RSS Feed for This Post

Karamazov Kardeşler’deki Dostoyevski

Dostoyevski, dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden birisi ve roman sanatının, bence hiçbir başka romancının yanına dahi yaklaşamadığı zirvesidir. Karamazov Kardeşler romanı ise, Dostoyevski romanının bütün unsurlarını içinde barındıran ve Orhan Pamuk’un “bin yılın romanı” olarak değerlendirdiği büyük bir romandır.

Çoğu edebiyat aşığı tarafından Suç ve Ceza en büyük Dostoyevski romanı olarak değerlendirilir. Benim açımdan ise Karamazov Kardeşler ve Budala, Dostoyevski’nin en büyük romanlarıdır. Suç ve Ceza, Delikanlı, Ecinniler ve Yeraltından Notlar onun psikolog ya da düşünür yönünü öne çıkarıyorsa şayet, Budala ve Karamazov Kardeşler, sanatçı yönünü ortaya koyar.

Dostoyevski’nin dünya edebiyatındaki önemi, yazdığı romanlarda (özellikle Budala’dan sonrakilerle), klasik romanın, “tip” yaratmak ve bu tipin benzerliklerinin üzerine yoğunlaşarak o tipi kalıplaştırmak olan yaklaşımının tersine, farklılıkları çoğaltarak bütün çelişkileri ve çatışmalarıyla “tamamlanmamış insan” üzerine odaklanmasıdır. Modern roman bu yüzden Dostoyevski’ye çok şey borçludur. İnsanın kişiliğinin yekpare, tutarlı bir bütün olarak ele alınması yerine, birbiriyle derin çelişkileri olan öğelerine ayrılması Dostoyevski’nin modern roman tekniğine yaptığı en büyük katkıdır.

İlk dönem romanları yine de “tip” romanından çok uzak değildir. Ancak Ecinniler romanı ile birlikte artık Dostoyevski romanları “tip”ten uzaklaşmaya başlar. Gerçi ilk dönem romanları, hatta tip romanı olarak değerlendirilebilecek Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza gibi romanları dahi klasik tip romanlarına benzemez. Çünkü en baştan beri Dostoyevski, insanı ve doğayı dış gözlem yoluyla değil, içgörü ve imgelem yoluyla ele alır. Karakterlerde her zaman uyumdan fazla çelişki ve farklılıkların çatışması hakimdir. Bu anlamda dünya romanının iki devinin; Tolstoy ve Dostoyevski’nin iki karşıt kutbu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Tolstoy romanlarında, gözümüzde canlandırabileceğimiz karakterler, doğa tasvirleri falan varken, Dostoyevski ise bu tür tasvirlere neredeyse hiç girmez. Daha çok ruha ve içe odaklanır. Anna Karenina’yı okuyan herkesin aklında bir Anna imgesi uyanırken, Dostoyevski karakterleri ruhsal varlıklar olarak değer kazanır, fiziksel varlıkları neredeyse önemsiz gibidir.

Kimi eleştirmenler, Dostoyevski romanlarını “Romantik” romanın bir devamı olarak görseler de, Dostoyevski romanlarının kişileri Romantik dönem romanlarının kişilerinden ziyade Sheakespeare’nin kişilerine benzerler. Rasyonelizmin roman sanatına yaptığı “sınırlandırıcı” etki, Dostoyevski’de hemen hemen hiç görülmez. Ama Hamlet, Macbeth ya da Othello’nun çektiği acılar ve derin çelişkileri Dostoyevski’nin roman kişiliklerine de hakimdir. Dimitri Karamazov ile Othello arasındaki benzerlik ikisinin de trajedi kahramanları gibi olmasıdır bence.

Dostoyevski romanlarının izleklerinin özgürlük, sorumluluk kavramlarıyla, imanın ve insanın kaderinin ilişkisi üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Bu izlekler de genelde dönemin hâkim felsefi görüşleri ile ilişkilidir. Raskolnikov, Nietzsche’nin, sonradan ortaya koyacağı üst-insan fikrine inanan bir karakterdir, kahramanı bir “büyük” kişinin yaşaması için binlerce “basit” insanı öldürmekten çekinmeyecek derecede “güçlü” figürlerdir (Napolyon gibi). Raskolnikov, sonraki romanlarında da ortaya çeşitli biçimlerde çıkacak olan bir nihilist-entelektüel figürdür. Sıradan insanların ahlakının üst-insanlar için geçerli olmadığını iddia eden bir figür! Dostoyevski, neredeyse tüm romanlarında bu tür bir “liberal ahlakın”, insan varlığının “Tanrısal” özü karşısında iflasını ilân eder gibidir.

Raskolnikov ve  Svidrigailov Suç ve Ceza’da; İvan, Rakitin ve Smerdyakov, Karamazov Kardeşler’de aynı tip entelektüelliğin versiyonlarıdır. Üst-insan için bağlanması gerektiği bir ahlakın olmadığı ve “her şeyin hoşgörülebileceği” bu tip bir “ahlak” hem Suç ve Ceza’da, hem de Karamazov Kardeşler’de yıkımla sonuçlanır.

Dostoyevski’nin “günahkâr” karakterleri, toplum ve insanlık için mesela bir İvan, Rakitiç ya da Raskolnikov kadar “kötü” değildirler. Hatta onlar günahları karşısında hissettikleri vicdan azabıyla ve acı çekerek kurtuluşa ererler. Bu anlamda günah ile kefaret ilişkisi, vicdan ekseninde Dostoyevski’de arındırıcı bir işlev görür. Hâlbuki, “her şey mübahtır, her şey hoşgörülebilir” diyerek, her türlü ahlakî kriterden üst-insan olarak kendilerini azade görenlerin tutumu, arınma ve kurtuluşla değil, kesin bir ruhsal yıkımla biter. İvan çıldırır, Smerdyakov kendini asar…

Dostoyevski’nin büyük romanlarından Suç ve Ceza ile Budala, ahlâk sorunsalı üzerine odaklanırken, Ecinniler’de bu sorunsal politik bir kavrayışla birlikte ele alınır. Delikanlı ve Yeraltından Notlar psikolog olarak Dostoyevski’nin dışa vurumları ise, Karamazov Kardeşler, tüm bu unsurların bir  potada eridiği roman sanatının Everesti mahiyetindedir.

Romanlarında tekinsiz bir cangıl içindeymişiz gibi hisseder, tuhafın , fantastiğin ve rüyakabus benzeri bir ortamın içinde debelenir gibi oluruz. Ancak bu, Dostoyevski romanları için, bu karmaşıklığın içinde ezelî olarak kalma gereğini değil, bundan kurtuluş yolunu imâ eder mahiyettedir (özellikle Budala ve sonraki romanlarında). Dünyayı ve hayatı akıldışı gören Dostoyevski’nin, psikologlarca sahiplenilmesi de bu düşüncesi yüzündendir. Ancak Dostoyevski, bu akıldışılıktan kurtuluşu Tanrı fikrinde ve O’ndan sirayet etmiş vicdan temelli bir ahlâkta bulur. Bu Batı’da anlaşılmaya çalışıldığı gibi ahlâki bir anarşizm değil, bence çok daha saf bir imanın zaferi gibidir. Mişkin, Zosima Dede, Alyoşa…

Dostoyevski, kendi hayatının da gidişatını özetleyen sözleri Ecinniler’in Şatov’u aracılığıyla dile getirmektedir adeta :

    ” Rusya’ya inanıyorum, Ortodoksluğa inanıyorum…İsanın bedenine inanıyorum…İsa’nın Rusya’da yeniden ortaya çıkacağına inanıyorum” “Ya Tanrı’ya, Tanrı’ya inanıyor musun?” “Ben…Ben Tanrı’ya da inanacağım.”

Dostoyevski işte bu sürecin sonunda Karamazov Kardeşler’de bütün görkemiyle ortaya koyacağı bir noktaya gelecektir.

Karamazov Kardeşler, özelde Rus insanının, genelde de insan denen varlığın üzerine büyük bir tefekkür romanı ve edebiyat sanatının zirveye çıktığı bir deneyimdir adeta.

Dimitri Karamazov, günah işlemekten kendisini alıkoyamayan, ama bu günahların kendisinde yarattığı değişimlerle kurtuluşa eren birisidir. İvan ise Tanrı’ya inanmayan, Tanrı’nın olmadığı bir dünyada her şeyin mübah olduğunu düşündüğü için de kimseyi sevmenin bir dayanağı olmadığına inanan, o devirlerde çokça görülen nihilist bir liberaldir. Alyoşa ise Budala’daki Prens Mişkin gibi, bir iman insanıdır (Budala’da dini figür belirgin değildir gerçi ama yine de Mişkin ile Hz. İsa benzerliği bir ahlâki ülkü olarak ele alınır).

Tam anlamıyla şehvetinin peşine takılmış bir düzenbaz ve ahlaksız olan baba Fyodor Pavloviç’in öldürülmesi, aslında romanın genişlemesi için bir zemin hazırlar. Cinayetin kendisi değil, o cinayetin ortaya çıkardığı insanlık hallerinin yansımasıdır roman. Romandaki diğer kişiler; ahlaksız nihilist bir yazar olan Rakitin, İvan’ın (ve elbette Raskolnikov’un) çok daha ahlaksız bir kopyacı versiyonu Smerdyakov, romanda az görülse de Alyoşa karakterinin temelini oluşturan Zosima Dede ( bazı çevirilerde Staretz Zosima ya da Zosima Baba diye de geçer. Staretzlik, son dönem Rus Ortodoks manastırlarında mistik bir eğilimin adıdır ve  romanda manastırdaki rahiplerin bir kısmı tarafından sapkınlık olarak değerlendirilir), amansız bir hastalık sonucu ölen çocuk İlyuşa (İlya)…

Dostoyevski romanları, o romanlardaki kadın karakterleri ile birlikte ele alınmadan eksik kalır. Budala’daki Nastasya Filipovna, Karamazov Kardeşler’de Gruşenka’ya çok yakın bir karakterdir. Çok güçlü karakterli, ama toplumda ahlaksız olarak bilinen bu karakterler, her iki romanda da aşkının arkasında güçlü şekilde durabilmeleriyle dikkat çekerler. Suç ve Ceza’nın “Sonya”sı da Raskolnikov’un vicdani acısını ortaya çıkaran ve bir anlamda onun vicdanını kurtarmak için aracı olan “temiz orospu”dur. Sonya’daki ruhsal olarak tertemizlikle, toplumsal olarak aşağılanmışlık arasındaki bu derin tezat, Dostoyevski’nin insan ruhunun ve kişiliğinin birbiriyle oluşturduğu derin uçurumların ve çatışmaların da bir sembolü gibidir.

Karamazov Kardeşler’in Gruşenka’sı da, baba Fyodor Pavloviç ile oğul Dimitri Karamazov’un birbirine girmesine sebep olan “ahlaksız” kadındır. Ancak Gruşenka aynı zamanda Dimitri Karamazov’un ruhsal kurtuluşuna kefaret olacak; kendi kurtuluşunu da bu kurtuluşu sağlamakta bulacaktır. Onun değişimi ve dönüşümü de Dimitri’nin fedakarlığı ve günahlarının kefareti olan bir acıya karşılık olarak ve paralel olarak gelişir.

Dostoyevski’nin, romanlarında hangi karakterden yana olduğunu bilebilmenin pek imkânı yoktur. Adeta kendi sesini dışarıda, ya da daha doğru bir tabirle tüm seslerin bir bileşiminde tutar gibidir Dostoyevski. Tolstoy romanları gibi bu açık bir şekilde hissettirilmez; çünkü Dostoyevski, bir kişiliği parçalara bölerek onu bütün çelişkileriyle gün yüzüne çıkarır. Romandaki dinle ve Tanrı ile ilgili “şüphelerin” en “akılcı” ve sağlam olanlarının İvan tarafından dillendirilmesi bu açıdan anlamlıdır. İvan, belki de yüreğinde inanmaya yönelik bir dürtü olan, vicdanı devamlı kendisini rahatsız eden, ama diğer taraftan da inanmayan ve bu inanmamayı teorilendiren bir entelektüeldir. Üstelik yazdığı bir makalesinde bunu “dindarların” lehine olabilecek bir tutumla dile getirir. Zosima Dede’ye göre, İvan’ın durumu, inanmak için çektiği acıyla ilgilidir ve acı çekebilen bir insan soylu bir ruha sahiptir ve kurtuluşa hazırdır.

Ruhun ölümsüzlüğüne ve Tanrı’ya inanmayan kimse için sevginin ve iyiliğin olmadığını ileri süren İvan, işte bu yüzden “her şey mübah” diyebilmektedir. Hatta bununla da kalmaz, ruhun ölümsüzlüne inanmayan bir insan için kötülükten başka seçenek olmadığını ileri sürer.

    ” Onsekizinci yüzyılda bir günahkar vardı, şöyle bir laf ortaya attı: ‘Eğer Tanrı olmasaydı, O’nu icat etmek gerekirdi’ dedi. Garip olanı, insanda hayranlık uyandıran, Tanrının gerçekten varolması değildir. Asıl hayranlık uyandıran şey, insan gibi acımak bilmeyen vahşi bir hayvanın içinde ‘Tanrının var olması zorunlu bir şeydir!’ diye bir düşüncenin uyanmasıdır.
    Tanrı’nın varlığını düpedüz ve yapmacıksız kabul ediyorum. Yalnız şunu belirtmem gerekir: Eğer Tanrı gerçekten varsa ve dünyayı yaratmışsa, o halde hepimizin çok iyi bildiği gibi onu Öklid geometrisine göre insan aklını da ancak üç boyutu kavrayabilecek şekilde yaratmıştır…boynumu eğerek şunu açıklıyorum ki, böyle sorunları çözmek için gereken yeteneklerden hiçbirisine sahip değilim. Benim aklım, Öklid prensiplerine göre işleyen, yani yalnız bu dünyayı kavrayabilecek bir akıldır…Varlığını bildiğim halde böyle bir dünyanın nasıl var olabileceğine bir türlü inanamıyorum. Kabul edemediğim şey, Tanrı’nın kendisi değil, bunu anla! Ben, yalnız O’nun yarattığı dünyayı kabul edemiyorum.”

Alyoşa ile konuşmasında bunları söyleyen İvan için sorun, bu kadar büyük kötülüklerin hakim olduğu, bu derece yanlış bir dünyanın kabul edilmesidir. Bu kısımda birkaç örnekle çocukların dahi nasıl “sanatsal” bir işkenceye maruz kalabildiklerini örneklendirir. İvan, romandaki “İsyan” bölümünde “Tanrı’nın yarattığı dünyayı neden kabul edemediğini anlatır.

Romandaki en etkileyici bölümlerden birisi, İvan’ın Alyoşa’ya, yazmış olduğu “Büyük Engizitör” şiirini anlattığı bölümdür. Hz. İsa, engizisyonun en sert olduğu dönemlerde Seville kentine iner. Halk tarafından tanınır ve büyük bir sevgiyle kabul edilir. Ancak Seville Katedralı papazı, Hz. İsa’yı tutuklar ve O’nu sorgular (bu tutuklamaya halktan hiçbir tepki gelmez, tam tersi tutuklama sırasında katedral papazını yerlere kadar eğilerek selamlarlar). Bu bölüm, Hristiyanlık özelinde kurumsallaşmış din üzerine düşünülen önemli bir bölümdür. Hz. İsa hiç konuşmaz; papaz ise konuşur…Papaz Hz. İsa’ya:

    ” Kitaplardan bizlere kadar gelen bilgilere göre, çölde seninle korkunç zeki bir ruh,  varlığın kendi kendisini yok etmesini, yokluğu temsil eden bir ruh, yüce bir ruh konuşmuş, söylediğine göre o ruh gönlünü çelerek seni kötü bir yola itmek istemiş. Gerçekten öyle mi oldu? Ama sana şunu söylemek isterim: O ruhun sana sorduğu o üç sorudan daha gerçeğe uygun bir şey söylemek mümkün müdür? Senin reddettiğin ve kitaplarda ‘kötü yola çekme’ olarak gösterilen o üç sorudan daha gerçek bir şey var mı ki? Şunu da söyleyeyim, eğer dünyada gerçekten insanlığı yıldırımla çarpar gibi meydana gelmiş bir mucize varsa, işte o gün, sana sunulan o üç kötü yolun teklif edildiği gün olmuştur…dünyadaki tüm bilgin, yazar ve entelektüellere ‘bize üç soru bulun, ama bunlar öyle sorular olsun ki, oluşumun bütünlüğünü olduğu gibi kavramaktan başka ayrıca üç sözle, üç cümleyle insanlığın ve dünyanın geleceğini özetlesin’ denilseydi, sanıyor musun ki, dünyanın bir araya getirilen bütün bu bilimi, derinlik ve etki bakımından gerçekten o güçlü ve zeki ruhun sana çölde sorduğu o soruların derinliğine ve gücüne eşit olacak üç soru bulabilir.”

Ve devam eder papaz:

    “Kendin karar ver; hanginiz haklıydınız? Sen mi, yoksa o mu? Birinci soruyu hatırla; harfi harfine hatırlamasan bile, o sorunun anlamı şuydu: ‘Sen dünyaya insanların arasına ellerin çıplak olarak, basit varlıklar oldukları ve doğuştan onurlarını yitirmiş oldukları için kavrayamadıkları, korktukları, hatta içlerinde dehşet uyandıran bir özgürlük vaadiyle inmek istiyorsun. Bu özgürlük onları korkutur, çünkü insan için insanlardan meydana gelen bir toplum için özgürlükten daha ağır bir yük yoktur! Oysa bu çıplak ve güneşten kavrulan taşları görüyor musun? Onları ekmek haline getir! O zaman tüm insanlık daima içi titrediği halde, sana karşı şükran duyan uslu bir sürü gibi arkandan koşar. Elini çektin mi verdiğin ekmek hemen yok olsun.”

Halbuki çöldeki akıllı ruha, Hz. İsa “insan sadece ekmekle yaşayamaz” diye bir bir cevap vermiştir bilindiği gibi. Papaz: “ Karınlarını doyur ve ondan sonra onlardan iyilik bekle!” işte sana karşı dikecekleri ve Senin mabedini yıkacak olan sancağa bunu yazacaklardır!

İnsanlara vicdan özgürlüğünden daha çekici ama bir o kadar da acı veren bir şey yoktur papaza göre. Öyleyken, Hz. İsa, insanların vicdanını sonsuza kadar rahata kavuşturacak sağlam temeller kurmak yerine, ne kadar belirsiz ve onların gücünü ne kadar aşan şey varsa onları ele almıştır.  Katolik kilisesi Hz. İsa’nın eserini “düzeltmiş”; mucizeden, sırdan ibaret bir kurguyla insanlardan özgürlüğü alıp yerine “mutluluğu” vermiştir. Büyük Engizitör artık öfkesinin ve kininin doruk noktasında Hz. İsa’ya:

    “İnsanın güçsüzlüğünü bu kadar olgunlukla kabul eden, sevgiyle onun taşıdığı yükü hafifleten ve o güçsüz varlığın bizim iznimizle de olsa günah işlemesini hoş gören bizler, insanı sevmiyor muyduk acaba? Şimdi neden gelip bize engel oluyorsun? Neden hiç konuşmadan o sevgi dolu gözlerinle içimi okuyormuş gibi bakıyorsun? Kız bana! Sevgini istemiyorum senin! Çünkü ben de seni sevmiyorum…ben mi sırrımızı senden saklayacağım. Belki de bunu bizim ağzımızdan duymak istiyorsun. Dinle o zaman! Biz sana bağlı değiliz, “ona” bağlıyız. İşte bizim sırrımız bu! Çoktandır artık seninle değiliz. Sekiz yüz yıldır artık “onunlayız”. Sen onun sana sunduğu hediyeyi reddettin;bizler ise o reddettiğin şeyi sekiz yüz yıl önce ondan aldık. O sana dünyanın bütün krallıklarını göstermişti, sen reddettin! Biz ondan Roma’yı ve Sezar’ın kılıcın alarak kendimizi dünyanın kralları olarak ilan ettik. “

Büyük Engizitör (ya da bazı çevirilerde Büyük Sorgucu) bölümü, felsefi, teolojik ve edebî olarak dünya edebiyatının en büyük zirvelerinden birisini oluşturur.

İvan, hastalıktan ve sanrılar içinde büyük acı çekerken

    ” Bu gururlu bir adamın verdiği kesin karardan doğan bir acıdan başka bir şey değil. Çok vicdanlı bir insanmış. İnanmadığı Tanrı ve gerçek, artık hâlâ direnen, hâlâ boyun eğmek istemeyen varlığına hakim olmuştu. Alyoşa başını yastığa koyduktan sonra zihninden ‘evet madem Smerdyakov öldü, artık İvan’ın ifadesine kimse inanmaz. Öyleyken gene de gidip açıklamada bulunacak” diye bir düşünce geçti. Hafifçe gülümsedi: ‘Tanrı onu yenecek’diye düşündü. O zaman İvan, ya gerçeğin ışıkları altında yeni bir hayata kavuşacak, ya da…nefret içinde kendisinden de, inanç duymamasına yol açanlardan da intikam ala ala yok olacak”

Dimitri (Mitya) ise günahtan kaçamayan, deli dolu bir kişiliktir. Babasından o da İvan gibi nefret eder ve her fırsatta onu öldürmek istediğini haykırır. Ancak babasının öldürülmesinde suçlu değildir. “Günahlarımdan dolayı, adi bir insan olduğumdan dolayı suçluyum, ama babamın kanını ben dökmedim” diye haykırdığı ve sorgulama sırasında kendisini suçsuz gösterebilecek her türlü delili reddedip bütün yürekliliği ve açıklığıyla konuştuğu uzun sorgu bölümü, Dostoyevski romanlarında daha önce Budala’da Prens Mişkin’de görünen bir durumu imâ eder. Mitya da aynen Mişkin gibi bu dünyaya ait bir insan değil gibidir. Bu yüzden söylediği şeyler karşıda sorgusunu yapan kişilerce anlaşılmaz bulunur. Ama Mitya, karşısındakiler için çok daha anlaşılmaz bir şeyden dolayı büyük acı çekmektedir. İşte bu “suçundan” dolayı gönüllü olarak acı çekmeyi kabul eder. Zaten Dostoyevski’de acı, suçun kendisinden dolayı değil, suçun gerektirdiği cezanın gönüllü kabulü gibidir. Bu yüzden acı, arındırıcı bir işlev görmektedir. Cahil ama şair ruhlu birisidir Dimitri; gururludur, kendisine has bir şeref anlayışı vardır ve onun çiğnenmesi kendisi için ölümden ağırdır.

    “İşte o böcek benim, kardeşim, o şiirde benden özel olarak söz edilmiştir. Hem biz Karamazov’lar hepimiz aynıyız. Senin içinde de, senin gibi bir meleğin içinde dahi böyle bir böcek yaşıyor; damarlarındaki kanın köpürmesi bundandır. Bunlar gerçek fırtınalardır. Şehvet fırtınası basit bir fırtınadan daha şiddetlidir. Güzellik korkunç, feci bir şeydir. Korkunçtur, çünkü tanımlanamaz, tanımlanamaz çünkü Tanrı bize yalnız bilmeceler vermiştir. Şurada kıyılar birbirine bitişir, şurada ayrılıklar bir arada yaşar. Ben çok cahilim ama, bütün bunları çok iyi düşündüm. Korkunç denecek kadar çok sır var…Güzellikmiş! bundan başka herhangi bir insan hatta vicdanı yüksek zekası da parlak olan bir insan dahi, Hazreti Meryem’i kendisi için bir ideal olarak kabul edip başladığı halde sonunda Sodom’u bir ideal haline getirebilir. Ruhunda Sodom’u bir ideal olarak kabul edip de Hazreti Meryem’den de ideal olarak vazgeçmeyen insanın durumu daha da korkunçtur; yüreği yanar durur…Sözün kısası insan çok derin, hatta aşırı derin bir varlıktır, ben olsaydım onu biraz daha sığlaştırırdım”

İvan’ın şüpheciliğine karşılık Dimitri’de daha saf bir kişilik vardır. Bu yüzden Dostoyevski romanlarında İvan gibiler (ki cinayeti işleyen Smerdyakov, İvan’ın her şey hoşgörülebilir türü fikirlerinden ilham alan ve bunu eyleme döken, tam anlamıyla ahlaksız bir nihilisttir) kurtulaşa erişemezken, Mitya gibiler acı çekerek kurtuluşa ererler.

Romanda Rus rahibi bölümü, Zosima Dede’nin din ve Tanrı inancı ile ilgili fikirlerinin, İvan’ın “Büyük Engizitör”de ve öncesindeki fikirlerinin karşısına konulduğu bölümdür. Bu bölümler arasında Dostoyevski’nin Zosima Dede’nin mi, İvan’ın mı yanında olduğunu anlamak mümkün değildir. Çünkü, Dostoyevski, aynen romanlarındaki kahramanlar gibi bütün çelişkileriyle insandır. İvan’ın tezleri bu açıdan bütün kuvvetiyle doğrulanabilir tezlerken, Zosima Dede’ninkiler İvan’ın tezlerinin antitezi gibi olsa da onlar da aynı derecede güçlüdürler.

Dostoyevski romanlarının zirvesi olan Karamazov Kardeşler, aynı zamanda Modern romanın da bütün öncüllerini verir. Hatta sonradan Joyce, Proust, Woolf ya da Faulkner’de hakim olan bilinç akışı tekniği, İvan’ın hasta yatağında “bilinçaltının yarattığı şeytan”la yaptığı konuşmada, Dimitri ve İvan’ın kendileriyle yaptıkları konuşmalarda görünür haldedir.

“Şeytan”la mücadele ederken, ona inanmakla inanmamak arasında yaşadığı derin sancılar sırasında şeytan İvan’a

    ” Daha geçen bahar buraya gelirken; orada yepyeni insanlar vardır, bu insanlar her şeyi yıkmayı ve işe yamyamlıktan başlamayı düşünüyorlar (Ecinniler’in de konusunu oluşturan  nihilist-anarşistlerden bahsediyor sanırım) diye karar vermiştim. Aptalar bana sormadılar! Bence hiçbir şeyi yıkmamalı sadece insanlığın içinde yaşayan Tanrı düşüncesin yok etmeli! İşte işe oradan başlamalı diyordum genç dostum. Bir kez insanlık Tanrı’yı reddettikten sonra o zaman yamyamlığa ihtiyaç duymadan tüm eski dünya görüşleri ve en önemlisi eski ahlak anlayışları kendiliğinden yıkılacak ve yerine yenileri gelecektir. “

Dostoyevski romanlarında, fiziksel olarak güçsüzlük, ruhsal olarak güçlenmeyi ve yücelmeyi getirir. Mişkin, fiziksel olarak çok zayıftır, saralıdır ama hakîkate en çok yaklaştığı anlar sara krizi geçirdiği zamanlardır. İvan da en büyük acılarını hastalığının en ağır anlarında çeker; ancak bu acılarla birlikte yaşadığı vicdan azabı onun mahkemedeki tavrının da sebebidir. Hastalığı sırasında “kendi şeytanı” ile yaptığı kavgalar, İvan’da derin bir inanma isteğinin olduğunu, ama inanmanın gerektirdiği saf gönüle sahip olmakta – entelektüel zihin yapısının türevi olarak – zorlandığını gösterir.

Şeytan ilan vermek istediği bir gazetenin, ilanını reddetmesi üzerine onlara cevaben

    “Sizin çağınızda Tanrı’ya inanmak gericilik olur. Ama ben Tanrı değilim ki! Ben şeytanım ve bana inanılabilir” dedim. “Tabii anlıyoruz şeytana kim inanmaz? Ama gene de bunu yayımlayamayız, gazetemizin yönüne aykırı olur. Ama isterseniz fıkra olarak yayımlayalım olmaz mı? dediler. “

İvan’ın şeytanla diyalogu ve kavgası romanın en güçlü bölümlerinden bir tanesidir. Rakitin, fikir kampı olarak İvan benzeri bir karakterdir; ancak İvan’daki soylu fikir acısı, Rakitin’de yoktur. Aynen Smerdyakov’da olmadığı gibi. İşte bu yüzden romandaki en “kötü” karakterler, şehvet düşkünü Fyodor Pavloviç, baba katili olmakla suçlanan Mitya, “tanrı yoksa her şey hoşgörülebilir” diyerek kötülüğe kendisi için olmasa da fikren zemin hazırlayan İvan, çocukları ananas şarabı içerken duvara çivilemenin zevkinden bahseden Lisa Hohlokova değil, Rakitin ve Smerdyakov’dur.

Alyoşa, aynen Budala’daki Mişkin gibi bir tür Hz.İsa figürüdür. Zosima Dede’nin “insan dünyadaki her türlü günahtan sorumludur” prensibi uyarınca kurtuluşu başkasının günahlarının da acısını çekmekte bulan Alyoşa, romanın sonunda toprağa verilen İlya’nın cenaze töreninde çocuklara söylediği sözlerde bir umut ışığının da habercisi gibidir:

    ” Şunu bilin ki, şu dünyada yaşamak için iyi bir anıdan, özellikle çocuklukta yaşanmış, ana baba ocağıyla ilgili güzel bir anıdan daha yüce, daha güçlü, daha sağlam, daha yararlı bir şey yoktur. Size terbiye konusunda birçok şeyler söyleyeceklerdir. Oysa belki de çocukluktan bu yana içinizde sakladığınız güzel, kutsal bir anı, belki de terbiyenin en güzel şeklidir. Bir insan bu çeşit birçok anıları toplayıp hayata atılırsa ömrünün sonuna dek kurtulmuş olur. Eğer yüreğimizde sadece bir tek güzel anı kalmışsa o bile bir gün bizim için kurtuluş çaresi olacaktır…”

Dostoyevski’nin; insan ruhunun bu büyük sarrafının, bu acı çeken ruhun romanlarını okumak her defasında yeni bir hayatla karşılaşmak demektir. Karamazov Kardeşler, onbeş sene sonraki ikinci – tam – okuyuşumda bana, bir öncekinden çok daha büyük bir eser olduğunu düşündürdü. Adeta devasa bir hazine sandığı! Her açışınızda yeni bir bölmesini fark etmek ve o bölmenin içinde bulduğunuz, daha önce hiç görmediğiniz bir mücevherin seyrine dalmak gibi bir şey. Acı veriyor bakmak, ama baktığımız bizim kendi ruhumuz ve sûretimiz zaten!

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 16 Yorum

  2. Yazan:özlem Tarih: Nis 16, 2009 | Reply

    Derhal Karamazov Kardeşleri yeniden okumalıyım.:) Dostoyevski denilince pek bahsedilmez ama benim ilk okuduğum kitabı Ezilenlerdir. Hala da çok severim. İlk göz ağrısı gibi birşey galiba.
    Elinize sağlık. Dostoyevski benim de en sevdiğim yazardır. Epeydir uzak kalmıştım.
    Yeniden aklıma düştü.

  3. Yazan:eg Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    tesekkurler ozlem hanim,
    dostoyevski benim icin okunmazsa eksik kalınacak bir büyük şahıs. karamazov kardeşler de roman sanatının zirvesi. tekrar okyuunca büyük bir istekle duygularımı ve düşüncelerimi paylaşayım dedim:)
    bu arada karamazov kardeşler okunacaksa mutlaka rusça’dan yapılan tam bir çeviri olmalı. iletişim’in çevirisi de çok iyi. (mesela yukarıda resmi verilen çeviri sanırım özet bir çeviri …)

  4. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    Son zamanlarda edebiyat üzerine yazılan yazılarla DD bence önemli bir eksiğini tamamlamış oluyor.Hatta bir ara okur olarak böyle bir talepte bulunmayı düşünmüştüm.Gerçi Suzan hanımın bu formatta yayımlanmış makaleleri bulunuyordu.Ancak sistemli olarak sinema ve edebiyat köşesine yerverilmesi gerektiğini düşünüyorum.Zira Özlem hanımın da değindiği üzere bu tür çalışmalar sanata ve özelinde edebiyata olan ilgiyi arttıracaktır.Mesela Enver beyin emek verdiği bu çalışmadan sonra,defalarca okuduğum Karamazof Kardeşleri bir kez daha okuma gereği duyuyorum.Çünkü çok daha zenginleştirilmiş biçimiyle karşılaştırma,yeniden anlamlandırma imkanı olacaktır.
    Elbette edebiyat dergileri,gazetelerin kitap ekleri de kısmen bu ihtiyacı karşılayabiliyor.Ancak Enver beyin enfes yorumuyla konuya katılmak daha bir başka olacaktır diye düşünüyorum.
    Emekleriniz için teşekkürler Enver bey.

  5. Yazan:eg Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    ben teşekkür ederim aziz bey, iltifat etmişsiniz…
    bu arada dostoyevski üzerine Gide, Bakhtin ve benim hepsinden fazla önemsediğim Carr’ın incelemeleri de edebiyat eleştirisi ve poetika ile ilgilenenler için önemli kitaplardır. tavsiye ederim.

    bir şey daha:
    şimdi yazıya tekrar bakınca rakitin’in ismini çoğu yerde doğru yazmış ama bir yerde rakitiç diye yazmışım, özür dilerim:)rakitiç almanya’da oynayan bir hırvat futbolcuydu:))

  6. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    Selamlar Aziz Bey,

    Edebiyata ve genel olarak sanata daha çok yer vermemiz gerektigini düsünüyorum ben de. Aslinda iki yil önce bu konuda tartisiyorduk yazar ve okurlar ile, siir, öykü vb koymaya baslarsak isin altindan kalkamayiz dedik.

    Bir de DD’nin genel çizgisi bir edebiyat dergisi formatinda degil. Ama Sever’in, Enver’in, Özlem ve Suzan Hanimlarin yazdiklari yazilar Sanat-Felsefe-siyaset-insan eksenlerinin gerçekte çok daha yakin hatta AYRILMAZ oldugunu gösterdi bize.

    Bu güzel yazilarin ortak noktasini söyle algiliyorum, biraz klise olacak ama “sanat için” yazilmis yazilar degil sözkonusu olan, dogal olarak iNSAN’i buluyorum bu yazilarin merkezinde. Bir merak, bir anlama çabasi, hatta satirlarin arasina sinmis bir “yaratilmislarin en sereflisi” kokusu aliyorum. Bilmem yazarlar beni teyid eder mi?

    Sanat konusunda özel bir (b)ilgisi olmayan okuyucular da bu yazilari okuyarak etkileneceklerdir sanirim.

    Mesela Enver’in yüzünden (!) seyrettigim filmler oldu. Sinemaya bakisimi çok deistirdi onun yazilari.

    Tabi bir de su var, siyasi yazilarin altinda çok atesli tartismalar oluyor, sanatla ilgili konularda ise ayni durum yok. Sanki ilgi daha azmis gibi bir yanilgi doguruyor bu.

    Neticede yazmanin en büyük ödülü okunmaktir kanaatimce. Bir yanki almak, hislerini paylasmak.

    Eger okurlar yazarlar ile eser veya sanatçi üzerine sohbet açarlarsa bu yazarlari da motive edecektir sanirim.

    Sevgi ve saygiyla

  7. Yazan:eg Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    sevgili mehmet,
    öncelikle benim de yazma amacım gerçekten de her şeyde “yaratılmışların en şereflisi”nin izini sürmek…

    bir de “Tabi bir de su var, siyasi yazilarin altinda çok atesli tartismalar oluyor, sanatla ilgili konularda ise ayni durum yok. Sanki ilgi daha azmis gibi bir yanilgi doguruyor bu.
    Neticede yazmanin en büyük ödülü okunmaktir kanaatimce. Bir yanki almak, hislerini paylasmak.” demişsin ya, aslında bu konuda biraz farklı düşünüyorum ben.

    tarkovsky’nin mühürlenmiş zaman adlı kitabını okuduğumda ve sonradan günlüklerini okudğumda gçrmüştüm ki tarkovsky sık sık “hiçkimse benim eserlerime ihtiyaç duymuyor” diyerek büyük bir acı duyuyuro ve hayal kırıklığı içinde umutsuzluğa düşüyor. eğer onun ölümünden önce(1988) filmlerini izlemiş, anlamış birisi olsaydım ve onu görme şansım olsaydı muhtemelen ona “siz filmlerinizin hiçkimseye faydalı olmadığını düşünüyorsunuz bazen;ama işte ben buradayım ve sizin filmleriniz hiç olmazsa benim hayatımı değiştirdi” demek isterdim. yani bence büyük sanat eserleri hayat değiştirmeye namzet eserlerdir, o yüzden de fazla izlenmek ya da okunmaktan ziyade, yani nicelikten ziyade, az da olsa insanların hayatına yaptıkları katkı ile büyük olurlar bence.

    benim yazma sebebim ve yazdıklarım elbette tarkovsky ile ya da bir başka büyük sanatçıyla karşılaştırılamaz, ancak gerçekten de okunma veya yorum yapılma sayısı benim için çok önemli kriterler değil. daha ziyade ben bir kişi dahi olsa kalbimi anlayan ve benimle kalbini paylaşan insanı tercih ediyorum, bin tane “kavga edecek” insan yerine…mesela kendi yazılarımdna örnek vereyim: en çok okunan ve en çok yorumlanan yazılarım çoğunluk en az emek harcadığım ve en kısa sürede yazdıklarım oluyor. ama mesela neredeyse üzerine bir ömür ve o ömür üstüne birkaç gün harcadığım yazılarıma çok az tepki geliyor ama öyle ruhtan, kalpten gelen şeyler oluyor ki onlar herhalde o tek yoruma bin tane başka yorumu değişmem gibime geliyor…kısaca ben okunma sayısı ya da yorum sayısından ziyade kalp yoldaşı olabileceim azınlığı tercih ediyorum her zaman…sevgiyle

  8. Yazan:MY Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    Seni anliyorum Enver, haklisin tabi bir çok noktada.

    aslinda bu iki motivasyona bir 3cüsünü eklemek mümkün, biraz bencil olacak ama bazen insan sadece “kendisi için” yazmak istiyor. Bazen bir yaziyi bitirince insanin üzerinden bir yük kalkiyor. Bilmem sana olur mu?

    iki ünlü olay hatirliyorum, galiba birincisi George Washington, çok sayida güneyli askeri bir nehrin kiyisina sikistiran generaline derhal taarruz etme emri veriyor ama kuzeyli general kararsiz davraniyor o arada güneyliler kaçiyorlar. Washington zehir gibi bir mektup döseniyor, “sizin yüzünüzden savas uzadi, binlerce kuzeyli lüzumsuz yere ölecek…” filan. Ama ölümünden sonra Washinton’un bürosunda bulunmus bu mektup, hiç bir zaman yollamamis!

    Bir de Kafka’nin babasina yazdigi mektup var, “size göndermeyecegim bunu” diye baslayan.

    In the mood for love filmini seyretmis miydin? (soruya bak, herhalde seyretmissindir 🙂

    neyse, oradaki “kara” sevdadan muzdarip adamcagiz kayadaki bir deligin içine dertlerini anlattiktan sonra yerden bir parça ot alip üzerini tikiyordu. O sahnedeki sembol bazen bizim kelimelerimizde “vücut” buluyor sanki.

    yazip geçiyorsun, kim okursa okusun, ne anlarsa anlasin. Sen artik yazdin onu. O “yakici” gerçek senin bir parçan olmaktan ve haliyle seni yakmaktan çok uzak artik.

    iste böyle bir 3cü motivasyon da var galiba 🙂

  9. Yazan:eg Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    kesinlikle haklısı mehmet. bir anlamda yakan ateşi bir an önce içinden çıkarıp bir anlık da olsa yanmaktan kurtulabilmek:))

    in the mood for love filminde neredeyse aynı sahne içimize yer etmiş, ne güzel işte bahsettiğim buydu aslında. iki insan aynı şeyde aynı duyguyu hissettiğinde bu iki insan bir daha ebediyen birbirini anlarmış gibi birşeyler yazmıştı tarkovsky’ye “filmlerinden etkilenen bir işçi kız”…aynen öyle bence de…sanat tam da bunun için var, insanların kalplerinden kalplerine anlayış tünelleri açmak için…

  10. Yazan:özlem Tarih: Nis 20, 2009 | Reply

    Evet benim icinde benzer bir duygu soz konusu, yazdigim seyi yazdigim an sanki kurtulmak icin hemen yolluyorum. O yazı benden çıkınca ben o yazıdan kurtulup ferahlıyorum sanki. Hani simdi moda oldu ya ben lafımı soyledim beğenen alııır, beğenmeyen bırakır kaçar.. Sonra bir kez okuyorum ya diyorum surasini duzelteyim, sonra bir kez daha bakiyorum basliyorum afedersiniz mehmet Bey, bunu da duzeltelim demeye. Mehmet bey yayinlayana kadar ben o yazi ile oynayip duruyorum:) Hatta az evvel son gönderdiğimi yeniden değiştirdim:) Bu da size müjdem olsun.
    Sonuç olarak ben bunu niye söyledim. Hiç bir fikrim yok. Olan varsa dinleyebilirim:) Belki Mehmet Bey yazımın son halini yayınlayın demek için olabilir, ya da gevezelikten.

  11. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Mehmet bey sizinle tekrar yorumlaşmak ne güzel.İnanın doyum olmayan sohbetinizi de sizi de çok özledim.Bu arada hatırlatayım,arayı fazla açıyorsunuz:))
    Sanat meselesine gelince;benim de asıl vurgulamak istediğim buydu zaten.Edebiyat dergileri,gazete kitap ekleri kısmen bazı beklentileri karşılıyor demekle DD’nin tam da sözünü ettiğiniz”sanat için”kleşesinin dışında bir amaç güttüğünü ima etmekti amacım.Ben değerli yazarlarımızın bu coşku ve heyecanla yazdıklarını görüyorum.Enver beyle sineme yazılarının özerine sohbet ederken”benim için bir nevi aşk gibidir”demişti.Ben işte tam da o aşkı görüyorum.Ve bunun için diyorum ki bu aşkın,şevkin boşluğu hiç duyulmasın.
    Ayrıca politik konulu yazılara ilginin daha fazla olduğu görüşünüze de katılıyorum.Ancak bu,bana göre tartışma boyutuyla ilgili bir durum.Politik fikirler karşı olunur,eleştirilir ya da katılma yönünde fikir beyan edilir dolayısıyla da bu geniş bir katılım ve tartışmaya dönüşür.Ama dediğiniz gibi bu yazıların en güzel ödülü okunmasıdır.Ve okunuyor da.Bu bizi yanıltmamalı.
    Sevgi saygılar.

  12. Yazan:MY Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Aziz Bey Walla ben de sizi özlemistim,

    Aslinda yorumlarinizi severek onayliyorum ve ugramdiginiz zamanlar merak ediyorum “nerede kaldi bizim Aziz Bey?” diye 🙂

    Bu isler böyleymis demek ki, insan internet üzerinden tanidigi bir insani hiç görmeden, sesini duymadan da sevebilirmis.

    Bu durum bizi karsimiza çok büyük ve yepyeni bir felsefi problem çikariyor aslinda 🙂

    Sevgi ve dostluk nedir? Eski yunan filozoflari veya daha modern düsünürler “insan kendine benzeyeni sever” tarzi seyler söyleyebilirlerdi.

    Dis görünüsten, ses tonundan ve hatta insanin aksanindan olumlu/olumsuz etkilenme söz konusuydu.

    Oysa simdi Internet ile materyalizm, idealizm, pozitivizm, empirizm, bilimcilik … ne varsa sil bastan yapmak gerekiyor.

    insan denen varlik ile kasap vitrininde asili duran bir et ve kemik yigini arasinda ne fark var?

    Sevgi? dostluk? inanç? Nerede bunlar? Neremizde?

    Descartes’in ölmüs insanlari keserek “bilinç, ruh, vicdan” gibi seylerin izini aradigini okumustum.

    Acaba ne kadar yol aldik Descartes’tan beri? insani duygularin birer hormon selinden, karmasik protein zincirlerinden ibaret olduguna IMAN EDEN bilimci tayfasi hala dimdik ayakta durmuyor mu? Heyhaaaat!

    Birbiriyle ilgisiz gibi görünen konulara bir göz atalim: Milliyetçilik-Irkçilik, porno, çevre kirliligi, fuhus, Israil’in bebekleri katletmesi ve çocuklarin cinsel istismari.

    Bir gün bir kitapta “ein stück” (bir parça) kelimesini okumustum. Haaa! Bir anda hersey birlesiverdi gözümde! Tabi siradan bir metin degildi, Naziler kamplarda yok ettikleri Yahudileri böyle adlandiriyorlardi… Bir parça. Yani “insan” olmaya layik degil. Bir et-kemik parçasi. Hayvan bile degil, bir parça!

    Milliyetçilik konusunu her açtigimizda yazilan hakaretlere dikkat edin “siz yasamayi hak etmeyen solucanlarsiniz…”

    Rasim Ozan’a yumruk atan Alperen Kayatuzu’nun yerine koyalim kendimizi: Fikirlerini begenmedigi bir yazari Kayatuzu nasil görüyor? Kapatilmasi gereken bir radyo? Susturulmasi gereken bir çalar saat? Vur bir yumruk. EIN STÜCK ne de olsa. Bu bir insan degil, haliyle ona vurmak “kötü” olamaz.

    Böyle siddet uyguluyor insanlar birbirlerine. Yoksa Kayatuzu da bir insan. Belki çocuklari vardir. çocuklarini severken hayal edebiliyorum, babacan, sefkatli… Bayramlarda büyüklerini ziyaret ediyor, ellerini öpüyor, hastaliklariyla ilgileniyor…

    Ama insani göremiyor her zaman. Fahiseleri bir et gibi gören müsterilerinden ne farki var böyle bir milliyetçinin? Kendi çocuguna tecavüz eden bir “baba” çocugunu cinsel haz veren bir cisim (EIN STÜCK) olarak görüyor. çevreyi kirleten bir is adami için de o agaçlar, kuslarin civiltisi birer cisim sadece, EIN STÜCK.

    Dünyaya Nazi gözlügüyle bakinca her yerde görebileceginiz tek bir sey var: EIN STÜCK, EIN STÜCK, EIN STÜCK, EIN STÜCK…

    Enver ne güzel demis, “sanat tam da bunun için var, insanların kalplerinden kalplerine anlayış tünelleri açmak için…”

    Daha da ileri gidelim ve diyelim ki SANAT bütün bu sorunlari ortadan kaldirabilecek kuvvette bir ilaçtir!

    Sabirla beni okuduysaniz matrak bir notla bitireyim, Kant’in güzellik üzerine yazdigi metinlerde karsima Asik Veysel çikti desem inanir misiniz?

    Güzelligin insani insanliga davet edisini tüyler ürpertici bir dille anlatan, açiklayan ve temellendiren bu büyük düsünürü de buradan selamlayalim ve bütün söylediklerinin Asik Veysel’in bir misrasina sigmasina sasiralim birlikte:

    “Güzelligin bes para etmez bu bendeki ask olmasa!”

    Akil almaz bir sey. Bence mucize bu iste. Mevlana’nin Mecnun’un agzindan Leyla’ya söylettiklerini Immanuel Kant size en “modern” felsefî argümanlar ile anlatiyor:

    “Ey Leyla! Ben saraba asigim, kadehe degil, Altin bir kadehten sirke içsen neye yarar? Kirik bir çanaktan sarap içmek isterim ben!”

    ALLAH nasib ederse Kant üzerine yazmak istiyorum, saf aklin elestirisi, pratik aklin elestirisi, güzellik…

    Yeniden bulusmak üzere, Muhabbetle

  13. Yazan:özlem Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    ne olur yazmaya devam edin, her yazdığınızı mutlulukla okuyorum…
    Ali İzzet Begoviç sanat dinin çocuğudur demişti. Eğer yaşamak istiyorsa tekrar tekrar bu kaynağa dönmeğe mecburdur. ve sanatı boğmak ateizmin karakterindendir , tıpkı sanatı teşvik etmenin dinin karakterinden olduğu gibi.
    ve daha spekulatif şeyler de söylüyor. Ateizm özgürlükçü olduğu zaman bile sanatı boğar din otoritatif olduğu zaman da onu serbest kılar gibi.ateizm özü itibarı ile hiçbir zaman sanatı kavrayamayacaktır tıpkı dinin özü itibarı ile hiçbir zaman bilimi kavrayamayacağı gibi.

  14. Yazan:Elif Sevinçgül Tarih: Eyl 13, 2009 | Reply

    Yazınız için çok teşekkürler. Özellikle şu tespiti okuduktan sonra “evet, tabii ki ya!” narası atıp benim de tespit ettiğim fakat dillendiremediğim bir nokta açığa kavuşmuş oldu;

    “Raskolnikov, sonraki romanlarında da ortaya çeşitli biçimlerde çıkacak olan bir nihilist-entelektüel figürdür. Sıradan insanların ahlakının üst-insanlar için geçerli olmadığını iddia eden bir figür!”

    Ki bu tespiti “ein stück” yorumuyla Mehmet Bey daha da güçlendirdi. Teşekkürler.

    Bu deriiiin meseleyi erteleyip şunu söylemek istiyorum; bazı eserler çok cömert oluyor. İnsana kattıkça katıyor, kattıkça katıyor. Karamazov Kardeşler benim için öyledir. Her okuduğumda yeni şeyler katar bana. Bunda Dostoyevski’nin tavrının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü O birçok konuda kesin bir yargıya varmaz. Sanat’a yargı yakışmıyor. Çünkü sanatın insanın kendisiyle bazen yumuşak bazen de sert bir şekilde ilerleyen bir “sohbet” olduğunu düşünüyorum. Dostoyevski sanki bunun farkındaymış gibidir ve Dostoyevski sizi sadece dinler. Siz bazen onun karakterlerinin ağzıyla isyan edersiniz bazen iman edersiniz ama onun derdi isyan etmeniz ya da iman etmenizden öte, sizin konuşmanızdır. Zaten vicdan öylesine büyük bir yargıçtır ki (ve Dostoyevski bunun öylesine farkındadır ki) ayrıca yargıçlık yapmanın konuşmak isteyenin sesini kısmasına susmasına neden olacağını bilir sanki. Tıpkı bir bebeğin kendisini tüm eksikliklerine rağmen kabul eden annesinin kollarına koşması gibi, ben de bu eserlere zaman zaman koşup kendimi dinlendiriyorum. Bir ‘kucak’ olduğu için de eksikliklerimi daha rahat kabul edebiliyorum ya da itiraf etmekte zorlanmıyorum. Ya da sadece dile getirmenin huzurunu buluyorum. Bu Dostoyevski kucaklamasının yine Onun sanatını ne kadar güçlendirdiği ortada. Fıtrat sanattır 😉 diyerek yazınız için bir kez daha teşekkür edeyim.

  15. Yazan:EDEBİYAT ÇIRAGI Tarih: Haz 14, 2012 | Reply

    öncelikle belirtmeliyim ki makaleniz çok güzel ve etkileyiciydi.
    dostoyewskinin birçok romanını okumuştum ve kramazov kardeşler okuyamadıgım eseriydi bugün elime aldım ve okumaya başladım girişte dostoyewskinin o yıllar da yazmış oldugu bir yazısı vardı yazı o kadar mütevazıydı ki ve bir yönüyle de dostoyevskinin kurnazlıgını ilk defa bir yazıda itiraf etmesine tanık oluyordum,romanın ilk birkaç sayfasını okuduktan sonra eserin bir saheser olduguna kanaat getirdim fakat ben bu şaheseri böyle üstünkörü okumamalıydım ve nihayet romanı kapatıp karamazov ile ilgili makalelere baktım ilk okudugum makale bu oldu gerek dostoyevskinin sanatsal yönü olsun gerekte kramazov romanı olsun güzel bir şekilde ele alınmış…………yorumlara da baktım onlar da en az makale kadar tecrübe aktarıyordu şunu söylemeliyim ki:
    Yazılanlar okyanusta bir damla bile olursa yine özümsenmeli ve gerekli mesajın alınması için çaba harcanmalı,bu durum günümüz toplumunda pek yaygın olmayabilir fakat bunun hep böyle kalacagı düşünülmemeli çünkü 60 yıl önceki topluma baktıgımızda okur yazarlık durumu bile içler acısıydı fakat bu gün bu durum da büyük bir düzelmenin görüldügü ortada.
    unutulmamalı ki okyanus ve gölleri dolduran damlalardır…….

  16. Yazan:Gamze Tarih: Tem 26, 2015 | Reply

    Ben ilk suç ve cezayı okumuştum. Bu kitaptan sonra ne okuyacağımı bilemedim.
    Madem Karamazov K. size göre suç ve cezadan daha güzel hemde madem benzerlikleri de var o zaman ben bu kitaba yöneliyim. Zaman mekan hissayat müsait olur bide iyi yayınevi bulursam kütüphaneden alırım.İş Bankası olur sanırım.
    Bilgileriniz yararlı oldu yol gösterdi Teşekkürler.

  17. Yazan:Ebrar Tarih: Eyl 22, 2015 | Reply

    Dostoyevski ilk gençlik yıllarında temellerini atan mucizevi bir tutkudur.Tolstoyun huzuruna ve netligine karşılık Dostoyevski çelişkilerle ve derin acılarla doludur.O asla yarım bırakmaz ve bu sayede psikolojinin cesur analizcisidir.Insan onu okurken şüpheleriyle sarsilirken imaniyla kurtuluşa eriyor.İnsan onu okurken kendisini kesfediyor, derinden hissediyor.Kendi içimizdeki tezatliği ancak,Ivani da Alyosa kadar benimsediğimizde hatta sevdiğimizde anlıyoruz.Insan sonsuz bir savastir ve ruhu kainat kadar geniştir.

  1. 2 Trackback(s)

  2. May 15, 2009: Son 30 günde en çok okunanlar : Derin Düşünce
  3. Ara 12, 2012: Son 12 ayda en çok okunan 40 sayfa

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin