Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Cemevleri ibadethanedir »

Hilâl Kaplan

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkında açılan bir kapatma davası var. Hâlen sürmekte olan bu davanın son duruşmasında Cumhuriyet Savcısı Özdemir, mahkemeye sunduğu esas hakkındaki görüşünde şu cümlelere yer vermiş:

“Cemevi, Alevi Bektaşiliğinde yoktur. 1990’lardan sonra dini evangelizm (sömürgeci misyonerlik) ve protestanlık olarak değiştirmek amacı ile yürütülen olumsuz gelişmelerdir. Aleviler ve Bektaşiler buna itibar etmemişlerdir. Özet olarak Alevilik bir din değildir. Cemevi de bir ibadethane değildir, toplantının adıdır. Bu konu kültür hizmetidir, öyle değerlendirilmelidir. Bu tür yaklaşıma iyi niyetle bakmak saflık olur. Bu davada ve konuda kamu yararı yoktur. Aksine kamuoyunu kaos ortamına sürükleme çabası ve amacı görülmektedir. Tarihte bu tür tahriklerin toplumu büyük acılara sürüklediği görülmüştür.”

“Ağzına sağlık” diyen okurlarımızı duyar gibiyim. Eğer aynı düşünceleri değil ama aynı duyguları paylaşanlar birbirini anlamaya daha yakınsa, bakalım hayali bir cumhuriyet başsavcısının ağzından yazdıklarımı okuduğunuzda ne hissedeceksiniz:

“Türban, İslâm dininde yoktur. 1980’lerden sonra İran kaynaklı İslâmcı akımları ülkede hâkim kılmak amacı ile yürütülen olumsuz bir gelişmedir. Anadolu Müslümanları buna itibar TAMAMI

‘Sarp Yokuş’un Kelimeleri »

 

Kelimelerin bütünün en büyük parçası olduğuna inanırım; anlatılmaya çalışılanın yani bütünün, istikamet ve varış serüveninde etkinin çoğunun kelimelerin içinde barındığına…

Bu inanç kelimeye, güç ve zenginlik katar. Aynı kelime, tarihsel sürecinin izlerini de taşır. Bir çığ gibi koptuğu noktadan bir başka noktaya varırken varlığına temas ettiği her şeyi katar. Başlangıç noktasından, bitiş noktasına gelinceye kadar olduğu gibi değil hacmini genişleterek gelir.

Kelimelerin ifade ediş biçimi açısından tesirleri büyüktür. Örneğin, dönem Mekke’sinde sözlü edebiyat, yazılı edebiyata göre çok daha yaygın olduğundan, şiirin tesiri büyüktür. Biz Arap diline çok vakıf olmadığımız, ana kaynağa yani Kur-an’a türkçeleştirilmiş eserler sayesinde muhatap olduğumuz için, Kur-an’ın dili olan Arapça’nın metindeki şiirselliğinden haberdar değiliz. Oysa kutsal metinin tesirinde bu şiirsel kelime zenginliğinin etkisi de mevcuttur.

“Tatil” kelimesini pek sevmem… Dünyanın zulmüne şahit olan sıradan bir aciz olarak, tüm bu zulmü ardımda bırakıp “tatil” kelimesiyle konuşmak bana hep ağır, zor gelmiştir. Bu nedenle, belki gerekli bir hatırlatma, belki gerekli bir sorumluluk, belki hassasiyet amaçlı olarak “tebdil-i mekân” demeyi tercih ederim. Bu eylemi, bir ilizyon, bir göz boyama ile şirinleştirmeye çalışmaktan bahsetmiyorum. Mevzu bahis olan sadece içine girdiğim eylem dahilinde sorumluluklarımı unutmama gayretidir.

  Bundan yaklaşık 6-7 yıl önce, bulunduğum bir mecliste Kur-an’ı Kerim meali üzerine bizlere konuşma yapacak olan konuşmacı, hitabına başlarken “kalpleriniz vahye açık mı?” demişti. Çok dikkatimi çekmişti. Sahi, oraya, o meclise Allah’ın kelamını öğrenmeye, dinlemeye gelmiştim ama kalbimi buna hazırlamış mıydım? Sonra zaman içerisinde Kur-an’a muhtap olmaya başladığımda, bu söz, her meal açtığımda zihnimde canlandı; kalbin vahye açık mı? Ve zaman sonra, bu kelimenin, cümlenin, Allah’ın kendi kitabında seçtiği üslubun, seçtiği kelimelerin bir parçası olduğunu gördüm… Huruf-u Mukatta harfleriyle, kuşluk vaktine, gece yeminle başlayan surelerin hepsinde bu kelimesel zenginliği, hayreti, tefekkürü görür oldum. Muazzam bir dikkat çekiş, tarifsiz bir içine çekiş yakaladım tüm bu ifade ediş kelimelerinin ihtivasından.

Tüm bu bahsettiklerim zamanla bir alışkanlık haline geldi. Bir oyun, bazen takıntı… Hani şu çizgilere basmadan yürümeye çalışma gayreti gibi…

  Kışın son günlerinden bir gün, bir hafta sonu, birkaç arkadaşımla birlikte, günübirlik Lâdik Akdağ’a gitmeye niyetlendik. Gündelik hayattan, özel yaşamdan, çalışma hayatından yana yorulmuş olan birkaç arkadaş tebdili mekânda şifa arama karar verdik…

  Tebdil-i mekân, bir anlamda bir arayıştır diye düşünürüm. İnsanın içinde tükenen yerlerine bir kaynak arayışı, bir güç, bir şarj olma isteği… Durum bu olunca benim gibi düşünen yahut hissedenlerin tebdil-i mekândan, tatilden(?) beklentisi o boşluğu doldurmaya Read the rest

Neyin Seçimi? »

Okan Kemal

12 Haziran için geri sayım başladı. Sonucu baştan belli olan bir genel seçime doğru ilerliyoruz. Çok büyük bir sürpriz ya da ani gelişme olmazsa (1999 yılında seçimden bir ay evvel Öcalan’ın yakalanması gibi) 2007 yılındaki sonuçlara benzer bir tablo bekliyor bizi. Bu konuda seçime kadar çok fazla yorum ve anket yapılacaktır. Partiler kimilerini küstüren kimilerini memnun eden listeler yayınlayacaklardır. Lakin konumuz bu değil. Konumuz, bu seçimin aslında neyin seçimi olduğu.

İsmine bakılacak olursa, önümüzdeki seçim artık resmen her dört yılda bir olan (zira eskiden kâğıt üzerinde beş yıldı ama hemen her zaman erken seçime Read the rest

Türk basını Hukuk’un Üstündedir(1): Nazım’ın Yüzüne Tükürebilir! »

Bir fikir sırf kitap / gazete haline geldi diye kutsallık, dokunulmazlık kazanmaz. Söz güçtür. Silah, kas gücü ve para gibi renksiz ve kokusuzdur. İyi amaçla kullanılabileceği gibi kötü amaçla da kullanılabilir. Söz vardır savaş başlatır, söz vardır savaş bitirir. Bu bağlamda basın ve ifade SERBESTLİĞİ de bir değer değildir, bir gücün serbestçe kullanılmasıdır.

“Sayın Dumanlı’nın başka gazetelere bakmaktan artık Zaman okumaya vakti olmuyor herhalde. Bugünkü Zaman’da “öldüren” bir haber: “Sünnetsiz kundakçı DTP adına kurban derisi toplamış” Aslında Zaman bunu ilk defa yapmıyor ama bu kez altını ısrarla çizmekte fayda var. Hıristiyan öldürmenin biraz daha “ucuz” olduğu garip bir adalet sistemimiz var. Yeni anayasanın ve yargı reformunun bu konuda yavaş ama kalıcı iyileştirmeler getireceği umuluyor.” (Zaman Gazetesi ırkçı mı oluyor?)

ÖZGÜR gazeteci ile SERBEST gazeteci arasında fark vardır. Gazeteci kalemini kana bulaMAmak ya da satMAmak için icabında kırabilmelidir. Yani kariyer, şöhret, maddî kazanç hatta hayatını bunların fevkinde bir “DEĞER” uğruna feda edebilirse basın ÖZGÜRLÜĞÜNDEN bahsedilebilir.

Altın zincirlerle klavyelerine mıhlanmış günümüz gazetecileri ise çoğunlukla SERBESTTİR ama ÖZGÜR değildir. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür… )

özgürlükleri sınırlayan, şiddeti, ırkçılığı teşvik eden gazete ve kitaplar da özgür olmalı mıdır? Resmî ideolojinin hizmetinde Read the rest

Bu Pazartesi Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok! »

2 Mayıs 1999’da seçim kazanarak milletvekili olan Merve Kavakçı’ya başörtülü bir kadın olduğu için had bildirilmesinin üzerinden tam 12 yıl geçti. Bu 12 yıl içinde başörtülü kadınlar, 28 Şubat darbesinin de etkisiyle, eğitim, çalışma ve seçilme haklarının ellerinden alındığı, kamusal alan ilan edilen tüm mekanlardan, hastahane ve mahkemelerden bile dışlandıkları TAMAMI

Hiç kimsenin Tiranlığı: Marx, Arendt ve Bürokrasi »

“Baskı rejimlerine artık bir yenisi eklendi, belki en müthiş olanı: Bürokrasi. Son derecede karmaşık bir bürolar arası sistemin gücü. Ne biri, ne en iyisi, ne küçük bir azınlık ne bir çoğunluk… Kimse sorumlu tutulamaz. Bu sisteme “Hiç kimsenin tiranlığı” denilebilir.” (Şiddet Üzerine, Hannah Arendt)

 Makine mi İnsan’a uyacak yoksa İnsan mı makineye?

İnsanların yaptığı ve insandan bağımsız bir işleyiş temposu olan şeylere “makine” dersek makas ya da çekiç gibi aletleri bir dikiş makinesinden ayırd etmiş oluruz. Basit bir marangoz atelyesi de yine bu tempo, bu “kolektif zekâya” sahip olMAdığı için bir fabrikadan ayrılır. Bilmem katılır mısınız ama aynı kriteri insanlardan oluşan ama insanlığını ARTIK kaybetmiş organizasyonlara da uygulayabiliriz gibi geliyor bana: Devletler, ordular, büyük şirketler, Borsa… “Makine” kavramının sınırlarını bu şekilde “mekanizmaya” doğru genişletmek istiyorum. Zira Marx’ın fikrî eserlerinde merkeze aldığı YABANCILAŞMA olgusu sadece 1800’lerin değil 2000’li yılların sorunlarını tahlil ederken de işimize yarayacak. Çünkü bir “mekanizma” içinde “ROL” alan bir insan “gerekeni” ya da elinden geleni değil kendisine söyleneni yapıyor. Komutan, mühendis, ustabaşı, başhekim, siyasetçi, gazeteci… müşteri. Roller insanları kapsıyor, kapatıyor, kuşatıyor.

İşimize yaramaktan öte hayatımızı kurtaracak bu YABANCILAŞMA kavramı şayet gerektiği gibi istifade edebilirsek. Sadece işçinin sömürülmesi değil dünya barışı da sıkı sıkıya bunun idrak edilmesine bağlı. Çünkü Marx “azıcık” yanıldı. Kapitalizm çökmeyecek Marx’ın dediği gibi, Liberal Totalitarizm‘e evriliyor. Bu evrilme “yabancılaşma” üzerinden Read the rest

Sevgili Tuzu Kuru “Çoğunluk” »

 

Önce savunmamızı  verelim. Çünkü Türkiye’de gelenek halini almış.  Hiçbir konuyu dolaysız araya bir sürü akılda hesapta olmayan bir şeyleri almadan konuşamıyorsunuz.  İlla ki pedagojik yaklaşımlar bekleniyor sizden.  Başörtülü milletvekili yoksa oy da yok diyor bir grup kadın mesela. Anlamı gayet açık değil mi? Bu ülkede bir kısım insan evlatlarının hakkı hukuku çiğneniyor ve biz artık buna yeter diyoruz Read the rest

Başörtülü vekil talebi ve Timur’un filleri »

Emine Uçak

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dün İstanbul’da düzenlenen ”Uluslararası Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Buluşması”nda bir açılış konuşması yaptı. Konuşmasında özellikle Ortadoğu’da kadınların yaşadığı ayrımcılık ve şiddete dikkat çeken Başbakan, Türkiye’de kadınların hem sosyal hem siyasal şartlarının düzelmesi için yaptıkları düzenlemeleri Read the rest

Marx ve İnsan’ın kendine yabancılaşması (2): Makineleşmek »

“[…] trrrrum, trrrrum, trrrrum!  trak tiki tak! …makinalaşmak istiyorum! … beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! … her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! … tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor  oto-direzinler lokomotifleri! … mutlak buna bir çare bulacağım ve ben ancak bahtiyar olacağım … karnıma bir türbin oturtup … kuyruğuma çift uskuru taktığım gün! ”

(Nazım Hikmet)

Bugünkü konumuz  “Entfremdung” yani yabancılaşma. Nur yüzlü, ak sakallı Müslüman Marx’ı anlattığımız geçen bölümde “ŞEYLEŞTİRME kavramını anlamayan Marx’ı anlayamaz” demiştik. YABANCILAŞMA kavramı da Marxçı düşüncenin olmazsa olmazlarından. (Dikkat: bazen Entäusserung diye de geçiyor, dışa ait olma, yabancı, öteki olma…) . Bu kavram hem Marx’ı ve komünizmi anlamak için gerekli hem de çağımızdaki bazı “yeni” meseleleri, krizleri çözümlemek için son derecede kullanışlı. Biz bu makale kapsamında her ikisini de yapmaya gayret edeceğiz.

Frankenstein adlı romanın Karl Marx ile aynı yaşta olduğunu duymuş muydunuz? Her ikisi de 1818 yılında gelmişler dünyaya.  Mary Shelley tarafından yazılan bu romanı “bizim” Marx 25 yaşında iken okumuş ve çok beğenmiş. Meşhur eseri Kapital’deki “kan emici Kapitalizm” metaforu ihtimal bu kitaba bir atıf. Zannediyorum çoğu insanın fark etmediği bir şeyi gördü Marx Frankenstein’ın sayfalarında… Neydi o?

Karl Marx ve kendine yabancılaşan insan

Okuyanlar hatırlayacaktır, Frankenstein bir korku romanından çok felsefî bir romandır aslında. Evet, bilim-kurgu sosludur. Ama özü felsefîdir. Sanırım Marx’ın kitabı sevmesinin sebebi de buydu. İki satırda özetleyecek olursak: Romanın kahramanı Read the rest

Dokunan Yanar! »

Gazeteci Ahmet Şık’ın gözaltına alınırken söylediği ‘’Dokunan yanar” sözü Ergenekon soruşturmasına muhalif çevrelerin adeta can simidi oldu. Artık ne zaman Ergenekon soruşturmasından dem vurulsa ‘’Dokunan yanar” sözüyle ülke tarihinin en önemli soruşturmalarından biri değersizleştirilmeye çalışılıyordu. Bu söz üzerine kitap yazma hürriyeti, dokunan yanar lafının içeriği üzerine kalem oynatmakta fayda var.

 Kitap yazmak her insanın hakkıdır. Bilgisi, becerisi ve kalemi yeten her insan bu hakkını kullanabilir. Kitap yazarken başkalarıyla teşrik-i mesai yapmak da bir haktır. Bu noktada insan haklarına saygılı herkes Ahmet Şık’ın kitap yazma hakkını, kitap yazarken de başkalarıyla işbirliği yapma hakkını sonuna kadar savunmak zorundadır. Ancak; savunduğumuz şey yalnızca kitap yazma hakkıdır, bu hakkı savunmak yazarı ve kitap içeriğini savunmak anlamına gelmez. Ahmet Şık, ”İmamın Ordusu” isimli bir kitap yazmakta olduğunu, bu kitapla beraber Fethullah Gülen’in gerçek yüzünü ortaya çıkaracağını Read the rest