RSS Feed for This Post

Güz Sancısı ve 6-7 Eylül Olayları

Tomris Giritlioğlu’nun “Güz Sancısı” adlı filmi, birkaç açıdan tartışma yaratan bir film oldu. Bu tartışmalardan birincisi 6-7 Eylül 1955’deki olaylardır. İkinci konu ise, politik ve tarihsel olaylarla sinema sanatı arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği üzerine yapılan tartışmadır. Sonuncusu, görünürde film ile hiç ilgisi olmadığı halde, filmin tartışılması ve eleştirilmesi sırasında ortaya çıkan ifade ve düşünce özgürlüğü ile ilgili tartışmalardır. Neredeyse tek bir film üzerine yapılan tartışmalarla ülkenin tüm tartışmalarını ele almak mümkün hâle gelmiştir.

Tomris Giritlioğlu, “Mübadele”, “Salkım Hanım’ın Taneleri” filmlerinde ve “Hatırla Sevgili” dizisinde olduğu gibi, yaptığı filmlerde çoğunlukla politik ya da tarihsel bir meseleyi gündemine alıyor. Sözünü ettiğim iki film ile “Güz Sancısı” Türkiye’de azınlıkların sorunlarına eğilen filmler olarak “gerekli” filmler kategorisinde değerlendirilmelidir kanımca. Ancak “gerekli” bir filmin, iyi bir film olmayı sırf bu gereklilikten dolayı garanti etmesinin de mümkün olmadığını söylemeliyim.

Sinema anlayışım dolayısıyla politikayı ilk çıkış noktası yapan ve bu perspektiften bakan filmleri ve yönetmenleri beğendiğimi söyleyemem. Ken Loach, Costa Gavras her ne kadar politik sinemada büyük yönetmenler olarak görülseler de benim açımdan sinema sanatına katkıları çok önemli olmayan yönetmenlerdir.

“Bunuel’in filmlerinde her zaman karşımıza konformizme karşı olmanın yüceliği çıkar. Onun içten, uzlaşmaz ve acımasız protestosu, her şeyden önce, insanı duygusal açıdan etkileyen filmlerinin aynı şekilde duygusal yapısında dile gelir. Bu, hesaplanmış, rafine, zekice düzenlenmiş bir protesto değildir. Bunuel, bir sanat eserine doğrudan yansıtıldığında bir sahtekârlıktan başka bir şey olmayan salt politik coşkuya kendini kaptırmayacak kadar duyarlı bir sanatçıdır. Ancak, Bunuel’in filmlerinde varolan politik ve toplumsal protesto, daha az önemli pek çok yönetmene sonsuza dek yeter” diye yazan Tarkovsky ile aynı düşünüyorum. Tomris Giritlioğlu’nun filmlerini işte bu ” daha az önemli” yönetmenlerin tutumuna benzetiyorum. Paul Valery’nin Bresson hakkında söylediği ” …ancak bilinçli bir abartmaya yol açacak her türlü araçtan vazgeçenler mükemmelliğe ulaşır” cümlesi, “Güz Sancısı”nın neden iyi bir film olmadığının da ipuçlarını verir mahiyette. “Güz Sancısı” Valery’nin değersiz gördüğü “bilinçli abartmayı” sonuna kadar kullanan bir film gerçekten de…

Tomris Giritlioğlu öncelediği politik angajman ile filmini sanatsal, şiirsel bir minvâlden angaje bir noktaya çekmiş görünmektedir. Bu angajman ise senaryodan mı yoksa yönetmenin kendi seçiminden mi henüz bilemediğim bir “edebî simgesellik” ile daha da görünür hâle geliyor. Aynen, Hatırla Sevgili dizisinde olduğu gibi yönetmenin angajmanı (politik olarak sol bir perspektif) filmin içerisine fazlasıyla sirâyet etmiş. 6-7 Eylül olayları öncesi gelişen olaylara karşı çıkan “namuslu komunistler” ile bu olayları yaratmak için gözü dönmüş bir şekilde çalışan “İktidar Partisi” destekli milliyetçiler… arkadaşını “ve can yoldaşını” satacak kadar gözü dönmüş milliyetçiler. Bunların doğruluğu ya da yanlışlığı ile tahmin edileceği gibi ilgilenmiyorum. Benim ilgilendiğim şey, sinemada dile getirilen angajmanın, üstelik çok bayat simgelerle ifşâsı.

“Masum fahişe”nin masumiyeti için oyuncak bebek figürü; yağmacılara tek karşı çıkanın emekli bir albay olması; siyasetçinin sahtekarlığı ve ikiyüzlülüğü… bunlar hep bir bakışı görünür kılıyor ve bu görünürlük yönetmenin filmini iyi bir film olmanın çok ötesine taşıyor. Düşündürmeyi, hissettireyi değil bilgi vermeyi amaçlayan bir bakışın ürünü bu film. Verdiği bilginin her tarafını kapayarak tam anlamıyla kapalı devre bir ortam yaratan film, bu ortamın dışına çıkmaya izin verecek bir düşünceyi de iptal ediyor.

Bunlar  Hollywood’un propoganda sinemasının araçlarını aynen kullanarak yapılıyor. İyi ve kötünün net bir şekilde birbirinden ayrıldığı bir siyah-beyaz bakış; iyi olanla kötü olanın hiç boşluk kalmayacak şekilde bir hikâye bağı ile birbirine bağlanması; bu bağlanmada kötü olanın tek kurtuluş yolu olarak altı doldurulamayan Hollywoodvari bir aşkın göze “vıcık vıcık” sokulması…

Filmde Rum vatandaşların hepsinin neden bozuk bir Türkçe ile konuştuklarını (senaryoyu yazan Etyen Mahçupyan da azınlıklar diye tabir edilen bir kökene sahip ve benim gördüğüm en güzel ve akıcı Türkçeye sahip insanlardan birisi) ve neden önce Rumca, sonra tercüme edermişcesine Türkçe konuştuklarını anlayamadığımı söylemeliyim. Ayrıca filmdeki masum fahişe rolünü oynayan kadının, masumiyet dozunu artırıcı bir ajitasyon unsuru olarak tuhaf ve çocuksu bir “Türkçe-Rumca” aksanda konuşması ayrıca ilginçti. Açıkçası sinema dili ve sinema sanatına katkı açısından “Kurtlar Vadisi” dizisinden çok da yukarda duran bir film değil “Güz Sancısı”. Aynen o dizide olduğu gibi ajitasyon yoluyla “tek ve biricik bir yorum” yoluna götürülmeye çalışılan seyirci için, filmin sonunda pek bir şey kalmıyor maalesef. Sinematografisinin bu açıdan, tek bakışlılığa yol açan “propoganda sineması” yöntemleri kullanan bir sinematografi olması şaşırtıcı değil!

Filmin benim açımdan iyi bir film olmaması, 6-7 Eylül olaylarını ele alan bir film olmasından değil, bu olayları sinemaya aktarmaktaki beceriksizlinden kaynaklanıyor. Bu yüzden, film, “gerekli ama iyi olmayan” bir film olarak yer etti zihnimde.

6-7 Eylül olayları, 1955’te muhtemelen derin yapılanmalar sonucu planlanmış yapının dışavurumu. Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldı bahanesiyle, iki gün boyunca İstanbul’da, çoğunluğu Rumlar olan, ama Ermeni ve Yahudilerin de bulunduğu azınlıkların ev ve iş yerlerine yapılan yağmalar, tarihe 6-7 Eylül olayları diye geçti. Kıbrıs’ta gelişen olayların da olayda etkisinin olduğu biliniyor. Ancak, bu olaylar Cumhuriyet ideolojisinin azınlıklara bakışının dışavurumu diye değerlendirilirse, film ile 6-7 Eylül olayları arasında kurulan ilişkideki tek yönlü angajman daha da ortaya çıkar bence.

Tarihsel olaylar elbette çok boyutludur; bir sanat eserine düşen bunu bir angajman yoluyla değil, belki Haneke’nin “Saklı” filminde bir benzeri olan sanatsal görü ile vermesi olabilir. Haneke bu filmde, Fransa’nın tarihinde kara bir leke olan bir olayı, çok da ana merkeze kurarak değil, ama filmin bütünü içerisine bir şekerin suyun içerisinde erimesi gibi yerleştirir. Aslında 6-7 Eylül olayları ile çok benzer bir kıyımdır bu; Cezayirli göçmenlerin Paris’te kıyıma uğratılması…Sanırım “Saklı” ile “Güz Sancısı”nı arka arkaya izlemek, büyük bir eserle, “daha az önemli” bir eserin farkını da ortaya koyabilecek nitelikte. Yine politik-tarihsel konulara Angelopoulos’un, Wajda ya da Jancso’nun filmlerinin bakışını inceleyerek aradaki farkı daha net anlayabiliriz kanımca.

Bu film etrafında tartışılması gereken üçüncü konu ise, bu filme eleştiri getiren Ali Murat Güven’in, aynı gazetede yazan Ali Bayramoğlu tarafından “düşük” denilerek bir hakarete uğraması ve yazısının bir ifade özgürlüğü olarak görülmemesidir. Bu olay, aslında demokratlık kodlarını bir kez daha gündeme getirmeli. Kendisini demokrat diye tanımlayan birisinin, bir film hakkında kendi gazetesinde yazan bir sinema yazarına gösterdiği hoyrat ve hakaretamiz tutum, bana kalırsa son derece manidardır. İfade özgürlüğü sadece beğendiğimiz yazılar için mi tutunmamız gereken bir tavırdır? Ali Bayramoğlu’nu TvNet’de ilgili programda dinleyince, kendisinin düşüncelerini ve film hakkında yargılarını beğenmeyen kişilere ne kadar hoyrat olduğunu görünce, açıkçası bu ülkede demokrasi hakkında birkez daha düşünmek gerektiğini anlamaya başladım. Demokrasi ve ifade özgürlüğü en çok da yazdıklarını, söylediklerini beğenmediğimiz insanlar için olunca anlam kazanmaz mı? Yoksa beğenmediğimiz yazıları, sözleri yasaklamak için sopa göstermek midir demokratlık tavrı?

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

 

 

Trackback URL

  1. 8 Yorum

  2. Yazan:Hasan Demiroğlu Tarih: Şub 6, 2009 | Reply

    Sen sadece bir seyircisin bu hayatta!”

    Elena’nın babaannesi “Kıbrıs Türk’ündür Cemiyeti” üyesi Behçet’in arkasından böyle bağırdı.Bu söz belki de onun hayatının bir özeti olduğu için vurdu Behçet’i. Behçet hep seyretti. Birlikte büyüdüğü Suat’ı bile cellatların eline verirken sadece seyretmişti. Şimdi de sevdiği fahişe Rum kızının cemiyetin önde gelenlerinden biriyle birlikte olmasının kapının deliğinden seyrediyordu. Terleyerek..

    Cemiyet, millet, cemaat gibi kavramlar en çok böyle silik kişilikleri etkiler. Bir düşünür, milliyetçilerin küçükken annesinin etkisinde çok kalmış çocuklardan çıktığını söylerken haksız değil belki de. Ancak bu insanların da vicdanı vardır. Çıkarlar, menfaatler, vesaireler uğruna suç işlerken, vicdan duvarlarını yıkarlarken yastığa hiçbir zaman başlarını rahat koymazlar. Bir topluluğa ait olmanın verdiği duygu vicdan azabını bastırmaz. Behçet; işte böyle bir kişilikti.

    Bu yüzden en büyük dostu ve bir komünist olan Suat’ın öldürüldüğünü polise ihbar etti. Bu yüzden yetiştirildiği değerlere ve “babasının onunla ilgili hayallerine” karşı durdu; bir Rum kızının elinden tuttu. İranlı Müslüman Sosyalist yazar Ali Şeriati, “insan topraktan olmak ile ruh olmak arasında gidip gelir” derken bunu kastetmişti. İnsan vicdanından hiç kaçamaz. İnsan gerçeklerden hiç kaçamaz. İnsan; ruhun ona kattığı kavramlardan topraktan olmanın verdiği yavanlığa, acımasızlığa sığınarak kaçamaz.

    Filmdeki emekli albayın Rum komşularını onlarca kişiden oluşan milliyetçi gruba karşı küçük tüfeğiyle savunması da bu yüzdendir. İnsan olmak; insanın gelmekten kurtulamayacağı bir duraktır..

    Büyük siyasi olaylar en iyi insanların gözünden bakarak anlaşılır. Kitaplar iyidir, belgeler önemlidir, reddetmiyorum. Herhangi bir vicdan sahibi insan binlerce gayr-i müslim vatandaşımızın göç etmek zorunda kaldığı, bir gece öncesinden işaretlenen evlerin yağmalandığı, yüzlerce kadına tecavüz edildiği ve bir o kadarının da öldüğü 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili bu bilgileri bir kitaptan okuduğunda da sarsılır zaten..

    Ama bir felaket, en berrak haliyle onu yaşayanların gözünden görülmez mi? En çok o zaman anlaşılmaz mı? En çok o zaman lanet edilmez mi bunları yapanlara? Kalbi en taş bağlayanları bile yıkmaz mı bir hayatın yıkılışını seyretmesi?

    Güz Sancısı, işte böyle bir film. Kimseyi suçlamadan, hiçbir topluma hakaret etmeden, hiç kimseden yana olmadan sadece gerçekleri ve bu acımasız gerçekler arasında özünde çatışan kimliklerle doğmuş iki insanın hikayesini anlatıyor.. O utanç günlerini..

    Güz Sancısı, Yılmaz Karakoyunlu’nun romanından daha önce “Salkım Hanım’ın Taneleri” isimli filmi de yöneten Tomris Giritlioğlu tarafından sinemaya aktarıldı. Filmi senaryoya Nilgün Öneş ve Taraf yazarı Etyen Mahçupyan çevirdi. Tomris Giritlioğlu Varlık Vergisi dönemini anlattığı “Salkım Hanım’ın Taneleri” isimli filminden sonra ikinci yüzleşme filminin altına imza attı bu filmle.

    Yüzleşmek için, mutlaka izleyin..

  3. Yazan:eg Tarih: Şub 6, 2009 | Reply

    ölü sayısı resmi rakamlarda 3’tür. ama tabii bu resmi rakamın çok üstünde de olabilir.

  4. Yazan:özlem Tarih: Şub 7, 2009 | Reply

    Hatırla sevgiliyi bir gün bile izlemeyi başaramamış bir insan olarak niyet ve çabalarını çok taktir etsem de Tomris Giritlioğlu’nun yapımcılığını çok beğendiğimi söyleyemem. Yine de ben sinemadan bir seyirci olmanın ötesinde anlayan bir insan değilim. Bence politik filmler çok güzel de olabilir. Tabi sizinde belirttiğiniz gibi klişelerin dışında bir anlayışla ele alındığı zaman.
    Filmi görmedim ama fragmanları dahi görsel olarak beni itti. Yine de ilk fırsatta seyretmek isterim. Çünkü aynı kadronun çektiği salkım hanımın tanelerini Hülya Avşar dışında başarılı bulmuştum.
    Ali Bayramoğlu’nun çıkışlarını ben de izledim:) Birazcık demokratlıktan aydın despotizmine kaçıyordu sanki durumlar:)

  5. Yazan:h.y.t Tarih: Şub 7, 2009 | Reply

    Film çok kasvetli ve sıkıcıydı. Daha aksiyonel bir film çekilebilirdi. Rum fahişe herşeyin önünde hatta olayların da önündeydi. Keşke Can Dündar çekseydi dedim oflayıp puflarken.

  6. Yazan:Ali Duman Tarih: Şub 7, 2009 | Reply

    Acı bir olaydan nasıl bir “aksiyon” filmi çekilebilirdi? ya da acı bir olaydan “sıkıcı” olmayan bir film nasıl yapılabilirdi? ne bileyim belki de post-modern bir sinema dönemi başlamıştır, acı bir olay, komedi tarzında da çekilebiliyordur.

    Her film; Nobel’e, Oscar’a, Cannes’e aday olacak, ödül alacak diye bir kural yok. Zira bu tarz filmleri yapmak bir SANATÇI duruştur. Yoksa attırırsın bir iki Gora-Arog, ya da Recep İvedik filmleri, götürürsün paraları. Bu bir duruş meselesi, sanatçı’nın topluma karşı duyduğu sorumluluğun bir sonucudur.

    Özetle; tarihsel ve acı bir gerçeğin başarılı şekilde gündeme taşınması için yapılan özverili çalışmaya saygı duymak gerekir.

    Başta Tomris Giritlioğlu olmak üzere emeği geçen herkesi kutluyorum.

  7. Yazan:eg Tarih: Şub 7, 2009 | Reply

    ali duman bey,
    bir filmin yapım çalışmasındaki emeğe saygı duymak başkadır, o filmi iyi film bulmak farkldırı. bu film “kötü” bir film. ben bir emeğe saygı yazısı yazmadım. film eleştirisi yazısı yazdım, bunu bilmenizi isterim. film eleştirilerimde de ilk kriterim filmin sanatsal niteliğidir.

  8. Yazan:Ali Duman Tarih: Şub 8, 2009 | Reply

    Sn.eg

    siz nasıl ki film hakkında görüşlerinizi belirtmiş iseniz, bende kendi görüşlerimi belirttim, film ile ilgili görüşlerim ayrı, verilen emeğe saygım ayrı ayrı şeylerdir, emeğini ticarete ve paraya havale edenlerle, sanata havale edenlerin de bir farkı olması gerekirdi, en azından benim böyle bir ayrımım var ve buna vurgu yaptım.
    Herkesin kendince özgür görüşleri olacaktır ve bunlar örtüşmek durumunda da değil, zira ortada bir eser var. Filmi iyi bulmam, sizin kötü bulmanız kadar haktır sanırım.

  9. Yazan:eg Tarih: Şub 8, 2009 | Reply

    güz sancısı filmi de bayağı bir izlendi bildiğim kadarıyla. yani böyle bir filmin bir maddi getirisinin olacağı da tahmin edilmiş olmalı. elbette filmi iyi bulmak hakkınız var, buna kim itiraz edebilir. ama benim de bu filme ve yönetmenine sanatçı değillerdir deme hakkım olmalı öyle değil mi?

  1. 1 Trackback(s)

  2. Tem 13, 2009: Kim bu sömürge valileri? : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin