RSS Feed for This Post

Geldikleri gibi gitmediler III:Halifelik Açısından LOZAN

Bu mesele, çok tartışma götüreceğinden kısaca: 

Dönemin etkin gücü İngiltere’nin, milyonlarca Müslüman nüfusu yönettiği için kendisine potansiyel bir tehlike arz eden Hilafeti kontrol etme kaygıları vardı.

Türkiye Hilafet kozunu ancak 1924 Mart’ına kadar elinde tutabildi. Yine kendi elimizle saltanat ve halifelik makamını kaldırdık. Oysa 2.Abdulhamid Han son dönemlerde, siyasi bir makam da olsa Halifelik makamını oldukça etkin ve güçlü bir biçimde kullanmıştı ve bu makam ingilizlerin başının ağrısıydı. 

Meselenin diğer bir acı boyutuna da değinmeden edemeyeceğim. 

Her ne kadar sol aydınlarımız yıllardır ‘Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık’ deseler de;  

Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri ve Halife’nin Hıristiyan devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hint Müslümanlarını harekete geçirmiş ve İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla Halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı. 

Paranın akıbeti mi ? Bir Banka (İş Bankası) kuruluşunda değerlendirdik. Bir başka deyişle bankamıza sermaye olarak kullandık.

Yakın tarih yazılarıyla dikkati çeken ve sorgulayıcı tarihin öncülerinden olan başarılı yazar Mustafa Armağan’ın dediği gibi ;

Sizi bilmem ama bir Pakistanlı kalkıp bana, ‘Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?’ derse verecek cevabım yok. Aynı şekilde ‘Biz size o parayı Halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip Halifeliği kaldırdınız. Öyleyse paramızı geri isteriz’ derse verecek cevabım yine yok.”  

Maalesef benim de yok. Verecek cevabı olanlar, en azından yorum kısmına yazarlarsa ve beni de tatmin ederlerse çok mutlu olurum.   

Bu yardım paralarının akıbetini araştırıp, biraz daha derinleşenler; sürpriz sonuçlara ve ezber bozmaya hazırlıklı olmalılar. Meraklılarına duyurulur.   
 

SONUÇ : 

  1. Savaş Meydanlarında kazandığınız zafer, masa başında da kazanılmazsa, zafer değildir. Zira, masa başından, türlü oyunlarla 3-0 hükmen mağlup kalkabilirsiniz.
  2.  Ölü doğmuş, haklı olarak Nutukta bile antlaşma değil, proje olduğu ısrarla belirtilen, İngiliz parlementerlerin dahi paçavra diye dalga geçtiği SEVR, biz dahil hiçbir taraf ülkenin (Yunanistan hariç) parlamentosunda onaylanıp yürürlüğe girmemiştir. Ve aslında daha ilk günden uygulanamaz olduğu anlaşılmıştır. Sevr’in hedeflerinin asıl onayı Lozan’da gelecektir ve Lozan, SEVR’in hafifletilmiş bir versiyonudur.
  3.  Lozan, dünya sisteminin Birinci Dünya Savaşı sonrasında aldığı yeni şekli, Yeni Dünya Düzeni’ni aksatmayan, aksatmak ne kelime tahkim eden, güçlendiren bir antlaşmaydı. Zaten böyle gerçekçi bir temele dayandığı içindir ki, ömrü Sevr gibi kısa olmadı ve taraf ülkelerce onaylanabildi.
  4.  Lozan antlaşması, sadece kuru bir toprak mücadelesi değildir.
  5.  Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay gibi bizzat Milli Mücadele’nin şaibesiz kahramanları “Misak-i Milli yarım kalmıştır” diyerek ve Lozan’ı telafi için, siyasi mücadeleye girip parti kurmuşlardı. Sonuçta Vatan haini damgası yemekten kurtulamadılar.
  6.  İtilaf Devletleri acı ama gerçektir  “Geldikleri gibi gitmediler”
  7. Kültür ve Medeniyetimizi, bir başka değişle geçmişimizi ve geleceğimizi tarumar edip öyle gittiler. 
  8. İllaki bir zafer olarak anacak olursak; Lozan, verdiğimiz tavizlerin ve taahhüdlerin zaferi olabilir. En fazla bir “Pirus Zaferi” olabilir.
  9.  Lozan Antlaşması’nı zafer olarak görmek, bizi gerçeklere karşı körleştirmekten başka bir işe yaramaz. Sonra bir şeyin zafer olup olmadığı neyle kıyaslandığına bağlıdır. Yine de haksızlık etmeyelim, evet Lozan, ölü doğmuş Sevr’le kıyaslarsak bir başarıydı.

 Koyu bir ideolojikle Lozan’a hala zafer olarak bakanlara son sözüm;

  • Zafer “Zafer benimdir” diyebilenindir. Başarı “Başaracağım” diye başlayanın ve  “Başardım” diyebilenindir. Bu veciz cümleyi her gün itina ile  defterlerine yüz kere yazıp, okumalarını tavsiye etmek olacaktır. 
  • Bu yazı sadece bir durum değerlendirme yazısıdır. Böyle inandım böyle aktardım. (Bakış açılarını genişletmek, ufku genişletmek ve ezberleri bozmak maksadı taşır.)

Evet, tarih şaşırmaktır.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Trackback URL

  1. 13 Yorum

  2. Yazan:müstear Tarih: Oca 18, 2009 | Reply

    Lozan’ın içerik olarak Sevr’den çok da farklı olmadığını ve aslında bir mağlubiyet metni olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor sanırım. Sonuçta Sevr’de bile esas amaç Türklerin yoğun olduğu bölgeleri kapsayan bir Türk devleri kurulması, dolayısıyla Osmanlı’nın etnisite temelinde bölümnesiydi. Sonuçta gerçekleşen de budur. Tabii aradan geçen zaman içinde Ermeni katliamıyla Türklerin yoğun olduğu bölgeler toprakça artırılmıştır ve tek önemli fark da budur iki anlaşma arasında. Ama biri bir ihanet anlaşması, “devleti bölme anlaşması” olarak yaftalanırken ötekinin göklere çıkarılması normaldir, çünkü ikincisi yeni kurulacak devletin kuruluş anlaşmasıdır.

    Özünde bir Türk-Yunan savaşı olan Kurtuluş Savaşı’nı bile emperyalizme karşı bir savaşmış gibi göstermeye çalışanların yeni kurdukları devlete esas oluşturan anlaşmayı bir mağlubiyet anlaşması olarak ilan etmeleri beklenemezdi herhalde. (Belirlenen Misak-ı Millî sınırlarının Lozan anlaşmasında devletin sınırları olarak belirlenmediğini de anımsatmak gerek belki.)

    Daha dün ülkemizde olmuş şeylerin bile gerçekten bize anlatıldığı gibi olup olmadığını araştırmayacaksak biz ne işe yararız?

  3. Yazan:Enver Gülşen Tarih: Oca 18, 2009 | Reply

    aslında halifelik konusunda yazarla tam olarak örtüşmüyorum. halifelik konusuna iki açıdan bakılabilir sanıyorum. birincisi bir siyasi kurum olarak “müslüman” halkların çoğunlukta olduğu ülkeleri temsil eden bir mekanizma. bence böyle bir mekanizma ulus devletlerin ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde er ya da geç yok olmaya mahkumdu. bu yüzden halifelik zaten fiilen bitecekti. ancak bugün yerine islam konferansı örgütü diye kendisi olup yaptırım gücü olmayan bir örgüt var. bu güçsüzlüğün de sorumluluğu bana kalırsa halkına dayanmayan müslüman ülkelerin her şeyiyle emperyalist devletlere olan bağımlılığı ve halkın iradesinin ve isteklerinin hiçbir şekilde siyasi mekanizmaya yansıtılmaması…

    ikinci bakış açısı ise vatikan’ın hristiyan dünyasında olduğu gibi islami yorum konusunda bir tekel oluşturmaktır ki bence bu tamamen yanlış birşeydir. dinlerde yorum tekeli son derece tehlikeli birşeydir ve din ile demokrasi arasındaki bağı koparır. ortaya ya hristiyan batıdaki gibi hristiyan inancının hiçbir şekilde siyasi alana girmediği bir körlük, ya da buradaki gibi dine öcü gibi bakan bir chp zihniyeti çıkar. o yüzden her iki açıdan da hilafetin merkezi olmaktan çıkarılması (ya da daha doğru tabirle kaldırılması) doğru bir şeydir bence. tabii hilafeti kaldıran zihniyetle benim gerekçelerimin örtüşmediğini söylememe gerek yok sanırım!

  4. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Oca 19, 2009 | Reply

    Enver Bey

    Aciklayici ve guzel yorumunuz icin tesekkürler…

    Soylediklerinize katilmamak mümkün degil. Ozellikle son cümleniz. 🙂

    Oncelikli maksadim, hilafet yardimlari adi altinda toplanan paralarin akibetini sorgulamakti.

    Siyasi bir makam da olsa bu kuruma bagliligi (kürdüyle, hindlisiyle ve somürge altindaki tum müslüman nufusuyla) gozler onüne serebilmekti. ve ingilizlerin kaygilarini ortaya koymakti. Ingilizler yeni dünya düzenlerine hilafetsiz ve bas agrisiz girmek istiyorlardi bunu soyledim sadece.

    Büyük resime; kisa da olsa, ingiliz penceresinden bakmaya calistim.
    (Diger yazi dizilerinde oldugu gibi)

    Basta da soyledigim gibi, bu mesele cok tartisma gotürür. Bu yuzden, detaylara girmedim.

    Yazinin ana mesaji ve filistin topraklarinin akibeti gibi onemli konulari, dagitmamak ve buyuk resmi de bulandirmamak icin kisaca gectim.

    saygilarimla…

  5. Yazan:tanrı dağı'ndan Tarih: Mar 21, 2009 | Reply

    hilafetin bir etkinliği yoktu. olsaydı araplar, kendilerine vaad edilen uçsuz bucaksız arap krallığı için müslüman kardeşlerine ve dolayısıyla halifelerine karşı savaşmazlardı.

  6. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Mar 21, 2009 | Reply

    Sayın Tanrı Dağından

    Arapların ihanet ettiği noktasındaki temelsiz iddianızın yanıtı verdiğim linklerde

    ilginizi çekebilir.

    -Büyüklere masallar I

    -Büyüklere masallar II

    Saygılar…

  7. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Mar 21, 2009 | Reply

    Sayın Tanrı dağından

    Verdiğim ilk link yanlış olmuş düzeltir özür dilerim.

    -Büyüklere masallar I
    (Bu yazı sitemizde de yayınlandı.)

    -Büyüklere masallar II

    Muhabbetle…

  8. Yazan:Ali Duman Tarih: Mar 22, 2009 | Reply

    Sevr ile Lozan’ı ilişkilendirmek için en özlü anlatım;

    “ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” ifadesi olabilir.

  9. Yazan:bajazet Tarih: Nis 3, 2009 | Reply

    Canakkale bir hezimettir.Gereksiz yere yüzbinlerce Anadolu insani telef oldu.Insanlar aç ve sefil birakildi.

    Sevres anlasmasi bir nevi nefes alma molasiydi. Ama zamanin kuvvacilari bu firsati degerlendiremedi.Aç,perisan,yorgun bir milleti tekrar savasa sürüklediler.Savassizda çözüm bulunabilirdi.

    Istiklal harbi adi verilen savas ise benim nazarimda Rusyanin 17 ekim ihtilalinden farkli degildir.Buna “ihtilal savasi” dense daha dogru olurdu.Çünkü asil amaç halifeligi yikip yeni bir devlet kurmakti.
    Çoktandir düsünülen bu fikir Lausanne ile sonuçlandi.
    Iste bundan dolayi Lausanne kimine göre zafer kimine göre yenilgidir.Bakis açiniza bagli.

  10. Yazan:S. ALİ Tarih: Nis 30, 2009 | Reply

    Halifeliği Müslümanların gelecek güvencesi olduğu konusunda hiç kimsenin şüphesi yok. Şayet öyle olmasaydı, Pakistanlısı ve Hintlisi ta oralardan o zor ekonomik şartlat altında rızıklarından artıkdıklarını göndermezlerdi! Ama velakil bir de işin başka boyutunda konuyu ele alırsak, her ne kadar Hintlisi ve Pakistanlısı böyle düşünüyor olsada, Peki, soruyorum? (Sayın Mustafa Erdağan bey de, çünkü bende sayın yazarın çok kitabı var ve hepsinide beğeniyle okumuş bulunmaktayım.)

    Bu bağlamda; Arap yarımadasını ve Filistini nereye koyacağız. Osmanlının en zor gününde, Osmanlıyı İngiliz uşaklarıyla bir olup, arkadan nasıl hançerlediklerini unutmayalım. Hele, hele gözardı hiç etmeyelim…! Bu durumu tesbitinin gerçek kanıtı ise, geçmiş yıllarda, Flistinli bakan yazılı ve görsel basında , ” biz Osmanlıya yaptığımızın cezasını çekiyoruz” demedi mi?

    Onun için konuları ele alırken veya tartışırken, hele de tarihi konulara tek pencereden veya tek perpekstiften bakıntığımız zaman, konunun içinden çıkamadığımız gibi doğru sonuçlar elde edemeyiz? Bu beyanda tarihi konuların alanizinde mugalataya düşmüş oluruz!

    Sayın Mustafa Erdoğan bey çok iyi bilir ki, Osmanlının parçalanma süreci 1832 yılında başlamıştır? Malumunuz tarihi süreçlerde yaşanan sosyolojik olayların bugünden yarına tekebül eden ve ortaya çıkan bir olgu değildir.! Zaten tarihi bilimseliğe de aykırıdır! Bu itibarla tarihte yaşananlar, bazen yüz yıllar alır.

    İşte bu gün yine o zihniyetin torunları bu görevlerini, dedelerinin yazmış oldukları tarih kitaplarını okuyarak, bu coğrafyadan ve bu milletin üzerinden ellerini çekmiyorlar? O hasta adam dedikleri ve artık dünyanın en iyi tabibi de gelse veya hangi teşhis konulursa konulsun bir daha ayağı kalmaz olan bu asil çömert ve bir o kadar da, vatan perver kadirşinas olan atalarımızın hangi şartlarda teşhislerini koyduklarını ve yangın bitmiş ve geriye kalan küllerin arasındaki ganimetlerde dağıltıdığı bir dönemde! Anadoluda ki yanan bir ışığı gören Mustafa Kemal ve onun çok değerli silah arkadaşlarının öncülüğünde konulan teşhise, hasta adam cevap vermiş ve çok kısa sürede ayağı kalkmıştır. Bu itibarla konuya birde bu açıdan bakmak ve ele almakta fayda görüyorum.

    Bakınız! Şair ne güzel söylemiş!

    Sakarya
    İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
    Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

    Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
    Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

    Herşey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
    Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.

    Akışta demetlenmiş, büyük-küçük kâinat;
    Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

    Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
    Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

    Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
    Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

    Rabb’im isterse, sular büklüm büklüm burulur,
    Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

    Eyvah eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
    Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük! ..

    Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
    Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

    İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
    Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.

    Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
    Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan;

    Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;
    Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

    Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
    Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

    Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
    Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

    Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
    Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

    Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
    Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

    Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
    Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

    İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
    Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

    Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
    Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

    Kafdağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl!
    Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

    Sakarya, saf çocuğu, masum Anadolu’nun,
    Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

    Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
    Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

    Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
    Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

    Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
    Sen kıvrıl, ben gideyim, son Peygamber kılavuz!

    Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
    Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..

    Necip Fazıl Kısakürek

  11. Yazan:Levent Cetin Tarih: Nis 30, 2009 | Reply

    Buyuk Britanya’yi Ingilizlerden ibaretmis gibi gormek kronik bir sorun. Birlesik Krallik’tan Ingiltere diye bahsetmek de.

  12. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: May 1, 2009 | Reply

    Sayın S.Ali

    Güzel şiiriniz için teşekkür ederim.

    Bu bağlamda; Arap yarımadasını ve Filistini nereye koyacağız. Osmanlının en zor gününde, Osmanlıyı İngiliz uşaklarıyla bir olup, arkadan nasıl hançerlediklerini unutmayalım. (S.Ali)

    Önce aşağıda verdiğim linkteki iki yazıyı tavsiye edeyim.

    Büyüklere masallar I

    Büyüklere masallar II

    Daha sonra kendi bahçemize bir baksak
    diyorum.

    Mustafa Armağanın Gazze/Filistin üzerine bir yazısını tavsiye edeceğim. Sitemizde de yayınlandı.

    işte link

    Gazzeyi nasıl ve kimin yüzünden kaybettik?

    Evet tarih şaşırmaktır. 🙂

    sevgilerimle…

  13. Yazan:S. ALİ Tarih: May 4, 2009 | Reply

    Lozan anlaşmasına giden heyetin elinde meclisten çıkan, yanılmıyorsam 11 maddelik olmazsa, olmaz maddeleri içeren bir metin vardı. Tamam Lozanda misaki milli sınırlarmızın içerisinde bulunan topraklarımız, sınırlarımızın dışında bırakılmıştır. Ama Lozan’a giderken savaştan bitkin bir halde çıkmış bir ordu ve neyi var neyi yok, vatan toprağnın işgalden kurtarılması için Ankara hükümetine bağışlamış!

    Maliyenin kasasında değil para, bütçenin finansmanını sağlayacak bütün gelir unsurları ortadan kalkmış! Sadece azınlıkların elinde bulunan işletmeler işlevini kayıp etmemiş ve faaliyetlerine bir şekilde devam ediyorlar! Bu ülkenin gerçek tebası ise savaşmaktan ve cepheden cepheye koşmaktan ya şehit olmuş yada gazi..

    Bir gün Mustafa Kemal Atatürk, Akdeniz kıyı şeridi olan İskenderuna gitmiş.. Bir bakmış ki, sahilde güzel binalar yapılmış! Sormuş bu binalar kimin diye.. Tabii aldığı cevap Atatürk’ü memnun etmemiş! Peki, bu yorgo , hirosto bu binaları yaparken, siz neredeydiniz demiş..!

    Arkadan sakalı ve yaşlı bir ihtiyar aynen şöyel demiş! Paşam,paşam bizler cephedeydik! Musatafa Kemal Atatürk, hiç beklemediği ve cevabını veremediği bu sual karşısında söyleyecek hiç bir söz bulamamıştır. Hatta daha sonraki yıllarda bu olayı anlatırken, cevap vermekte zorlandığım ve cevabını veremedğim sorulardan bir tanesi o gün orada yaşadığım olaydır.

    Bu olayı anlatmataki amacım.. Ülkemiz sevr anlaşmasının ağırlığı altında paranparça etmek istenilirken, birileri mandayı, bir diğerleri İngilizlerin himayesine girmeyi ateşli bir şekilde tartışırken.. Anadoludan doğan güneşin ışıkları, bir anda bütün üleyi sarmış ve önce kuvayi milliye ile başlayan ve daha sonra düzenli orduya dönüşen milletin vatan bayrak ve din sevgisi Kurtuluş savaşının sonucunda bu günki Türkiye Cumhuriyetinin mevcudiyetini ortaya çıkarmıştır.

    Musata Kemal Atatürk’ün Samsuna oradan Amasya’ya ve Erzuruma geçmesi, Erzurumda tüm yetkilerinin alınması ve sarayın tutuklama emrine rağmen! Kazım Karabekir Paşanın, Atatürk’ün yetkilerinin kendisin verildiği halde Atatürk’ün emrinizdeyim paşam diyerek Atatürk’ün sevinç gözyaşları dökmesi vesile olması ve oan tarihi bir belge olarak düşmüştür.!

    Mustafa Kemal Atatürk’ün yaveri Albay kazım bir gün önce Atatürk hitaben her emrini koşulsuz yerine ketireceğini ve gerekirse yolunda öleceğini söylemesine rağmen, ertesi gün Atatürk’ün yetkileri, Kazım Karabekir paşaya verildiğinde! Yaveri olan bu subay Atatürt’e aynen şunu söylüyor? Paşam İstanbul hükümeti sizin yetkilerinizi almıştır. Siz artık müstafi oldunuz! Onun için mührü verin ben gidip Kazım Karabekir Paşanın emerine gireceğim demiş! Atatürk’ün cevabı net ve kısa olmuş! Ya öyle mi çocuk, demiş ve gerekli belgelerle beraber mührüde vermiş.!

    Yaver odadan çıktıktan on dakika sonra askerin birisi hızla içeri girmiş ve telaşlı bir şekilde paşam demiş, Kazım Karabekir paşa geliyor! Ya öyle mi demiş ve beklemeye başlamış! Biraz sonra Kazım paşa içeri girdiğinde, Atatürt’ün Kazım paşanın gelişinden veya yüz hatlarından ne yapacağını kestirememiş! O anda tutuklanacağını aklından geçirriken veya nasıl bir işlem yapacak diye merakla Kazım Karabekir Paşanın salonun öbür ucundan kendisine yaklaşmasını beklemiş! Ta ki, Kazım Paşanın emrinizdeyim komutanın diyene kadar! İşte Lozan anlaşmasına gelinmeden önce yaşanan manzaradan ufak bir kesit..

    Diğer taraftan Kazım Karabekir Paşanın Atatatürk’e karşı düzenlenen suikastla ilgili bir hata yapılmıştır. Zaten İzmirde görülen davanın ilk duruşmasına ordunun yüksek rütbeli subayların üniformalarını çıkarıp sivil elbiselerle gitmesi ve Ankaranın geri adım atması nedeniyle Kazım Karabekir Paşa berat etmiştir.

    Lozanda istediğimiz şeylerin tamamı alınmamıştır! Ama o günün koşullarına göre yeni kurulan Türkiye’ye Cumhuriyeti Devleti. ikinci bir savaşı göze alamadığı gibi Türk milletinin ikinci bir savaşı kaldıracak gücü toplaması epeyce zaman alacağından dolayı riske girilmemiştir.! Evet Lozanda istenilenlarin tamamı alınmamıştır ama ogünün koşularına göre istediğimizi aldığımı düşünüyorum!

    Bu günün koşularına göre Lozan antlaşmasını eleştirmeye kalkarsak, tarihi bir yanılgıya düşeriz. Tarihi olayları sırf eleştirisel bazda ele alırsak mugalata yapmış oluruz. Onun için herkesin daha dikkatli davranmasında fayda var olacağı kanısındayım..! Bu vatan bizim.. Herr ne kadar misaki milli sınırlarımız, şimdiki snırlarımız değil isede, sevr anlaşması ile ordumuzu terhis ettiren bütün kışlaları boşaltıran ve kışlalarda bırakılan askerleride silahsızlandıran, dört kıta da at koşturmuş olan atalarımızın kemiklerini sızlatıranların hiç mi suçları yok. Sevr anlaşmasına imza tanları neden eleştirmiyorsunuz? Acaba Lozanı tartışmaya açmadan Sevr anlaşması noktasına nasıl gelindi. Hasta adam dedikleri ve bir daha hiç bir tabibin teşhis koyamaz dedikleri Türk milleti nasıl oldu da birden ve top yekün tek yürek tek vucüt oldu. Haçlıların üzerimize saldırtdığı ve bizden daha modarin savaş silahlarına sahip olan Yunanlı’yı denize döktüğünü küçümser gibi Lozan ‘ı tartışmaya açıyor sunuz? Bu ülkemizi yönetenlerin ve yandaş medyanın biat ettiği şeytanların ülkesi Amerikanın Lozan antlaşmasını hala tanımadığını neden yazmıyorsunuz?

    Utanmazlık
    Hedefe ulaşabilmek için gözlerini kırpmadan milyonlarca insanı öldürebilirler. Son asırda demokrasi ve insan haklarına kavuşturmak bahanesiyle öldürdükleri insan sayısı yüz milyonu aşmıştır.
    Bu vahşi mahluklar kırk milyon Kızılderili’yi, üç milyondan fazla Vietnamlı’yı, beş milyon Müslüman Türk’ü, iki milyon Cezayirli Müslüman’ı, Bosnalı’yı, Kosovalı’yı, Sudanlı’yı ve en son olarak da bir buçuk milyon Iraklı ve Afganistanlı Müslüman’ı alçakça katlettiler.
    Utanmıyorlar.Çünkü; insani duyguların hiç birisine sahip değiller. Bunun en son örneğini Ermeni yalanları konusunda Obama’nın açıklamalarında gördük. Utanma duyguları olsa idi, ABD ve AB’li emperyalistlerin biz Türkler’den özür dilemeleri gerekirdi.
    Amerikan, İngiliz ve Fransız misyonerlerin Ermenileri bir asır boyu Osmanlı’ya karşı nasıl kışkırttıklarını kendileri bilmiyorlar mı? Ermeni çetelerinin Türkleri nasıl arkadan vurduklarını, bir milyona yakın
    Türk’ün Ermeni katiller tarafından şehit edildiklerini
    bilmiyorlar mı?
    * Dr.Şadi Çetinkaya
    İşte Lozanı hala tanımayan ve insalığın yüz karası Müslünamların baş düşmanı katil Amerikanın ölüm bilançosunu “Dr.Şadi Çetinkaya” ne güzel özetlemiş!

  14. Yazan:Levent Cetin Tarih: May 5, 2009 | Reply

    Örtmenim bu konular kitapta yazmıyor, Sevan Nişanyan / Taraf

    Çoluk çocuk durmadan yazıyor, sana okulda öğretmediler mi Atam vatanı kurtardı diye? Pes yani bu kadar bilgisizlik olmaz, bak ilkokul kitapları bile yazıyor. İlkokul kitaplarında YAZMAYAN bir şey gerçek olabilir mi? Feryadı basıyorlar: Örtmenim Sevan dersini çalışmamış!!
    Halbuki ilkokul kitaplarında benim bildiğim bir sürü şeyi yazmıyorlar. Belki unutuyorlar, belki de vatan millet edebiyatından sıra gelmiyor. Buyurun, aklıma gelenlerden bir demet sunayım. Daha bir sürü var, bunlar misâl.

    Dünya harbinde DÜŞMAN’ın amacı yurdumuzu bölmek parçalamak ele geçirmek sömürgeleştirmek değil miydi?

    Birinci Dünya Savaşının son döneminde düşman savaştan sonra kurmak istediği düzeni herkesin anlayacağı şekilde açık seçik ilan etti. 5 Ocak 1918’de İngiltere Başbakanı Savaş Hedefleri deklarasyonunu yayınladı. Ondan üç gün sonra ABD Başkanı meşhur ondört İlkesini açıkladı.

    Türkiye’ye dair ikisinin söylediği neredeyse kelimesi kelimesine aynıdır.

    ■ Türkiye’nin nüfus çoğunluğu Türk olan kısmında sağlam, güçlü, güvenli (secure) bir devlet kurulmalıdır.

    ■ Nüfusu Arap olan yerler Türkiye’den ayrılmalıdır; bu yerlerin “serbestçe” gelişmesi için galip devletler gerekli idareyi kurmalıdır.

    ■ Türkiye’nin kalkınması için gerekirse bir veya birkaç devlet yardımcı olmalıdır.

    ■ Savaş esnasında Almanya’nın Türkiye’ye verdiği devasa krediler silinmelidir.

    ■ İstanbul Türkiye’ye bırakılmalıdır.

    ■ Boğazlar galip devletlerin kontrolünde uluslararası trafiğe açılmalıdır.

    Hepsi bu. Arzu eden bakıp okuyabilir, ‘Wilson’s Fourteen Points’ veya ‘Lloyd-George’s War Aims Declaration’ diye ararsanız her yerden bulunur. Sonra da bir zahmet Lozan Antlaşmasını okuyun, aradaki yedi farkı bulun. Ben şahsen bulamıyorum.

    Neden bu yolu seçtiler?Hep sanırdım ki Rusya’daki ihtilâl yüzündendir; 1917’de Rusya’ya Bolşevikler iktidara geldi, ondan korktular. Rusların İstanbul’a çıkmasını, yahut Anadolu üzerinden Akdeniz’e sarkmasını en büyük tehlike olarak gördüler. O yüzden sağlam bir Türkiye istediler. Çokuluslu eski yapının yürümediği yüz seneden beri belliydi. O yüzden yeni Türkiye’nin imparatorluk sevdasından vazgeçmesini şart koştular.

    Şimdi ta 1911 yılında İstanbul’daki İngiliz büyükelçisinin yazdığı analizleri okuyorum, hayrettir ki orada da hemen hemen aynı şeyleri demişler. Aman Türkiye’nin Anadolu’daki toprakları bölünmesin, yahut farklı devletlerin etki alanları kurulmasın, yoksa dünya savaşı çıkar… İngiltere’nin tek başına Türkiye üzerinde garantörlüğe soyunması da olmaz, tehlikelidir… En iyisi Batılı devletler ortaklaşa Türkiye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garantilesinler, reformlara yardımcı olsunlar. Ya da illa müdahale gerekiyorsa hep birlikte konsorsiyum halinde müdahale edilsin… Merak ederseniz Sir Louis Mallet’in raporu, Feroz Ahmad’in kitabında tam metni var.

    Vatanımızı İŞGAL edip bütün kalelerini zaptetmediler mi? Bütün tersanelerine girmediler mi?

    Ettiler tabii. Dünya savaşı çıkartıp yenilirsen seni de zaptederler.

    Ama askeri işgal başka şeydir, ilhak (el koyma, istimlak etme, “bura benimdir” deme) başka şeydir. Adamlar Türkiye ile aynı tarihte Almanya’yı, Avusturya’yı, Macaristan’ı, Bulgaristan’ı da işgal ettiler. Aşağı yukarı aynı mütareke belgesini imzalattırdılar: yenik ülke derhal ordusunu terhis edecek; askeri teçhizat teslim edilecek; düşman esirleri bırakacak; galipler gerekli gördükleri limanları, demiryolu istasyonlarını, stratejik noktaları işgal edecekler. Girdiler, bir-iki sene kaldılar, barış imzalanınca çekip gittiler.

    Türkiye’de de 1923’te Lozan Antlaşması’na kadar kaldılar, sonra bir damla kan dökülmeden bırakıp gittiler. Türk antlaşmasının aslında 1919 yazında imzalanması planlanmıştı, Batı gazeteleri 1919 baharında öyle yazmıştı. Neden dört yıl gecikti? Bu soruyu sorabilsen, zaten gerisi çorap söküğü gibi gelir, modern Türk tarihini birdenbire ANLAMAYA başlarsın.

    İşgalin nedeni EMPERYALİZMİN doymak bilmez iştihası değil miydi? Kaynaklarımızı sömürmeye, kanımızı emmeye gelmediler mi?

    Eğer öyle niyetleri varsa hiç belli etmediler. İşgalin ilk altı ayının belgelerini okuyun bakın, yıllar önce vatan millet tarihçilerinden Bilal Şimşir yayımlamıştı. Adamların sanki tek derdi varmış gibi görünüyor: savaş suçlularının cezalandırılması. Bir de, memleket çapında İttihatçı direniş odaklarının dağıtılması.

    Savaş suçlularından kasıt, bir, ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki önderleri; iki, Ermeni katliamında adı çıkanlar; üç, savaş sırasında sivil halka ve esirlere kötü muamele ettiği ileri sürülen Ali İhsan Sabis Paşa gibi birkaç komutandı. Bildiğiniz Ergenekon tayfası.

    Bunlarla uğraşmalarındaki amaç bana çok net görünüyor: Yüz yahut ikiyüz kişiyi şiddetle cezalandır, geri kalanına günah çıkarma şansı tanı, “emir kuluyduk, Türk milleti olarak suçlu değiliz” dedirt. Bir keçi bul, suçu ona yükle. Eskiyi yıka, pakla, siyasette yeni bir sayfa aç. Bunu yapmadan, dünün düşmanıyla dost olamazsın.

    1945’te Nürnberg’de ve Japonya’da bu işi daha beceriklice yapacaklardı; 1918’de acemiydiler, olmadı. İşin yürümeyeceği 1919 mart-nisanında belli oldu. Ondan sonra işgalci güçlerin tavrı yüzseksen derece değişir. Öfke, kin, intikam, hakaret, cezalandırma gibi duygular söylemlerine hakim olur. Mayıs başında Paris’te toplanıp bir dizi karar alırlar. Bir kere Türk barışını belirsiz bir geleceğe ertelenir. Amerika, Türkiye mandasını KABUL ETMEYECEĞİNİ açıklar. Kilikya dedikleri Adana ve Maraş’ın Fransızlar tarafından işgaline yeşil ışık yakılır. Kars, Ardahan ve Batum’da kurulmuş olan geçici Türk hükümetinin lağvı için düğmeye basılır. Yunanlılar İzmir’e çıkartılır.

    Soru sormak iyidir. Mesela şu soruyu sorabilirsiniz: 1918 Ekimi ile 1919 Mayısı arasındaki altı ay, bir yandan Türkiye’nin tam bir askeri ve siyasi teslimiyet içinde olduğu, öbür yandan İngiltere’nin henüz ordularını terhis etmediği, dolayısıyla aktif bir müdahale için ideal koşullara sahip olduğu dönemdi. Amaç eğer Türkiye’yi yemek, yutmak, bölmek veya ezmekse, neden altı ay beklediler?

    Düşman SEVR Antlaşmasıyla yurdu esaret zincirine vururken Kurtuluş Savaşı vermeyip ne yapacaktık?

    Atatürk’e göre Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs 1919’da başladı (gerçekte daha o yılın Şubat-Mart’ında başladı, ama burada farketmez). Millici rejim Sivas Kongresi’nin (Ekim 1919) hemen ardından Anadolu’ya hakim oldu, tüm vilayetlere kendi valilerini atadı, bürokrasiyi denetimi altına aldı. Ankara meclisi 23 Nisan 1920’de toplandı.

    Sevr Antlaşması 18-24 Nisan 1920’de San Remo konferansında şekillendi, 11 Mayıs’ta kamuoyuna açıklandı, 10 Ağustos 1920’de imzalandı.

    Demek ki mantıken Kurtuluş Savaşı Sevr’e tepki olamaz. Buna karşılık Sevr belki Kurtuluş Savaşı’na tepki olabilir.

    Kurtuluş Savaşına karşı çıkanlar VATAN HAİNİ gerici yobaz softalar değil miydi?

    Güzel ülkemizde vatan millet deyince akan sular durduğundan, Milli Mücadelecilere kamuoyunda açık açık açık karşı çıkan pek az kişi oldu. Baştan sona açık ve tutarlı bir duruş gösterenler benim bildiğim üç kişidir.

    Bir, Rıza Tevfik: Galatasaray mezunu. Modern Türkiye’nin ahlâk felsefesi üzerinde ciddi şekilde kafa yormuş ilk ve muhtemelen son düşünürü.

    İki, Refik Halit: Galatasaray mezunu. Çağın en dürüst ve duyarlı yazarı, modern Türk edebiyatına “Anadolu’yu” sokan kişi .

    Üç, Ali Kemal: Galatasaray mezunu. İstanbul Üniversitesinde edebiyat profesörü. Türk edebiyatında evlilik dışı beraberliği savunan ilk yazar. Gazeteci Hasan Fehmi cinayeti üzerine 1909’da Türk tarihinin ilk üniversite yürüyüşünü örgütleyen kişi. 1920’de üniversitenin tüm fakültelerinin kız öğrencilere açılmasını yasalaştıran Maarif Vekili.

    Üçü de resmi dilde “vatan haini” diye geçer.

    Daha ne sorular var bir bilseniz.

    Atatürk 1919’da Anadolu’ya çıkmak için neden Karadeniz’de İngiliz işgali altında olan tek liman kenti

    Samsun’u seçti?

    Düşman madem Irak’ı Suriye’yi vesaireyi sömürgeleştirme peşindeydi neden ilk iş bu yerlere yirmi sene içinde bağımsızlık vermeyi taahhüt etti?

    Lozan’da Türkiye bilmem kaç yüz bin kişilik ordu besleme hakkını kazanınca daha mı bağımsız oldu daha mı az bağımsız oldu? Bu orduyu teçhiz etmek için kime başvurdular?

    Amerikan mandasının 1918’de değil de 1946’da kurulması Türkiye için daha mı iyiydi?

    Haydn hastası olan Damat Ferid mi daha Batılıydı, meyhane havalarından başka müzik bilmeyen bazı millici askerler mi?

    İlkokul kitaplarının sınırları dışına çıkınca insanın zihni açılıyor, ufku genişliyor. Deneyin, siz de hoşlanacaksınız.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin