırabilirse) kendini eğitme imkânı bulur. Kendisiyle aynı konulara ilgi duyan insanlarla bir araya gelir. İmza günü vb yoluyla yazarlarla tanışıp sohbet edebilir. Ama Paris’teki kültürel hareketliliği Fransa’nın 50.000 kişilik şehirlerde bulamazsınız.

Türkiye için de geçerlidir bu durum. Nüfusu 100.000’in üzerinde olan Bandırma’da çok güzel lokantalar vardır. Peynir vb yöresel ürünler bol ve lezzetlidir. Ama bırakın uluslararası konser, sergiyi bir kitapçı bile bulmakta zorlanırsınız. Tarım kentidir. Biraz balıkçılık. Gübre fabrikası, Banvit vb vardır. Bandırma’da yaşamayı tercih eden bir insan yakın ilçe ve köylerindeki huzuru, sükûneti tercih etmiştir: Ocaklar, Tatlısu, Erdek…

Evet… İlerleme bir bedel ödetir insana. Peki “Türkiye’nin her yeri yeşil kalsın” diyebilir miyiz? Öyle ya, bu da bir strateji. Evlerin yüksekliğini 2 kat ile sınırlasak, şehirlerin en az %50’sinin yeşil alan olmasını zorunlu tutsak ne olur? Nükleer enerji, baraj ve termik santralleri yasaklasak? Fabrikaları, otoyolları engellesek?

Böylesi “yeşil bir politika” zannediyorum yeşiller de dahil kimsenin hoşuna gitmeyecek bir duruma getirir Türkiye’yi. Meselâ Bulgaristan ve Ermenistan gibi komşulardan elektrik ithal etmek… Çernobil’de patlayan santrale benzeyen yeni santrallerin eski komünist ülkelerde inşa edilmesine destek vermiş oluruz. Üstelik de bu santrallerin denetimi, güvenliği konusunda hiç söz sahibi olmadan. Tabi çevreyi kirletMEmek için, kullanacağımız ürünlerin de yurt dışında yapılmasını isteyebiliriz. Öyle ya, otomobil ya da gübre fabrikaları doğayı kirletmiyor mu? Böyle bir “doğa dostu” Türkiye’nin ithal edeceği enerjiyi ve endüstriyel malları nasıl ödeyeceğini bilmiyorum ama diyelim ki Dolmabahçe sarayını el altından sattık.

Türkiye yemyeşil olur belki ama Ermenistan gibi dışarıya göç veren bir ülke haline gelir. Beyin göçü? Belki beyin kalmayacağı için göç etmesi de söz konusu olmayacaktır. Çünkü enerjisini üretmeyen, fabrikasız, alt yapısı köhnemiş bir ülkede üniversite okumanın bir gereği de olmaz. Herkes çoban ve çiftçi. Zaten bu üniversiteleri finanse edecek para da kalmayacaktır.

Fakat hepsinden kötüsü bertaraf ettiğimizi sandığımız çevre sorunları Demokles’in kılıcı gibi tepemizde durmaya devam edecektir. Çernobil kazasında ve daha yeni Japonya’daki kazada gördüğümüz gibi küresel kirlilik ulusal sınırlarda durmuyor. Nükleer bir toz bulutunu sınırda durdurup pasaport soramıyorsunuz. Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin atık sularını döktükleri Karadeniz’in kirliliği şu an bile bir sorun. Yani ilerlemeye karşı çıkmanın bedelini ödersiniz ama nimetlerinden yine de faydalanamazsınız.

Yeşil politikaların akıllı versiyonlarını üretmek zamanı geldi diye düşünüyorum. İnsan’ı rafa kaldıran merkeziyetçi anlayışı terk etmek ama diğer yandan Para’yı, Piyasa’yı, Nefsanî dürtüleri ilâhlaştırMAmak…

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Mustafa Akbaş Tarih: May 5, 2011 | Reply

    ”Çılgın Proje” vesilesiyle Türk solunda ve bir kısım İslâmcı yazarda mevcut olan ilerleme korkusu yeniden ifade buldu.

    Türk solunun üzerinde durmaya degmez. Solcular kokmus Yumurta firlatmasini bile bilmezler gider taze Yumurta firlatirlar. İslâmcı yazarlarin bitmeyen konusu Yahudiler ve Masonlardir. Nedense hic calismaktan, Ilim ögrenmekten bahsetmezler. Ilerlemeye hic bir solcu kafa, Islamci veya Kemalist yobaz engel olamaz.

    Sosyal devlet? Neden olmasın? Ama ya sosyal yardımlar politik amaçla kullanılırsa?

    Sosyal devlet cok sinirli tutulmali. Devletin görevi vatandasin kendi gelirini saglamasinda imkan göstermesinde kalmali.

    Vakıflar, dernekler yoluyla dayanışma? Neden olmasın? Ama ya misyonerliğe, cemaatleşmeye, ötekileştirmeye kapı açarsa?

    Almanyada en iyi hizmet veren Katholik kilisenin Vakif Hasteneleridir. Böyle hizmetler TR’de neden olmasin. Sünni ve Alevi vakiflari Hastane ve yüksek okul acabilmeli.

    Şanlı ordumuz bile Oyak denile bir vakif kurmus. Ihale alirmis, vergiden muafmis, hertürlü ticareti avantajli yaparmis. Vatana hizmet vermekten bikmayan Subaylarimizin ceplerini Dollarla doldururmus. Ne güzel demi:-)Yani TSK ötekileşmiş.

  3. Yazan:anurbulut Tarih: May 5, 2011 | Reply

    hakim bilim ve teknoloji üretme zihniyeti oldukça bu durum değişmeyecek, gerçekçi olmak lazım. herkes cenneti istiyor ama ölmekten korkuyor. ancak işin bu “basit” kısmı o kadar zor ki ve uzun yıllar istiyor ki, gelir mi o günler belli değil.

    bir dönem taht gibi görüldüğünden şirk diye koltuklara bile oturmayan müslümanlar şimdi büyük pastadan rant koparıyor, liberalizmi önemsiyor, mutfağında bulaşık makinesi istiyor. çok şeyler değişti gerçekten. bu saatten sonra fotoğraftaki abi gibi olmak bizi ancak amazon ormanlarını tercihe götürür.

  4. Yazan:Gökhan Tarih: Tem 21, 2019 | Reply

    Yazılarınızı uzun bir zamandır takip ediyorum Mehmet Bey. Bu yazınızda oldukça güzel ve özgün.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin