RSS Feed for This Post

Sinemaya Müslümanca Bakmak

Dücane Cündioğlu’nun başlattığı sinema, görsellik ve İslam sanatı tartışması, özellikle Yusuf Kaplan’ın Cündioğlu’na yazdığı cevap yazıları ile birlikte üzerinde önemle durulması gereken bir tartışma. Cündioğlu’nun çıkardığı sonuçlar, İslam sanatını mimari, tezhip, şiir, musiki ve bunlar gibi sanatlardan ibaret gören kimi Müslüman entelektüellerinin, sinemayı neden görmezden geldiği üzerine yeniden düşünmemiz açısından bir imkân yaratıyor.

Cündioğlu’nun ana tezi, İslam sanatının görsellik – ve dolayısıyla – dolayımsızlıktan değil, işitsellik ya da dolayımdan yana olduğu teziydi. Doğrusu çok iddialı bir tez olmasının yanında bu tezi tümüyle yanlış bulduğumu söylemeliyim. Bu tez üzerine tartışmaya başlamanın çıkış noktası, sanat ile dilin ilişkisini ve bu ilişkide dolayım ya da dolayımsızlığın mahiyetini anlamaya çalışmak olmalıdır.

Sanat: Dil Hapishanesinden Kaçış!
İnsanoğlu, diğer insanlarla iletişimini dil üzerinden kurar. Felsefenin, bilimin, günlük iletişimin, velâkin her türlü insan eyleminin değişik türlerdeki diller üzerinden olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda dil, Heidegger’in söylediği gibi insanın evidir. Ancak dil, insanın, kaybettiği “asıl ev” ile arasına perde gibi giren bir hapishanedir aynı zamanda. Asıl ev nedir peki? Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’nin ilk 18 beyitinde dile getirdiği gibi, kamışlıktan koparılan neyin özlemle ve inleyerek andığı yerdir! İnsanın, bu dünyadaki hayatında, ancak “aşk hâli” ile deneyimleyebilmesi mümkün olan asıl ev, tanımlanmaya veya başkalarına anlatılmaya kalkışıldığında, kalem yazmaz, dil konuşmaz olur. İnsanın evi gibi gördüğümüz bu dil, bu şekilde, asıl hakikat karşısında çaresiz bir şekilde suskunlaşır. Dile getirmek istediği hâli, başkalarının anlayabileceği bir şekle dönüştürmek yerine perdeler arasına daha da gizler…

Dilin oluşturduğu hapishaneye rağmen insan, hakikate olan iştiyakını anlatabilmek ve deneyimlediğini diğer insanlarla paylaşabilmek ister. Sanat, bu iştiyakın ve hakikate karşı susuzluğun “dile geldiği” mecradır bu anlamda. Paradoksal bir şekilde dil hapishanesinden kaçma teşebbüsü… Ancak dil hapishanesinden kaçmak söylendiği kadar kolay bir şey değildir. Has sanatçılar bile dil hapishanesinden kaçmakta zorlanırlar. Çünkü dile getirilmezi dile getirme çabası insanı çoğu zaman çaresiz bırakır.

Dolayımsızlık Meselesi!
Cündioğlu’nun İslam sanatını dolayımı  tercih eden bir sanat olarak tanımlaması  iki açıdan yanlıştır. Doğu, Batı  ya da İslam sanatı; hangi sanat olursa olsun, sanatın temel iştiyakı dolayımsızlığa doğrudur aslında. Bu dolayımsızlık, kaba ve yüzeysel bir realizm değil, nesnelerin ardındaki hakikate ulaşmayı amaçlayan bir dolayımsızlıktır. Tartışılması gereken şey dolayımsızlığın başarılıp başarılamadığı olabilir olsa olsa! Cündioğlu, sanatın dolayımlılığın bir oyunu olduğunu ifade ederek, sanatın hakikati üzerine yanlış bir giriş yapmış bence. İkinci yanlış ise, Cündioğlu’nun İslam sanatını, neredeyse tam tersi bir noktaya yerleştirmiş olmasıdır. Eğer Doğu, İslam ve Batı sanatları dolayımsızlık, dolayımlılık yönünden değerlendirilebilirse, İslam sanatı dolayımsızlığa en yakın sanat olarak dikkat çekecektir kanımca.

Dolayımın dil aracılığıyla, dolayımsızlığın da dil hapishanesinden kurtulmayı  başarabilme nispetinde mümkün olabildiğini düşünürsek; Batı, Doğu ve İslam medeniyetlerinin hakikatle ilişkilerinde bulundukları konum daha da büyük önem arz eder.

Derrida’nın  çok önemli analizlerinde dile getirdiği gibi, modern Batı medeniyeti “logos merkezli”dir. Logos merkezlilik, sözün, kelamın medeniyetin ana nüvesi olarak dikkat çekmesi demektir. Bu anlamda dil, Batı medeniyetinin ve bu yüzden de Batı sanatının bağımlı olduğu bir şeydir. Hangi sanat kolu olursa olsun, Batılı anlayışta sanatın bir dili, bir grameri olması amaçlanmış ve bu yönde sanat kuramları oluşturulmuştur. Logos merkezli bu düşünce, görüntüyü (ve sanatı) doğanın taklidinin ve mantıksal manipülasyonun “simgesine” indirgerken, sanatı dil kuralları içinde anlam kazanan bir şey olarak konumlar. Bu demek değildir ki Batılı sanatçıların hepsi logos merkezliliğe hapsolmuştur. Bu böyle değildir. Özellikle Rönesans öncesi kimi Batılı sanatçılarla bazı modernist sanatçıların, hâkim Batı medeniyetinin logos merkezli sanatına bir itiraz oluşturabildiğini söyleyebiliriz. Zaten dünyanın neresinde veya hangi medeniyet ve tarih içinde olursa olsun bir sanatçının içgüdüsel yönelimi, dolayımsızlık, yani dilden kurtuluştur. Ama medeniyetin sanatçıya, sanatın ardından oluşturduğu yedeklerle sanatını nasıl becerebileceği üzerine kimi unsurlar sunduğunu gözden çıkarmamamız gereklidir. İşte Batı medeniyeti özellikle Rönesans sonrası eğilimiyle, sanatta logos merkezliliğiyle ve dolayısıyla “dil bağımlı” olmasıyla dikkat çeker.

Peki, Batı düşüncesinin karşısında konumlanan Doğu medeniyeti ve sanatının dil ile ilişkisi nasıldır? Batı medeniyetinin logos merkezciliğine karşın Doğu medeniyeti varlık merkezlidir. Ancak Yusuf Kaplan’ın bir yazısında bence çok doğru bir tanımlamayla dile getirdiği gibi, Batı’nın epistemolojik medeniyetine karşı bir konumda dursalar da, Doğu’nun hikmet gelenekleri fenomenolojik bir noktada durur. Yani “Varlık” değil “varlık”tır söz konusu olan. Batı medeniyetinin dile bağımlılığı ve sanatın tüm dallarında oluşturmaya çalıştığı gramerine karşıt bir şekilde, Ananda Coomaraswamy’nin çok detaylı açılımladığı gibi Doğu sanatı, kopyalıyor görünürken dahi görüntüyü değil hakikati amaçlamıştır. Ama bu “hakikat”, tam olarak Varlık boyutuna geç(ebil)miş bir hakikat olmadığı için “Hakikat” olamamıştır. Yani Batı’nın parçalılığının tam karşısında konumlansa da tam anlamıyla bir tevhid sözkonusu değildir Doğu medeniyetlerinde. Zira vahiyle ilişki İslam medeniyetinde olduğu gibi taze kalamamıştır. O yüzden fenomenolojik kalır!

Batı’nın  logos merkezli bir medeniyet olması hasebiyle dile bağımlılığı ve dolayısıyla dolayımlılığına karşın; Doğu, dolayımsızlığa doğru atılan kocaman bir adımdır. Ancak bu adımı atarken adımını Varlık’ta son(suz)landıramadığı ve “varlık”ta kaybolduğu için tam anlamıyla dilden kurtulamaz. Batı sanatında olduğu gibi logos merkezli, sanatsal bir gramer, bir dil söz konusu olmasa da, simgelerin ardında gizlenen “varlık”larla tam anlamıyla dilden kurtuluş sözkonusu olamaz. 

Dolayımsızlık Cündioğlu’nun iddia ettiği gibi görsellik, işitsellik gibi dünyevi formlarla değil, o formların nasıl ele alındığı ile ilgilidir. Görmeye dayanan resim sanatında, ya da heykel sanatında logos merkezcilik, dil ve dolayısıyla dolayımlılık çok yoğun görünebildiği gibi, müzik dolayımsızlığın sanatsal mecrası haline gelebilir. Burada sanatın medeniyet ile ilişkinin ne derece önem kazandığını söylemek gerekir.

Şiir, Müzik ve İslam Sanatının Dolayımsızlığı

Bu noktada, temel olarak dilsel formlar üzerinde kurulsa da, şiirin dolayımsızlıkla ilişkisini ortaya koymanın önemli olduğunu düşünüyorum. Şiir, dil hapishanesine en büyük başkaldırılardan birisidir. Aynen müzik gibi… Dolayımsızlığın en önemli sanatsal formlarından birisi olarak şiir, bu anlamda sadece edebiyatın bir şekli değil, sanatın ulaşabildiği en büyük zirve demektir. Has müzik de bu anlamda şiirdir bence!

Dücane Cündioğlu, İslam sanatının sırf “görme” ile ilişkisi dolayısıyla dolayımlı olduğunu iddia ederken, maalesef son derece oryantalist bir bakışla, sanatın hakikatine değil formuna önem veriyor görünüyor. Hâlbuki İslam sanatı, tasavvufun irfan ve hikmet ışığı altında, Doğu hikmet geleneklerinin de ötesine geçebilen, Hakikat ve Varlık ile tam ilişki kurabilecek imkânları medeniyetinin kıta sahanlığında barındırması bakımından tam anlamıyla ontolojiktir. Logos merkezli Batı medeniyetinin tersine Varlık merkezli bir medeniyet olan İslam medeniyeti, sanatına da bu yönde şekil vermiştir. Müzik, şiir, minyatür, mimari gibi sanatlarda dünya sanatında zirve yapmış olan İslam medeniyeti, bu zirveyi, Varlık ile ilişkisini asla unutmamış ve bu ilişkiyi hep taze tutmuş medeniyet pratikleri ile başarabilmiştir kanımca. Mevlânâ, Yunus, Attar gibi büyük mutasavvıf-şairlerin dil hapishanesinden kurtulmak için bizzat dili, dolayımsız hale getirerek aşkın ve aşkının mekânı haline getirebilmeleri ilginçtir. Ve artık bu dil, logusun, dolayımın dili değil Varlığın hâl dilidir. Batı klasik müziğinde aralıkların “sınırlı” olmasına karşın, bizim müziğimizde aralık sayısının – normalde 24 gibi görünse de – pratikte sonsuz olması da bu dolayımsızlık iştiyakı ile ilgilidir diye düşünüyorum. Sonsuzluğun, Varlığın diline ulaşabilmek iştiyakı ile…

Dücane Cündioğlu’nun iddiasının en temel argümanı dolayısıyla yanlış olduğunu dile getirdikten sonra, sinema ile İslam medeniyeti arasında kurulması gereken ilişkiye gelmek istiyorum. İslam sanatının, dolayımlılığın değil, tam tersi bir şekilde, zaten dolayımsızlığa susuzluğu olan sanatın en yetkin örneklerini verme potansiyeli olan bir sanat pratiği olduğunun dile getirilmesi bu anlamda hayati bir önem arzediyor.

Sinema, Cündioğlu’nun iddia ettiği gibi sırf görsellik ile ilişkisi bakımından tek başına bir dolayımın, ya da dolayımsızlığın sanatsal formu olarak değerlendirilemez. O sanata hangi medeniyetin ruhunu üflediğiniz daha büyük önem arzetmektedir. Ancak unutmamak gereklidir ki, sinema sanatı, Batı sanatının logos merkezliliğinin krizinde ortaya çıkan bir sanat olması ve ifade gücü bakımından dolayımsızlığa çok daha yakın bir sanat olması dolayısıyla, Batı medeniyet anlayışına yakın bir sanat olmaktan çok Doğu ve İslam medeniyetine uygun bir sanattır. Hatta hepsinden çok İslam medeniyetine uygun bir sanattır…

Sinemanın bir dili olup olmadığı konusu, Batı’da, özellikle yapısalcılara ve göstergebilimcilere yapılan eleştirilerde çokça dile getirilmektedir. Doğal dillerin gösterge-gösterilen ilişkisiyle yarattığı anlam üzerine tartışma bu yazının boyutunu aşan bir tartışma. Bir başka yazıda bu konuyu detaylı şekilde ele almak niyetiyle şimdilik bu konuyu kısaca geçelim. Ancak söylenmesi gereken en önemli şeyin, sinemanın bir dil olmadığı konusu olduğunu düşünüyorum. Sinema bir dil olmadığı içindir ki dolayımsızlığa ve Varlığa ulaşma potansiyeli en yüksek olan sanat dalıdır. Sinemayı bir takım simgelerin ve göstergelerin oluşturduğu mantıksal bir gramer haline indirgeyen kimi yapısalcı veya göstergebilimci sanat ve sinema kuramcılarına itiraz ederek, sinemanın bildiğimiz doğal dillerin anlam üretme dizgelerinin hiçbirisine oturtulamayacağını düşünüyorum. Sinema, sanatın asıl amacı olan şeyi; yani “oluşun” bir daha kopyalanamayacak bir zaman-mekân durumunu “dile getirme”(tanımlamalarda dilden nasıl da kaçınamadığımızın bir ironisi oldu bu cümle) potansiyeline haiz bir sanat olarak, dil kurallarının sınırlamasına baş kaldırır. Sinema sanatı, bu yüzden, dili aşan bir sanat olma potansiyelini müzikten ve şiirden de fazla göstermesiyle has şiire en uygun sanat dalıdır! Bu anlamda dil kuralları ile has sinema yapılamayacağı gibi, doğru bir sinema eleştirisi de kurulamaz.

İslam sanatının, dolayımlı olduğunu veya simgeler ardında gizli bir takım şeyleri mantıksal ve dilsel dizgeler aracılığıyla işaret ettiğini düşünmemizin, şairce bir hakikat ilişkisi dolayımsızlığının, dolayımlama yapmadan anlayamayan bizlerin “yanlış” yorumu olduğunu düşünüyorum. Amaç logos merkezli bir dolayım oyunu kurmak değil, nesnelerin ardındaki hakikatin deneyimlenmesine imkan açmaktır İslam sanatında. Yani kasap dükkânındaki etlerin sergilenmesi gibi çıplak bir yüzeysel gerçekliğin hakikat olmadığı gerçeğinden hareketle; hakikatin, perdelerin ardında gizli olan mahiyetine ulaşmanın susuzluğunun tezahürüdür İslam sanatı. Bu yüzden bizlere dolayımlı göründüğü tüm durumlarında dahi dolayımsızlık iştiyakı içindedir. İşte sırf bu yüzden şiirdir bu medeniyetin en yüksek sanatı, roman değil…

Tam da bu noktada sinema, bu medeniyetin tüm birikiminin, yani Varlık merkezli bir medeniyet olmasının getirdiği tüm imkânların hakkıyla seferber olabileceği bir sanat olarak tam anlamıyla Müslüman sanatıdır. Oldu olası dilden kurtulmaya ve hakikat ile dolayımsız ilişki kurmaya çalışan insanın ortaya koyduğu büyük sanatsal çabanın, tam anlamıyla başarı imkânını bulduğu ortam olarak sinema sanatı Müslümanların kesinlikle ihmal etmemesi gereken bir sanattır.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın 

 

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. Şub 17, 2010: Bakmak, görmek, anlamak: Sanat’ta ayrıntı (1) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin