RSS Feed for This Post

Biraz “Kandırılmak” Hepimize İyi Gelecek, Merci Beaucoup TARAF…

Oldum olası bahar mevsimini severim ben. Çocukluğumdan beri bütün sene ilkbaharı özler, kısacık geçen bir iki aydan sonra mahzun olurum.  Bahar benim için bütün yapmak istediğim arzuları gerçekleştirmenin,  vazgeçmek istediğim alışkanlıkları terk etmenin mevsimidir. 
 
  Saçma da olsa bazı insanlar hayatına ilişkin yeni kararları hep yılbaşında alır ya, öyle bir şey işte. Ben de yeni meraklarıma, birkaç ay sonra bıkacağım kurslarıma, kilo verme ile ilgili bilumum eziyetlerime, uzun yıllar önce benim için nefret edilmiş eski bir dosta dönüşmüş sigarayı bırakma mücadeleme, o seneye ilişkin yerine getirip getiremeyeceğim meçhul türlü çeşit hesaplarıma hep baharda girişirim.
 
            Buna rağmen bazı baharlar ölüdür. Hayatın da kendine göre bir hesabı, kitabı vardır. Ve benim için çoğu zaman hayat hesapta olmayan sürprizlerle doludur. Ölü geçen baharlarda her ne sebepten ötürü olursa olsun kendime ilişkin bir şeyler yapamadıysam kara kedi görmüş batıl itikat sahibi gibi o yılın hüzün yılı olacağı korkusuna kapılırım. Üstelik her geçen yıl bu bahara ilişkin yeni bir başlangıç yapıp yapamamak takıntısı daha da patolojik bir hal almaya başladı.
 
            Eğer yıllar geçtikçe artan bu bir şeyleri yapamamak, yetiştirememek, kavuşamamak  duygusu benim hayata ilişkin mutluluk algımla ilgili ise kötü; bir iman zaafiyeti sayarım. Eğer yaşlanma korkum ile ilgili ise o da kötü ama son derece insani.  Belli bir yaşı geçip de bir iki satır yazı okumak, gündelik sıradan faaliyetlerini yürütmek için başkalarına muhtaç olma korkusuna kapılmayan insan var mıdır acaba?
 
            Ama sebep yapamadıklarımdan, erişemediklerimden ötürü bir türlü mutlu olamamaksa yıllardır modernizmin kirlettiği insan modelini boşu boşuna dışarıda aramışım demektir. Öncelikle kendime ayna tutmayı hiç akıl edememişim.  Ne kadar sürü içerisinde sistemleşmeyi ret ettiğimizi söylesek de belli bir zamanın, belli bir mekanın çocuklarıyız. Son birkaç yüzyıldır tanrıyı öldürdüğünü ilan eden, ‘gözlerini gökyüzünden yeryüzüne çevir, gerçeklerle yüzleş artık, ötesi varsa bile senin bilmene imkan yok, bir tanrının eseri isek bile bunu bu dünyada öğrenme şansımız yok’ diyen ya da lisanı hal ile ‘hadi gel uzlaşalım tamam bir tanrı var da sana bir sözü yok’ diyen sesin melodisi ile dolu kulaklarımız. Evde, yolda, okulda, çarşıda, komşuda biricik derdimiz mutlu olup olamamak üzerine. Özgürlük, mutluluk ve eşitlik bu çağa ait Lat, Menat ve Uzza olmuş adeta.
 
            Bizi çağıran ses uzun zamandır geçmişin peygamberler ve kahramanlar çıkaran toplumundan farklı seslerle konuşuyor. “Gerçeğin” soğuk kavramları aldığından beri hakikat kelimesinin yerini ahlak, iyi ve kötüye dair uzun sohbetler, adalet ve hikmet soruları değil zihinlerimizi kemiren. Şu kısacık ömürde ne kadar mutlu olduk sorusu. Eğer gerçekten emin olabileceğimiz tek şey gözümüzün gördüğü, duyularımızın hissettiği, içinde yaşlanmakta olduğumuz hayat ise bitiş çizgisine kadar tüm koşumuz mutluluk amaçlı olmalı. “Akıl” bunu gerektiriyor.
 
            Kimdir mutlu insan: Tabi ki Ahmet Altan’ın tüm gençler için arzuladığı ışıklı odasında kendisine ait bir televizyonu ve bilgisayarı olan, güvenlikli, özgür ve müreffeh adam. Geriye kalan ihtiyacımız mutlak adaleti sağlayacak varlığı meçhul bir cehennem düşüncesi değil mutluluğu garanti altına alacak eğitim ve yasadır o zaman. Doğru yasaların, doğru bir şekilde uygulandığı, doğru eğitilmiş toplumlar mutluluğu teminat altında toplumlardır. İnsan insanın kurdu ise bu kurdu dizginleyecek olan soyut bir ahiret düşüncesi değil “doğru” yasaların somut yaptırımlarıdır.
 
            Öte yandan tüm felsefesini ya da felsefesizliğini mutluluk ideali üzerine kuran bir dünyada mutluluğu yegane hedef haline getiren insanlığın gücü elinde bulunduranlarının, önü alınmaz bir hızla kurtlaşmaması mümkün mü? Ya kurtlaşanların özgürlüğü kuzuların sonu, kurtların mutluluğu sofrasına gelen avının etinin lezzetine ait hazlar olmuşsa tüm bu acımasızlığıyla gerçekler dünyasını nasıl kabullenebiliriz.
 
            Bize gerçek diye sunulanlar insanlığın bir kısmının hür, refah içerisinde ve dolayısı ile “mutlu” yaşadığı, kalan çok daha büyük bir güruhun  her yıl açlık, savaşlar, müreffeh azınlığın sofrasına sunulan altın madenlerinin, elmas madenlerinin, zenginlikleri ile kirlettikleri, savaşa boğdukları dünyanın mezeleri olmaksa, ihtişam dolu piramidlerin yapımında kullanılan Mısırlı köleler gibi siber çağın piramitlerinin taşları altında ezilmekse hiçbir zaman o sofranın müdavimi olamayacak ama belki bu sofranın mezesi olmaya da şimdilik uzak yığınların bu “gerçekle” yaşamasını hangi kudretli illüzyonist sağlayabilir?
 
            Gerçek, California’daki adam için  geçici ama tadı hoş, içtikçe tatminsiz  bir susuzluk hissi veren kokteyl gibi. Sürekli fazlasını, farklı lezzetleri arzulatan ama elinden kaçırma ihtimali çıldırtıcı bir meyvenin zehirli özsuyu. Diğer taraftan aynı gerçek denilen lokma Afrika’da, Afganistan’da, Irak’ta,  Filistin’de, Diyarbakır bokhanelerinde, belki evimin sokak arasında, bodrum katındaki adam için ise demir bir leblebi. Yut yutabilirsen.
 
            11 Eylül ile hız kazanan cehennem günleri batılı insan için o çıldırtıcı “mutluluk meyvesini” kaybetme korkusunu ifade ediyordu. Bir gün binlerle ifade edilen insan ister silah lobilerinin tezgahı deyin ister çok ciddi bir El-Kaide örgütü, bir takım insanlar tarafından tehlikeli gördükleri diyarlardan çok uzak bir yerde, medeniyetlerinin korunaklı abideleri içerisinde vuruldular. Aynı hayat tarzını sürdüren milyonlarca Amerikalının, Avrupalının canlı yayında  izlediği üzere ortalama bir hayat seviyesinin üzerinde, evi, barkı, arabası, sigortası olan, eğitimli, özgür ve dolayısı ile “mutlu” insanlardı söz konusu olan. 11 Eylül gösterdi ki herkes bir gün elindeki bu mutluluk meyvesini kaybedebilir, tek sahibi olduğu  hayatı üstelik de ideale yakın oldum dediği bir anda yitirebilir.
 
            Mutluluğu yitirme korkusu ile cinnetin eşiğinde bekleyen yığınlara şu söylenmekteydi artık: ‘Tehdit altındasınız her an bir 11 eylül bir yerlerde tezgahlanıyor olabilir. Mantık bu tezgahı daha eyleme koymadan yok etmeyi, ikiz kuleleri vuracak uçakları daha imal edilmeden imha etmeyi gerektirir. Suç oluşmakta olduğu topraklarda Afganistan’da, Irak’da yok edilmeli. Ve sanal bile olsa cezası gerçek olmalı!’  Her ne kadar bu düşünce kendi kabus karakterini kendisi üreten bir süreç olmaya mahkum da olsa gözüken o ki batı toplumu buna ikna oldu. Olmayanlar ise bizler gibi engel olacak bir güce sahip değildi.  Böylece yaşadığımız ilk şokun ve gösterdiğimiz güçlü/cılız tepkilerin ardından yarı bilinçli ahlaksız bir oyuna giriştik. Gerçeği manipüle oyunu.
 
            İnsan denilen karmaşık canlı uzlaşmadığı halde baş edemediği gerçeklerle akıl sağlığını yitirmeden yaşamak istiyorsa ya kendini de feda etme pahasına savaşmalı ya da gerçek denilen manzarayı unutmalı, çizgilerini, renklerini yumuşatmalı.  Gerçeklerle çarpışacak kadar gücü olmayan insanlar için değiştirilebilen, dönüştürülebilen bir gerçek olmalı.  
 
            Böylece televizyonuyla, eğlence kültürü ile, mutluluk saplantımıza arz yetiştirmeye, bir taraftan da hazları kara dönüştürmeye uğraşan devasa çarkların arasında bir de dışımızdaki dünyada neler oluyor merakında olan yığınlar için haber bombardımanına yol açacak ikinci bir tezgah ihtiyacı doğdu. Pentagonun cinayetlerinin kitleler nezdinde örtülmesi için gerekli olan masa başında üretilmiş üç gün sonra foyası ortaya çıkacak yalanlar değil, lüzumundan fazla ve yığınla servis edilmiş “gerçek”lerdi. Bilmeyen insan değil, bilgiye boğulmuş bilmediğini bilmeyen insan gerçeği öğrenme arzusunu daha kolay kaybedebilir. Doğru bilgiye yeterince ulaşamayan ancak haddinden fazla bilgiye boğulmuş yığınların zihnini kontrol altında tutmak egemenler için çok daha kolay olsa gerek.
 
             Hepimiz haber bombardımanı altında afallamış, sanal gerçeğin yarı gönüllü köleleriyiz. Televizyonlar, gazeteler, internet alemi öyle çok bilgi veriyor ki artık bizim gibi yığınlar için söz konusu olan geçen hafta Amerika’nın bombardımanında ölen 150 sivilin haberini alamamak değil, aldığımız bu haberin yanında bu haber ile beraber katliam haberinin belki birkaç katı boyutunda bilmem hangi Amerikan enstitüsünün  İslam fanatizmi ile ilgili araştırma sonuçlarını, Sarkozy’nin karısının kendi şoförünü nasıl alkolizmden kurtardığı ile ilgili detayları, Amerika’daki son kasırgada evi tehdit altına giren Hollywood yıldızlarının haberini okumak. Gazze’den Mısır’a açılan tünellerde havasızlıktan ölen dört Filistinli’nin haberinin Obama’nın kızına alacağı köpeğin haberi ile beraber servis edilmesi. Üçüncü sayfa haberleri, kene endişeleri, o senenin trend olan pandemi korkuları, hangi sene gezegene çarpacak hangi haddini bilmez yıldızın bilim dünyasındaki tartışmaları. Haz ise haz, korku ise korku, bilgi ise al sana istemediğin kadar.
 
            Mutluluk ve mutsuzluk arasında salınan, kıvranan insanlığın gözünün önünde yok olan halkları görmemek, feryat etmemek için artık çok sebebi var. Öyle bir sanal gerçeklik evreni kurduk ki bazı resimleri biraz öne çıkarmak, bazı manzaraları soldurmak, biraz da üzerine  sprey boya püskürtmek yetti de arttı bile.
 
            Bu bir çeşit gönüllü aldatmaca. Şiddetin ve trajedinin de sınırları olmalı hayatımızda diyen yığınların, ‘bana ne kardeşim Sarkozy’nin karısının şöförünün kusmuklu alkol macerasından, Svat vadisinde neler oluyor doğru dürüst anlat’ diyemediği gönüllü bir kandırılmışlık hali. Sanal gerçekliğin zihnimizi esir aldığı karmaşa evrenine hoşgeldiniz.
 
            Biraz kandırılmak hepimize iyi gelecek!

…Bu makale ilginizi çekti ise…

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Öğretmenlik, savcılık, soytarılık, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 28 Yorum

  2. Yazan:Buyukcan83 Tarih: May 17, 2009 | Reply

    Kimbilir…???Beliki millet doğruyu/yanlışı çok iyi ayırt ediyordur da, kendi doğrusunu uygulamanın zorluğundan sizin dediğiniz duruma düşüyordur…Yani merak etmeyin herkes kandırıldığının farkında(ben bile/biraz şizofrenimde)

    Ama ne yapsın adam…???Çözemeyince o da kolayına kaçıyor.Çok zeki gibi gözükerek çok bilmiş olmak yerine,saf eşşek ayağına yatıyor…

    İyi pazarlar…

  3. Yazan:eg Tarih: May 17, 2009 | Reply

    müthiş bir yazı. inanılmaz yoğun. üstelik bu yoğunluğunu büyük oranda edebi düzeyinden alıyor. sadece bir alıntı:

    “Öte yandan tüm felsefesini ya da felsefesizliğini mutluluk ideali üzerine kuran bir dünyada mutluluğu yegane hedef haline getiren insanlığın gücü elinde bulunduranlarının, önü alınmaz bir hızla kurtlaşmaması mümkün mü? Ya kurtlaşanların özgürlüğü kuzuların sonu, kurtların mutluluğu sofrasına gelen avının etinin lezzetine ait hazlar olmuşsa tüm bu acımasızlığıyla gerçekler dünyasını nasıl kabullenebiliriz.”

    liberalizm üzerine birkaç yazı yazmıştım. aslında anlatmak istediğim bu kadarcık birşeydi; ama 20-30 sayfa yazmak zorunda kaldım:)) üstelik bu alıntıladığım kısım kadar net anlatamamıştım derdimi. diyorum ya özlem hanım’ın yazma stili bu ülkede çok az insanda bulunan (leyla ipekçi ve sadık yalsızuçanlar harici neredeyse bu kadar edebi yazan ve bu yazılarını düşünce dünyası için de anlamlı kılan hiçkimse yok. özlem hanım’ın yazıları leyla ipekçi’nin yazdıkları gibi bence)bir stil. düşünceyi edebi bir dille aktarabilmek yeteneği. bir anlamda niçe, heidegger, baudrillard gibi büyük düşünürlerin izinde bir stil bu.

    baudrillard’ın teorileştirdiği simulakr ve simulasyonlardan da yine büyük bir edebi içtenlikle bahsetmiş özlem hanım. doğrusu müthiş bir yazı olmuş. kıskandım…

  4. Yazan:Onur Cobanoglu Tarih: May 17, 2009 | Reply

    Kimdir mutlu insan: Tabi ki Ahmet Altan’ın tüm gençler için arzuladığı ışıklı odasında kendisine ait bir televizyonu ve bilgisayarı olan, güvenlikli, özgür ve müreffeh adam.

    Bence problemin ozu modern insanin mutluluk pesinde kosmasi degil, mutlulugu boyle tanimlamasidir. Nihat Genc’in dedigi gibi, “mutlulugu hicbir derdin tasanin olmamasi zanneden psikopat bir anlayis” bu sorunun kokeni.

  5. Yazan:özlem Tarih: May 17, 2009 | Reply

    Ya yazinin virgulden sonra başlığa eklenmiş kısmının manasını ben anlayamadım.

    Tabi ben Taraf’ı iç politikada çok beğenmeme rağmen dış politikadaki tutumunu eleştiriyorum. Kimi zaman fazlası ile magazinselleşmesi ve bazı konulardaki’soğukkanlılığı’ beni hayalkırıklığına uğratıyor. Eleştirdiğimi de saklamadım hatta geçen haftaki kimi haberlerin verdiği ilham ile yazdım bu yazıyı. Ama bu yazı sadece Taraf gazetesinin tavrına yönelik bir yazı değil genel olarak Küreselleşme adı altında bize dayatılan dünyanın acılarının flulaştırılmasında yapılmış bir eleştiridir. Hatta tek tek gazetelerin tavırlarına baksak bu konuda Taraf çoğundan hakkaniyetli kalır.
    Yine de kesip attığım tırnak kadar benim için önemi olmayan basını değil yaklaşık iki yıldır aksatmadan okuduğum gazeteyi isim vermeden biraz eleştirmek DE istedim. Ama sağolsun Mehmet Bey niyetimi fena halde ifşa etti.:) Belirtmek isterim.

  6. Yazan:özlem Tarih: May 17, 2009 | Reply

    Enver Bey’de sagolsun esin kaynaklarimi ifsa etti:) Tesekkur ederim Enver Bey bu tesviklerinize alistim artik haberiniz olsun:)

  7. Yazan:MY Tarih: May 17, 2009 | Reply

    TARAF gazetesi Sarkozy’nin maceralarini 150 Afganin öldürülmesine yeg tutunca Türkçe baslik elbette onlara az gelir diye düsündüm.

    yazik ki bazen biraz Fransiz kaliyorlar bizim meselelerimize…

    Fransizca basligi okuyunca anlarlar

  8. Yazan:cemile bayraktar Tarih: May 17, 2009 | Reply

    Sevgili Özlem,
    hani bana demiştin ya bir süre ara vermeyi düşünüyorum diye böyle bir haksızlığı ne kendine ne de başkalarına yapmaya hakkın olmadığını düşünüyorum 🙂

    İnsan kandırılmaya önce kendiyle başlamıyor mu?Kendi kendini kandırarak.İstanbul’a son geldiğimde,sanırım 2009 ocak falandı,liberal demokrat bir arkadaşımla Taksim’den tünele yürürken Dev-Sol’un 6 kişiden oluşan Filistin eylemi yaptığı yerin önünden geçiyoruz,eylemde 6 kişi var,bana 3’ü sivil polistir demişti:)Güldük derken Mahir Kaynak kıssasını anlatmaya başladı.Derken konu ülkenin ‘demokrat’ takımından sayılan birilerine geldi,ben cümleye girdim.’Biliyor musun,bazen acaba mı,diyorum?’.Devamını getirmedim tabii.İşte ben orda bir kez daha ‘kandırılıyor’ olmaktan korktum ve kendimi kandırmayı tercih ettim.Sustum.Haklısın ‘kandırılmak’ bize iyi geliyor.Bilmem belki de ‘rahatsız’ olmaktansa,rahat ve kandırılmış olmayı tercih ediyoruz.Zira bu daha konforlu,ahiret ve dünya arasına sıkışmış müslüman bireyler olarak,modernizme teslim olmadan ayakta kalabilmek ve ayakta tutabilmek ne denli zor,insanı içten zehirleyen daha etkili başka bir zehir tasavvur edemiyorum.Sanırım farkında olmanın,farklılık olmadığı bir çizgiden kaymadan,ötekileştirmeden ve yitirmeden kimin Nirvana’ya,kimin mutmain olmaya hevesli olduğunu çok net bir şekilde ayırmamız gerekiyor.Belki de anlamamız.Bu hiçbir şeyi çözmese dahi en azından bize ‘kandırıldığımızın’ farkında olmamız adına ip uçları veriyor.Bir cesarettir istiyorum,bir cesarettir dökülüyorum o ince ortaklığı yitirmeden,komplo teorilerine yenilmeden,’bastırılmış islamcılık’ handikapına düşmeden ve adımızın üç cümlede anılmasından kaynaklanan şımarıklığa kapılmadan, bir cesarettir istiyorum.

    ‘Mutluluk’;modernitenin gizemli bakiresi,post-modernitenin adı dilden dile dolaşan meşrep dulu.Bir gecelik aşklar için birebir.Kalıcı olan ise ‘huzur’.Farklılığın yemini yutmadan farkındalığa talipleniyor olmalı insan.Mutluluk ve huzur farklılık gibi dursa da,iddia ediyorum,’farkındalık’.Taliplisi oldurana kadar devam.Bu iddia için ‘yazını’ tetikleyici buluyorum,iyinin de üzerinde,tebrik ederim.

    Belki hata burada,aslında hata kelimesi yanlış oldu ama başka kelime bulamadım.Mehmet Yılmaz’ı anlıyorum.Ama başkalarının anlamayacağını düşünüyorum.Zira modern insanın kendine yeten ‘ışıklı odaları’ var ve gerçekten onlara yetiyor.Bizim farklılığımız işte buradan başlıyor bize moderniteyle savaş halinde olduğumuz her an için o ‘ışıklı odalar’ yeterli gelmiyor,yeterli gelmediği gibi gereksiz ışıktan da rahatsısız.Biz daha loş olabilmeyi diliyor ama hep o ‘ışıklı odalara’ hapsedilmeye mahkum oluyoruz.

    ‘Mutluluk’ out,’Huzur’ in…Farkındalıklar dünyasına hoş geldiniz.

  9. Yazan:Jakoben Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Bu yazının Taraf gazetesi ve Ahmet Altan ile ilgili bir eleştiri yazısı olması gerekiyor anladığım kadarıyla.

    Eleştirinin temelininin yöneltildiği yazı da, “Işıklı bir Oda” başlıklı şu yazı:

    http://www.taraf.com.tr/makale/5478.htm

    Yukarıdaki yazıyı kaleme alan arkadaşa ve yorumcu arkadaşlara sormak istiyorum:

    Siz Ahmet Altan’ın bu yazısını okudunuz mu?

    Dün bu sitede ilk defa bir tartışmaya katılıp (CHP’nin İslam Vizyonu), dört paragraflık bir yorum yazmıştım. Tartışmanın seyrinden yazılanların okunmayıp eleştirilerin ezberden yapıldığı izlenimi edindiğim için devam ettirmeyi uygun bulmadım, şimdi de bu yazıyı görünce acaba dedim sitedeki arkadaşların genel tavrı mı böyledir…

  10. Yazan:özlem Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Bu arada Enver bey sizin leyla İpekçi’ye olan hayranlığınız üzerine bir şeyler söylemek isterim.
    Bazı yazarlar, bazı yazılar böyledir. sizin aklınıza ve kalbinize öyle bir değer ki aradan yıllar geçse de okuduğunuz nice yazı nice yazar arasında onların hep ayrı müstesna bir yeri vardır. mesela ben Seyyid kutup’un Fizilal’il Kur’an a önsöz olarak yazdığı yazıyı 20 yıldır ağlamadan bir kere bile okuyabildiğimi hatırlamıyorum.
    Yine Hrant’ın ölümünün ardından Etyen bey’in bir yazısı vardır ki ne zaman bu topraklara ait bir ümit beslemek ya da hala duygu diye bir şeyin olduğuna inanmak istesem açıp bu yazıyı okurum.
    http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=495850
    Dün bir hastanenin psikiyatri servisinde refakatçi idim. Bir kadın ile karşılaştım. Oğlu dağda vurulmuş. Kürd türk ne farkeder. Oğlu vurulan 40 000 anadan biri işte. O anlattıkça gözyaşlarımı tutamadım. Hala ince bir sızı kaldı içimde. Bugün Etyen beyin bu yazısını bir kere daha okudum.Ve sizlerle paylaşmak istedim.

    ÇİÇEK Etyen Mahçupyan
    Anadolu kültürünün nasıl bir toplum yapısına tekabül ettiği meselesi, bu topraklara milliyetçiliğin girmesiyle birlikte hayli popüler oldu. Ebru mu mozaik mi? tartışmasını hepimiz hatırlıyoruz…
    Ancak Anadolu’yu yaşamış ve iç dünyalarında yaşatmış olanlar bu toprakların ne ebruya ne de mozaiğe benzemediğini bilirler. Her şeyden önce buranın kültürü dışardan dizaynlanmış bir bütünlüğü ifade etmez. Anadolu kendiliğindenliğin dünyasıdır… Bireysel duruşların, cemaatlerin sınırlarını zorladığı, onları hibridleştirdiği, dolayısıyla her türlü karmaşık kültürel ve kimliksel bileşimin mümkün ve yaşatılabilir olduğu bir dünya. Dahası Anadolu ebru ya da mozaik misali cansız da olmadı hiç… Yaşayan, kendini yeniden üreten ve çeşitlendiren bir canlılığı taşıdı. Bu canlılığı sanatına, müziğine akıttı, onu başlı başına bir değer, bir ayrıcalık haline getirdi.

    Anadolu, ille de bir benzetme gerekiyorsa, bir kır çiçeği bahçesidir… İçinde her türlü adı bilinmeyen, hatta görüldüğünde yadırganan, kırılgan; ama rengârenk çiçeklerin olduğu bir yamaçtır. Rüzgâra, yağmura, kara, çamura dayanıklıdır bizim kır çiçeklerimiz… Ancak kolayca da kopartılıverirler. Koruyanı yoktur kadere ve insaniyete terk edilmiş, ahlaka ve namusa emanet edilmiş bu çiçeklerin. Ama kopartılsalar da köklerinden gene yeşerirler bir sonraki mevsimde; çünkü elde kalan sapların çok daha derinindedir asıl kökler ve muhteşem bir dirençle nadide, kırılgan çocuklarını bizlere sunmaya devam ederler.

    Her bereketli toprak parçası gibi Anadolu da sadece kır çiçeği yetiştirmez. Suyu tam bulamamış, kavrukluğunu hırçınlığa dönüştürmüş taşlık kesimler inatçı dikenlerle doludur. Sanki büyük bir hırsla alanlarını büyütmeye çalışan, kır çiçeklerinin arasına girip onları boğmaya çalışan dikenler… Anadolu tarihi ister belirli bir kimliğin içinden, ister kendi özgün bütünlüğü içinde ele alınsın, kır çiçekleriyle dikenlerin mücadelesi olmuştur her zaman. Dikenlerin temizlenmesi veya bir çeşni olarak korunması ne yazık ki bir türlü becerilememiştir. Bugün bile yamacın esas sahibinin kim olduğu sorusu kır çiçekleri ile dikenleri karşı karşıya getiriyor, çiçeklerin barınmasını mümkün kılmamak için her şey yapılıyor…

    Ancak Anadolu’nun ruhu içinize işleyip parçanız olmuşsa, dikenlere çok kızmak da mümkün olmuyor. Sonuçta onlar da canlı ve bu yamacın çocukları. Bu yamaçta canlı olmak hem kalıcı olmayı hem de değişebilip kaynaşmayı ima ediyor. Onun için dikenlere öfkelenmektense onlarla kır çiçeklerini birleştiren yeni türler hayal ediyorsunuz. Anadolu, umudumuzu her daim ayakta tutuyor…

    Ama etrafımıza yerleştirilmiş farklı bir tür de var… Hani otel lobilerine girdiğinizde gözünüze çarpan, şaşaalı; ancak sahte bitkiler vardır. Yaşamayan bitkiler… Esas zararlı olanlar bunlar. Çünkü bunlar yaşamadıkları için hayata da saygı duymuyor, kendileri sahte olduğu için bütün hayatların sahte olduğunu sanıyorlar. Kendi duyarsızlıkları o denli yoğun ve içselleşmiş ki, gerçek duygular karşısında aciz kalıp kendilerini tek bildikleri şeye, ötekini yok etme dürtüsüne teslim ediyorlar. Onlar için ‘var olma’nın anlamında ahlak, sahicilik gibi özellikler değil, günlük hayatın içi boş keyifleri var sadece. Ne yapsınlar? Onlar sahteliği kendi özü kılmış süs bitkileri… Yerlerinden alınıp götürüldüklerinde, modası geçtiği için çöp tenekesini boyladıklarında kimse onlar için ağlamayacak. Arkalarından kimse ‘hepimiz …’ diye pankart taşımayacak. Bizler hakiki duyguların, düşüncelerin, hakiki ilişkilerin ve dostlukların insanlarıyız. Bizler samimi ve sahici olanı kötü bile olsa anlamaya çalışır, onu kendi parçamız kılarız. Kır çiçeğinin hakikisi elimizdeyken, süs bitkisi kıvamındaki sahtesini ne yapalım?

  11. Yazan:eg Tarih: May 18, 2009 | Reply

    özlem hanım,
    çok okuyan birisiyim. türkiye’den okuduğum yazarların büyük çoğunluğunu başka yollardan (tvler, kişisel iletişim vesaire)da tanıma fırsatı buluyoruz. ancak bu derinlemesine tanıma fırsatları çoğunluk onları benim gözümde düşüren bir etki yapıyor. onca yıl sonucunda kala kala birkaç yazarın kalması ve o birkaç yazardan birisi olarak leyla ipekçi o yüzden benim için önemli bir insan. samimi herşeyden önce. yazılarını gönlüyle yazıyor.

  12. Yazan:kadir Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Taraf’ın peşine takılıp giden, gazetem diye sahiplenen, liberaller bize özgürlük verecek diyen başörtülü kardeşlerimin yavaş yavaş da olsa uyanacaklarını ümit etmekten hiç vazgeçmedim.
    Ahmet Altan’la yada Kütahyalı Ozan’la ortak neyimiz vardır sorusunun cevabını düşünmeye kapı aralayan bir yazı olmuş, ellerinize sağlık Özlem hanım.

  13. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Yazıyı bende çok beğendim.Modern toplumda insanların yaşama tutunma serüveni;hayalleri,beklentileri umut ve çelişkileri o kadar güzel resmedilmişti ki,kendimden bir şeyler buluvermiştim.Sanki yazmak isteyip de kalemimin yazmakta inat ettiği bir bir tutukluk anımda dilim çözülüvermiş,sanki benim kalemimden dökülüvermişti tüm sözcükler.

    Çünkü böyleydi içsel dünyamız.Her nereye koyarsak koyalım ve her nereden beslenirse beslensin,aslında peşinde koştuğumuz tek bir parça huzurdu belki.Adına hakikat arayışı da,erdemlilik de desek ve bazen aradığımızın gerçekte ne olduğunu bilmesek de eminim hepimizde bu duygudan bir parça vardır ve olmalıydı.Tek fark belki de ulaşmak istediğimize giden yolların ve bu umudu harekete geçiren algılarımızın farklı oluşuydu.
    Kimimize göre “aydınlık sıcak bir oda”,kimimize göre silahların olmadığı bir dünya…Belki odaklandığımız bir başarı,belki de yokluğunu hisettiğimiz ve sahip olamayı istediğimiz herhangi bir şey…Özgürlük,eşitlik,adalet!Yaşadığımız dünyadan farklı bir dünya…

    Peki ya bütün bunlar bir yanılgıysa?Kendimize göre masumiyetinden kuşku duymadığımız ve iyiye,doğruya ve güzel olana yorduğumuz her şey koca bir yanıgıysa?Ya sandığımız gibi değilse ve hesaba katmadığımız bir hırs ve tutkudan öte bir şey değilse…Nasıl ayırabiliriz ki hangi varoluş biçiminin diğerine göre insani ve erdemli olduğunu?Bunun bilançosunu belirleyecek bir kriter olabilir mi?Varsa nedir?Nedir misal”aydınlık bir oda”özlemini modernetinenin bir ilizyonu sayarak kestirip atmak.Çok mu gayri insani,değersiz bir talep!Başkalarının hayal ve beklentilerini küçümseme hakkını nereden buluyoruz?

    İşte böyle.Yazıyı okurken aklımdan geçenler ilk paragrafa benzer duygu ve düşüncelerdi.Belki bir kaç satır daha ekleyecektim.Ancak yorumları okuyunca büyük bir hayal kırıklığına uğradım.Üzüldüm.İnsanların dillerinden,dinlerinden,cinsiyetlerinden ötürürü ötekileştirildiğine sıkça tanıklık etmiştim ya,şimdi de insanlar umut ve beklentilerinden,yaşama tutunma biçiminden ötürü ötekileştiriliyordu.

    Hiç yakışmadı DD ye,kimsenin sınırlarını çizmek gibi bir yetki ve hakka sahip değiliz.

    Hele Ahmet Altan ve onun gibiler,sanal dünyanın mutluluk bezirganları olarak düşünülürken Nihat Genç’ten mutluluk üzerine veciz sözlerinden alıntı yapılması…O Nihat Genç ki,Avrasya tv.de ulusalcılığın ajitatörü olmuş,tüm enerjisini bu ülkenin karanlığa boğulmasına neden olmuş derin güçleri savunmaya adamıştır.Ve bu Nihat Genç bize mutluğun resmini çizer olmuş,insanların umutlarını piskopatlıkla suçlamıştır.17 bin beşyüz insanın faili meçhullerle,asit kuyularına atılarak,betonlara gömülerek yokedilmesine neden olan yarasalar piskopat değil de,sakin huzurlu bir dünya istiyenler piskopat ha!Kim piskopat?Bu pisliğin üstünü örtmek için boyun damarları dışarı fışkıran Nihat Genç mi piskopat yoksa çamur attıkları kimseler mi?Hani vicdanı konuşuyorduk,hani en derin kuytularına kadar insan ruhunu tahlil etmeye çalışıyorduk.
    Peki bu vicdan muhasebesini her seferindeTaraf‘ı,Ahmet Altan’ları topa tutarak mı yapacağız?Nedir bu ‘Taraf’ takıntısı?Bula bula bunlar mı sorumlu bulundu yaşadığımız bunca travmadan?Böyle mi vicdanımızı rahatlatacağız.Yazık çok yazık.Keşke bu kadar yüklenmeden önce A.Altan’nın”Işıklı Bir Oda”başlıklı yazısı bir kez daha okunsaydı.Eminim o zaman “farkındalık”ta ne kadar yanıldığımızı daha iyi anlardık.

    Neyse.Belki de ben aşırı tepkiliyim.Fakat bugün anladım ki galiba ben de bir hayli kandırılmışım.Güvendiğim dağlara kar yağdı vesselam.

  14. Yazan:Ali Yürekli Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Mutlu olmak gerçeğin size anlatılmamasıyla ve sizin ondan kaçmanızla, kulağınızı tıkamanızla mümkündür. Ben mutlu değilim ama olabilirim. Ben huzurlu değilim acı çekiyorum ama huzurlu, şen olabilirim. Ben seçimimi gerçekle yüzleşmekle ve adaleti haykırmakla yaptım. Bu da acı, hüzün ve zulüm durağında ebedi kalmak demektir. İnsanlar da gerçeklerden bunun için kaçıyor yani acıdan, hüzünden ve zulümden. Gerçeklerin karşısında durmak onu sorgulamak ve adaletin tecelli etmesini istemek bunun için mücadele vermek acı, zulüm ve çaresizlik karışımı bir içecektir. Bunu da herkes içemez. Mutlu olmak isteyenler korkaklardır.Servetini, konumunu, yaşamını yitirmekten, adaletsiz çoğunluk tarafından dışlanmaktan yalnız kalmaktan korkuyorlar. Bunun içinde dünyada zulüm hiç eksik olmuyor. Çünkü mutlu olmak isteyenler çoğunlukta. Ne zaman ki çoğunluk olarak gerçeklerle yüzleştik adaleti canımız yanmadan önce haykırdık işte o zaman huzurlu, adaletli ve mutlu bir dünya ortaya çıkacaktır. Hâlâ mutlu olmak mutlu kalmak istor musunuz? O zaman dünyada ki zulümden şikayetçi olmayın. Buna hakkınız yok siz çünkü mutlu olmayı seçtiniz.

  15. Yazan:eg Tarih: May 18, 2009 | Reply

    aziz bey,
    sizi bugün bu derece sitemkar yapan nedir bilmiyorum ama ben kendi şahsıma neden taraf ve ahmet altan üzerine durduğumu açıklamak isterim.

    birincisi taraf’ı bu ülkede “vicdan başkenti” olarak adlandıran bir yazı dahi yazmıştım ben. şimdi insanın en büyük hayal kırıklıkları en büüyk umutları beslediklerine karşı hissettikleri şeylerdir. zaman geçtikçe bu vicdan başkentliğinden, herşeye rağmen demokrat bir çizgisi olan ama bazı konularda vicdanı yetmeyen bir gazete olarak görmeye başladım taraf’ı. özellikle yazar çizer takımının gelişim çizgisine bakınca!

    taraf herşeye rağmen bu ülkedeki en demokrat ve insan haklarına en duyarlı gazetedir bana göre. ama umudumu yeşertecek bir vicdani yeterliğe sahip olmadığını anladığımda da nasıl vicdan başkentliğini yüksek sesle söylediysem, umudumu yok eden eylem (ya da eylemsizliğini) de yüksek sesle söyleme gereği duyarım. yaptığımız (en azından benimki) budur. nihat genc’e gelince doğrusu çöp kadar değer vermem. ama nihat genç’i örnek veren kişiden hareketle neden DD’ye ynelik bir umutsuzluk içinde oldunuz onu anlamadım doğrusu…

    ahmet altan’a gelince…ahmet altan, bence dünya görüşünün getirdiği bazı şeylerden dolayı bazı konularda seçici geçirgen. bu seçme vicdandan mı, yoksa bu vicdanın yetmemesinden mi kaynaklanıyor bilemiyorum. ama işte bu geçirgenlik öyle birşey ki, kendisine en uzak olanın ezilmesini görmezden gelen bir duruma yol açıyor zaman zaman.

    daha önce de söyledim. gerek lübnan bombalamalarında, gerekse de gazze katliamlarında olaylar çok sıcakken neredeyse her ikisinde de bir ay ahmet altan’dan ses çıkmadı. buna hüsn-ü zan yapmak istiyorum. kendi kendime belki çok üzüldü de yazmak istemedi diyorum. ama sonra aklıma başka üzüldükleri şeylerde nasıl her gün yazdığı gelince ne düşüneceğimi de şaşırıyorum. neyse fazla uzatmadan söyeyeyim. ahmet altan da taraf gibi bazı insanlar için (ahmet altan benim için taraf gibi bir umudun simgesi olmasa da bazıları için benzer bir umudu temsil etti bence) bir umudun simgesi mahiyetinde görüldüğü için umutsuzluk da, öfke de onlar üzerinden yürür. bu çok doğaldır bence.

    bir de somut bir örnek vereyim. özlem hanım’ın verdiği örnek…şimdi 150 masum insan amerikalılar tarafından öldürülürken eğer buna sessiz kalıyor, haber bile yapmıyorsak burada umut beslenen ve peygambervari karşılanan obama’yı türkiye nezdinde yıpratmamak niyeti olduğunu da düşünebilirim ben. bu da benim en doğal hakkım. her yerde savunduğum, gönüllü şekilde birçok yazımı verdiğim taraf’ı da zamanı geldiğinde eleştirmek bizim hakkımız olmalı bence aziz bey.

  16. Yazan:özlem Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Aziz Bey galiba yorumlar ve yazı birbirine geçince yazının anlatmak istediklerini yorumlarla karıştırdınız.
    Ahmet Altan’ın o yazsını ben de beğendim, üstelik son derece vicdanlı bir yazı idi. bu yazıda eleştirilen şey de Ahmet Altan’ın o yazısı değil bunu nereden çıkardınız anlamadım. Ama küçümsemek ya da hedef almak babından değil sadece Ahmet Altan gibi modern düşünceli insanların yeryüzünde mutluluk kavramını bu kadar maddi değerlere indirgemesine de biraz hayret ediyorum. Elbette ben de Türk Kürt herkes için ışıklı ve güvenli bir oda isterim. Ama ışıklı ve güvenli odalarda yaşayan nice insanlanın bütün o ışıklı güvenli , PC li odalara rağmen mutsuzluğun pençesinde kıvrandığı hakikat algısını yitirmiş bir dünyayı eleştirmeye de hakkım varr. Ve ışıklı güvenli odalarında yaşarken ışıksız, kuytu mağaralarda misket bombaları ile parçalanan insanların durumunu da görün, bu insanların kaderleri bir Sarkozy nin şöföründen daha fazla yer alsın gazetelerde, nihayi hedefi ve tüm mutluluk algısı ışıklı güvenli odalar olan bir dünya kendi ışıklı odalarını yitirme korkusu ile başkalarının toprak evlerini dahi başına yıkıyor bizler ise dış haber adı altında magazinden kurulmuş bir dünyanın resmi altında onların kanlarını görmüyoruz bile. Tüm söylediğim bu.
    Ve ben yaklaşık iki yıldır takip ettiğim maddi manevi desteklediğim bir gazeteden bekliyorum tabi ki bu vicdanlı tavrı. Yoksa ulusalcı medya emperyalizm üzerinden en sıkı güzellemeleri yapıyor benim umrumda bile değil.
    Bu kadar kırıcı bir tepki vermek size hiç yakışmadı.
    bu arada evet başörtülüler ahmet Altanlarla Rasim Ozanlarla da bu yolda yürüyebilir. Üstelik bu ülkede herkesin tırstığı sustuğu son iki sene herşeylerini ortaya koyarak çabaladı bu insanlar. Diğer gazeteler bir yerde onların cesaretlerinin arkasına sığınarak yürüdü. Ben de iyi olan her adımlarında hayranlık duydum. Ama bu onlara ruhumu teslim ettiğim anlamına gelmez. Açıldığı günden beri de eleştirmeyi ihmal etmedim. Bu da Kadir beye söyleyebileceklerim.

    Son bir not bakınız bu yazıyı yaklaşık bir sene evvel Afganistan’da bir düğün konvoyunun bombalanması sonucu ölen insanların duygusallığı ile yazmıştım. Bu haber de hatırladığım kadarı ile hemen hemen hiçbir gazetede yer almamıştı. Susmalı mıyım?

    Düğüne Giderken Ölmek

    Özlem Yağız – HABER SAATİ
    yazar@habersaati.com

    Bazı insanların acıları, yaşadıkları ne kadar da görülmez olabiliyor. Ya da hayatlarının bedeli ne kadar da ucuz. Petrole bulanmış iki karabataktan, buzulların arasına sıkışmış bir yavru balinadan daha görülmez. Herhangi bir “modern” ülkede yapılan askeri tatbikatta ihmal sonucu insanların yaralanmasına sebebiyet veren askeri yetkililerin ödediği bedelden çok daha bedelsiz.

    Afganistan’da Nangarhar vilayetine bağlı Deh Bala Bölgesinde düğüne giden bir grup insanın üzerine Amerika’nın “yanlışlıkla” fırlattığı bir roket sonucunda içinde kadın ve çocukların da bulunduğu 27 kişi ölmüş 11 kişi yaralanmış. Düğüne giderken ölüme gitmişler.
    Yaşadıkları dünyanın tüm haksızlığına rağmen, yine de hayat devam ediyor; küsmek, durmak, işgal altındaki kaderimize kahredip sövmek olmaz diyerek mütevazi bir eğlence ile yeni bir hayatın, yeni ümitlerin başlangıcı olan bir merasimi paylaşmak istemişler anlaşılan.

    Nasıl olur Afgan düğünleri bilmiyorum. Belki Kur’an okurlar. Bir yemek olur mutlaka. Orda da çocuklar koşuşur büyüklerin önünü kesip şeker, para beklerler mi acaba? Belki kendi diyarlarına özgü şarkılar söylerler veya ilahiler okurlar. Yoksulluğun ve yokluğun sınırlarına kadar ulaşabilen hayalleri olmalı böyle merasimlere dair. Çok da önemli değil. Önemli olan orada evlenecek iki insanın neşesini, umutlarını paylaşmak. Ne yazık ki evlenecek iki insan bugün onların cenaze merasimlerinde ailelerinin acısını paylaşıyorlar umulmadık şekilde.

    Bereket ki bu dünyanın adaleti ile ilgili teselli edici çözümlerimiz var. Tazminat denen bir şey var mesela. Öyle ya para hangi kapıyı açmaz hangi üzüntüyü unutturmaz insana. Hatırlar mısınız bilmem daha önce de Afganistan’da bir düğün evini bombalamıştı Amerika. Resmi rakamlara göre 48 kişi ölmüş 118 kişi yaralanmıştı. Her ölen için 200 dolar ve yaralanan için 75 dolar olmak üzere 18 bin dolara mal olmuştu bu olay Amerika’ya. Bu sefer ölü ve yaralı sayısı daha az, maliyet de düşük olmalı.

    Peki ABD ve İngiltere’nin Afganistan’a yerleştirdiği 10 milyon kara mayınının her ay ortalama 300 kişiye verdiği zarara ne demeli. Yüzde yetmişi ya mayına bastığında ya da sonrasında ölüyormuş bu insanların. Ölenlerin bir bedeli var mı bilmiyorum. Ama kalanlar için 79 bin civarında insanın protez kol ve bacak gibi bir maliyeti olmuş Amerika için. Yine bu ülkede yapılan uranyum araştırmalarından radyo aktif zehirlenmeye uğrayan sayısı belirsiz insan için henüz bir maliyet belirlenmemiş.

    Nedir bu insanların tüm yaşadıklarını modern dünyanın gözünde böylesine görünmez kılan. Din mi? Peki Nikaragua’da öldürülen onca insana ne demeli? Ya geçen yüzyılda kendi kendini yok etmeye niyetlenmiş kendisi ile beraber diğer ulusları da cehennemine sürükleyen Avrupa’nın yaşadığı iki büyük savaşı nereye koyacağız o zaman? Belki de benim etim daha büyük olmalı, aslan payı bana kalmalı kavgası tüm yaşananlar. Gücü elinde bulunduranın zayıf olana zulmü. Kendine benzemeyene duyduğu nefret de eklenince çok kolay oluyor olmalı üç kuruşluk bedellerle katliamlar üretmek.

    O düğün konvoyunda ölenler ne kadar da esmer, ne kadar da şalvarlı, burkalı ve sefil.
    Sefaleti ve şekli şemaili ile birçoklarının uykularını kaçıracak derecede modern dünyaya ve o dünyanın steril hayatlarına yönelmiş bir tehdit.

    Modernizmin gayrimeşru çocuklarına reva gördüğü zulümler saymakla bitmiyor. Günah defteri kabardıkça kabarıyor.

    Her nefis ister kuştüyü yatakta ister bir düğün evine giderken yolda ölümü tadacak. Allah’ın ahdine ise zalimler erişemeyecekler.

    Keşke bilselerdi!

  17. Yazan:özlem Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Ali Bey çok güzel ifade etmişsiniz benim de paylaştığım duyguları.
    EVet Aziz bey biraz beni üzdünüz. Ama olsun konuşmanın önünü sitemkar bir cümleyle kestiğim için pişman oldum doğrusu. Siz benim size evelki yorumdaki son cümlemi hesaba katmayınız. Sitemlerimizi de en az övgülerimiz kadar rahat yapabilmeliyiz.
    Enver bey ile aşağı yukarı aynı gözlemleri paylaştım ben de dış politika konusunda.
    Ama bir yanlış anlamaya sebep vermek istemem. Son 147 kişinin öldüğü katliam Taraf’ta yer aldı. Ancak öylesine küçük ve sıradan idi ki tanıdığım kim varsa tepki yolladım. (bu arada bu haber diğer hemen hiçbir gazetede yer almadı) sadece bir kişi o da yönetim kadrosunda olmayan birisi bana neden böyle bir haberin bir Obamanın köpeği ile ilgili haberden çok daha küçük olarak yayına girebileceğine dair tahminlerini söyledi. Ve bana söylenen bu tahminler bir yerde bu yazıyı yazdırdı.
    Diğer yazarlardan ise cevap alamadım. Sizce 150 kişinin öldüğü gün neden bu haber hemen hiçbir gazetede yer almaz aldığı gazetelerde ise sıradan bir haberdir. Peki ben bunu Taraf’a sormayayım bu işin hesabını ona yıkmayalım. Ama felsefi olarak bu durumu sorgulamamız da gerekiyor sanırım.

  18. Yazan:Onur Çobanoğlu Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Hele Ahmet Altan ve onun gibiler,sanal dünyanın mutluluk bezirganları olarak düşünülürken Nihat Genç’ten mutluluk üzerine veciz sözlerinden alıntı yapılması…O Nihat Genç ki,Avrasya tv.de ulusalcılığın ajitatörü olmuş,tüm enerjisini bu ülkenin karanlığa boğulmasına neden olmuş derin güçleri savunmaya adamıştır.Ve bu Nihat Genç bize mutluğun resmini çizer olmuş,insanların umutlarını piskopatlıkla suçlamıştır.17 bin beşyüz insanın faili meçhullerle,asit kuyularına atılarak,betonlara gömülerek yokedilmesine neden olan yarasalar piskopat değil de,sakin huzurlu bir dünya istiyenler piskopat ha!Kim piskopat?Bu pisliğin üstünü örtmek için boyun damarları dışarı fışkıran Nihat Genç mi piskopat yoksa çamur attıkları kimseler mi?Hani vicdanı konuşuyorduk,hani en derin kuytularına kadar insan ruhunu tahlil etmeye çalışıyorduk.

    Yine söyleyene bakarak söylenenin doğruluğuna ve değerine karar verilmiş. Kimse de ne yapıyorsun, bu ne iş dememiş. Evet Nihat Genç zaten sallantılı bir herifti, son birkaç yıldır tescilli bir faşist haline geldi. Eee? Bu adamın F-tipi cezaevlerinde tecrite karşı yazısı da vardır. O zaman tecrit karşıtlığı da ulusalcılık öyle mi? Veya, generallerin halk karşısındaki ayrıcalıklı konumlarını eleştirdiği yazıları. Onları da mı böyle tasnif edeceğiz?

    Aziz Bey, söylenene dair bir itirazınız varsa, söylenen üzerinden yapın. Yarın Nihat Genç “iki kere iki dört eder” derse zor duruma düşersiniz.

  19. Yazan:Ekrem Senai Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Nihat Genç ayrı bir yazı konusu yapılmalı. Dün izledim yine ne diyor diye, heyecanla anlatıyordu:
    – Bu vatana aşığım, toprağına, taşına canım kurban… filan.
    – Aşağılık ABD, emperyalizm uşakları, bizi özümüzden, toprağımızdan kopardı falan. Ilımlı İslam diye bize don biçtiler, ben deliyim, bu deliliği, bu sevdayı yaymaktır niyetim feşmekan…
    Cem Yılmaz’ın 10 derste Anadolu Rock tarifini birebir uyguluyor. Damardan giriyor. Programın cıngılının arasında üç defa “Allah” diye bağırıyor. Bol bol bu toprakların Yunus’u, Mevlana’sı, Pir Sultan’ı edebiyatı…
    Sonra ben kimsenin adamı değilim, kimseden maaş aşmıyorum, kendimi satmıyorum delikanl tripleri…
    Bir biz öğrenemedik şu “samimiyetin” inceliklerini. Sümerlerden tut, İslam’dan çık, türküden gir, bozlaktan çık; ne kadar halkın değer verdiği, kültüre ait kelime varsa peş peşe ekle. Nasıl olsa biri uymasa diğerinden vurursun. Hedef kitle geniş yani. Bir de ortak değerler içinde buluşturacak ya ayrı, gayrılıktan bunalmış bizleri; katıp katıştırıp heyecan ekledi mi iş tamam.
    Gençler Allah aşkına böyle adamları kendinize örnek almayın. Bol janjanlı laflara, vatan, millet Sakarya edebiyatıyla dolduruşa gelmeyin. Hrant Dink’in katillerin sırtını sıvazlayanları, Alparslan Aslan’ın kulağına fısıldayanları, Ergenekoncularla yatıp kalkanları uzak tutun tertemiz zihninizden, kalbinizden. Kim ki Allah diyor, vatan diyor, toprak diyor; orada bir halt vardır. Allah’ını, vatanını sevenler bunun edebiyatını yapmaz; hizmet eder. Sağa sola bok atan adamdan adam olmaz.

  20. Yazan:özlem Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Sanal dünyanın mutluluk bezirganı ilan etmek, umut ve beklentilerinden ötürü ötekileştirmek,
    taraf7a takmak vs.
    Yüzyüze muhabbetler yerine yazılarla polemiğe girmenin böyle kötü bir yönü var size yazılanı dönüp dönüp bir daha okuyor her okuduğunuz da daha da vahim buluyorsunuz. 🙂
    Neyse ışıklı bir oda çok ilginç bir metafordu. Modern insanın mutluluk rüyası için çok çarpıcı bir tarif. Ama bu ülkede metaforlar üzerinden konuşmak çok tehlikeli. Bir anda Kürt sorununda yazdığınız onca yazı unutulup ulusalcı kampa düşebiliyorsunuz.
    Neyse beğenen de sağolsun beğenmeyen de.

  21. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Enver bey,

    Yorumumun sonuna biraz abartılı tepki vermiş olabileceğimi ekledim zaten.Bilmenizi isterim ki sitemim asla eleştiriye değil.Taraf gazatesi de,yazarları da elbette eleştirilebilmeli.Ama bu eleştirinin de biraz adil olması gerekir.Ben,özellikle yorumlarda bu çizginin ihlal edildiğini düşünüyorum.Ancak yine de tepkim sizin yorumlarınıza değil.Neden değil;çünkü Taraf’a getirdiğiniz eleştirilere bazı noktalarda katılmasam da dünya görüşünüze göre tutarlı buluyorum.Zira gerek DD de ,gerekse Taraf’ta yayımlanan yazılarınızda moderniteye,liberalizme karşı duyduğunuz hassaiyetin farkındayım.Dolayısıyla kimi yanıldığınızı düşündüğüm noktalara rağmen tavrınız/duruşunuz bana göre son derece net ve tutarlıdır.Ki bu fikir ayrılığına karşın yine sizinle hemfikir olduğum noktalar da az değil.
    Bu bağlamda katılmadığım görüşlerinize duyduğum saygı bundandır.

    Tabii zorunlu bulduğum bu açıklama,diğer yazar ve yorumcu dostları tutarsız bulduğum manasına gelmemeli.Yazıyla anlatmak belki zor olacak ama,şayet siz kendinizi liberalizme yakın bir çizgide tanımlamış olsaydınız,bu yazı altındaki görüşlerinizde çeliştiğiniz noktalar olduğunu hatırlatma gereği duyardım.Kısacası,buradaki yazı ve yorumlardan (yazar olsun,yorumlarıyla katılan katılımcılar olsun)dünya görüşleri az çok anlaşılabiliyor ve elbette eleştiride bu görüş farklılıklarının yarattığı nüans farkları vardır ve olmalıdır.Misal,kendisini solda tanımlayan birinin muhafazakar düşünceye mesafeli durması anlaşılabilir,ama aynı kişinin sol düşünceyle bağdaşmayan bir argümana sarılmasının bir izahı olamaz.Tutarlılıktan kastım budur,yoksa eleştiriye asla karşı değilim.Ben,bugünkü yorumlarda bu yönüyle bir zaafiyet yaşandığını düşünüyorum,itirazım bunadır.

    Özlem hanım,

    Bütün eleştirilerinizin başımın üstünde yeri var.Tavrımı kırıcı bulmuşsunuz.Olabilir.Kırıcı olmaması için aşırı özen gösterdiğim halde muhtemeldir.

    Yazı ve yorumların içiçe geçmesinden ötürü bunu biraz karıştırdığımı söylemişsiniz.Siz böyle düşünebilirsiniz.Ancak ben hiç de karıştırdığımı düşünmüyorum.Özelliklede yazı ile yorumları birbirinden ayırdım ki söylediğiniz gibi bir karışıklığa mahal vermesin.

    Bakın yazınız için ilk paragrafım şu:
    Yazıyı bende çok beğendim.Modern toplumda insanların yaşama tutunma serüveni;hayalleri,beklentileri umut ve çelişkileri o kadar güzel resmedilmişti ki,kendimden bir şeyler buluvermiştim.Sanki yazmak isteyip de kalemimin yazmakta inat ettiği bir bir tutukluk anımda dilim çözülüvermiş,sanki benim kalemimden dökülüvermişti tüm sözcükler

    Sanırım dikkatinizden kaçmış olacak.Şayet bundan sonraki paragraf da dikkatinizden kaçmamış olsaydı eminim eleştrinin yazınıza değil yorumlara olduğunu farkedersiniz.Ancak,yorum(lar)derken sizinki de elbet bu eleştiriye dahil.Neden?:Bakın,makalenize seçtiğiniz başlığa yabancı sözcüklerle bir ilave var.Anladığım kadarıyla sn.Mehmet Yılmaz tarafından yapılmış,ilk yorumunuzdan anlaşılıyor bu.Şaşırtıcı buluyorsunuz ama yorumun sonunda,Mehmet beyin bu buluşunu son derece isabetli bulduğunuzu da ekliyorsunuz.Oysa ben itiraz etmenizi beklerdim.Taraf’ı körü körüne savunmak anlamında söylemiyorum ama,bana göre insan duygularına hitap eden,son derece edebi ve şiirsel bir dille kaleme aldığınız bu güzel yazının bir gazete eleştrisine alternatif bir yazı gibi algılanmasına izin vermmeliydiniz.Üstelik yazıya konu olan farkındalık,bireyin modernite karşısındaki şaşkınlığı,insanın özüne yabancılaşması gibi toplumun kollektif ruh algısına dair gerçeklerden bir gazetenin sorumlu tutularak adeta “günah keçisi”seçilmemesi gerekirdi.Zira içinde boğulduğumuz bunca çelişki dururken,modernitenin topluma bulaştırdığı bütün hastalıklardan,ayakta durmaya çabalayan bir gazetenin sorumlu tutularak çıban başı gösterilmesi bana gerçekçi bir bakış açısı gibi gelmiyor.Gerçekçiliği bir yana bence daha insaflı bir eleştiriyi hakkediyor.

    İnsaflılık konusunu abartmış olabilir miyim?Sanırım kadir rumuzlu katılımcının yorumu bu konuda bir fikir verecektir.Bakın şöyle diyor sn.katılımcı:

    Taraf’ın peşine takılıp giden, gazetem diye sahiplenen, liberaller bize özgürlük verecek diyen başörtülü kardeşlerimin yavaş yavaş da olsa uyanacaklarını ümit etmekten hiç vazgeçmedim.
    Ahmet Altan’la yada Kütahyalı Ozan’la ortak neyimiz vardır sorusunun cevabını düşünmeye kapı aralayan bir yazı olmuş, ellerinize sağlık Özlem hanım.

    Tabii bu elbette görüşlerinizi bağlamaz.Ki zaten yorumunuzun bir bölümüne bu çelişkiye gerekli açıklamayı getirmişsiniz.

    Ancak kabul etmek gerekirki yorumların akışı içinde-iradenizin dışında gelişmiş olsa da-tartışma,Taraf’ın tefe konarak sapla samanın karıştırıldığı bir mecraya doğru yol alıyor.İnsaflı eleştiriden kastım buydu.Düşünebiliyor musunuz Kütahyalı ve Altan birden türban karşıtı,özgürlük düşmanı birer sahtekar konumuna düşüyor.Peki buna itiraz etmeyeyim de ne diyeyim?

    Dolayısıyla dediğiniz gibi tuhaf bir karışıklık var fakat benim amacım karışıklığı derinleştirmek değil bunu biraz açıp kendimce gerekli gördüğüm hatırlatmayı yapmaktı.Bu da haliyle kolay değil.Gördüğünüz gibi bazı anlaşmazlıklar çıkabiliyor.Dilerim biraz olsun açıklığa kavuşturmuşumdur.

    Onur bey,

    Yine söyleyene bakarak söylenenin doğruluğuna ve değerine karar verilmiş(O.Çobanoğlu)

    Gerçekten böyle peşin yargılı olduğumu mu düşünüyorsunuz?

    Ne demiş Nihat Genç,önce ona bakalım(tabii sizin aktardığınız bir söz bu)
    “mutlulugu hicbir derdin tasanin olmamasi zanneden psikopat bir anlayis”

    Hadi kimin söylediğine hiç bakmayalım,sizce bu sözün anlamlı yanı nedir?Benim zekam bu anlamlı sözü idrak etmeye yetmemiş olabilir.Dertsiz tasasız bir dünya hayal etmenin/istemenin psikopatik yanı nedir,bir zahmet siz söyleyin de ben sözümü geri alayım.Ayrıca hangi birimiz dertsiz tasasız bir dünyada yaşamayı istemez,şimdi biz yeryüzünde yaşayan bütün insanlar birer psikopat mı oluyoruz?

    Bunu geçtim,peki önceki yorumumda da belirttim kan,bayrak,vatan diye yırtınan Nihat Genç gibi bir faşistin ağzından mutluluk felsefesine dair bir sözün inandırıcılığı olabilir mi?Kaldı ki kendiniz de bu zat hakkındaki yargıları teyit etmişsiniz.O halde ben de Nihal Atsız’dan kazara söylediği ılımlı bir sözünden alıntı yapayım.Acaba nasıl karşılayacaksınız?O da iki kere iki dört eder dediğinde bingo!dememiz mi gerekir.Rica ederim biraz geniş düşünerek argüman geliştirelim.Sizin gibi demokrat birinin Nihat Genç gibi dengesiz birinden alıntı yapmasını normal karşılayamam kusura bakmayın.

  22. Yazan:özlem Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Doğru Aziz bey,
    normal şartlarda bu eke itiraz ederdim. Ancak taraf’ın beş tane yönetim konumundaki insandan bu konudaki elestirime en ufak bir açıklama gelseydi.
    İsi biraz oluruna bıraktım. belki duyulur olmak için böylesi iyidir bir hayır vardır bu durumda da diye düşündüm.

  23. Yazan:özlem Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Bu arada ilk paragraftaki yorumunuzu Ahmet Altan’in yazisinadir diye dusundum cunku arkadan gelen paragraflarla celiskili geldi. O zaman tesekkur ederim.
    Yine de eliniz ağırmış kabul edin:)

  24. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: May 18, 2009 | Reply

    Özlem hanım,
    Est.ben teşekkür ederim güzel yazınız için.
    Karışıklık konusunda da size biraz hak veriyorum.Zira tekrar okuduğumda övgü ile yergi arasındaki çizginin biraz belirsiz olduğunu farkettim.Demekki eleştiri tatlı gelip kendimi kaptırınca geçiş makamı arada kaynayıp gitmiş:))

    Kabalık ettiysem bağışlayın.Ancak eleştirimin,sizin dürüst beyninize ve vicdanlı yüreğinize duyduğum saygıdan kaynaklandığını da bilmenizi isterim.

    Anlayışınız ve nezaketiniz için tekrar teşekkür ediyor saygılarımı iletiyorum.

  25. Yazan:Onur Cobanoglu Tarih: May 19, 2009 | Reply

    Aziz Bey,

    Onur bey,

    Yine söyleyene bakarak söylenenin doğruluğuna ve değerine karar verilmiş(O.Çobanoğlu)

    Gerçekten böyle peşin yargılı olduğumu mu düşünüyorsunuz?

    Boyle demissiniz. 3 paragraf altinda da demissiniz ki:

    Nihat Genç gibi bir faşistin ağzından mutluluk felsefesine dair bir sözün inandırıcılığı olabilir mi?

    Bunun uzerine yorum yapmayacagim.

    Ne demiş Nihat Genç,önce ona bakalım(tabii sizin aktardığınız bir söz bu)
    “mutlulugu hicbir derdin tasanin olmamasi zanneden psikopat bir anlayis”

    Hadi kimin söylediğine hiç bakmayalım,sizce bu sözün anlamlı yanı nedir?Benim zekam bu anlamlı sözü idrak etmeye yetmemiş olabilir.Dertsiz tasasız bir dünya hayal etmenin/istemenin psikopatik yanı nedir,bir zahmet siz söyleyin de ben sözümü geri alayım.Ayrıca hangi birimiz dertsiz tasasız bir dünyada yaşamayı istemez,şimdi biz yeryüzünde yaşayan bütün insanlar birer psikopat mı oluyoruz?

    Burada hata benim. Orijinal metine su anda erisimim olmadigi icin aklimda kalani, biraz da aceleyle yazdim. Sizin -bence hakli- isyaninizdan sonra donup bir daha okudum da, sozu tam olarak dogru aktarip aktarmadigimdan emin degilim. Orijinal metinde populer medyanin kritigi yapiliyordu. Medyanin insanlara hicbir derdi, sikintisi olmama olarak tanimlanan bir mutluluk anlayisini empoze etmeye calistigini iddia ediyordu, sanirim psikopat lafi da medyaya idi. Sunu acikliga kavusturmak isterim: Mutlulugun sadece dertsizlikle tanimlanamayacagi ongorusu hosuma gitmisti, soz onun oldugu icin orijinalini oldugu gibi (maalesef hatali olarak), alintinin kaynagiyla beraber vermek mecburiyetinde hissettim. Onun icin sunu bilmenizi isterim: Tasasiz bir dunya hayal edenleri psikopat olarak falan gormuyorum. Ama mutluluk esittir sikintisizlik/dertsizlik formulunu reddediyorum. Dedigim gibi burada yine hata benim, bunun icin ozur dilerim.

    Bunu geçtim,peki önceki yorumumda da belirttim kan,bayrak,vatan diye yırtınan Nihat Genç gibi bir faşistin ağzından mutluluk felsefesine dair bir sözün inandırıcılığı olabilir mi?Kaldı ki kendiniz de bu zat hakkındaki yargıları teyit etmişsiniz.O halde ben de Nihal Atsız’dan kazara söylediği ılımlı bir sözünden alıntı yapayım.Acaba nasıl karşılayacaksınız?O da iki kere iki dört eder dediğinde bingo!dememiz mi gerekir.Rica ederim biraz geniş düşünerek argüman geliştirelim.Sizin gibi demokrat birinin Nihat Genç gibi dengesiz birinden alıntı yapmasını normal karşılayamam kusura bakmayın.

    Bu konudaki pozisyonumda cok netim. Fikrin dogrulugu yanlisligi soyleyene gore degismez. Nihal Atsiz “butun insanlari insan olduklari icin sevelim” dediyse (gerci demis oldugunu pek sanmiyorum) alintilayin, negatif falan karsilamam. Dusunceyi dusunenden ayirmadigimiz surece ne soyutlama yapabiliriz ne de dusunebiliriz.

  26. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: May 19, 2009 | Reply

    Onur bey,

    Açıklamalarınız için teşekkürler.
    Düşünceyi düşünenden ayırma noktasında size tamamen katılıyorum.Elbetteki bir düşünce, kime ait olduğuyla değil,ne içerdiği üzerinden değerlendirilmeli,doğrusu budur.

    Bu arada alıntıladığınız ama yorumsuz bıraktığınız “Nihat Genç gibi bir faşistin ağzından mutluluk felsefesine dair bir sözün inandırıcılığı olabilir mi?”cümlesini yadırgamış olabileceğinizi de anlıyorum.Zira “inadırıcı olabilir mi?”nin yerine “samimiyeti kuşkulu”gibi bir belirleme daha yerinde ve şık olurdu.

    Dolayısıyla sorun tamamen benim Nihat Genç hakkında edindiğim kişisel yargıdan kaynaklanıyor.Buna bir nevi güven kaybı da diyebilirsiniz.Yani açıkçası tamamen tepkisel bir durum.Zira Leman dergisinde bir zaman çok güzel yazıları vardı Nihat Genç’in.O’nun ve Cezmi Ersöz’ün yazılarını iple çekerdim.Sonra malumunuz adam 360 derece dönüş yaptı.Hâlâ o dergide yazıyor mu bilmiyorum,çünkü sırf bu tavrı nedeniyle dergiyi protesto edip bir daha almadım.
    Tabii bütün bunlar yanlış analojiler kurmaya elbette mazaret değil.Beni anlamanız için sizinle paylaşma gereği duydum.
    Sevgiyle…

  27. Yazan:özlem Tarih: May 19, 2009 | Reply

    Estağfurullah Aziz Bey,
    Mehmet bey’in başlığa yaptığı ekleme ile ilgili olarak haksızlık olmasın,şunu söylemek isterim. Mehmet bey benim geçen hafta bu meseleye ne kadar içerlediğimi ve cevap alamadığımı biliyordu. Sanırım benim gibi mücadele fıkarası bir insanı madem bu kadar haklısın kaçak güreşme diyerek hafifçe mindere itiverdi:)
    Ama dediğim gibi yazının ana eleştiri konusu Taraf gazetesi değil.
    Selamlar.

  28. Yazan:Onur Cobanoglu Tarih: May 19, 2009 | Reply

    Dolayısıyla sorun tamamen benim Nihat Genç hakkında edindiğim kişisel yargıdan kaynaklanıyor.Buna bir nevi güven kaybı da diyebilirsiniz.Yani açıkçası tamamen tepkisel bir durum.Zira Leman dergisinde bir zaman çok güzel yazıları vardı Nihat Genç’in.O’nun ve Cezmi Ersöz’ün yazılarını iple çekerdim.Sonra malumunuz adam 360 derece dönüş yaptı.Hâlâ o dergide yazıyor mu bilmiyorum,çünkü sırf bu tavrı nedeniyle dergiyi protesto edip bir daha almadım.
    Tabii bütün bunlar yanlış analojiler kurmaya elbette mazaret değil.Beni anlamanız için sizinle paylaşma gereği duydum.

    Sizi oldukca iyi anliyorum, cunku ayni hayal kirikliklarini ben de yasadim. Nihat Genc’in trajedisi onun kisisel trajedisi degil sadece, ayni zamanda Turk edebiyati ve dusun hayati icin cok can sikici bir vaka. Bir zamanlar “koy romani” diye bir akim vardi, bu toplumun aydinlari koyluyu (veya daha genel olarak, Serif Mardin’in deyimiyle cevreyi) anlamaya, tasvir etmeye calisirdi. Sehirlesme surecinde “beyaz Turkler” artik varoslara dolusmus cevreden tamamen koptuysa ve siniflar arasi ucurum bu kadar acildiysa, bunun bir sebebi de (veya belki de sonucudur?) bir zamanlarin koy edebiyatina karsilik gelecek bir varos edebiyatinin olmamasi. Nihat Genc bu acidan ozeldi, onun gibi hem koydeki hem varoslardaki yoksullari yazan birileri varsa da hala ben bilmiyorum. Ayni zamanda fikir yazilarini da bu kesimin anlayabilecegi gibi anlatmaya ozen gosterirdi. Onun icin bu 360 derece donusleri gercekten cok, cok yazik oldu.

  29. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: May 20, 2009 | Reply

    Özlem hanım özür dilerim son yorumunuzu yeni farkettim.Mehmet beye ben de haksızlık etmiş olabilirim.İtiraz derken kasdettiğim başka bir şeydi.Yazınızın konu formatı bana göre bir gazetenin yayın anlayışının eleştirilmesinin gölgesinde kalmamalıydı.Tabii bu benim fikrim.Yani açıkçası Mehmet beyin de,mevzunun böyle anlaşılmasına izin vermemesini beklerdim.Zira pek farkedilmese de Mehmet beyin her yazı ve makaleye cuk diye oturan resim,animasyon vb.ni koyması müthiş bir yaratıcılık bana göre.Dolayısıyla insan,şehir,gezi,anı vb.içerikli yazıların biraz politik eleştiriden uzak tutulması gerektiğini düşünüyorum.
    Bu bağlamda dilerim Mehmet bey bu serzenişime alınmamıştır.Zira benim için çok ayrı bir yeri vardır Mehmet beyin.
    Saygı ve selamlar…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin