RSS Feed for This Post

Zeytindağı – Falih Rıfkı Atay

Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı kitabını epey zaman önce, uzun bir tren yolculuğunda okumuştum; bozkır Anadolu topraklarından geçerken. Yolculuk manzaraları ile kitaptaki Anadolu teması ile birleşince etkileyici de gelmişti, itiraf edeyim.

Zeytindağı’nın ismi Kudüs’e yakın bir dağdan geliyor, kudretli ittihatçı Cemal Paşa’nın karargâhının kurulu olduğu dağdan.

Kitaptan önce Falih Rıfkı Atay’dan bahsedeyim biraz. Falih Rıfkı Atay, cumhuriyet döneminin en önemli şahsiyetlerinden. Atatürk’ün çok yakınlarında bulunmuş kişilerden biri. Mustafa Kemal ile tanıştıktan sonra bu döneme ilişkin anılarını da “Atatürk’ün Bana Anlattıkları”, “Çankaya” ve “Atatürk Ne İdi?” adlı kitaplarında topladı.

Atay, katıksız bir Kemalist olarak dönemin toplumsal dönüşüm uygulamalarının çok önemli bir tanığı ve destekçisi idi. Daha sonraki dönemde de hep bu desteğini sürdürdü; 1971 yılındaki vefatına kadar Kemalizm’in yılmaz bir savunucusu oldu. Atatürk ve Atatürkçülüğe dair pek çok kitap yazdı, CHP’nin yayın organı Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) ve Milliyet gazetelerindeki köşe yazılarında Atatürk devrimlerini ve Batılılaşmayı savundu. 1952′de kurduğu Dünya gazetesinde 1971′ e (ölümüne) değin başyazılar ve sohbetler yazdı.

Atay daha çok Atatürk dönemine ilişkin yazdığı kitaplarla tanınır. Atay’ın hem İttihat ve Terakki ile ilgili düşüncelerini, hem de Suriye cephesine ilişkin hatıralarını yazdığı Zeytindağı diğer kitaplarına nazaran daha az bilinir.

Falih Rıfkı Atay’ın Suriye cephesine ilişkin hatıralarının önemi, komuta kademesinin en yakınındaki isimlerden birisi olmasından kaynaklanıyor. Cepheye dair her şeyden haberdar olan iki isim Cemal Paşa ile Kurmay Başkanı Ali Fuat Erden ise üçüncü isim de Cemal Paşa’nın emir subayı olan yedek subay Falih Rıfkı Atay olsa gerek.

Kitabın ilk bölümünü Atay’ın İttihat ve Terakki ile alakalı düşünceleri oluşturuyor. İlginçtir bir yandan Enver Paşayı diktatörlükle suçlarken bir yandan da İttihat ve Terakki’nin Balkan Savaşı’nın ortalarına kadar sadrazamlıkta Kâmil ve Sait Paşa’ları tutmasını “Bütün bir devlet iktidarını teslim alıp da, hükümeti eski devir adamlarına bırakan başka bir devrin partisi tarihte görülmüş müdür, bilmiyorum” diyerek eleştiriyor Atay.

Atay’ın gözünde üç önemli ittihatçıdan Cemal Paşa’nın ayrı bir yeri var. Arzu ettikleri hürriyeti ancak Cemal Paşa’dan ve onun kafasında olanlardan beklemek gerektiğini düşünüyor, Enver ve Talat Paşaları ise muhafazakâr buluyor. Bununla da kalmıyor, Alman zaferinin yetmeyeceğini zafer sonrası Almanlardan ve Enver Paşa’dan da kurtulmak gerektiğini söylüyor. Yıl 1914, ne gam? Zafer gelmiş de sonrasında kurtarıcılardan kurtulunması kalmış.

Tabi 1932’de, her şey olup bittikten, Kurtuluş savaşı yapıldıktan, ülke kurtulduktan sonra “bütün harp boyunca bunları düşündüm” demek kolay. Günlük ile hatıratın farkı da burada önem arz ediyor. Hatırat geçmişin muhasebesini yapa yapa, bugünden düne bakılarak yazılır. Günlük ise çoğu kez tüm boyutlarıyla içinde yaşanılan anı anlatır. Falih Rıfkı Atay elbette böyle düşünmüş de olabilir, bilemeyiz ama bu tip metinlere her zaman belli rezervlerle yaklaşmakta da sayısız fayda olacağını vesile ile belirtmek gerek.

Osmanlı’nın son zamanlarında kimlerin ellerine kaldığını gösteren çarpıcı bir anekdot var kitapta. Savaşın sonlarına doğru artık zaferden tamamen ümit kesilmiş. Fakat Enver Paşa bunu kabul etmez, kimse de ona bu fikri açmaya cesaret edemez. Paşanın hürmet beslediği, rastgeldikçe elini öptüğü Üsküp eşrafından dürüst birisi vardır; Necip bey. Bir gün İttihat ve Terakki merkezine onu çağırırlar; durumu, düşündükleri son çareyi, barış yapmanın gereğini anlattıktan sonra da “Enver Paşa dinlese dinlese seni dinler” diyerek Paşa ile konuşması için ricada bulunurlar. O da kırmayıp Enver Paşa’ya gider ve ahvali anlatır. Paşa sonuna kadar dinledikten sonra şöyle der:

— Vah Necip Bey vah, seni de zehirlemişler. Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim. Git evinde rahat uyu!

Necip bey döndüğü vakit şöyle der:

— Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i Hazret-i, Şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.

O dönemin ittihatçılarında savaşın nasıl arzu edildiğini, zaferden nasıl emin olunduğunu gösteren bir başka anekdot da şu: Almanlarla beraber savaşa katıldıktan sonra askerlik öncesi son bir alem yapmak için bir bahçede buluşan genç ittihatçılar Avrupa’dan yeni gelen, yaşça onlardan biraz daha büyük bir arkadaşlarının “mahvolduk, görürsünüz” demesine o kadar şaşırmışlardır ki Falih Rıfkı Atay bunu “Bu imansızın arkasından birbirimize nasıl da bakıştıktı” diye anlatır.

Savaş başlar ve Falih Rıfkı Suriye cephesine gider. Zaten kitabın asıl kısımlarını da bundan sonrası oluşturuyor.

Atay Suriye’ye gidince görür ki olan biten hiç de İstanbul’dan göründüğü gibi değildir; bir imparatorluk batmaktadır.

İflah olmaz bir Batıcı ve içinden çıktığı kültürün hemen her şeyine mesafeli olan Atay’ın bu yaklaşımı maalesef tüm kitapta etkili olmuş. Öyle ki şarka dair ne varsa tamamını “kötü-pis” olarak lanse etmekten çekinmemiş Atay; düşünün ahlâkını bile. Bir zihnin nasıl olup da içinden çıktığı kültüre karşı bu derece mesafeli olduğunu anlamak gerçekten kolay değil. Sadece yaşadıkları dönem için ‘zor zamanlardı’ demekle iktifa ediyorum.

Medine’de Hz. Peygamber’in kabrine yaptıkları ziyareti anlattığı kısım da İslam’a olan bakışını göstermeye yetiyor. Bundan kaynaklanan aşırı bir anti-Arapçılık var ki bu bakış aslen ulus devletin resmi tarih tezlerinde geçen “Araplar ihanet etti” söyleminin de çıkış noktası.

Atay’ın bu bağlamdaki çelişkileri sayılmakla bitmez, hem Arap halklarının mazlumluğuna, masumiyetine, şeyhlerin elinde kullanıldıklarına vurgu yapıp hem de ve düşmanla işbirliği eden isyan birkaç Arap kabile şeyhinden hareketle tüm Arapları isyan etmiş nankörler gibi göstermek hangi hakkaniyet ölçüsüne sığar? Üstelik kitabın sonunda Türklerle Arapların İngilizlere karşı omuz omuza çarpıştıklarını aktarıp dururken..

Bütün bunlar ideolojik pencerelerin olayları yorumlamada nasıl etkili olduğunu gösteriyor.

Osmanlının emperyalist bir devlet olmadığına ilişkin vurguları da önemli Atay’ın. Atay’a göre Osmanlı, ümmetçilikle üç kıtada egemen olmuş bir imparatorluk.. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını da Arapların yaşadıkları ülkelerden oluşuyor; Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti, çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunmamıştı. Atay ‘olunmamıştı’ değil, ‘olunamamıştı’ der, ama nedenini söylemez. Herhalde bir yandan Osmanlı’nın emperyalist bir devlet olmamasına kızarken bir yandan da bunun olumlu payesini vermek istememiş olmalı!..

Kitapta çöle, savaşa, acıya dair pek çok ibretlik anekdot var. Çok fazla bilinmeyen ama aslında savaşın en önemli cephelerinden birisi olan Suriye cephesinden pek çok detay aktarmış Atay. Okurken oradaki sıkıntıları, acıları, çaresizlikleri, kahramanca mücadeleleri yaşar gibi oluyorsunuz. Tabii burada Atay’ın anlatımının hakkını vermek lazım.

Bu anekdotlar içinden beni en çok etkileyenini aktarayım, diğerleri için kitaba yönlendireyim.

Atay bozgun sonrası geri dönerken Cemal Paşa’nın harap Anadolu topraklarını gördükçe: “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi.” dediğini aktardıktan sonra ekler: “Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz.”

İşte bu dönüş yolunda istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene “Benim Ahmed’imi gördünüz mü?” diyormuş. Atay soruyor: “Hangi Ahmed’i? Yüzbin Ahmed’in hangisi?”

Kadın yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini göstermiş: “Bu tarafa gitmişti..” Atay devam ediyor: “O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı? Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skortip yarası mı, tifüs biti mi yedi? [..] Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor..”

Falih Rıfkı Atay kitabın sonlarında eline günlükleri geçmiş bazı askerlerin yazdıkları satırları da aktarıyor. Gerçek birer kahramanlık hikâyeleri. İsimsiz kahramanların Ahmet’lerin, Mehmet’lerin hikayeleri..

Falih Rıfkı’nın kendi kültürüne olan bakışını sertçe eleştirmeli ancak hakkaniyet gereği Anadolu’ya olan bakışındaki samimiyeti de görmeliyiz. Bu çelişki Atay’a has bir şey de değil, o dönemin aydınlarının pek çoğunda varolan bir açmazdı. Yenilmiş bir medeniyetin evladı olmak hiç kolay değildi.

Nitekim bu çelişkiyi Atay’ın hayatında hep görüyoruz; 1914 yılında hürriyet için, savaşı kazandıktan sonra Enver ve Talat paşalardan kurtulma hayalleri bile kuran Atay; uzun yıllar sonra “Demokrasi dedikleri şey, bizzat şeriattır. Hürriyet dedikleri şey, katillerin başıboşluğu, hırsızların serbestliği, cürümsüz, cezasız ve inzibatsız bir serseriler saltanatıdır” demekten çekinmeyecektir.

Tıpkı Zeytinyağı’nda o her fırsatta şarklılığı aşağıladığını ve onu atıp yerine Batılılığı koymaya çalışan Kemalist modernleşme projesinin yılmaz destekçisi olduğunu şu satırları yazarken unuttuğu gibi:

Bir cenaze töreni için Şehitliğe ilk defa gidiyordum. Yeni kabirlere ve mezar taşlarına baka baka ürperdim. Bu kültürsüzlük ancak telefon kılavuzlarındaki soyadları zevksizliği ile kıyaslanabilir. Kendi kendime:

– “Yeni mi ölmeye başlayan bir milletiz?” dedim.

Giriş kapısı yanında eski ölmüşlerin mezar taşları gözümde birer anıt değeri bağladı. Yaşayışımız değiştiği için, şehir ve evlerimizdeki kültür buhranının tahriplerine, ne kadar acınsak da, biraz hak verelim. Fakat her zamanki gibi ölmüyor muyuz? Yeni yazıda bir kitabe üslûbu bulamaz mı idik? Kabir ve taşlar üstüne Türk sanatkârını çalıştıramaz mı idik? Öyle acayip manzaralar var ki, insanın altındakine Fâtiha okumadan önce yaptırıcısına lânet okuyacağı gelir. (…)

En önce değiştirilecek şey, ki kafamızdı, onu hâlâ omuzlarımızın üstünde iki tarafa sallaya sallaya taşıyoruz. En sonra pek titiz bir dikkatle değiştirilecek şeylerden ise hemen hiçbir şey bırakmadık. Kahvelerimizde, sediri geri, iskemle üstünde oturan hicri on dördüncü asırlıyı, sadece bağdaş kurmadığı için, ileri buluyoruz. Kitapta melez, hayatta melez, nihayet mezarlıkta melez, ne düşünüşte, ne yaşayışta, ne de ölüşte aklımıza ahenk, zevkimize ahenk verebiliyoruz. Ne o türlü, ne bu türlü, hatta ne de başka türlü, türlü türlüyüz. (1)

Zeytindağı okunması gereken bir kitap. Duru Türkçesi, güzel anlatımı da kitabın olumlu yönlerinden. Okunmalı, ama yazıda özetleye geldiğim ideolojik bakışa dair gerekli rezervleri koymayı unutmadan..

(1) Cumhuriyet gazetesinden aktaran: Musiki Mecmuası, Sayı: 38, 1 Nisan 1951, s. 21. (Mustafa Armağan – Yeni Dünya – Temmuz 2006)

 

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Cemil Darendeli Tarih: Tem 4, 2008 | Reply

    Bu ozeti yazanin ideolojik bakisini da bu ozeti okurken unutmamak iyi olur.

  3. Yazan:mehmet özdoğan Tarih: May 28, 2009 | Reply

    ‘Bir zihnin nasıl olup da içinden çıktığı kültüre karşı bu derece mesafeli olduğunu anlamak gerçekten kolay değil.’

    insan, doğacağı yeri seçemiyor. Kimse de ait hissetmediği bir kültürü savunmak zorunda değil. Kimse, kimseden eleştri özgürlüğünü alamaz. Evet böyle değerli bir yazar da eleştirilir, ama ‘faşist olmadığı’ için değil..

  1. 2 Trackback(s)

  2. Ara 12, 2012: Son 12 ayda en çok okunan 40 sayfa
  3. Nis 8, 2013: Enver Paşa… Vatan haini mi, hayâlperest mi, kahraman mı idi? | lafefeleri.com

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin