RSS Feed for This Post

Atatürk köşesi açılıyor

20080622_derin_dusunce_org_ataturk_kosesi.jpg Sunuş: Zaman zaman Kemalist okuyucularımız sitem ediyorlar bize. “Atatürk’ü yanlış tanıyor ve tanıtıyorsunuz” diyorlar. Gerçekten de Atatürk’ü siyasi sömürü aracı yapanları bir kenara bırakırsak samimî biçimde Kemalizm’in Türkiye’ye faydası olabileceğini düşünen birçok insan yaşıyor ülkemizde. Ve onlar da tıpkı bizim gibi daha özgür ve daha zengin bir Türkiye özlüyorlar.

Öte yandan Kemalizm adına askerî darbeleri ve diğer totaliter yöntemleri savunanların sesi o kadar çok çıkıyor ki Kemalizm demokrasi karşıtlığı ile eş anlamlı oldu neredeyse. Birçok Kemalist  “Zaten Türkiye’nin demokrasiye ihtiyacı yok” diyerek kesip atabiliyor.

İşte bu bulanık sularda Derin Düşünce olarak samimî ve demokrat Kemalistlere sayfalarımızı açmaya karar verdik. Atatürk Köşesi kategorisinde Kemalist ideolojinin Türkiye’ye getirebileceği kazançları, Kemalizm’in demokrasi ve çağdaş dünya ile (1930 değil 2008) olan ilişkilerini irdeleyeceğiz.

Konuk yazarımız Dr. M. Galip Baysan 89uncu yıldönümü sebebiyle Amasya Bildirgesi’ni  bu günkü sorunlarımızı ve kaygılarımızı göz önüne alarak bizlere aktarıyor.

22 HAZİRAN 1919- AMASYA BİLDİRGESİ

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışından itibaren çalışmalarında “Kurtuluş” ağırlık kazanmış gibi görünürse de askerlerin bu amaca ve daha ötesine ilerleyebilmek için takip ettikleri yol kelimenin tam anlamı ile “Demokratik bir yoldur”. Bu yolun nirengi noktaları Amasya Genelgesi, Erzurum, Sivas Kongreleri ile Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun kabul edilişi olaylarıdır.

22 Haziran 1919 günü Amasya’da dört asker (Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa’lar, Albay Rauf ve Refet Beyler) bir araya gelmişler, Türk Halkının içine düşürülmek istendiği tehlikeli durumu halka nasıl anlatmak gerektiğini tartışmışlardır. Bizler genellikle Milli Mücadele dönemini tartışırken bu tarihi olayı süratle geçer ve sanki olağan bir işmiş gibi bahsederiz. Halbuki bu bildiri inanılmaz derecede önemli ve o derecede de başarılması zor bir görevdir.

Rauf Bey haricinde hepsi de devlet görevlisi olan komutanlar davanın asıl sahibinin halk olduğuna inanmışlar, düşmanla işbirliği yapmak mecburiyetinde bırakılan Osmanlı Hükümet adamlarını fazla rahatsız etmeden Halkı nasıl uyaracaklarının arayışı içine girmişlerdir.

Ege ve Dokuz Eylül Üniversitelerinde ders programında bu konu işlenirken bazı öğrencileri bu dört komutan yerine koyar, “mevcut şartlar içinde Halkınızı uyandırmak için nasıl bir bildiri kaleme alırsınız? Diye sorardım. Maalesef öğrencilerimden tatminkâr bir cevap alabildiğimi hatırlamıyorum. Öğrencilerim çoğunlukla böyle bir bildiri yayınlanmasının düşünülmesinin bile inanılmaz bir cesaret işi olduğunu kabul ediyorlardı.

Bu dört vatansever o gece uzun uzun tartıştıktan sonra bildiğimiz o ünlü bildiriyi tamamlayıp, imzaladılar. Onlarla birlikte irtibat kurdukları Doğu Anadolu’daki en yetkili Komutan Kazım Karabekir Paşa ile Konya’daki Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın onayını verdiği bildiri; hem bir ihtilal beyannamesi,(1) hem de Demokrasinin en belirgin bir habercisi kabul edilmelidir.

 Mustafa Kemal Paşa Samsun’a ayak bastıktan hemen sonra askeri birliklerle irtibat kurarak Anadolu’ya geldiğini duyurmuş ve onları kutsal göreve davet etmiştir. İlk sözleri şunlardır:

Milletin esaretten kurtulması, hâkim ve bağımsız olarak topraklarımızda yaşabilmesi, ancak azimkâr ve namuslu ellerin, milleti kısa ve doğru yoldan bağımsızlığa ve halkın savunmaya yöneltilmesiyle mümkün olacaktır.“(2) “Mülkiye memurlarının güvene layık kişileri ile el ele vererek bağımsızlığımızın savunulması için gerekli teşkilatın kurulmasını (gayet tabii gizli) zorunlu sayıyorum. Bu husus ihtisası nedeniyle biz askerlerin kendisine düşüyor.“(3)

22 Haziran bildirgesi üzerinde durduğumuz şekilde halkı ürkütmeden uyarmak ve durumdan haberdar etmek amacı taşımaktaydı. Birinci cümlede “Ey halkımız tehlikedesin” deniyor, ikinci cümlede de “İstanbul’daki Sultan ve Hükümetine güvenilmemesi gerektiği” belirtiliyordu.

Bundan sonra diğer cümlelerde halkın egemenlik hakkına sahip çıkması “ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır” sözleri ile dile getiriliyor, daha sonraki maddelerde bunun nasıl yapılacağı sıralanıyordu.(4) Bunun için, bütün illerin her sancağından, halkın güvenini kazanmış üç delegenin katılmasıyla ülkenin en güvenilir yeri olan Sivas’ta “Milli bir kongre” toplanacaktı.(5) İşte bu kongre İstanbul’da kapatılan “Millet Meclisi“nin yerine halk adına kararlar alacak ve halkın  sesini, isteğini bütün dünyaya duyurabilecekti.

Bildirinin son maddeleri Erzurum Kongresi ile ilgili idi. Mustafa Kemal ve arkadaşları Doğu Anadolu halkının topraklarının Ermenilere verilmesini önlemek amacıyla Erzurumda bir Kongre toplayacağını, kendilerinin bu kongreye davet edildiğini ve katılacağını duyuruyor, seçilen vekillerin Sivasa gelmesi halinde Kongrenin Ağustos ayında yapılabileceğini bildiriyordu. Son bir not olarak bu konunun şimdilik gizli kalması talep ediliyordu.

Atatürk’ün Ulusal Egemenlik kavramını Samsun’a ayak bastığı ilk günlerden itibaren ısrarla ele alması, onun halk egemenliğine olan samimi inancının bir göstergesidir. Samsun’a ayak bastıktan üç gün sonra (22 Mayıs 1919’da), Sadaret makamına gönderdiği bir raporda “Millet tek vücut olup hâkimiyet (Milli egemenlik) esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunun için çalışacaktır(6) ifadesini kullanmış ve “böylece ilk defa Milli Egemenlik tezi resmi bir evrakta dile getirilmekte, Milli egemenlik millet için bir hedef olarak gösterilmektedir.“(7)

Egemenlik; bir devleti meydana getiren üç ana unsurdan (topluluk halinde yaşamayı amaçlayan ve aralarında müşterek bağlar bulunan insanlar “Millet“, bu insanların üzerinde yaşadıkları belirli sınırlara sahip toprak parçası “Vatan” ve bu topluluğun kendi içerinden çıkardıkları üstün emredici güç “Egemenlik“ten) biri olan(8) ve Yasama, Yürütme ve Yargı güçlerinden teşekkül eden bu kavramın;  tekrar gerçek sahibi olan halka devredilmesi, Mustafa Kemal’in bundan sonraki bütün çabalarında daima ön plana çıkacaktır. Mustafa Kemal İstanbul’da hükümet ve ülkenin sivil aydınlarının çözüm olarak ortaya attıkları bütün önerileri ortaya koyduktan sonra kendi görüşlerini şu sözlerle belirtecektir:

 “Ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi… Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.“(9)

Burada dikkatinizi şu noktaya çekmek isteriz: İşgal güçleri ile mücadeleye kesin kararlı bir komutan Ordu kurmayı düşünmüyor, tam anlamı ile Demokrasiye âşık bir insan gibi davranıyor ve Halkı uyandırmak, egemenliği kendi seçeceği temsilcileri vasıtasıyla eline almasını sağlamak ve Halk egemenliğine dayalı bir düzen kurmaya çalışıyordu.

DİPNOTLAR.

(1)   Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali-I, s.263 (Kastaş A.Ş., İstanbul-1987)

(2)   S. Selek, s.260

(3)   Aynı eser, s.261

(4)   Söylev-I, s.22-23, Ünsal Yavuz; Atatürk İmparatorluktan Milli Devlete, s.49-50 (Türk tarih Kurumu, Ankara-1990)

(5)   İmparatorlukran Milli Devlete, s.50

(6)   Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik, s.19 (Türk Tarih Kurumu, Ankara-1987); T. Feyzioğlu, Millet Egemenliği, s. 44; Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, s.11 (Kültür Bakanlığı, Ankara-1981)

(7)  Atatürk ve Milli Egemenlik, s.19

(8)  Turhan Fevzioğlu, a.g.e., s.4-5

(9) Atatürk, Söylev-I, s.9; M. Tayyip Gökbilgin, s.149

 

 

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 21 Yorum

  2. Yazan:sayanora Tarih: Haz 23, 2008 | Reply

    Meclis Mustafa Kemalin isine yarayan bir sey degil, ona gore, cogu zaman ayagina dolanan bir kurum olmustur.

    Yazi

    Kazi cevirmeye ugrasmayalim bence, herkes Mustafa Kemali bir tarafa ceke ceke bir hal oldu. Perincek Ataturkcu, Yasar Nuri Ozturk Ataturkcu, AKP Ataturkcu, CHP Ataturkcu. Yeter artik. Bu onemli lideri, yasadigi zamanda birakalim. Oraya yakisir, orada degerlidir.

  3. Yazan:Duman Tarih: Haz 23, 2008 | Reply

    Değerli Hocam,

    İyi güzel de şu cümle ne oluyor:

    Birinci cümlede “Ey halkımız tehlikedesin” deniyor, ikinci cümlede de “İstanbul’daki Sultan ve Hükümetine güvenilmemesi gerektiği” belirtiliyordu.

    Burası endoktrine edilmeye hazır öğrencilerin bulunduğu bir yer değil, dolayısı ile tarihse bakarken daha nesnel olabiliriz.

    Mesela Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi konuşması Nutuk’ta neden makaslandı? Neden bu demokrasi aşığı insan 1908’den bu yana çok partili parlamenter sisteme zaten sahip olan yapıyı tasviye edip Tek partiye geçti?

    Neden ulus devlet kurma sürecinde Vahdettin hain ilan edildi? Mesela bahsettiğim Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi konuşması Vahdettin-M.Kemal işbirliğini açıkça gösteriyordu? Ama sonra Nutuk’tan makaslandı?

    Neyse, sözü M. Armağan’a bırakayım, daha sorum çok:

    Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi konuşması Nutuk’ta neden makaslandı?

    Tarihimiz, özellikle yakın tarihimiz tam bir yalanlar mecmuası. Bu çok açık. İçine girdikçe bu açıklığın müstehcenlik düzeyine varmasından inanın haya ediyorum ama şu garip kalemim meseleye eğip bükerek bakmama mani. Hangi konuya eğilseniz lime lime olup elinize kalıyor belgeler.

    Jean-Paul Roux haklı galiba: “Tarihte bu kadar çok şaşırmamız, onu yeterince incelemeyişimizdendir.”

    İnceleyelim öyleyse.

    Son zamanlarda şu Erzurum Kongresi’ne taktım. Beni uyandıran da, ne yalan söyleyeyim, herhalde Kemalistliğinden kuşku duyulamayacak bir isim, Şerafettin Turan oldu. Çok ciltli Türk Devrim Tarihi’nin ilkinde Erzurum Kongresi kararları diye ortaya atılan maddelere şaşırıyor ve şunları sıralıyordu Turan:

    “Örneğin, M. Kemal’in ‘kongre kararları’ olarak sıraladığı ve okul kitaplarından başlayarak kongre ile ilgili hemen tüm yayınlarda yer alan ‘Ulusal sınırlar içinde bulunan yurt parçaları bir bütündür, biribirinden ayrılamaz’ ilkesi ne tüzükte, ne de bildiride bu biçimiyle düzenlenmiştir… Söylev’de [Nutuk’ta] ‘Manda ve himaye kabul olunamaz’ biçiminde aktarılan kesin hüküm de kongre kararları ve bildirisi içinde yer almaz.” (Türk Devrim Tarihi, 1. Kitap, Ankara, 1991, Bilgi Yayınevi, s. 214-215.)

    Bunları okuyunca ‘Nasıl yani? Kongre kararları diye ezberlediklerimiz Nutuk’ta değiştirilerek aktarılmışsa biz neye inanacağız veya inanıyoruz?’ diye hayretle sormuştum kendi kendime. Ardından da Fahrettin Kırzıoğlu’nun Bütünüyle Erzurum Kongresi (Ankara, 1993) adlı, kongre tutanaklarını orijinallerine varıncaya kadar yayınladığı kitabını incelediğimde büsbütün şaşırmıştım. Bu kadar kesin olarak bildiğimiz kararlar böylesine değiştirilerek aktarılmışsa başka nerelere uzanmıştır o muhteşem altın makaslar? diye düşünerek soru matkabımı çalıştırmıştım.

    Şimdi size Mustafa Kemal Paşa’nın 23 Temmuz 1919 günü Erzurum Kongresi’nin açış konuşmasında söylediklerinden Nutuk’a almadığı bazı parçaları sunacağım. Böylece şu günlerde bir öğrenci ödevi yüzünden yeniden hortlayan bitmez tükenmez Vahdettin tartışmalarına bir parça ışık düşüreceğimi ve yıllardır gözlerden saklanan gerçeklerle yüzleşmemize yardımcı olacağımı umuyorum.

    Evet işte o konuşmada İstanbul hükümeti ve Vahdettin’le ilgili atlanan kısımlar. Dikkatle ve cümle cümle okuyoruz:

    “Anadolu’da, Pâyitahttaki münevverânın ve din ve devlete mesbukü’l-hidme zevat-ı âliyenin, gaye-i mukaddesemiz uğrunda evvel ve ahir masruf olan mesaisi pek kıymettardır.”

    Burada Anadolu’da, İstanbul’daki aydınların ve din ve devlete hizmeti geçmiş yüksek kişilerin kutsal gayemiz uğruna sarf ettikleri eski ve yeni çalışmalar çok değerlidir, denilerek İstanbul’da, Erzurum’da da paylaşılan aynı “kutsal gaye” için çalışanlar bulunduğu ve bu çalışmalarının değerli olduğu vurgulanıyor. Yani Anadolu hiç de kendi haline bırakılmış değildi 1919 Temmuz’unda.

    Biz devam edelim:

    Okuduğunuz cümle, daha sonra, muhtemelen Nutuk metni hazırlanırken gözden geçiriliyor ve şu kılığa büründürülüyor:

    “Pâyitahttaki münevverânın ve din ü devlete hizmetleri mesbûk zevat-ı aliyenin mesai-i masrufeleri, kıymetdar olmakla beraber, [ancak] te’sir ve murâkabe altında mahsur bir muhit; kendilerini daima tehdit ve akametle müteessir etmektedir.”

    Bu cümlede, yukarıda sözü geçen İstanbul’daki kişilerin değerlerini vurguladıktan sonra bir ‘ancak’ edatı konularak onların etki ve denetim altında bir çevrede tehdit ve işlerini sonuca bağlayamayacak şartlarda çalıştıkları vurgulanıyor. Yani bir şeyler yapmak istiyorlar ama elleri kolları bağlı denilmek isteniyor İstanbul’dakiler için.

    Aşağıdaki cümle daha açıklayıcı:

    “Herhalde mukadderata hakim ve hukukuna sahip bir idare-i milliyenin müdahaleden masun ve müstakil bir surette zuhurunu, ancak Anadolu’dan bekliyorlar.”

    Yani geleceğine hakim ve hukukuna sahip bir millî yönetimin işgal İstanbul’undaki gibi müdahaleden uzak ve bağımsız bir şekilde ortaya çıkışını ancak Anadolu’dan bekliyorlar.

    Kimdir bekleyenler? İstanbul’dakiler elbette… Yani hükümet, devlet adamları ve elbette biraz sonra göreceğimiz gibi şu ‘hain’ Vahdettin!

    Erzurum Kongresi açılışında Mustafa Kemal Paşa kürsüde konuşmaya devam ediyor:

    “Buna istinadendir ki, bir Şura-yı Milli’nin vücudunu, ve ancak, kuvvetini irade-i milliyeden alacak mesul bir hükümetin mevcudiyetini talep etmek, artık ve bilhassa son zamanlarda payitahtın heman tekmil tabakat-i mütefekkirini için bir fikr-i sabit halini almıştır.”

    Anlamı şu: Anadolu’dan bağımsız bir millî yönetim arzusu doğrultusunda bir şura-yı millî, yani meclisin varlığını ve kuvvetini ancak milli iradeden alacak sorumlu bir hükümetin mevcudiyetini istemek artık ve özellikle son zamanlarda İstanbul’un hemen bütün düşünen insanları için bir saplantı halini almıştır.

    Yani? İstanbul’dakiler bir milli şura, yani meclisin ancak Anadolu’da kurulabileceğine inanıyor ve bunu sizden bekliyorlar. O kadar ki, bu beklenti bütün düşünen insanlar için bir saplantı düzeyine varmıştır. Evet, düpedüz saplantı (fikr-i sabit)…

    Devam.

    “Anadolu’daki Ordu Müfettişliği memuriyetime, bilhassa İngilizler tarafından hazm u tahammül olunamayacağı ve dahilden de bir çok ifsadat ve tezviratın karışacağı, daha o zaman kestirilerek alenen gerek Sadrazam (Damat Ferid) Paşa’ya ve gerekse rical-i marufe-i devlete söylemiş ve bilhassa Zat-ı Akdes-i Padişahiye (Vahdettin’e) de bilmünasebe maruzatta bulunmuş idim.”

    Geldik meselenin bam teline. Nutuk’a alınırken atlanan bu cümle, Mustafa Kemal’in, Anadolu’ya gönderilişinden İngilizlerin memnun olmayacaklarının ve bu görevi yüzünden içeriden de fesatlar ve dedikoduların çıkabileceğinin daha İstanbul’dayken farkında olduğunu ve bu konuda gerek Damat Ferid’le, gerekse tanınmış devlet adamları ve Vahdettin’le görüştüğünü anlatıyor.

    Mustafa Kemal’in bundan sonraki cümlesi tutanaklarda yarım kalmış ve metin tam 4 sayfa birdenbire atlanmış! Bu atlanmış veya atılmış sayfalarda neler yazılı olduğunu bilmemekle beraber bir sonraki sayfada rastladığımız ifadelerden anlıyoruz ki, İngilizlere karşı padişahla yaptıkları özel görüşmelere dair açıklamalar yer alıyordu buralarda. Nitekim eksik sayfalardan sonraki ilk cümle bunu açıkça gösteriyor. Neler göstermiyor ki? Beraber okuyalım:

    “Bu bâbdaki esrâr ve muhâberâtın ve zât-ı akdes-i padişahî ile geçen ma’ruzât ve müdavelâtın şimdilik neşri muvâfık olmayıp inşaallahu teala mübarek vatan ve milletin bilfiil mazhar-ı necât olduğunu idrak edince kitap halinde intişârı ve o zaman bugünkü kongre heyet-i muhteremesini teşkil buyuran zevât-ı kıymetdâra da bir hâtıra-i millî olarak takdimi mutasavverdir.”

    Bugünkü kelimelerle ifade edersek, sözü edilen konudaki sırlar ve haberleşmelerin, özellikle de Sultan Vahdettin’le aramızda geçen yazışmalar ve görüş alış-verişlerinin yayınlanması şimdilik uygun olmayıp kurtuluştan sonra kitap halinde bastırılması düşünülmektedir.

    Tabii bu ‘sırlar’ı içeren kitabın hiçbir zaman yayınlanmadığını biliyorsunuz.

    Böylece Erzurum Kongresi tutanaklarında yer alan ancak Nutuk metnine alınırken özellikle atlanan kısımlarda çok önemli bazı bilgiler yer aldığını gördük. Bunları maddeler halinde özetleyelim:

    1. İstanbul’da kutsal gayemizi, yani vatanın esaretten kurtarılışı konusunda yapılmakta olan çalışmalar çok değerlidir.

    2. Ancak bu çalışmalar, işgal ordularının denetimi altında yürütüldüğü için sonuç almalarına yetmemektedir.

    3. İstanbul’dakiler millî bir yönetimin ortaya çıkışını Anadolu’dan bekliyorlar. Hatta bir meclis açılması ve irade-i milliyenin kendisini göstermesi konusu, İstanbul’da neredeyse bir saplantıya dönüşmüş durumdadır.

    4. Benim Anadolu’ya gönderilmemin İngilizleri rahatsız edeceği konusunu daha önce gerek Damat Ferit’le, gerekse Vahdettin’le görüşmüştük.

    5. Bu konudaki sırların açıklanması şimdilik uygun olmamakla beraber kurtuluştan sonra bunları kitap yapıp hepinize milli bir hatıra olarak birer adet vereceğiz.

    Sırlar… Nelerdi acaba?

    Vahdettin’in hain olmadığını belgeleyecek bu sırları bırakın, o sırlara ait bu belgeler bile kamuoyundan yıllardır gizlendi. Yoksa Süleyman Demirel’in 2005 Temmuz’unda dediği gibi, Vahdettin’in daha 100 yıl hain olarak bilinmesi gerektiğinden mi?

  4. Yazan:Aysun Altan Tarih: Haz 23, 2008 | Reply

    Sayin Hocamin makalesi güzel ama eksik.

    Nutuk (Söylev) ve Türk Tarih Kurumu gibi remî tarih referanslarinin yaninda baska kaynaklardan da istifade etseydi daha tarafsiz bir makale olurdu.

    Nutuk sonuçta bir hatira defteridir. Eger Iran tarihini ogrenmek icin sadece Ayetullah Humeyni’nin hatiralarini okursaniz nereye varabilirsiniz?

    Veya Irak savasini anlamak icin FoxTV seyrederseniz?

    Nutuk Atatürk’ü her konuda hakli cikaracaktir cunku onun yazari Ataturk idi.

    Saygilar

  5. Yazan:Selim Sabanci Tarih: Haz 23, 2008 | Reply

    Acaba Galip Baysan bizi bir konuda aydinlatabilir mi:

    Ataturk neden Amasya Genelgesi’nde veya Erzurum Kongresi gibi bir toplantida sapka giymeyenleri idam edecegiz diye ilan etmedi?

    Hatta ibret olsun diye bir de kadin asmislar!!!

    http://www.derinsular.com/kitap/2008/05/sapka-idamlarinda-bir-kadin-salci-baci-aktas.php

  6. Yazan:arif Tarih: Haz 23, 2008 | Reply

    Zamanlaması iyi bir çalışma . Bugün yine halkın kaderini belirleme alanı, Kemalizm üzerinden daraltılmaya çalışılıyor maalesef. İşte tamda bu yüzden,bugün; milletine güvenmeyen, dahası Bursada bir grup subaya hitaben ‘Bu millet sizin düşmanınız diyebilen’ klasik İnönü duragan vesyetçiliğini, Kemalizm adıyla Atatürk’e bağlamak oyunculuğunu, ortaya çıkarmak, önem kazanıyor. 28 şubat irticaya karşı palavrası ile, İstanbul dükalığı ve onun fedaisi bir grubun hazineyi talan operasyonuydu. Bugünde İstanbul dükalığı, rekabet edemediği Anadolu girişimciliğine karşı, aynı masal üzerinden bir operasyon yürütüyor. Maksat yine hazinenin talanı ve rezidanslar için kanunsuz ruhsat avcılığı. Bu alçakça oyunu Atatürkçülük ve Kemalizm şalıyla gizleme gayreti ve oyunu artık bozulmalı. Atatürk Kemalist değildir. Vesayetçi Kemalizm, gerçekte İnönücüdür, İslamdan ve Türklükten korkan Anti-İslam ve millet düşmanlığı tezidir ve milletine karşı şiddet kullanır. Seçilmiş başbakanları asar, gençlerine işkence yapar. Arkasında Atatürk’çü izler bırakarak, iki defa fitne ateşi yakar. Milletini aziz Atatürk’e karşı kinlendirirken, devletine küstürür. Bu aziz Atatürk’e yapılan en büyük hakarettir. Orduyu, vatanı savunan değil, siyaseti dizayn eden bir baskı kurumuna dönüştürür. Siyasetin alanını daraltır ve milli değil, hegomon küresel güçlere bağlıdır. Dolayısıyla Atatürk ile Kemalizm birbirinin zıddıdır. Atatürkün millet nezdindeki itibarı, İnönücü vesayetçi politikanın devamı için kullanılmaktadır. Bugünde İstanbul dükalığı, sözde Atatürkçülük arkasına gizlenmiş fedaileri kanalıyla, milletin özgür siyaset alanını daraltma ve çalışarak elde ettiği kazanımları yağmalama hazırlığındadır. 28 şubat talanı 40 milyar doların cebe indirilme operasyonu idi. Bu defada merkez bankasında biriken varlığın talanı hedeflenmektedir. Yoksa AKP nin siyasal İslamcılar tarafından, İslamı sulandırdığı, mütedeyyin insanları laikliğe yaklaştırdığı eleştirisini bilmezmi bunlar. Atatürk ne zaman rahat kalacak? İşte bu soyguncu, talancı sahte kapitalistlerin, çetecilerle oluşturduğu vesayetçi yapı sona erdiği zaman. O vakit Atatürk’ümüz saygınlığına, Ordumuz gerçek gücü ve yerine kavuşmuş olacaktır.

  7. Yazan:ortavegol Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Öncelikle belirtilmesi gereken Meclis’in açılmasına çabalamak, sahiden milli iradeyi ortaya koymak için midir, yoksa yapılacak icraatleri meşru bir zemine oturtma çabası mıdır? Bunun üzerinde durmak lazım.

    -sayanora
    Herkesin Mustafa Kemal’i sahiplenerek çıkar sağlamaya çalışması hususunda kesinlikle sizle hemfikirim. Ancak Meclis Mustafa Kemal Paşa’nın işine yarayan bir şey değil demek yanlış olur. Zira vekiller karpuz seçer gibi seçilir durumda olsalar da göstermelik bir meclis hep varolmuştur. Birinci Meclis Kurtuluş Savaşı’nın meşruiyetinin İkinci ve sonraki Meclisler’de “inkılabın” meşruiyetinin teminatıdır. Ancak Meclis içinde çıkan bütün muhaliflerin tasfiyesi Atatürk’ün Meclis’ten ziyade muhalefetten hoşlanmadığını gösteriyor ki muhalefetten hoşlanmayan demokrasiden yani “hakimiyet-i milli”den hoşlanmıyordur.

    -Arif Bey

    Atatürkün millet nezdindeki itibarı, İnönücü vesayetçi politikanın devamı için kullanılmaktadır.

    demişsiniz. Ben tam tersini, İnönü’ün Kemalizm’in devam ettiricisi olduğunu düşünüyorum. Ancak Atatürk’ü sevmemenin cezalandırıldığı bir ülkede Atatürk’ü eleştirmek kolay değildir. Atatürk kaynaklı sorunlarda hep parmaklar İsmet Paşa’ya dönmüş, hal böyle olunca da İnönü bir nevi günah keçisi durumunda kalmıştır. Şu röportajı okumanızı tavsiye ederim.

  8. Yazan:Ömer Oduncuoğlu Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    M. Kemal Atatürk’ün hayatındaki çeşitli bölümleri ve söylemleri referans alarak çok farklı Atatürk portreleri çıkarmak mümkün. Bu nedenle gerçekçi bir analiz ancak geniş bir zaman dilimi bağlamında ve o günün şartları dikkate alınarak yapılırsa belli bir tutarlılığa sahip olabilir.

    Aksi takdirde sadece Amasya Genelgesi’ne bakarak ‘demokrat’ bir Atatürk, siyasi rakiplerini tasfiye yöntemlerine vurgu yaparak ‘makyavelist’ bir Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda dinsel öğeleri kullanmasına dikkat çekerek ‘dindar’ bir Atatürk veya devletçi uygulamalarına bakarak ‘sosyalist’ bir Atatürk … vs resmi çizebiliriz.

    Ancak belki de tüm bunları içeren, o günün şartlarına göre toplumu en doğru sonuca ulaştıracağına inandığı farklı politikaları bir arada uygulayan, doğruları ve yanlışlarıyla ‘pragmatist’ bir Atatürk portresi çok daha kapsayıcı bir tanımlama olabilir.

    Böylece tartışmaların birer kişilik tahlilinden uzaklaşıp “koşullar ve uygulamalar” bağlamına indirgenmesinin ve daha sağlıklı bir sonuca ulaşılabilmesinin yolu da açılmış olacaktır.

  9. Yazan:arif Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Otavegol, topu taca atmayalım ve Atatürk köşesine hürmeten kısaca cevap verelim. Atatürk tartışmasız karizması ve güçlü liderliğiyle, bağımsız Cumhuriyetin mührü gibidir. Erken vefatı sonrası İnönü dönemiyle birlikte, Türkiye üzerine farklı projesi olanlar devreye girmiştir. Kararlarını kendisi veren-doğru yada yanlış- bir Türkiye yerine vesayet altına alınan bir Türkiye. Röportajın içeriği sorunlu. Tamamen sübjektif bir yaklaşımla karar verme yeteneğinden mahrum, bağımlı bir Türkiye özlemi yansıtıyor. Bu anlayıştakilere öyle inandırılmış ki; bağımsız karar veren bir Türkiye İslamcılarıda, Kürtleride yaşatmaz. Bu zehirli korkuyu zihinlere sokan vesayetin muradı; politik karar verme yeteneğinden yoksun bırakmak istediği Türkiye’ye karşı, müttefikler devşirmek. Alevileride bu açıdan kışkırttıklarını göz ardı etmemeliyiz. Derin cinayet yapılarının bu maksatla çalıştığı aşikar değil mi? Hülasa Atatürk güçlü ve kararlarını kendi veren bir Türkiye’yi ifade eder. Tekrar ediyorum bunlar eleştirilebilirde. Ancak Atatürk sonrası kendi karar veren bir Türkiye’nin yolu kesilmiştir. Ne zaman güçlü bir liderlik oluşmuşsa, Menderes, Özal, Erdoğan, vesayetçi güçler-ABD ve AB ile yerel bağlaşıkları- fedaileri eliyle vesayet dinamiklerini işletmişlerdir. Elin vesayetçi baskısıyla doğru karar verme silikliğine karşı; kendi özgür irademizle hata yapabilme olgunluğunu tercih edebilmeliyiz. Bizim dünyaya söyleyecek sözümüz olduğunu, milli takımın başarısına, her coğrafyadan iştirak eden milyonların sevinci, yeterince tanıklık etmiyor mu? Yoksa siz Kemalist zorbalığı kötü polis olarak dayatanların, liberal-sol yaklaşımı iyi polis olarak pazarladığını hala anlayamadınız mı? Kırk katırmı, kırk satırmı diye soranlara, al katırını diyemezmiyiz? İçe kapanmak ile dışa ram olmak yerine, biz sizinle rekabet eder ve sizi geçeriz diyemezmiyiz. Türk okullarını cemaatçilkle, Anadolu kaplanlarını İslami sermaye olmakla suçlayanlar ile; Milli takımın başarısına kaos diyerek küçümsiyenleri karşıt sanmak akıl işimi? Türkiye kendine güvenirse çağdaş uygarlığın üzerine çıkabilir demek, meğerse ne büyük suçmuş. Bizden adam olmaz ezberini bozmuş olması bile Atatürk’e saygıda kusur etmemek için yeterli sayılmalıdır. Kendi kararını kendisi vermek isteyen, tek ferdi vahit kalana kadar, Atatürk sevgi ve saygı görmeye devam edecektir bu topraklarda. Vesayetçi Kemalizmin Atatürk ile bir ilgisi olmadığı anlaşılana kadar da, haksız hücumlara uğrayacaktır pek tabiiki…

  10. Yazan:ortavegol Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Arif Bey

    Öncelikle, hani öyle bir yazmışsınız ki sanki Atatürk’ün Kemalizm’den haberi yokmuş da 1938 sonrası peydah olmuş bu ideoloji. 1935 CHP parti programında “Kemalizm” adı direk kullanılmıştır ama ilkeler(oklar diyelim ya da)daha geride, 1931 yılının parti programında vardır.
    Hala 1938’den sonrasının,38 öncesinden farklı bir mantıkla yönetildiğini düşünmüyorum. Ayrıca sizden bir iki örnek vermenizi rica edeceğim. 38-50 arası ülkede hangi olaylar dış mihrak etkisiyle, vesayetçi düzenek kullanılarak vs. gerçekleştirilmiştir? Örneklerle konuşmak çok daha güzel olur.
    Ek olarak, dış ilişkilerde tam bağımsız olmak, içeride düşünce özgürlüğünün ve bireysel hakların olmamasına yeğ midir? dersek ben kendi adıma “Hayır” cevabını veririm. Sizin cevabınızı da merak etmiyorum değil. Cumhuriyet’in mührü Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın diğer önderlerine ve muhalefetin tamamına karşı tavrı ve eylemleri malumunuzdur diye düşünüyorum. Tek bir insan tarafından yönetilen tam bağımsız bir ülke. Muhaliflere, farklı seslere yer olmayan bir ülke.
    Dipnot olarak şunu da belirtmekte fayda var ki Atatürk devrinde de tam bağımsızlığı olumsuz yönde etkliyecek bazı oluşumlara katılınmış ve pazı anlaşmalar imzalanmıştır. Milletler Cemiyeti(1932), Sadabat Paktı(1937) vs.
    saygılar

  11. Yazan:ahmet terzi Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    offffffffff hala vahdettin hain ilan edildi diyor ya hain işte HAİN kuvai inzibatiyeyi kim kurdu bir okuyun şu kuvai inzibatiyeyi amacı ne idi ne yaptı diye bir padişah kendi ülkesini işgal etmeye gelen,kendine ait askeri kışlayı basıp askerini öldüren kadınların ırzına geçen ,bir ingiliz gemi si ile o ülkeye kaçarsa o padişah hain dir.onurlu bir padişah onuro ile intihar etse idi benim gözümde daha büyür idi .hitler bile kaçmamış intihar etmiştir.

  12. Yazan:arif Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Orta ve gol, tam bağımsızlığı Enver hoca gibi algılamayın, nüanslar var bu yolda…Atatürk Ellisinde dünyadan ayrılırken, diğerinin doksanbeşlik olarak zar zor yolculanmış olmasını örnek olarak kabul edermisiniz mesela? Özal ile Demirel gibi değil mi? Atatürk ile İnönü arasındaki fark, Özal ile Demirel arasındaki fark kadardır. Biri dünyaya meydan okuyan yarışmacı bir özgüven simgesi iken, diğeri ise ABD bunu ödetir diyecek kadar meclis kararından korkan,hür karekter yoksunu.
    Dünyadan kopmak ile onunla yarışmak aynışey değil. Atatürk milletleri, büyük bir ailenin uzuvları olarak görür. Atatürk yarışmacı ve dünya çapında hedefleri olan bir liderdi. Milletler Cemiyeti fikrini desteklerdi. İçe kapanmacı bir üçüncü dünyacı değildi. Bugün hala gündemde olması, milletinin derin ilgisine mazhar olmasından ve uğradığı haksızlıklardan dolayıdır. Kripto yapının marifetleri ile sağlanan siyasi ve terör gücü ile, sermaye desteğini, dışa açık liberal yaklaşımlar olarak görmem. TÜSİAD tavrı ile Anadolu sermayesini bir tutmam. Biri dünyaya mal satmaya uğraşır, diğeri gümrük duvarları ardında milletine tapon mal geçirir. Biri milletin sesi olan sandığa hürmet eder, diğeri timsah gözyaşlarıyla ara dönem senaryoları hazırlar. Elbette demokratik yarış içinde her iki yaklaşımda milletin önüne çıkacaktır. Yinede size tavsiyem, kendi doğrunuzda ısrarlı olmanızdır. Velevki yanlış bile olsanız kendi yanlışınızı savunmuş olursunuz. Ben yanlış isem hiç bir güç- ortak akıl hariç- kendim olmamı değiştiremez diyelim ve bitirelim vesselam…

  13. Yazan:Dr. M. Galip Baysan Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    ” Sayın Sayanora, Duman, Aysun Altan,Selim Sabancı,Arif ve Ortavegol kod adlı okurlarımız. Once konuya duydugunuz ilgi icin hepinize tesekkur ederim. Hepinizde tespit ettigim en onemli ortak ozellik “Ataturk Sevgisizligi” oldu. Tabii olarak buna cok uzuldum. Ama galiba kabahat sizlerde degil egitim yıllarında sizleri yetistiren bizim gibi ogretmenlerde. Galiba bizler, Ataturku anlamamısız ki size anlatalım. Bunun icin gelin sizler ve sizin gibi dusunen arkadaslarla bir anlasma yapalım. İzin verin 3-4 ay belgelere dayanarak Ataturku bu gune kadar duymadıgınıza emin oldugum tarihi gerceklere dayanarak size tanıtayım. Ondan sonra sizlrle istediginiz sekilde tartısalım. Ama en basta bir ilke kararı alalım, savundugumuz fikirler ve tezler kulaktan duyma olmamalı, belgelere, kitaplara dayanmalıdır. Yazdıklarım konusunda yanlıs gordugunuz olayların dogrusunu tenkitlerinize eklerseniz beni daha fazla mutlu edersiniz.Hepinize sevgi ve saygılar sunarım”

  14. Yazan:Duman Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Değerli Hocam,

    Soruma cevap vermek yerine etrafından dolaşmışsınız. Sorun birilerini sevip sevmemek değil. Kendi adıma söylersem, bu ülkeye faydası dokunmuş herkesi seviyorum. Mustafa Kemal’den, Vahdettin’e, Enver Paşa’dan Cemal paşa’ya kadar. Hepsi tarihsel şahsiyetlerdir, hepsi de insandır her insan gibi günahları ve sevapları vardır.

    Mustafa Kemal Milli mücadelede yalnız değildi. Ona ve bütün diğer -silikleştirilmeye çalışılan- silah arkadaşlarına büyük saygı ve sevgim var.

    Şimdi bu peşrev ve biraz da “aman ateş etmeyin!”i andıran girizgahı kısa kesip tarihe odaklanalım.

    Ben ve benim neslim tarihte neler olup bittiğini öğrenmek istiyoruz Hocam, masal dinlemek, çarpıtılmış, sansürlenmiş, endoktrine etme amaçlı ideolojik amentüler değil.

    Yorumunuzda sevgi teması sadece ve sadece bu çarpıtılmış tarih amacına hizmet ediyor. Bizim karnımız bunlara tok, almayalım. Size daha ilk yorumumda burada endoktrine edilmeye hazır kalabalıklar, beyni yıkanmaya hazır öğrenciler olmadığını ima etmiştim.

    İnanın burada hem yazarlar hem de yorumcular, iyi üniversitelerden mazun, sürekli okuyan, düşünen, birkaç dil bilen, dünyada neler olup bittiğinden haberdar kişilerden oluşuyor. Bu yüzden lise talebesi varmış gibi endoktrine faaliyetine girişmeniz, bırakın fayda sağlamayı, daha yapmak istediğiniz şeye zarar verecektir.

    Dilerseniz konu konu gidelim. Kolayıma geldi, mesela özgürlükler konusunda bu sitede yayınlanmış bir yazı vardı. Onu alıntılayayım:

    Hıncal Uluç hiç sevmediğim insanlardan birisidir. Ama takdir ettiğim bir yönü var ki o da fikirlerini savunurkenki samimiyeti. Mesela bugünler, “ama… ama…”cı demokratların yaldızlarının döküldüğü bir zaman; kendilerine ‘demokrat’ diyen ama esen rüzgara göre de sık sık yön değiştiren güruhtan ayrıdır Hıncal Uluç. Birçok kez çıkıp açık açık “demokrat değilim, cumhuriyetçiyim” demesi de bunun delilidir.

    http://www.sabah.com.tr/2008/04/08/haber,1F9322EAA90A4735B8F3C742836244DF.html

    Hıncal Uluç dünkü yazısında “ifade özgürlüğü”nden bahsetmiş. Önce Aysu Kayacı’nın sözlerinin ifade özgürlüğüne girdiğini söyledikten sonra buna yönelik gelen tepkileri eleştirmiş. Ama şunu unutmuş sanırım; nasıl ki Kayacı’nın söyledikleri -ki bazılarına göre hakaretleri- ifade özgürlüğüne giriyorsa -ki evet giriyor- bu söze yönelik tepkiler -veya bazılarına göre hakaretler- de aynı “ifade özgürlüğüne” girer. Bu kadar basit bir formulasyonda bile tutarsızlığa düşen birisinin nasıl fikrî bir altyapısı olduğunu merak etmiyor değil insan.

    Benim asıl dikat çekmek istediğim kısım burası değil. Bu ‘nalıncı keseri’ zihniyeti bize oldukça tanıdık. Geçelim.

    Uluç yazısının sonunu öyle bitirmiş ki insan gülmekle ağlamak arası bir hal alıyor. Zaten ben de buna ilişkin birşeyler söylemek istiyorum:

    Onlar Atatürk’ü hiç sevmez, hatta nefret ederler. Bu yüzden son sözü Atatürk’e bırakıyorum ki, bu iki yüzlülerin, iki yüzlerinde iz bırakan tokat olsun.. “İfade özgürlüğünden doğacak sorunların en iyi giderilme yolu gene ifade özgürlüğüdür.”

    Öncelikle ‘onlar’ derken kimlerden bahsettiğini bilmiyorum. Aklı başında olan, ideolojik bakımdan da derdest edilmemiş hiçbir kişinin Atatürk’ten nefret etmeyeceğini, bilakis onu tarihsel bir kişilik olarak görüp, ülkeye olan hizmetleriyle, hatalarıyla, insanî yönleriyle, Kurtuluş savaşındaki büyük başarılarıyla bir bütün olarak kabul edeceğini, bu ülkeye hizmeti olan herkese olduğu gibi saygı duyacağını ‘kendine ait’ göreceğini düşünüyorum. O bakımdan Uluç’un “yeldiğermenleriyle savaşan Donkişot”vari cümlelerini geçip alıntıladığı Atatürk’ün sözüne odaklanayım. (Bu arada bu sözü de ‘Atatürk’e atıfla’ ilk kez duyuyorum, bunu da belirteyim. ‘Atatürk’e maletme’ çabası da olabilir, araştırmak gerek.)

    Burada bir tokat var ama kimin yüzünde patlayacağı belirsiz.

    Türkiye’nin en saygın tarihçilerinden Prof Mete Tunçay “Eleştirel Tarih Yazıları” adlı kitabında (bu kitabın mutlaka okunmasını tavsiye ederim) 1925’ten başlattığı ‘Tek Parti’ dönemi için şu ifadeyi kullanır:

    “Bu dönemde basın özgürlüğünün olmadığını söylemek yetmez. Osmanlı Mutlakiyetinde de, basın hükümetin istemediklerini yazamazdı. Tek partili zamanda ise, basın, hükümetin istediklerini yazardı.”

    Acaba Uluç’un örnek verir gibi aktardığı söz ile bu dönemdeki uygulamalar nasıl uyuşabilir?

    Eğer Uluç, Atatürk’ün sözünü biçimsel yönden ve bir ideal olarak alıyorsa sorun yok. Evet, o söz doğrudur; “ifade özgürlüğünden doğacak sorunların en iyi giderilme yolu gene ifade özgürlüğüdür.” Bu söz doğru ama bir ifade özgürlüğü tartışmasında üstelik bir tarihsel şahsiyete düşmanlıkla suçladığınız kişilere, ‘tokat’ niyetine bu sözü alıntılarsanız birileri de çıkar sözün kullanıldığı zamandaki özgürlükleri tartışmaya açar.

    Mete Tunçay Tek parti dönemini(*) 1925’ten başlatır çünkü öncesinde TBMM, gerek oluşum, gerek siyasi yelpaze (İslamcısından, komünistine kadar her fikirden vekil vardı) gerekse işleyiş açısından- günümüzdeki anlayışla olmasa bile- ‘demokratik’ bir yapıdadır. Aslında bu dönem 1908’de meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesiyle oluşan, liberalinden sosyalistine pekçok partinin kurulup seçimlere katıldığı ‘çok partili parlamenter meşrutiyet’ döneminin devamıdır. Ne yazık ki resmi tarihte bu bilinmez ve cumhuriyet/demokrasi (?) gökten zembille inmiş gibi gösterilir.

    Sonradan bu yapı bir süreçle tasfiye edilmiş ve Tek parti dönemi başlamıştır. Nitekim Atilla Yayla’nın 1925-1945 dönemi için “İfade hürriyeti yok, siyasi hürriyet yok, muhalefete teşkilatlanmaya izin verilmiyor. Bu ve benzeri faktörler bir gerileme göstergesidir.” demesi de aynı sebeptendir.

    Pek sevilmeyen ama yakın tarih konusundaki birikimiyle ülkenin ilk 5-6 ismi arasına girebilecek Engin Ardıç da Yayla’ya destek verirken aynı sebeplere dayanarak “Profesör Yayla haklıdır. O dönemde ifade hürriyeti yoktur, siyasi hürriyet yoktur, muhalefetin örgütlenmesi yasaktır, tek parti diktası vardır, bu da meşrutiyet dönemine ve cumhuriyetin ilk iki yılına göre bir ilerleme değil, demokrasi açısından bir gerilemedir.” demiştir.

    Konuyu uzatmayayım, tekrar Uluç’un yazısına dönecek olursak; Uluç’un Atatürk’ün o sözünü hangi bağlamda kullandığını açıkça belirtmesine ihtiyaç var. Dediğim gibi bir ideal olaraksa tamam, doğru bir sözdür. Ama yeldeğirmenlerine saldırmasına, tokat atmaktan sözetmesine baktığımızda bu ihtimal sakıt oluyor gibi.

    Hulasa o dönemde ifade özgürlüğünden sözedemeyeceğimize göre sormak gerekiyor, Uluç hangi bağlamda Atatürk’e ait o sözü kullanmış? Malum bizde her konuda İsviçre çakısı niyetine kullanılan isimler, kavramlar oluyor. Böyle bir şey mi burada olan da? Veya bize bir örnek vermek mi istemiş? Doğrusu tam olarak anlayamadım.

    (*) Bir yaygın -ve sanırım daha çok ‘İnönü’den hoşlanmayanların’ formule ettiği- bir kanaat de Atatürk’ün aslında demokrasiye geçmek istediği, özgülüklere önem verdiği ancak ömrünün vefa etmediği, sonrasında İnönü ile bir dikta yönetimine girildiği düşüncesidir. Ben buna katılamıyorum. Atatürk’ün böyle bir niyeti vardıysa bile bunu uygulama alanında göremiyoruz. Oysa buna imkanı vardı. Uzun bir konu olmakla birlikte sadece Mete Tunçay’ın şu sözlerini alıntılamakla yetineyim: “… Yoksa Atatürk’ün zamanında işler çok iyiydi de, İnönü’nün, Bayar’ın, Gürsel’in, Sunay’ın, Korutürk’ün cumhurbaşkanlıkları zamanında mı bozuldu? Siyasi tutumlarına göre, bu soruya derece derece ‘evet’ diyecekler çoktur. Ama bütün o ‘evet’ler de derece derece yanlıştır.

    Evet, yazı böyle.

    Sizi sıkıştırmak değil niyetim. Teklif ettiğiniz andlaşmayı kendi adıma kabul etsem ve ilk yazınızı bu konuya ayırmanızı rica etsem, ne dersiniz?

  15. Yazan:blue Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Değerli hocam,

    Şöyle demişsiniz:

    Birinci cümlede “Ey halkımız tehlikedesin” deniyor, ikinci cümlede de “İstanbul’daki Sultan ve Hükümetine güvenilmemesi gerektiği” belirtiliyordu.

    Eğer Mustafa Kemal, bahsettiğiniz gibi Sultan’ı karşısına alsaydı ne halkı yanına alabilirdi, ne de milli mücadele olurdu. Allah’tan sizin ikna metodunuzu kullanmamıştır. Mustafa Kemal, Kurtuluş mücadelesi boyunca hep hedefine sultanın çevresindeki adamları almış ve pay-i tahtı ve sultanın bekası için savaştığını söylemiştir.

    Halkı uyandırmak, egemenliği kendi seçeceği temsilcileri vasıtasıyla eline almasını sağlamak ve Halk egemenliğine dayalı bir düzen kurmaya çalışıyordu.

    Halkı uyandırmak kısmına eyvallah. Rejim hala uyandırma çalışmalarına devam ediyor. Ama kurtuluş mücadelesinde halkı örgütlemekten yola çıkıp iradenin halkın elinde olmasıyla bağlamak bana pek doğru gelmiyor. Zaten o dönemde liberalizm, demokrasi gibi kavramlar aydınlar arasında pek popüler değil. Hitler, Mussolini faşizmi; diğer tarafta bolşevizm revaçta. Doğrusu, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir sözünün dahi M.Kemal’e ait olduğu konusunda tereddütüm var. Daha çok halk için, halka rağmen anlayışı hakim. Hala olduğu gibi, halkın, kendisi için neyin doğru olup olmadığı bilincine sahip olmadığı düşünülüyor. Bu yüzden köy enstitüleri kuruluyor; kurucu kadronun idealleri halka endoktrine edilmeye çalışılıyor. Bu anlamda bolşevizme yakın. Halkın giyimine, konuşmasına, şarkı-türküsüne Avrupai dönüştürme yaşatmak; direnenleri ortadan kaldırmak hasebiyle de faşizmin izlerini görüyoruz. Eh ein stad, ein folk, ein fuhrer halk egemenliğine tekabül ediyorsa faşizm içinde bir çeşit demokrasiden bahsedilebilir. Ona da biz oksimoron diyoruz.

  16. Yazan:Deveye Hendek Atlatıcı Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Evet Galip Hocam,

    Ne diyorsunuz S.Nişanyan’ın söyleşisine?

  17. Yazan:ortavegol Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Arif Bey
    Şimdilik bitirelim tamam ama bu konuları başka başlıklar altında çok tartışırız gibime geliyor 🙂

    Galip Hocam
    Kendi adıma şunu söyleyeyim; ben mevzuya sevgi, saygı, kin, nefret vs çerçevesinden bakmıyorum. Benim için önemli mevzu, olan ve anlatılan arasındaki farkı irdelemek.

  18. Yazan:sinan meydan Tarih: Oca 27, 2010 | Reply

    Vahdettin Haindir; Çünkü

    1. Tacını ve tahtını “vatanından” önde tutarak İngilizlere yalvarıp yakarmıştır.
    2. Türkiye’nin yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakmak istemiş; 30 Mart 1919’da bağımsızlıktan tamamen vazgeçerek Türkiye’nin yönetimi İngiltere’ye bırakmayı kabul etmiştir. Dahası “idam fermanı” Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır.
    3. Milli hareketi yok etmek için fetva yayınlanmış, Kuvayı Milliye’yi yasaklamış, Atatürk ve silah arkadaşlarını idama mahkum etmiş, Anadolu’da isyanlar çıkarıp iç savaş başlatmış ve Milli Hareketi yok etmek için Kuvayı İnzibatiye’yi (Halifelik Ordusu) kurmuştur.
    4. Hain Damat Ferit’i, sırf “akrabası” ve “İngilizci” olduğu için tam 5 defa sadrazamlığa getirmiştir.
    5. Büyük Taarruz öncesinde İngilizlerle görüşerek, Milli hareketi ve Yunanlıları etkisiz hale getirmeleri halinde onlarla anlaşacağını söylemiştir.
    6. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra bile, İngilizlere başvurarak, Kemalist hareketin yok edilmesini ve İstanbul’un TBMM’ye teslim edilmemesini isteyerek, “Misak-ı Milli’den taviz veririm!” diyerek İngilizlerle anlaşmak istemiştir.
    7. Düşman İngiltere’ye sığınarak Türkiye’den kaçmıştır.

    VAHDETTİN’İ İNGİLİZ ARŞİVLERİNDE BULDUĞUM YENİ BELGELER IŞIĞINDA YENİ ÇIKACAK KİTABIMDA ANLATACAĞIM

    Tarihçi/yazar SİNAN MEYDAN
    http://www.sinanmeydancom.tr.gg

  19. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Oca 27, 2010 | Reply

    Sinan bey,

    “Tarihçi” titrini isminiz yanına ekleyebilmek için “hain”, “dönek”, “düşman” gibi kelimelerden uzak durmanız gerekir. Yoksa yazdığınız şey tarih olmaz, sizin kuruntunuz olur.
    Ayrıca bir tarihçi olarak bize bilmediğimiz bir şeyi söylemenizi bekleriz. Yukarıda yazdıklarınız ilkokul kitaplarımızda da mevcut olan teranelerdir.
    Mesela, bize Vahdettin’in Mustafa Kemal’i görevlendirdiği; görev tebliğinde “şimdi yapacağın vazife şimdiye kadar yaptıklarının hepsinin fevkinde önemlidir” demesi, M.Kemal’in Samsun’a çıktığı geminin bir taka değil, İngiliz zırhlısı olduğu ve bu görev için İngiliz makamlarından izin alındığı, Vahdettin’in memleketinden ayrılırken yanında hazineden tek bir şey almadığı ve hayatını sefalet içinde sürerek öldüğü, hatta bakkala borcundan dolayı tabutunun haczedildiği ve uzun süre gömülemediği hiç anlatılmıyor nedense. İsminin başına “tarihçi” koymakla tarihçi olunmuyor maalesef.

  20. Yazan:cb Tarih: Oca 27, 2010 | Reply

    ekrem,

    tariflerine ek yapmak isterim,normal şartlarda bilim adamları,ilim meşguliyeti olanlar ‘objektif’ olmakla yükümlüdür zira etik olan,ahlaki olan budur,o nedenle mesela yaptığı bir açıklamaya ya da başladığı bir çalışmanın başına nedenler-sonuçlar açıklamalarını getirmeden önce hain-vatanı sattı-şucu-bucu diye girizgah yapanlar araştırmacı falan olamazlar olsa olsa içsel düşmanlıklarını kabul ettirmek için bu düşmanlıklarının başına -bilmemneci- eki getirerek kendilerini ele verirler,zaten tarih bu şekilde işlenmez,zaten bu ülke de ittihat ve terakkici kafaların yapmaya çalıştığı yıkıcılığın adının bilim-ilim isimlerini alması ülkece anamızı ağlattığı için son dönem çıkan bilmemneci yazar absürtlükleri kendi içimizde geyik konusu olmaktan ileriye geçememiştir,bence doğrusu şu olurdu ; ulusalcı,kemalist,subjektif,ilim bilim özürlü,araştırmacı değil saptırmacı,yanlı bir yazarım çünkü tarihe dönük analiz yapmak yerine,nedenleri ve sonuçları ortaya koyup yoruma gitmek yerine ortaya yoktan bir hain sıfatı atıp onun üzerinden bilmemnelik yapmaya çalışıyorum.

  21. Yazan:Mustafa Akbaş Tarih: Oca 27, 2010 | Reply

    Sayın Sinan Meydan,
    Tepeden inme yobaz yapılı buyurgan kemalistler sayesinde Selanikli Mustafa Kemal baskinin ve geri kalmişligin simgesi olmuştur.Bozuntuya ugrayan kemalist devrim ülkemizi ve insanlarimizi 100 sene işgal altinda kalmaktan bile beter etmiştir.

  22. Yazan:Amir Töre Tarih: Oca 27, 2010 | Reply

    Atatürk içinde bulunduğu koşullarda mümkün olan en iyi sonucu alacak şekilde pragmatik davranmıştır. 1930′ lu yılların koşullarını günümüze taşıyarak Atatürk’ü yargılayamazsınız, günümüzdeki statükocu Kemalistlere, darbe heveslilerine bakarak da gerçek Atatürk’ e ulaşamazsınız. Kanımca Atatürk günümüzde yaşayıp da politika yapıyor olsaydı en demokrat ve liberal lider olurdu. Bence Atatürk’ ü en iyi tanımlayan sözü şudur: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”. İlim (ya da bilim) ise diktatörlükle, totaliter rejimlerle, köktencilikle bağdaşmaz, demokratlık gerektirir. Dünyada bilimin ilerlemesi, özgürlüklerin gelişimiyle atbaşı gitmiştir.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin