RSS Feed for This Post

Sessiz Bir Aşk Hikayesi Uzak İhtimal

Dünya sinemasında aşkın ele alınış biçimi, tenselliğin ve cinselliğin eksenindedir çoğunlukla. Çünkü aşk, kendimizi bulmak için kaybetmek eğiliminin gösterildiği bir hediye ve insan olmanın daha üst katmanlarına açılmanın bir ilk durağı olarak değil; yakalandığımızda, çok uzun süre esiri olmamamız gerektiği vaaz edilen bir duygusal “sapma” olarak değerlendiriliyor. Psikiyatristler, psikologlar, sosyologlar, aşka “saplanmış” bir insanın bir tür hasta olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyleyip dururlar. Aşk, kendisini bize gösterdiği anlarda, bu söylemlerin karşılık bulduğu aklımızla, “Ahsen-i takvîm”i özleyen, talep eden kalbimiz ve ruhumuz arasında yoğun çatışmalar yaşarız.

Modern insanı  tanımlamam istenseydi, muhtemelen, aklıyla, kalbi arasında kaldığında aklının tercihlerini öne çıkaran ve kalbinin üstüne aklın örtülerini sımsıkı kapatan insan olarak tanımlardım. Bu tercih, insanın, ruhuna açık olan alanları ve aşkınlığa açılan kapıları elinin tersiyle geri çevirmesi ve salt dünyevi bir varlık olarak kalmak istemesi demektir aynı zamanda.

Fıtraten aşk, insanda gömülü bir şey olarak mevcut olduğu için, ne kadar sakınırsak, ne kadar uzak durmaya çalışırsak çalışalım bir şekilde kendisini göstermeyi becerir. Bu aşamada, büyük bir gerilim altında kalan insan, bu gerilimin üstesinden gelmek için gayri-ihtiyari tepkiler göstermeye başlar. Bu tepkiler, aşkın daha kabul edilebilir ve tahammül edilebilir bir düzeye indirgenmesi yoluyla aşkınlığından soyulması demektir bir anlamda. “Evlendiğimizde aşk kalmadı ama sevgi, saygı kaldı” tarzı sözlere çok denk geliriz. Bu tür sözler, aslında, yakan, yok eden ama yok ettiği noktada gerçekten var olmanın kapılarını gösteren ve insanın hayatındaki en değerli deneyim olan aşkın, “zararsız” bir noktaya irca edilmesi yoluyla yok edilmesinin dışa vurumudur.

Günümüz sanatı, edebiyatı  ve sineması, aşkı, genellikle – onun çok tehlikeli bir deneyim olduğunun bilinçaltıyla hissedilmesinden midir nedir –   aşkınlığa açılma imkânlarından soyutlayıp, dünyevi ve bitimli olanın eksenine hapsederler. Bitimli olduğunun gösterilmesi, aynı zamanda onu bitimli olanın gösterildiği alanlara kanalize etmek demektir. Tensellik, cinsellik, kıskançlık, aşk cinayetleri yoluyla anlatılmak istenen aşk, daha edinildiği anda kaybedildiği görülen ve insana daha üst boyutlarda verebilecekleri reddedilen bir duygu olarak öne çıkar.

Aşkı  ele aldığı söylenen filmler, genellikle, cinsellikle ilgili yönelimlerin, saplantılı bir kıskançlığın getirdiği şiddet ve cinayetlerle birlikte aşkın dünyevi boyutunun öne çıktığı filmler olarak dikkat çekerler. Bu eğilim, aşkı, mutlak şekilde elde etmek, kavuşmak, birleşmek olarak görür. Aşk, bir unsur olarak, konular içinde bir konu olarak yer edinir kendisine; ama filmin kendisi tepeden tırnağa “aşk olmaz” bu tür filmlerde. Belki genelleme olarak görülebilir; ancak bu tür aşk anlayışının daha çok Batı’ya ait bir anlayış olduğunu düşünüyorum. Doğu ise, edebiyatında, sanatında, müziğinde, aşkı, açtığı kapılar ve nefs kademelerinde yükselme potansiyeli ile birlikte ele alır. Yani Doğu sanatı, aşkı, Batı sanatının yaptığı gibi nefs-i emmare’ye hitap eden bir unsur olarak değil; nefs-i raziye, nefs-i kâmile mertebelerine ulaştırmayı amaçlayan bir binek olarak görür.

Bütün bu girizgâh, Mahmut Fazıl Coşkun’un yönettiği  “Uzak İhtimal” filmindeki aşk hikâyesinin, benim gözümde nasıl bir anlam taşıdığının daha net açıklanabilmesi amacıyla yazıldı.

Ankara Beypazarı’ndan, İstanbul’da Galata Kulesi’ne yakın bir küçük camiye müezzin olarak atanmış Musa’yla, Musa’nın kapı komşusu olan rahibe adayı Clara arasındaki bu sessiz aşk hikâyesi; bunca şatafat, gösteriş ve tensellik dünyasında, aşkın sükût halini göstermesi açısından son derece samimi bir hikâye. Konusu okunduğunda dinler arası diyalog gibi “büyük” bir konuyu anlatmayı amaçlayan geveze bir film olduğu izlenimi verebilir. Ancak bu film, büyük hikâyelerin ve politikaların göz ardı ettiği küçücük hikâyelerden bir hikâyeyi ele alıyor.

Senaryosunu Tarık Tufan’ın yazması benim açımdan, filmi izlemenin birinci gerekçesi oldu. Zira medyada bir şekilde görünür olan insanlar arasında, gerek dünyaya bakış, gerek moderniteye isyanı dile getirme şekli, gerek hayata ve insana belirli bir perspektiften değil çoklu açılardan bakma isteği açısından, kendime en yakın gördüğüm insanlardan bir tanesidir Tarık Tufan. Çağımızda uzman cahilliğin başat görüntü olmasına inat, bilge potansiyeli gösteren bir modern dönem dervişi…

Film, bütün sadeliğiyle, ancak Robert Bresson filmlerinde görebileceğimiz bir incelikler filmi olarak dikkat çekiyor. Aşk, modern ve postmodern çağlarda ele alındığı şekliyle tensel görünümü ile değil, ruhsal bir imkân olarak ele alınıyor. Bir sanat eserinin ruha açılma potansiyelini ve sözünü ettiğim ruhsal imkânı ancak, eserdeki tensel ve duygusal gönderilerin asgariye indirilmesiyle mümkün olabildiğini düşünen birisi olarak, filmin bu yönde oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Vıcık vıcık bir duygusallık değil, sükûnet içinde, ancak ruhların temasıyla dile getirilebilecek olan bir aşk anlatımı söz konusu.

Film, dindarlığı başka insanlara bir propaganda eylemi olarak dayatan değil, kendi hayatındaki incelikleriyle yaşayan mütevazı üç insan etrafında dönüyor aslında. Bu üç karaktere Musa’nın daha önce İstanbul’a gelmiş olan bir arkadaşını ve caminin imamını dâhil edebiliriz.

Uzak İhtimal, üç ince ruhun birbiriyle temas ettiği bir hayatın ihtimalleri üzerine kafa yoruyor bir anlamda. Filmdeki diyaloglardan birisi filmin çok çarpıcı bir özeti gibi anlaşılabilir. İmam, Musa’ya evlenebileceği bir aday olup olmadığını sorar. Musa da “yok” der, ama aslında bu var demek gibidir. İmam, kızın dindar olup olmadığını sorar. Musa “evet” der. İmam efendi bunun üzerine “güzel; ehl-i dinden zarar gelmez” diye memnuniyetini gösterir. Yine birbirinin tıpkısı iki diyalog, Clara’ya söylenmek istenen iki gerçeğin de “zamanı değil” denerek ertelenmesini göstermek amacıyla kullanılıyor. Aragon’un “mutlu aşk yoktur” şiirinde mutluluk ya da aşk, iki ayrı yol olarak sunuluyor. Aşkın daim etmesi için mutluluktan feragat etmek, Musa için, bir şansı uzak ihtimal haline getirmek demek belki de. Aşkı seçmek, herkesin harcı değil, bunun için de “ehl-i din” olmak gerek belki de. Andre Gide’nin “Dar Kapı” romanındaki aşk hikâyesi ile Musa ile Clara’nın aşk hikâyesi bu açıdan büyük paralellikler gösteriyor. Ehl-i din olmak, belki de mutluluğun tuzağına düşmeyip aşkı tercih etmek demektir, kim bilir?

Filmle ilgili yorumlarda muhtemelen en fazla sorulacak soru, Musa’nın, Clara’ya neden aşkını söyleyemediği sorusu olacaktır. Ancak ben, bu sorunun yersiz ve anlamsız bir soru olduğunu düşünüyorum. Zira zaten bilinenin ve görünenin dil ile söylendiğinde değerinden çok şey kaybedeceğini -“ehl-i din” olmaları sebebiyle belki – hisseden iki insan söz konusu. Modern hayatın, fıtrattan gelen saflıklarını bozmayı beceremediği insandır çünkü ehl-i din olan! Ya da o fıtrat saflığını amaçlayan insan…

Filmin dinler arası  diyalog olarak anlaşılabilecek bir konu seçerek, bu yolla izleyici çekmek istediği düşünülebilir. Ancak yönetmen bu tuzağa hiç düşmemiş. Dinler arası diyalogun kocaman sözleri değil, her yerde, herkesin başına gelebilecek, ama herkesin aynı şekilde yaşamayı beceremeyeceği bir aşk hikâyesinin anlatıldığı Uzak İhtimal, gerçekten insan ruhunun aşkınlaşma potansiyeline de bütün hüznüyle dokunuyor. Birbirlerini çekerek çukura düşüren değil, birbirlerini, acıyla da olsa yukarıya çeken iki âşık insanın hikâyesi bu, aynen Dar Kapı’da olduğu gibi… İnsan ruhunun, gölgesinde kaldığı büyük laflar, propagandalar yok bu filmde.

Filmi fragmanlardan oluşan bir bütün olarak gördüğümü söyleyebilirim. Bu fragman yapısı, filmin biçimiyle ilgili bir başka özelliğini ortaya koyuyor. Özellikle amaçlanıp amaçlanmadığını bilemem; ancak bu tip bir anlatımın, aşkın hafızada kalış biçimiyle çok ilişkili olduğunu düşünüyorum. Zira aşk, âşık olan kişinin hayalinde ve hafızasında, hep, küçücük ama kendi içinde hayati önem taşıyan fragmanlara dönüşür bir süre sonra. Bu anlamda film, bilinçli ya da bilinçsiz, gerçekten âşık olmuş bir insanın hatıralarından ve hayallerinden oluşturulmuş gibi görünüyor. Uzak İhtimal ile Bresson filmleri arasında bu açıdan da bir benzerlik kurulabileceğini düşünüyorum.

Sinematografi, filmin, ruh hâline, sadeliğine, sükûnetine ve fragmansal yapısına uygun kurulmaya çalışılmış. Bu anlamda Uzak İhtimal filminin tutarlı bir biçimi olduğunu söyleyebilirim. Ancak, özellikle kameranın odaklanmadaki kimi problemleriyle, alan derinliği oluşturulmaya çalışılan planlardaki fluluğun, teknik bir eksiklik, imkânsızlık ya da hatadan kaynaklı mı, yoksa bilinçli olarak seçilmiş bir anlatım yöntemi mi olduğuna karar veremedim.

Musa rolünde Nadir Sarıbacak ve Clara rolünde Görkem Yeltan, Bresson oyuncuları  gibi sade, gösterişsiz ama derinlikli bir oyunculuk sergilemişler.

Bir ilk film olarak, aşkı ele alışında modern anlayışlardan uzak duran sükûneti ve sadeliği ile oldukça güzel bir film Uzak İhtimal. Belki bu yüzden hataları dahi samimiyetinin içinde görmezden gelinebiliyor.

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın 

 

Trackback URL

  1. 13 Yorum

  2. Yazan:MY Tarih: Eki 14, 2009 | Reply

    Benim gibi filmi seyretMEmis olanlarin da zevkle okuyabilecegi bir yazi, bir kez daha tesekkürler Enver. Sinemayi lunapark gibi bir eglence sandigim yillara bir kez daha acidim sayende. Her sinema eserini insanlara ve Insan’a isaret eden bir ok, bir parmak gibi görmemi sagladi sinema yazilarin. Suzan’in edebiyat üzerine yazdiklari, roman elestirileri bir yandan, senin sinema yazilarin diger yandan bana kalici kazanimlar sagladi.

    Mühendis oldugum için sanata oldukça uzak geçirdim hayatimin bir kismini. Bir sey sevdigim zaman da çok fazla kafa yormazdim NEDEN? diye.

    Geçenlerde bir radyo programinda sanat ve felsefenin arasindaki sinirlarin çok da net olMAdigi tartisiliyordu, buradaki fikirler de gözümü açti biraz 🙂

    Meger sanat da bir tür düsünme diliymis, senin bir yazinda dedigin gibi bir tür “hal ilmi”, kelimelerin bittigi yerde de düsünmeyi ve idrak etmeyi sürdürmek için. Ya da Dilaver Bey’in DiL HAPiSHANESi’nden kaçmak için diyelim 🙂

    Sasir(T)maya devam degil mi güzel dostum? insan sasiramadigi zaman yasamiyor demektir.

    Kalemine kuuvet…

  3. Yazan:suzannur Tarih: Eki 14, 2009 | Reply

    O kadar güzel bir yorum ki filmi izlemeli mi izlememeli mi bilmiyorum…

  4. Yazan:eg Tarih: Eki 14, 2009 | Reply

    sevgili mehmet ve suzan hanım yorumlarınız için çok teşekkürler. benim için güzel bir sinema filmi, güzel bir edebiyat eseri bir hediye gibi. insanın dünyasını aydınlatan bir ışık adeta… ancak mehmetin dediği gibi, bütün o hollywood vurdu kırdılarının arkasında kendisini inceliğiyle usulca gösteren filmler görünce şaşırıyorum ve o şaşkınlığı ve güzelliği kalema almak istiyorum. ve işin ilginci sadece bu zamanlarda yazdığım şeylerden memnun kalıyorum:))

  5. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Eki 14, 2009 | Reply

    Enver bey,

    Sinema yazılarınızla tanışalı,sinemaya olan ilgimin değiştiğini söylesem bilmem inanır mısınız?Hani bazı romanlar vardır,kitaptaki önsöz(sunuş)öyle derinlikli olur ki,o sunuş adeta yapıtın gözden kaçan derin anlamlarına bir ışık tutar gibi olur.İşte sinema sanatına dair yorumlarınız benim için böyle bir şey.Bakın,yönlendirme anlamında söylemiyorum.Yönlendirme çok farklı bir şey,ve bu görevi gönüllüce üstlenmeye hazır olanlardan yana bir sıkıntı da yok zaten:))Asıl cevher,sanat eserinde varolan ama bir şekilde gizli kalmış mesajı gün yüzüne çıkarabilmede.Siz bu keşfi o kadar ustalıkla,ama bir o kadar da içten ve çoşkuyla işliyorsunuz ki,seyirlik(tüketime yönelik,tüketim amaçlı)bir film gerçek ve hakkettiği anlamına kavuşabiliyor.
    Teşekkürler güzel insan,bu güzel duyguları bizlerle paylaştığınız için.
    Sevgilerimle.

  6. Yazan:cb Tarih: Eki 14, 2009 | Reply

    enver bey,

    Modern insanı tanımlamam istenseydi, muhtemelen, aklıyla, kalbi arasında kaldığında aklının tercihlerini öne çıkaran ve kalbinin üstüne aklın örtülerini sımsıkı kapatan insan olarak tanımlardım. Bu tercih, insanın, ruhuna açık olan alanları ve aşkınlığa açılan kapıları elinin tersiyle geri çevirmesi ve salt dünyevi bir varlık olarak kalmak istemesi demektir aynı zamanda.

    muhteşem bir tanım…

    tarık tufan zaten beğendiğim bir isim,filmi merak ediyordum,gerçek hayat bu haftaki sayısında afişini girmişti,sizin yazıda filmi ayrıca bir güzelleştirdi gözümde.daha izlemeden üstelik.

  7. Yazan:eg Tarih: Eki 14, 2009 | Reply

    aziz bey,
    ne desem bilemiyorum gerçekten çok mahçup oldum. güzel bakan güzel görür. siz güzel bakıyorsunuz ondandır aziz bey. teşekkürler gerçekten.

  8. Yazan:eg Tarih: Eki 14, 2009 | Reply

    cemile hanım,
    teşekkür ederim. film incelikler filmi demiştim ya, filmin afişindeki o tesbihin çok ilginç bir yeri var filmde:)) spoiler gibi oldu ama söylemden edemedim:))

  9. Yazan:çuvaldız Tarih: Eki 15, 2009 | Reply

    Enver Bey,

    Dar kapı ile ilgili yazdıklarınızda da Uzak İhtimal filmi için yazdıklarınızda da değinmiş olduğunuz bir noktayı belki de ben yanlış anladığımdan hep itiraz etme isteği duydum.Bunun sebebi belki de sizin dediğiniz gibi aklıyla, kalbi arasında kaldığında aklının tercihlerini öne çıkaran ve kalbinin üstüne aklın örtülerini sımsıkı kapatan bir insan olmaktan basiret gösterip de uzaklaşamadığımdan yada Haki bey’in ifade ettiği gibi saf “duyguya” ulaşabilmek için saf “düşünceye “ ulaşma gayretimdendir.

    Bu itiraz etme isteğimin hangi sebepten kaynaklandığını anlamak için yazdıklarınızı, konuyla ilgili cevap niteliğindeki yorumlarınız da dahil birkaç kez okudum.

    Fıtraten aşk, insanda gömülü bir şey olarak mevcut olduğu için, ne kadar sakınırsak, ne kadar uzak durmaya çalışırsak çalışalım bir şekilde kendisini göstermeyi becerir.

    Bu cümlenize tamamen katılıyorum.Aynen bu cümlenizde yazdığınız gibi “aşk’ın, Bilinmek‘e vesile kılınmak için insan fıtratına gömülen hazine” niteliğinde olduğuna inanıyorum. Bu nedenle de muhteşem bir hediyeyi binek olarak tanımlamak bana oldukça ağır ve zor geliyor.

    Yol üzere olanın fıtratına gömülü olan hazinenin farkına vardırılacağı bir vesile elbette takdir edilmiştir.Aşkın tecelli edeceği suret herkes için aynı olmayacaktır ki bu nedenle aşk’ın tanımı da herkes için aynı değil zaten.

    Suretin vesile edinilmesini tavsiye edenler, insanların vesileler olmadan aşık olamayacak kadar aciz olduğunu bildiklerindendir.(Haki Demir)

    Bu suret illa insana ait olmak zorunda değil, illa suretin insan olmaması zorunluluğunun olmadığı gibi.

    Dar Kapıda Alissa’nın, Hakk aşkının yolunu insan Jerome’un suretinde bulması gibi.Yada Veysel’in aşkı Kara Toprak’ta bulması gibi.

    Hakikat istersen açık bir nokta
    Allah kula yakın, kul da Allah’a
    Hakkın gizli hazinesi toprakta
    Benim sadık yarim kara topraktır.

    Bütün kusurumu toprak gizliyor
    Melhem çalıp yaralarım düzlüyor
    Kolun açmış yollarımı gözlüyor
    Benim sadık yarim kara topraktır.

    Her kim ki olursa bu sırra mazhar
    Dünyaya bırakır ölmez bir eser
    Gün gelir Veysel’i bağrına basar
    Benim sadık yarim kara topraktır.(Aşık Veysel)

    İtiraz etme eğilimim,sizin işaret etmiş olduğunuz gibi “aşkı, mutlak şekilde elde etmek, kavuşmak, birleşmek olarak “görmekten kaynaklanmıyor aksine buna sebep sizin, hangi surette olursa olsun değil sadece insan suretinde olan vesileyi terk etmeye ve mutsuzluğa yaptığınız vurgu ve hatta teveccüh.

    Aşkın daim etmesi için mutluluktan feragat etmek, …..Ehl-i din olmak, belki de mutluluğun tuzağına düşmeyip aşkı tercih etmek demektir, kim bilir?

    Benim bu “mutluluktan feragat” noktasında düşündüklerimi doğru ve tafsilatlı bir biçimde ifade edebilmem çok zor.Bunu denemek yerine tüm anlatmak istediklerime tercüman olmuş Haki Demir bey’in yazı ve yorumlarından alıntı yapma kolaycılığını tercih ettim. Sever Işık bey ile Haki Demir bey arasındaki aşk üzerine yapılmış o tadına doyulmaz dost sohbetine vesile olan Suzannur hanımın Aşk Bir Sureti Tek Başına Yaşamaktır başlıklı güneşin sıcaklığını hissettiren yazısının sebep olduğu mutluluktan feragat etmeyi düşünmekte de doğrusu zorlanıyorum. 🙂

    ***
    “Sonbaharla bir yağmur giyen kadın/sevgili” namevcut olduğundan. Eğer suret aşılmazsa, tabii ki “mutlu aşk yoktur.”

    Aşkla ol ki ölü olmayasın, aşkla öl ki diri kalasın –Mevlana(Sever Işık)

    ***

    Dostum, Şems, suret olmasına suret de, lakin şeffaf bir suret galiba. Bakınca yolu gördüğün, maşuku gördüğün lekesiz camdan bir suret sanki.

    Aklı yedeğe almadan dalamıyorsak ummana… Öyleyse aklı emanet edecek biri lazım… Böyle de olur mu bilmem ama… Nedense Şems bana öyle görünüyor dostum. Şems, suret midir değil midir bilmem ama belli ki o bir DOST… Bu yolda dost böyle bir şey midir şeyhim. Hani aklı senin için muhafaza edecek bir dost… Geri dönmek için değil de, geri dönmeye mani olmak için.Sanki birinin itmesi veya çekmesi gerekiyor da onu bekler gibiyiz. Ama sanki oraya düşmemeliyiz. Bunun için mi lazım dost… Koluna giricek ve seninle aynı istikamete yürüyecek… Hani aynı istikamete dönünce, suret olmaktan çıkıyor ya… Dost, bunun için mi daha önemli suretten… Bunun için mi dost tavsiye edilmiş şeyhim? Daha mı emin olur sanki böyle? Sana da öyle geliyor mu?

    Ehl-i dil, bu mu? Nadan ile bunun için mi sohbet edilmez? Arzuhalim say bunu… Dosttan kıymetli ne var bu yolda? (Haki Demir)

    ***

    Şems gibi bir dost için kim şükretmez!Yola vesile yolda dost!

    ***

    Aşk, “tamam” olana, “kamil” olana, eksiksiz olana doğru canhıraş bir çabanın, canhavliyle gerçekleştirilen bir hamlenin ürettiği “varoluş” güzergahındaki, varlık iddiiası ile yokluk aczinin girift ve birlikte hissedilmesidir. Felsefe de burdadır, hikmet de burdadır, anlaşılırsa iman da burdadır. (Sever Işık)

    ***

    Akla bulaşmış insanların aşık olabileceğini kabul etmiyoruz umarım
    Akla bulaşanlar, ancak aşkın dedikodusunu yapabilirler. Çağımız akıl çağı olduğuna göre…
    Aşkın dedikodusundan başka ne yapılabilir ki…
    “AŞK GÖKLERE ÇEKİLDİ” ifadesi, aklın yeryüzünü işgal etmesindendir. İçinden çıkabilene aşk olsun bu paradoksun

    Hem akıllı hem aşık, yeryüzünün ve tarihin en girift handikapıdır bu… Kim bırakabilir aklını bu çağda. Aşkın göklere çekilmekten başka şansı mı kaldı ki?

    Akla düşen aşk için, bir hasretten başka ne olabilir ki? Efsunlu bir hasret… Fakat kendini o efsunlu hasreti için bile feda etmeyecek kadar dehhameleşmiş bir akıldan bahsettiğimizi de anlıyorsunuzdur. (Haki Demir)

    ***

    Modern insanı tanımlamam istenseydi, muhtemelen, aklıyla, kalbi arasında kaldığında aklının tercihlerini öne çıkaran ve kalbinin üstüne aklın örtülerini sımsıkı kapatan insan olarak tanımlardım. Bu tercih, insanın, ruhuna açık olan alanları ve aşkınlığa açılan kapıları elinin tersiyle geri çevirmesi ve salt dünyevi bir varlık olarak kalmak istemesi demektir aynı zamanda.(Enver Gülşen)

    ***

    Hz. Mevlananın şu sözü aşıkın kim olduğunun ipucunu vermeye kafidir. “Ne kadar yükseldimse, Yunus’un ayak izini gördüm”.

    Manalar surete büründüğünde anlamak kabil hale gelir. Aşk, idrak faaliyetinin müntehasında başlar. Başladığı nokta ise müşahadedir. O makamda müşahade bilmeden bilmektir. İdrak etmeden anlamaktır. Bu sebeple içinde “benlik/nefs” yoktur. İnsan bildiğini bilmeye başladığında benlik merkezine/seviyesine iner. Fakat bu durum Yunus’un misalidir. Tabi ki tek misal değildir ve her aşık kendi hakikat güzergahında yol alır. Hz. Mevlana’nın güzergahı farklıdır. Ve kendisi tabi ki “büyük aşık”lardandır. Fakat aşkın aslını Yunus göstermiştir. Bunu teyit eden de Mevlana’dır. (Haki Demir)

    ***

    Suretlerin manalara intikal edilebilmesi için birer vesile olması bahsi tabik var. Fakat her suret özünde aşka perdedir. Suretlerden azade hale gelemeyenler, aşka ulaşamamışlardır. Aşk için illa ki bir suret gerekiyorsa, o suret dahi saf manadır. Aşk öyle bir manadır ki, suretini dahi saf manadan oluşturur veya saf manalara “manaların manası” olarak nüfuz eder. (Haki Demir)

    Saf duyguya ulaşmak mümkün mü?

    Duyguya saf haliyle ulaşmak veya saf duygu tezahürlerini yaşamak veya saf duygu üretmek mümkün mü?
    Hemen ifade edelim ki, insanlar saf duyguya ulaştıklarında elde edecekleri “zevk”in nasıl bir şey olduğunu bilselerdi, hayatları boyunca, bir saniyelik dahi olsa “saf duygu”ya ulaşmak için canhıraş bir çaba gösterirlerdi.
    İnsanın ruhi ve zihni dünyasında meydana gelen sayısız faaliyetin iki temel kategorisi olduğu malumdur. Duygu ve düşünce… Gerçekleşen faaliyetlerin tamamı bu tasnif içinde mütalaa edilebilir. Duygu ve düşüncelerin normal şartlarda birbirinden tamamen müstakil olarak meydana gelmedikleri ise sabittir. Mesele, duygu ve düşüncenin birbirinden tamamen bağımsızlaştırılmasının mümkün olup olmadığıdır. Saf duyguya ulaşabilmek aynı zamanda saf düşünceye de ulaşabilmektir.
    Duygu veya düşünceyi saf haliyle elde etmek için takip edilecek yolların neler olduğu sorusuna ilk bakışta verilecek cevap; ya “birbirinden tefrik etmek” veya “birini sıfırlayarak diğerine sahip olmak” şeklindedir.
    Duygu ve düşünceyi birbirinden tefrik etmek kabil değildir. Zuhur etmiş olan duyguya, düşünce herhangi bir safhasında nüfuz etmiştir. Nüfuz etmiş olan düşünceyi duygunun muhtevasında teşhis etmek bile fevkalade zordur. Teşhisi kabil olmayanın tefrik edilmesi imkânsızdır. Keza, düşünce faaliyeti cereyan ettiğinde ve düşünce meydana geldiğinde, duygu herhangi bir safhasında düşünceye nüfuz etmiş haldedir. Düşüncedeki duygu izlerini teşhis etmek kabildir ama birbirinden tefrik etmek fevkalade zordur.
    Meydana gelmiş düşünceden duyguyu, zuhur etmiş duygudan düşünceyi tefrik edemiyorsak yapmamız gereken duygu ve düşünceyi kendi kaynaklarına kadar takip etmek ve kaynaklarında zapt altına almaktır. Kaynağına kadar ulaşırsak belki saf hallerini müşahede etme imkânına kavuşabiliriz.

    Aşkın dünyevi boyutu olarak tensellik ve cinsellik

    Dışlayıcı, aşktan uzaklaştırıcı hatta belki biraz da aşağılayıcı(!)bir tavır takınarak yapmış olduğuz izlenimine kapıldığım bu tanımınızın özünde gerçekte maddeci batının cinselliğe indirgenmiş “aşk” a olan itirazın yattığını düşünüyorum.Yanılıyor muyum?

    Eğer yanılıyorsam Sn.Haki Demir’in bu başlıktaki yazısında “Saf duyguya her insanın yaklaşabileceği hadise”olarak ele aldığı kısmı nasıl yorumlardınız?

    Bu soruyu sanatta aşk’ın cinsellik üzerinden yada salt cinselliğe indirgenerek ele alınışı açısından yapmış olduğunuz itiraz nedeniyle sormuyorum, size göre feragat edilen mutluluğun tamamını mı yoksa sadece bir kısmını mı teşkil ediyor anlamak için soruyorum.

    Aşk’ın dünyevi kısmının “mutluluğun” tamamını teşkil ettiğini söylemeye çalışmıyorsanız eğer ehl-i din olabilenlerin yemin etmiş rahip ve rahibeler oldukları gibi yanlış bir fikre kapılmam da mümkün olmaz.

    Nefsi kontrol ederek lekesiz camdan yolu ve maşuku görmekle, surete takılı kalmış nefse itiraz etmek arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyorum.İşte özetle tüm itirazım bundan.

    Bu yorumu sonuna kadar okuma sabrı gösterebilenlere de aşk olsun 🙂

  10. Yazan:eg Tarih: Eki 15, 2009 | Reply

    “Aşkın dünyevi boyutu olarak tensellik ve cinsellik

    Dışlayıcı, aşktan uzaklaştırıcı hatta belki biraz da aşağılayıcı(!)bir tavır takınarak yapmış olduğuz izlenimine kapıldığım bu tanımınızın özünde gerçekte maddeci batının cinselliğe indirgenmiş “aşk” a olan itirazın yattığını düşünüyorum.Yanılıyor muyum?”

    hayır yanılmıyorsunuz.

    “Eğer yanılıyorsam Sn.Haki Demir’in bu başlıktaki yazısında “Saf duyguya her insanın yaklaşabileceği hadise”olarak ele aldığı kısmı nasıl yorumlardınız?”

    doğrusu o konuda sadece şunu söyleyebilirim: haki bey saf duygu ve saf düşünce diye iki kategori koymuş. bense mutlak aşkın her ikisinin de ötesinde – yani her ikisini de yok eden – bir şey olduğunu düşünüyorum. dolayısıyla saf duygu ile ilgili söyledikleri doğru olabilir ama benim kast ettiğim saflık o saflık değil…

    “Bu soruyu sanatta aşk’ın cinsellik üzerinden yada salt cinselliğe indirgenerek ele alınışı açısından yapmış olduğunuz itiraz nedeniyle sormuyorum, size göre feragat edilen mutluluğun tamamını mı yoksa sadece bir kısmını mı teşkil ediyor anlamak için soruyorum.”

    ben aslında şunu demek istiyorum: aşk ile mutluluk hiçbir şartta beraber olmuyor. birisi diğerini dışlıyor. bazı durumlarda sanki aynıymış gibi görülse de aslında o “duygunun” bir maya, bir ilüzyon olduğunu ve insanın aşktan ne derece uzaklaşıyor olduğunu sakladığını düşüünyorum. aşka en çok hüzün yakışır bence mutluluk değil…

    “Aşk’ın dünyevi kısmının “mutluluğun” tamamını teşkil ettiğini söylemeye çalışmıyorsanız eğer ehl-i din olabilenlerin yemin etmiş rahip ve rahibeler oldukları gibi yanlış bir fikre kapılmam da mümkün olmaz.”

    yo ehl-i dinden kastım hiç de kurumsallaşmış bir dinin mensupları ya da dinle ilgili görev yapanlar değildi. hatta “görüntüde” dindarlar bile değildi kastettiklerim. insanın hakikatine bilinçli – ya da bilinçsiz ama daha çok bilinçsiz daha yakın olanları kastetmiştim. yani ehl-i din bir ateist bile olabilir. ki böyle bir arkadaşım vardır benim. kendisine mümin ateist ya da mistik ateist derim ben. kendisini ateist zannediyor ama mümin olmanın bütün gerekleri fıtraten mevcut adamda mesela:))

    “Nefsi kontrol ederek lekesiz camdan yolu ve maşuku görmekle, surete takılı kalmış nefse itiraz etmek arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyorum.İşte özetle tüm itirazım bundan.”

    haklısızın ama insan kendinde olmayanı dışa vuramaz ki…ben de kendime olanı anlatıyorum zaten:)) doğru ya da eğri ama kendim…

    “Bu yorumu sonuna kadar okuma sabrı gösterebilenlere de aşk olsun :-)”

    asıl bu kadar güzel br yorum yazdığınız için ben teşekkür etmeliyim size…

  11. Yazan:çuvaldız Tarih: Eki 15, 2009 | Reply

    Enver bey,

    doğrusu o konuda sadece şunu söyleyebilirim: haki bey saf duygu ve saf düşünce diye iki kategori koymuş. bense mutlak aşkın her ikisinin de ötesinde – yani her ikisini de yok eden – bir şey olduğunu düşünüyorum. dolayısıyla saf duygu ile ilgili söyledikleri doğru olabilir ama benim kast ettiğim saflık o saflık değil…

    “Yaklaşabilmek” için “saf duygu”nun kendisi değil!

    ben aslında şunu demek istiyorum: aşk ile mutluluk hiçbir şartta beraber olmuyor. birisi diğerini dışlıyor. bazı durumlarda sanki aynıymış gibi görülse de aslında o “duygunun” bir maya, bir ilüzyon olduğunu ve insanın aşktan ne derece uzaklaşıyor olduğunu sakladığını düşüünyorum. aşka en çok hüzün yakışır bence mutluluk değil…

    Aşkla, İnsanın ölüm dahil korku ve endişelerinden kurtulması halinde hissedeceği huzur duygusu “mutluluk”tan uzak mıdır?”Daha”, “bitimsiz” ve “tamam” olması için vuslat anını beklerken hissedilen sabırsızlıkta da mutlulukla hüzün yakışsa da yakışmasa da kol kola değiller midir? Siz de Haki bey gibi illa da mutluluk ve hüznü iki ayrı kategoriye koyup birinden birini seçiyorsunuz.(yakışan bu diye bir ısrarım yok.Buradan aklım yettiğince gördüklerimi yazmaya çalışıyorum)

    yo ehl-i dinden kastım hiç de kurumsallaşmış bir dinin mensupları ya da dinle ilgili görev yapanlar değildi. hatta “görüntüde” dindarlar bile değildi kastettiklerim. insanın hakikatine bilinçli – ya da bilinçsiz ama daha çok bilinçsiz daha yakın olanları kastetmiştim. yani ehl-i din bir ateist bile olabilir. ki böyle bir arkadaşım vardır benim. kendisine mümin ateist ya da mistik ateist derim ben. kendisini ateist zannediyor ama mümin olmanın bütün gerekleri fıtraten mevcut adamda mesela:))

    Dar Kapı’da manastıra kapanan Alissia,bu filmde müezzin Musa ve Rahibe adayı Clara söz konusu olunca bu açıklamanıza ihtiyaç duymuştum.Ehl-i din itirazlarıyla dil hapishanesinden dem vurup kendini oraya hapsederek ateist olduklarını iddia edenler vardır elbette.

    haklısızın ama insan kendinde olmayanı dışa vuramaz ki…ben de kendime olanı anlatıyorum zaten:)) doğru ya da eğri ama kendim…

    İtirazım doğru yada eğri olarak tanımladığım “size” değil ki.Buna hakkım da yok zaten.

    asıl bu kadar güzel br yorum yazdığınız için ben teşekkür etmeliyim size…

    Etmeyin lütfen.Ben, bende olanı dışa vurmadım “güzellikleri dışarı vurabilenlerden” alıntı yaptım sadece 🙂

    Not:

    aşk ile mutluluk hiçbir şartta beraber olmuyor. birisi diğerini dışlıyor.

    Aşk’ın mutluk denilen duyguyu kararınca içeriyor olmasından dolayı mutluluk aşkın perdesi altında kaldığından dışlanıyormuş gibi yorumlanıyor olabilir mi acaba?Hayret gibi mutluluk da aşkın muhteviyasında yer alıyor olabilir! Acı ve hüzün gibi…Surete takılıp kalmaların sebebi de bunlardan birinin anarşistçe başkaldırıp aşkla aşık atmaya kalkışmasındandır belki de!

  12. Yazan:eg Tarih: Eki 15, 2009 | Reply

    “Aşk’ın mutluk denilen duyguyu kararınca içeriyor olmasından dolayı mutluluk aşkın perdesi altında kaldığından dışlanıyormuş gibi yorumlanıyor olabilir mi acaba?Hayret gibi mutluluk da aşkın muhteviyasında yer alıyor olabilir! Acı ve hüzün gibi…Surete takılıp kalmaların sebebi de bunlardan birinin anarşistçe başkaldırıp aşkla aşık atmaya kalkışmasındandır belki de!”

    belki de…ama sonsuzluğu isteyen, sonsuzluğıu talep eden şey kesinlikle mutluluktan farklı bir duyguyla geliyor diye düşünüyorum. mutluluk ise faustça birşey. daha çok mefistoya evet demek gibi birşey. karşılığında insan ruhunu satmış olabiliyor farkında olmadan. ama hüzün mutlulukla kolkola olabilir mi? zaman zaman hüznümden çok mutlu olduğum olur:)))

  13. Yazan:ÖZLEM.T. Tarih: Eki 15, 2009 | Reply

    ”Uzak İhtimal” gerçekten çok sade bir film olmuş..Ama bu sadeliğin çekiciliğini beğendim ben de..ne yalan söyleyeyim Türk sinemasında defalarca yapıldığı gibi eğer ”aptal müezzin”karakteri olsaydı bir daha T.Tufan okumamda,takip etmem de diyerek girdim salona çok şükür sukut-u hayale uğramadım.. Musa karakterini çok beğendim.Nadir Sarıbacak’ın oyunculuğu aldığı ödülleri nasıl hakettiğini gösterdi bize..Film bu kadar sadeliğin içinde çok güzel detaylarla süslenmişti..Yanlış tespih,koliden çıkan beyaz elbise,Musa’nın aşk heyecanı,Musa’nın ilk sabah namazı sonrası simit yediği sahne ve tabi Clara’nın fotoğrafları..Salondan çıktığımızda ”yapma be Musa,söyleseydin daha mı iyi olurdu?” diye düşünmeden edemedik..Kısacası film bana yetmedi..Ve tabi böyle filmlerin devamı dileğiyle..Teşekkürler Enver bey..Fırsatı olanlar ayırsın 90 dakika ve görsün bu filmi..

  14. Yazan:kavram Tarih: Eki 17, 2009 | Reply

    Aşk: Allah’ın vahyinde kullanmadığı Kuranı yaşayan peygamberimizin de uygun görmediği bir kelime olup bedenin nefsin ruhun körü körüne bağlayıp aklı devre dışı bırakarak aslında bakıp görmesini engelleyen arzu,duygu. Görüyorum dediği Arkasında birlik var dediğinin arkasında tasavvuf çıkar.

    Allah diyor itaat, dost, sevgi , iman insanlar diyor tasavvuf, aşk başka kavramlar.

    Tahrim 12- İmran’ın kızı Meryem’i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.

    Bakara 104 Reina demeyin Unzurna deyin Allah’ın kelimelerini bozmayın diyor,

    Bakara 170: Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler…

    Allah’ın en çok lanet ettiği bir şeydir Allah’ın sözlerini bozmak, “kim lanet edilmek ister” . Atalar dini ölçüsüz eskiyi ve yeniyi sevmektir. Ölçüde bellidir.

    İnsanlar mevlana, şems, aşk diyor ve akıllarını bir kenara bırakmış peşinden gidiyor.
    Mevlana şems gibi bir hocadan ne öğrenir sapıklık, mevlana size ne verir sapıklık, siz başkalarına ne verirsiniz.
    İllaki Mevlanın şemsin sapıklıklarınımı yazalım,
    mikail bayram hocanın hace nasreddin (ahi evran) ile mevlanın mücadelesi kitabınımı aktaralım veya mesnevideki sapıklıklarımı aktaralım.

    “Aşk” nikahlana bilen şeylere olur.

    Ahmet Kalkan Hocaya soru cevap:

    – “Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz” diyorsunuz. Buna karşın Müslümanların sanatsal verimleri üzerine yapılan çalışmalara dikkat edildiğinde Klasik dönemdeki mimari eserlerin öncelikli olduğu görülüyor. Bu eğilim bu gün de sürmekte. Sanatın diğer ve daha modern şubelerinde gereken çabanın sarf edilmeyişinin nedenleri sizce neler olabilir?

    Tarihsel süreç içinde, Müslümanların, dinlerini estetik ölçülerde tebliğ etme gibi güzel bir sanatı ihmal ettiklerinin göstergesidir edebiyatta muhteşem eserler üretememeleri. Mimariyi öne çıkarmaları, belirli oranda gösterişe, övünme ve imaja önem verdiklerinin de tezâhürüdür diye düşünüyorum. Dâvet ve tebliğ büyük çapta ihmal edilmiş, özellikle bu konuda sanat umursanmamıştır; bunu müslümanca edebiyat geliştiremediklerinden, “aşk” konusunda dönüp durduklarından yola çıkarak da kanıtlayabiliriz. Bu eğilimin bugün de sürmesi, aynı câhilî özentinin devamıyla ilgilidir. Günümüz açısından aksini beklemek ütopik bir yaklaşım olurdu elbet. Sanatın diğer ve daha modern şubelerinde gereken çabanın sarf edilmeyişinin birçok sebebi var tabii. Önce kendi mirasına sahip çıkamayan sanatkârın diğer uygarlıklardan gelen sanatı ne kadar içselleştirebileceği sorgulanmalı. Sanatçının, kendini motive edecek, heyecanlandıracak bir inancı, ideal ve hedefi olmazsa, ondan ciddi bir çaba beklemek de doğru olmaz. Batılı sanatçıların hiç olmazsa bir kısmında belli bir ideal ve inançtan bahsetmek mümkün olduğu halde, bu topraklarda sanatla uğraşanların kahir çoğunluğu için bunu söyleyemiyoruz. İnançsız, kimliksiz, köküne düşman, taklitçi bir zihniyetin hiçbir alanda başarılı olması mümkün değildir; hatta başarı için, orijinal eser üretmek için çaba göstermesi de.

    “Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır/almalıdır.” Çünkü sanat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir ki bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir), çağırmak değil; kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Eki 26, 2009: Son 30 günde en çok okunan : Derin Düşünce
  3. Kas 6, 2009: Son 30 günde en çok okunanlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin