RSS Feed for This Post

Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi(1): İhtilal’e Doğru

Şüphesiz bir dönemi anlatmak belirli tarih aralıklarını konu edinmek değildir. Bir dönemi anlatmak geçmişini, yaşandığını dönemi ve sonrasını da gözlemlemeyi gerektirir. Her şeyden önce adaletli olmayı gerektirir. Bize tarihin objektif olması gerektiği yalanını yutturanlar, subjektif anlayışlarına böyle bir kılıf uydurmuştur. Objektif alanlar onların olsun, biz tarihin ezenler ile ezilenler arasında yaşandığını bildiğimiz için terazimizin adı; adalet olsun. Bu nedenle bir darbe dönemini anlatmak isteyişimiz kısa süreli tarihe not düşmelerden fazlası olsun. Bu nedenle ezenlerin kurguladığı darbeci tarihin, ezilenlerin kefesinden yorumlanışı olsun. Varsın ezilenler lehine subjektif olsun. Anlatacaklarımız sadece yazılanların değil, yaşanılanların anlatıldığı bir ders olsun. Onlar er(me)sin muratlarına, biz de çıkmayalım kerevetine. Çünkü yazacaklarım masal değildir, bir dönemin bugüne sirayet eden tarihidir.

  Türkiye’de siyasete milletin seçimlerine müdahaleler ile yön verildiği için bunun sonucu gereği çok farklı tarih anlatımları oluşmuştur. Darbecilerin gerekçeleri, sindirilmiş halkın sandık dışında bir kozunun olmayışı, her daim darbenin nedeni olan ordu, yahut ordu içinden bazı isimler, ordunun sivil tezahürü bu milletin yakasından düşmeyen CHP geleneği bir dönemi çok marjinal yaşa(t)mış lakin olması gereken buymuş gibi anlatmış, yazdırmış, inandırmış, devamlılığını kısmen de olsa sağlamıştır. İşte bu gelişmeler nedeniyle darbe dönemleri çok farklı anlatılır. Genellikle zulüm eylemlerine gereklilik nedeni isnad edenler, sentetik ortam oluşturmuş ve hukuksuzluğa kılıf uydurmuştur. Aslında vatan-millet haini olarak anılması gerekenler kahramanlaştırılmıştır. İşte bu çarpıklığın sonucunda darbeler, hiç olmaması gerenler listesinde değil, gerektiğinde meşrudur mantığıyla yorumlanmıştır. Neden bu yanlışa onay verelim ki?

  Rivayet o dur ki; Deniz Baykal(?) öğrenci iken bir ortamda Adnan Menderes’in yakasına yapışmış, demokrasi(?) arzusunu dile getirmiştir. Bunun üzerine Menderes; ‘ başbakanın yakasına yapışmışsın, bundan daha büyük bir demokrasi tasavvur edebiliyor musun? ‘ diye sormuştur. İşte bu ülke, gerçek demokrasi sistemini getirmeye kalkışanların yakasına yapışan, diktatör militer bir sisteme demokrasi adını verenlerin gölgesinde, kapalı kapılar ardında keyfiyetine kurgular oluşturanların gölgesinde hemen hemen her on yılda bir zihinsel taarruzlardan geçirilmiş bir milletin ülkesidir.

  27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye Cumhuriyetinin ilk askeri darbesidir. Zihniyete göre Müdahale, Devrim, İhtilal, Darbe sıfatları kullanılmıştır. Milletin iradesine darbe yapanlar, güya milletin bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürüldüğü gerekçesiyle yola çıkmıştır. Yine en büyük darbe sebebimiz, laikliği koruma altında tutma endişesi, bu darbeye de gerekçe gösterilmiştir.

  Tarihte biraz geriye gidelim… Kısa Kısa notlar girelim… Sürece Bakalım…

  21 Temmuz 1946 Milletvekili seçimleri ülkede yapılan tek dereceli ilk seçimdir. Seçim tek derecelidir ama bu seçimin ‘ açık oy, gizli tasnif ‘ gibi acayip bir hükmü vardır. Şöyle ki: Seçim günü insanlar açık bir şekilde oy kullanır, sayımdan hemen sonra oy pusulaları yakılırdı.

  Bu dönem CHP ve onun başındaki(?) İsmet İnönü, 1946 seçimlerine CHP’nin İsmet İnönü kozuyla büyük bir rahatlık ile girmişler, 21 Temmuz akşamı açılan sandıklarda umduklarını bulamayınca türlü hukuksuzluklara başvurmuşlardır. Ve yine kendilerinden birinin Nadir Nadi’nin ifadesiyle: ” … bütün hükümet kadrolarının CHP’yi tutması ile ve birçok kanunsuz işlemler sonucu olarak DP adaylarından önemli bir kısmı, kazandıkları oylardan yoksun bırakılmışlardır. ”  Ve yine Hüseyin Cahit Yalçın’a göre: ” 1946 seçimlerinin her tarafta kusursuz cereyan etmiş olacağını iddia etmek gülünçtür. ”

  Tüm bu engellemelere rağmen, Demokrat Parti, 7 Ocak 1946 yılında kurulmuş, bundan dört yıl sonra 14 Mayıs 1950’de tek parti dönemine son vererek iktidara gelmiş, bu fiiliyle bazı çevrelerin dikkat kesildiği bir oluşum olmuştur. Sırasıyla 1950, 1954, 1957 seçimleri ile iktidara gelmiş, on yıl boyunca iktidarda kalmış, bu demokrasi ortamına tahammül edemeyenler vasıtasıyla, İhtilal-Darbe yöntemiyle düşürülmüştür.

  1950 yılının sonlarına doğru ordunun DP hükümetinden hoşnut olmadığı bilgisi Menderes’in kulağına gelmiştir. Nasıl memnun olsunlar ki? Halk iradeyi ele almış, sivil bir memur ülkeyi yönetiyor, korku zihinlerden uzaklaşıyor, militarizm dağılıyor.

  Tarih, İhtilal’in öncesinde seçim sonuçlarından rahatsız olan ve Dokuz Subay Olayı gibi gizli yapılanmaların 1954 yılında ortaya çıktığını söylese dahi 27 Mayıs’ın mimarlarından birinin eylemlerinin daha eski yıllara dayandığı iddiaları da mevcuttur. Mesela Talat Aydemir ihtilalci fikirlerin kendisinde 1954’te doğduğunu iddia etse dahi, 27 Mayısçılardan Muzaffer Özdağ ihtilal komitesine 1952 yılında katıldığını söylemiştir.

  Darbecilerden Talat Aydemir şöyle diyor:

Bir münevver olarak,bir kurmay subay olarak, ilk önce ordu dahilinde düşüncelerime yakın düşünen arkadaşlar ile işbirliği yapıp, iktidarda bulunan partinin Türk ordusunu ihmal ederek düşürdüğü bu kötü durumdan kurtarma çarelerinin nelere olabileceğini ve ne şekilde hareket edilirse bu vaziyete bir son verilebileceğini planlamaya başladım. Bütün düşüncelerimi bu istikamete yöneltip Genel Kuram Başkanlığında zemin yoklayarak arkadaş aramaya başladım. Fikirlerime yatan hemen hemen hiç kimse bulamadığım için ümitsizliğe kapıldım. Sene 1954… ( Ve Talat Aydemir Konuşuyor )

  27 Ekim 1957 Seçimleri oldukça sert bir hava içerisinde yapılmıştır. DP’nin hukuksuzluk yaptığı iddiaları, bazı CHP’lilerin oy pusulalarının bulunmadığının iddia edilmesi, Antep’te önce seçimden CHP’nin galip çıktığı sonra bu kararın DP olarak değiştirildiği ( köy oylarının sayılmasıyla ), CHP’nin itirazları sonrasında oy pusulalarının Antep Adliyesi Binasına getirilmesi ve sonrasında oy pusulaları ile adliye binasının yanması hadisesi ortalığı bulandırmıştır. Sonra DP’nin konuyla ilgili haberlerin yayınlanmasını yasakladığı iddia edilmiştir. Sonuç olarak tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen DP seçimlerden %47’lik bir oranla galip çıkmıştır.

  Darbenin çekiciliğinde, 1950 seçimlerinin sonuçlarını darbe gerekçesi olarak gören ordu içinden birkaç subay darbenin on yıl öncesinden bu darbeyi planladıklarına, girişimlerine başladıklarına göre acaba 1960 Darbesinin Menderes’in zorbalığı, baskıcılığı, ülkeyi ikiye böldüğü, hainlik yaptığı, halkın kan kustuğu gibi gereçeklere kim inanır? Hem çok daha sonraları bir sonraki yıkıcı darbemizin mimarlarının bir tuzağı olarak aynı silahın sabah bir ülkücüyü, akşam bir solcuyu öldürmek için kullanıldığı gerçeğini biliyorken tüm bu kurguya bugünlerde kim inanır?

  Dönem içerisinde sadece ordu rahatsız değildir, CHP ve ona yakın çevreler, Kemalist akım fedaileri, 1980 Darbesini henüz yememiş olan, Kemalizm asidi içerisinde eriyeceğinden haberi olmayan Sol görüş sahipleri, her dönemin şakşakçılığını yapan medya, gazeteciler, her dönem kadrolaşmalarını ordu lehine göre ayarlayan bazı üniversite hocaları, kışkırtmanın en kolay olduğu yerlerden üniversitelerdeki üniversite öğrencileri de mevcut düzenden değil, sentetik  kurgudan kaynaklı olarak rahatsızdırlar.

  28 Nisan olayları için zemin hazırdır. 28 Nisan Olayı; İstanbul Üniversitesinde öğrenci ve polis çatışmasının yaşanması, bir öğrencinin öldürülmesi ve 27 Mayıs’a giden yolun açılmasıdır. Öldürülen öğrenci nedeniyle tarihe bir acı olarak geçen olayın faili Menderes Hükümetine bağlı olan polisler olarak gösterilmiştir. Ancak durumun bu hale gelmesinin asıl nedeni malum zihniyetin ortam hazırlamasıdır.

  Demokrat Parti, başına gelecekleri hissedince 27 Mayıs’tan bir ay önce Tahkikat Komisyonunu kurmuştur. Dönem kısmen zorluğun olduğu ancak bu kısmi zorluğun çok abartıldığı, yalanların, iftiraların kol gezdiği bir dönem olduğu için komisyon, bu iftira ve yalan furyasının gerçek yüzünü ortaya çıkarıp  TBMM’ye, Türk Milletine ve tüm dünyaya gerçeği sunmak amacıyla kurulmuştur. Ancak artık çok geçtir, düğmeye basılmıştır. Yalanlar rütbeliler eliyle gerçeğe büründürülmüştür. Her on yılda bir en az on kişiyi meşru(!) nedenlerle asmayı gelenek haline getirenler, her on yılda bir yüzlerce kişiyi gayri meşru şekilde öldürmeyi görev bilmiştir.

Meseleye bugünlerden bakacak olursak…

  27 Mayıs’a götüren süreç için elbet daha söylenecek çok şey, sunulacak çok belge vardır. Özellikle ordu içinde kah birlik oluşturarak, kah birbirinden haberi olmadan küçük darbe beyinleri oluşturmak isteyenlerin önce milletin iradesine ve haklarına pervasızca saldırmaları yanı sıra kendi içlerinde kendilerine güttükleri düşmanlık ayrı bir inceleme konusudur. Şu kısa kısa dönemsel bilgiler dahi dehşetin boyutunun ispatıdır.

  Okuduğumuz ya da dinlediğimiz bir tarih dışında, çok yakın yaşadığımız 28 Şubat Post-modern Darbesi öncesi sürecini ve özellikle son yıllarda iddianame olarak ortaya atılan bir kısmı ispatlanan gerçekler ile 50 yıl öncesinin yaşananlarının ne kadar benzeştiğinin farkında mısınız? Bu tür girişimlerin ne acı sonuçları olacağının farkında mısınız?

  İçinde yaşarken yorumlayamadığımız şeyler vardır. Kime hizmet ettiğimizi bilmeden tükettiğimiz mesailer vardır. Mesela bugün İlhan Selçuk’un nerede, neden yattığını biliyoruz. Mesela bugün faili belli olmasına rağmen, faili meçhul olarak anılan cinayetlerden birçoğu o dönem kutuplaşmalarının maktulüdür. Abdi İpekçi cinayeti, Uğur Mumcu cinayeti gibi bir zümrenin fail olarak lanse edildiği cinayetlere bugünlerden baktığımızda, aslında fail gösterilen zümreyi de maktul kılan zihniyetin aynı olduğunu görüyoruz. Bugün Uğur Mumcu’yu o dönemin darbe yandaşlığı yapan gazetecisi olarak değil de, hepimizi mahkum eden otoritenin katlettiğini, birbirine düşmanlık güden dindar çevrelerin ve sol çevrelerin aslında düşmanlığa gerek kalmayacak bir şekilde yaşayabilecek ortamının mevcut olduğunu, birbirimizi yok yere öldürdüğümüzü ancak bugünlere geldiğimizde görebiliyoruz. Tüm bu şiddetin faillerinin, kaybettiğimiz insanlarımızın ve heba edilmiş 50 yılımızın hesabını nasıl vereceklerini düşünüyoruz? Çok şükür saf değiştiriyoruz.

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Normal bir ordu kaynaklarını emrinde olduğu milletten sağlar… Efendisi olan bu milletin gönüllü katkısıyla silah alır, asker toplar, YABANCI DÜŞMANLA savaşır.

Normal ordular efendilerini yani milleti, o milletin vatanını korurlar ya da ganimet getirebilecekleri ülkeleri işgal ederler. Yine efendilerinin emri ve izniyle yaparlar bunu.

Anormal ordular ise üniformalı eşkıyalardır. Disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. Üniformalı eşkiyalar ülkenin zenginliklerini tüketirler, geleceğini mahvederler.

Kendisini ülkenin sahibi zanneden üniformalı eşkıyaların hakim olduğu ülkeler yabancı orduların işgali altında gibidir. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar.

Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler.

Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:kubilay polat Tarih: Kas 17, 2011 | Reply

    yazık gerçekten çok yazık bu ülkemiz adına demekrasi adına çok kötü ve affedilemez bir durum . Düşünüyorumda bu olayların maktulleri yani sağcıyı solcuya aleviyi sünbiye düşman edenler halka zulmedenler ve onların bugünkü uzantıları rahatça uyuyabiliyorlarm mı?

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ağu 24, 2010: Devlet Kuranların Millet Kurgusu(4):Milleti Kıracaklardı, 12 Mart Muhtırası : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin