RSS Feed for This Post

Doğru Laiklik Algısı ve Kapanma Davası

Arif Egeli

Bir iktidar partisi hakkında kapatılma davası açılmasının, basit bir hukuksal süreç olmadığı gerçeği herkesçe kabul edilen bir husustur. Almanya kapatma davalarının bulunduğu demokratik örnek olarak sıkça verilse de, burada, parti kapatma davası açılabilmesi için,
parlementonun salt çoğunluk ile kararı gerekmekte ki; bu da iktidar ve çoğunluk partisi için böyle bir davanın açılamayacağı manasına gelmektedir.

Bu Batılı ve demokratik örneğin verilmesinden murad, bizdeki laik ve Batılı hassasiyeti gerekçe edip, AKP’yi, tam da bu değerler için tehdit göstermek isteyenlerin başvurduğu argümanlardan birisi olmasıdır. Üstelik Almanya örneğinde, kapatma tehdidi genellikle faşist partiler için uygulandığından, AKP için de islamofaşist, Hitler gibi iktidara demokratik yöntemlerle ilerlediği çağrışımı açısından da paralellik kurulması amaçlanmaktadır.

Gelelim bu sürecin Batılı değerlere ve demokrasiye uygunluğu açısından taşıdığı risk ve aykırılığa. Laikliğin,demokratik bir olgu olarak ele alındığında, dinin iktidar olarak güç devşirilmesinin engellendiği ve haksız bir siyasi rekabetin önünü kesmek anlamını taşıdığı ortadadır. Dinin özgürce ibadet alanlarına ve vicdanlara taşınması anlamı da bu ilkenin temel niteliği olarak görülmelidir. Bu açıdan AKP örneğinde, din üzerinden siyasi iktidar oluşturma sürecine ve bu iktidara haksız ve aleni bir güç aktarımı sağlanıyorsa, yüksek yargının bu alanda bir inceleme başlatması ve gerektiğinde dava açması son derece doğaldır.

Peki bunun adil bir dava olup olmadığını nasıl anlayacağız? Elbette bunun temel karinesi, açılan davanın iddianamesi ve bu iddianameye karşı, hem ulusal hem uluslararası hukuk ve siyaset çevrelerinin bakışı ile, davaya muhatap siyasi partinin savunması olacaktır.

İddianame için zayıf bir iddianame ve spekülatif gazete haberlerine dayandığı eleştirisi yaygın kanaattir. Bu öyle yaygın bir kanıdır ki; davanın yeminli taraftarı CHP milletvekili, duayen büyükelçi Şükrü Elekdağ,  grup konuşmasında, “bu iddianame ile parti kapanması mümkün değildir. Bu hukuki açıdan son derece zayıf bir metindir.” diyebilmiştir. Bu çıkışı kendisinin CHP içinde etkisizleştirilmesine yol açmış olsa da, bu tespitin değeri ve önemi giderilemez.

Yine AB çevreleri ile ABD içindeki demokrat kamuoyu da, bu davayı anlamakta güçlük duyduklarını,  bunun yargısal bir darbe anlamına geldiğini açıkça ifade etmektedirler. Üstelik milliyetçi refleksleri güçlü bir ülkeyi, küstürme ve AKP’yi daha da zora sokma ve ülkelerarası ilişkileri sıkıntıya atma kaygısıyla, bu eleştirileri çok da yumuşak tutmaktadırlar.

Adalet ve Kalkınma Partisi ise, pekçok kesimin sert savunma yapması, kopuş savunmasına yönelmesi, uzlaşmama ve vuruşma önerisine rağmen, hazırladığı savunmasında, laikliğin karşıtı odak olmak bir yana, laikliği toplumsallaştırmak gibi bir işlev gördüğünü ileri sürmektedir.  Yani laikliği algılayamayıp, ya da kimi ideolojik
yaklaşımlı laiklik tutumlarından dolayı, laikliği din karşıtlığı olarak algılayan pekçok çevre ve grubu, laiklikle barıştırdığını iddia etmektedir. Bu hem doğru bir laiklik algısı yaratmakta, hem de demokratik zemini güçlendirmektedir. İddianame ve onun arkasındaki iradenin anlamakta zorlandığı ve bu algının, iktidar paylaşımında geniş halk kitlelerinin rolünün artması gerçeğini kabullenemediği sonucunu vermektedir.

Ancak bütün bu süreçler iyi niyetli bir yetersizlikle açıklanabilir mi? Daha seçimler öncesinden başlayarak, terör başta olmak üzere, pekçok gösteri ve hukuk dışı yöntemle engellenmek istenen bir iktidar kompozisyonunun, sadece basit bir yanlış laiklik algısıyla izah edilebilmesi mümkün mü? Bu süreçte daha önceki yazımızda ele aldığımız, yanlış din algısının yol açtığı tedirginliğin payını da görebilmeliyiz.

Bu iktidar kompozisyonunun, içteki denge ve statükoda yol açacağı değişimin, yaratacağı kaygının da payını unutmamalıyız. ABD’deki neo-con çevre ile, bizdeki kimi bürokratik yapıların ortak davranma eğilimlerini göz ardı etmemeliyiz. Bu çevrenin güvenlik kaygılarının, yanlış hesaplarla demokrasi dışı tutumlara yöneldiğini idrak edebilmeliyiz. Bu yanlış tutumların, giderek güvenlik zaafiyeti yaratıp yaratmayacağını ise zaman gösterecektir. Ancak demokratik süreçlerden dışlanmış bir Türkiye’nin çok ciddi savunma ve güvenlik zaafiyetine düşeceği kesin bir gerçekliktir. Bu zaafiyetin, küresel gücün ve Batı askeri savunma sistemine vereceği zararlar bu yazının hedefi değildir. Ancak iç güvenlik zaafiyeti mutlaka kısaca irdelenmelidir.

Ülkenin bölünme ve topraklarının bir kısmının bölücü bir iddia ve hedefe maruz olduğu bilinen bir durumdur. Bu bölünme çabalarına karşı belki de ilk kez moral ve siyasi üstünlük elde edildiği bir dönemde bulunuyoruz. Bu avantajlı durumun AKP iktidarı ile pekiştiği ise tartışılmaz bir gerçekliktir. Bu noktada oluşacak bir boşluğun, bölge halkında yaratacağı hayal kırıklığı, ciddi bir sorun teşkil edecektir. Bölücü şiddet ve arayışların psikolojik bir avantaj elde edeceği, en basiretsiz kişilerce dahi görülebilecek bir açıklıktadır.

Sonuç olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi için açılan kapatma davasının, basit bir hukuksal süreç olmadığı gayet açık bir şekilde ortadadır. Ülkenin genel siyasi çizgisinde kırılma ve yeni ve öngörülemeyen rotalar oluşturması ise kaçınılmazdır. Böylesi bir sorumluluk, çok iyi niyetli olsalarda, On iki adamın sırtına yüklenemez. Doğabilecek olumsuz koşulların vebalini, bir mahkeme heyetinin sırtına hiçbir irade yükleyemez. Millet milyonlarca karar
verici olarak, serbest seçimlerle hür iradesini ortaya koymuştur. Bu iradenin oluşmasında, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, haksız ve yanlış bir irade ipoteği; dini ya da başka açıdan görünmemektedir. Her bölge ve her sosyo-ekonomik çevrenin bu iktidar oluşumuna dengeli bir biçimde katıldığı seçim sonuçlarıyla ortadadır.

Tüm bu yaşananların demokratik olgunluğumuza ve devletin hassasiyetlerinin algılanmasına katkıda bulunduğu ise gerek milletimiz, gerekse bu davaya muhatap olan siyasi heyetin olgun tavrı sayesinde birkez daha anlaşılmıştır. Temennimiz bu süreçten millet ve devlet olarak yara almadan çıkmamız olmalıdır.

 

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:ALPEREN Tarih: May 10, 2008 | Reply

    ANAYASA VE LAİKLİK TARTIŞMALARI
    ALPEREN GÜRBÜZER Kıblemizi Batıya çevirmek isteyen müstemleke ocağının başını Mustafa Reşit, Ali Paşa ve Fuat Paşalar oluşturur. Avrupalılara teminat adına Batıcılık güdülüyordu. Avrupalılar da, “ıslahat, ıslahat…” diye başımızda bağırıyorlardı. Zaten kimse de Batılılara; ” İç işlerimize karışamazsınız” diyemiyordu.
    Derken sonunda müstemleke ocağı diye tanımladığımız bu güruh Meclis-i Mebusanın gerçekleşmesine vesile oldular, ama kurulan Meclis-i Mebusan milletimizin kendi evlatlarını azınlığa düşürüp, ortaya ülkeler haritasını andıran bir tablo çıkarıverdiler. Netice itibarıyla kurulan Meclis-i Mebusanımız devletimizi şu meşhur 1877–1878 Türk-Rus savaşı denilen 93 Harbine itmişte. Öyle ki elinden yetkileri alınan Ulu Hakan Abdülhamit Han, bu savaşa girmemek için çaba sarf ettiyse de çabaları sonuçsuz kalır. Ulu Hakan’ın tahtan alaşağı edilince Devlet-i Aliye’nin lüzumu da azaldı, nitekim de kısa zaman da (10 yıl içinde) koca imparatorluk çöküşün eşiğine geliverdi. Çağ açıp çağ kapayan cihanşümul devletimiz yavaş yavaş erimeye yüz tutar böylece.
    Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat), I. Kanuni Esasi (Mithat Paşa reçetesi), II. Meşrutiyet, İttihat Terakki vs. denemeleri başlıca batılılaşmanın ilk sacayaklarıdır. O gün bugün hala batı’nın kapısını çalıyor, her seferinde yeni reçetelerle ülkemize döndüğümüzde “inkılâp, inkılâp…” diye sevindirik oluyoruz, ama boşuna. Çünkü geldiğimiz noktaya baktığımızda pekte bu konuda mesafe kat etmiş sayılmayız. Demir perde ülkeleri bile bağımsızlıklarını elde ettikten sonra Avrupa Biriliğine üye olmayı başardılar, biz ise hala bekleme salonundayız.
    Ne batı bizi tam anlayabildi, ne de biz batı’yı anlayabildik. Tazimatla başlayan yüzey üstü batı sevdası, İttihat Terakki ile komiteciliğe dönüşerek günümüze kadar değişik rollere bürünmüş bir halde hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Yani Tanzimat’tan beri adeta batıyı tavaf ediyor, her dönüşümüzde batılılaşmaya çabalıyoruz, fakat bir türlü nihai hedefe ulaşamıyoruz. Üstelik çağdaşlaşma adı altında maskaralaşma macerası yaşıyoruz habire. Oysa Tanzimat metnine lüzum yoktu. Zaten, fermanda bulunan maddeler zaten o günün şartlarında yürürlükte olan şeriatta mevcut yasalardı. Demek ki fermandan ziyade bir kılıf sanki. Tuhaf bir batılılaşma serüvenimiz söz konusu. İnsanımızın artık içi boş bu macerada telef olmaya tahammülü kalmadığı gibi, tepeden yönlendirmeler, dayatmacı uygulamalar yüzünden bitap düşüp kötü yönetilmekten dolayı kendine bıkkınlık ve gına gelir hale geldi. Şimdilerde insanımıza tabandan tavana yapılanma sürecini başlatacak oluşumlar daha çok cazip geliyor, eskilere eskimiş gözüyle bakılıyor çünkü. Zira kitleler sivil ve milli bir anayasanın yanı sıra yönetimde katılımcılığın ağırlıkta olmasını istiyor.
    12 Eylül Anayasası desen evlere şenlik, o da bir öncekiler rahmet okutturacak tarzda gündemimize girer. Anayasanın bir kısım maddeleri batıdan aktarılmış kanunlarla cilalanmış ama, bir o kadarda batı değerlerinden uzak yasakçı, aynı zamanda tanımı yapılmamış “laiklik hükümleri ile donatılmış adeta. Demek ki Batıyı da anlayamamışız. Hâsılı Tanzimat’tan bugüne kadar gayret gösterilen batılılaşma sevdası da tam bir fiyaskoymuş meğer. Aslında meselenin temelinde katı devletçilik ve katı laikçilik anlayışı yatmaktadır, gerçek anlamda laikliği bir takım zinde güçler insanımıza çok görüyorlar maalesef. Jakoben laikçilerden de başka şey beklenemezdi ki zaten. Üretememe, kendine güvenememe duygusu, batı normlarını anlamada yetersiz hale getiriyor hepimizi. Her kopya edilen reçeteler, “aslı”nı tutmadığı gibi, üstelik yüzümüze gözümüze de bulaştırmakta da pek mahiriz. Batıcılarımız, efendilerinden daha hızlı batıcılık güttükleri halde yasakçı zihniyetten bir türlü kurtulamıyorlar. Her on yılda bir askeri darbelerle yapılan anayasa değişikliklerin ardından aradan bir süre geçtikten sonra, sanki bu mevcut anayasayı kendileri yapmamış gibi kendi elleri ile inşa ettikleri düzenden kendileri şikâyet eder hale geliyorlar. Zihinlerde berraklık oluşturulmadığı müddetçe, ne laiklik, ne demokrasi, ne hürriyet, ne de diğer kavramlar bir anlam içermeyecektir. Evvela, yasakçı zihniyetten kurtulmamız, aynı zamanda her türlü fikirlere bakışımızı önyargılı hükümlerden kurtarmamız gerekiyor. Aksi takdirde en güzel kavramlar dahi başımızda demoklasın kılıcı misali hepimizi tehdit eder hale gelecektir. Ne Batıya kapalı ne de doğuya kapalı bir yolu tasvip etmiyoruz. Batıcılarımız da, doğucularımız da her şeyden önce düşünce özgürlüğünden yana tavır takınmalı ve fikirlere karşı saygıda birleşmeleri gerekiyor. Anayasamızı, net ve açık hükümlerle insanımızın hizmetine sunacak tarzda tanzim edilmeli ki bir an evvel yasak duvarlar yıkılıp, toplumsal barış sağlanabilsin. Tarifi yapılan kavramlar yürürlüğe girerse göreceksiniz öcü gibi algılanan birçok kavramlar baskıcı olmaktan çıkıp, olmaya cihanda bir devlet bir sıhhat olacak her bir kanun. Batıda laiklik, anayasalarında inanç hürriyetini zedelemeyecek tarzda yer almıştır. Bizde ise, laiklik ile ilgili tartışmalarda göze çarpan en mühim nokta, bu kavramın anayasa ve kanunlarımızda net bir tanımı yapılmadığı gerçeğidir. Oysaki Avrupa’da açık ve seçik düzenlemelerin mevcudiyeti, bu tür kavramlar etrafında gürültü meydana getirmesine imkân vermeyecek niteliktedir. İngiltere’de yazılı bir anayasa olmamasına rağmen Magna Carta anayasa gibi kabul görmekte, üstelik İngiliz Krallığı Evrensel Anglikan Kilisesi’nin manevi koruması altındadır. Meclisten çıkan kararlar başpapazın imzasıyla yürürlüğe giriyor. Taç giyme, Cantenburg Başpapazı’nın eliyle, kral ve kraliçelere kilisede bir törenle gerçekleştiriliyor. Aynı zamanda İngiltere’de öğrenim gören çocuklar her sabah dini ayine katılmakla beraber, zorunlu din eğitimine de tabii tutuluyorlar. Krallıkla idare edilen Belçika, Hollanda, Lüksembourg, İsveç, Norveç ve Danimarka’da da İngiltere’ye benzer uygulamalar mevcut olduğu gibi, din ve devlet ilişkileri iç içedir de. Hakeza sınır komşumuz olan Yunanistan Anayasası’nın 3. Maddesi devletin İstanbul’daki Fener Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olduğunu açıkça beyan eder. Yeminleri de kendi kutsal kitapları üzerine yapılıyor böylece.. “Kadiri Mutlak Allah’ın izniyle” ifadesi İsviçre Federal Anayasası’nın başlangıcını oluşturur. Ayrıca bu ülkenin kanunlarının 49 ve 50. Maddeleri din ve vicdan hürriyetini teminat altına aldığı gibi, herkesin serbestçe ibadet etme özgürlüğünü de karara bağlamışlar. ABD, dolarlarının üzerinde; “Biz Allah’a inanıyoruz” yazmakta sakınca görmediği gibi, Anayasaları, “Allah’ın kendisine bahşettiği” ifadeleriyle başlıyor ve ilave olarak; “Biz şu gerçeklerin açık olduğuna inanıyoruz, bütün insanlar eşit yaratılmış olup yaratan tarafından onlara mümkün olmayan bazı haklar verilmiştir” gibi sözler yer alır. Süper devlet olarak tanımlanan ABD’de her türlü din faaliyetlere hiçbir engel müeyyidesi uygulama şansı yok mesabesindedir. 1949 Alman Anayasasında; “Allah ve insanlar karşısındaki sorumluluğun bilincinde olan Alman halkı” şeklinde başlayan ifadeler Germen ırkının adeta besmelesi gibidir. Almanya’da din içerikli veya din ismiyle parti kurmak serbest olduğu gibi dini faaliyet göstermek özgürlüğü de mevcut. Nitekim anayasasının 4. Maddesi gereği din ve vicdan hürriyeti savunulmakla kalmamış uygulanmasına da müsaade edilir. Bunların yanı sıra dini eğitim mecburiyetide getirilmiştir. 1947 İtalyan Anayasası, devlet ile Katolik kilisesinin hukuki statüleri, birbirlerinin hukukuna saygılı bir şekilde birbirinden bağımsız olarak tanzim edilmiştir. Batıda sadece Fransa,1958 Anayasasıyla laikliği Cumhuriyetin temel niteliği olarak ele alan tek ülkedir Fransa’da bundan dolayı laik din anlayışı çerçevesinde hareket eden dini faaliyetler kabul görür. Bu anlayışın gereği olarak da dini mevzular ve faaliyetler tümüyle cemaatlere bırakılmıştır. Türkiye’deki laiklik anlayışı Fransa’dakine daha çok yakın. Sosyalist devletlere örnek olarak da Çin örneğini verecek olursak, bu ülkenin Anayasası’nın 46. Maddesi, vatandaşlara bir dine inanmama hürriyetinin yanı sıra tanrı tanımazlığı yayma özgürlüğünü de öngörür. Zaten komünizm ve onun türevi sosyalist akımlardan başka bir şey beklenemezdi ki, onlara da o yakışır Bahsi geçen örnekler iyi analiz edildiğinde şu hükme varabiliriz. Fransa hariç, batıdaki hemen hemen her ülkede din hukukun temellerinden sayılmış, hatta ülke anayasalarında güvence altına alınmış bile. Üstelik Avrupa’da laiklik anlayışı din ve vicdan hürriyetini baltalanmayacak tarzda düzenlendiği görülüyor. Türkiye’de ise her fırsatta batı, batı, batı…diye sayıkladığı halde, batıdakine benzer net bir laiklik tanımının Anayasada yer almadığı açıkça ortadadır. Batı anayasalarından esinlenerek Anayasa tanzim etmemize rağmen, kendimize özgü bir laiklik icat etmişiz.Ülkemizde, laiklik kavramı etrafında fırtınaların estirilmesi, net bir tanımın yapılmamasından kaynaklandığı muhakkak.. Laiklik, ilke olmaktan ziyade, bir ideoloji olarak algılanıyor bu ülkede. Bir dayatmayla Türk insanının ruhu esir alınmaya çalışılıyor. Adeta bir din gibi lanse ediliyor. Daha çok Fransa endeksli laikçilik güdülüyor. Fransa’da gerçekleşen 1789’dan sonraki ulus devlet anlayışının bir yansıma diyebileceğimiz “öteki din” gibi sunuluyor laiklik. Din ile bilimi çatışmaya tabi tutmak sendromu diyebileceğimiz bu olayı neticede dinin yerine bir şeyi getirme çabaları olarak görüyoruz. Hâlbuki dinin sosyal fonksiyonları ile bilimin fonksiyonları farklıdır. Kavramları ideolojik maskeye dönüştürdüğümüzde laik ve anti laik kampların oluşması kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor, hatta işi kavgaya kadar götürülebilmekte. Zaten ideolojilerin ruhunda kavga vardır. Değil laiklik kavramı din gibi mukaddes kavramın bile politize edilmesini tehlikeli buluyoruz. Bediüzzaman, geçirdiği tecrübe birikiminden sonra dinin politize edilmesiyle politikanın meleği şeytan, şeytanı melek ilan edildiğinin hükmüne varmış. Tıpkı birilerinin bugün laiklik yerine laikçilik yapıyor olması ve bunu ideolojik bayrağı haline getirerek etrafa korku salmalarında olduğu gibi. Problemin kaynağında, mezkûr kavramların anayasada tarif edilmemesi hastalığı var. Hala tarifsizlikte ısrar eden şahısların husumeti ile oyalanıyoruz. Cari laiklik anlayışı bireye tercih yerine dayatmayı öngörüyor. Oysa dini dışlamayan, demokratikleşmiş bir laiklik geliştirilebilirdi. Müspet manada bir laiklik ilkesi oturtmak, dini kültürün gelişmesi için bile gereklidir.
    Her platformda imam hatip okullarını gündeme getirip, bu okulları anti-laik ilan eden zihniyet yarınlarımızı kararttıklarının farkında değiller galiba.. Bu okulları bizatihi İsmet Paşanın açtığını unutmuş gözüküyorlar, sıkılmasalar Paşaya da ateş püskürecekler. Atatürk’ü her seferinde referans alanlar, her ne hikmetse Onun en Elmalı Hamdi Yazır’ın tefsirinin yayınlanmasının bizatihi teşvikçisi olduğunu görmezlikten gelirler. Elbette ki bizde inkâr etmiyoruz. Atatürk tekke ve zaviyeleri hatta türbeleri dahi kapatmış, ama Suphi Tanrıöver bu konuda Atatürk’e diyor ki: “- Efendim kapatıyorsunuz da milli kültürümüze hizmet etmiş mümtaz şahsiyetlerin de türbeleri var. Onları hiç olmazsa açalım”
    Bu durum karşısında Atatürk: “- Ben öldükten sonra onları da siz açın” diyor.
    Referanslarımızı 1930’lu yılların şartlarından günümüze taşırken biraz insaflı olmakta fayda var. Her devrin kendi içinde belli sosyolojik şartları söz konusu çünkü. Demokratikleşme yolunda genelden özele değil, özelden genele bir yol takip etmeliyiz. Cumhuriyeti değerlendirirken, o müthiş Osmanlı mirasını da göz ardı etmemeli. Selçuklu ayrı, Göktürk ayrı, Osmanlı ayrı, Cumhuriyet ayrı diye mütalaada bulunmak yanlış. Hepsi birbirinin devamı devletlerimizdir. Mutlaka uzlaşma noktaları bulmalı ve tarih bize bu tecrübeyi veriyor zaten Tarihle barıştığımızda önümüzdeki engellerin kendiliğinden tek tek kalkacağını görebiliriz pekâlâ. Cumhuriyet her ne surette olursa olsun ideolojik kalıptaki tek parti diktatörlüğünden, kendi iradesi ile çok partili hayata geçebilmiştir. Sonuçta Cumhuriyeti kuranlar da meşrutiyet neslidir. İşte bu nesil o kültürün birikimi ile sancılıda olsa azıcık demokrasiye geçişi sağlayabilmişlerdir. En azından kendilerine diktatör denilmesinden rahatsızlık duymuşlar, bu uğurda hareket geçmişlerde, yani onlar Saddam ve Kaddafi varı yol izlemediler asla.
    Devamlılık ve değişim kaçınılmaz, her milletin başına gelen alın yazısı. Değişim engellerle karşılaşsa da sonunda kazanan değişim ve devamlılık kazanıyor. Elbette ilk Cumhuriyetin kodladığı altı ok’un Anayasaya konulmasını tasvip etmiyoruz, ama halkla ilişkiler anlayışı değişim serüveninde zamanla değişebiliyor, altı ok zamana yenildi bile. Halkı tepeden selamlayanlar sonunda halka başvurmak mecburiyetinde kalabiliyorlar. Altı okun içinde demokrasi kavramının olmaması düşündürücüdür elbette ki.
    Bediüzzaman’ın, “Ben dindar Cumhuriyetçiyim” sözünden almamız gereken nice dersler olsa gerektir. Zira anlamamız gereken şey dinimizin Cumhuriyeti reddetmediği gerçeğidir. O halde Cumhuriyet de dini reddetmemeli.
    İşte demokratik zihniyetten kastımız bu.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin