RSS Feed for This Post

İslam’ın vizyonu (7) / Hamza Yusuf

(Chittick ve Murata’nın “İslam’ın vizyonu” kitabı Türkçe’ye çevrilmiş olup, kitapçılardan temin edilebilmektedir.

Kitapyurdu link: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=37800&sa=124490751 )

Işığın yokluğu karanlıktır. Tanrı dışında her şey karanlıktır, yokluktur. Hz.Peygamber (SAV) “bir şairin söylediği en doğru söz Lebid’in söylediği şu sözdür: “Allah dışında hiçbir şey gerçek değildir” buyuruyor. Dünyada gerçek olan tek şey Allah’ın ışığıdır. Dünyanın tek gerçeği budur. Hz.Peygamber (SAV) “dünya lanetlidir, dünyada olan her şey lanetlidir, sadece Allah için olan bunun dışındadır” buyuruyor. Yani dünya fonksiyonunu yerine getirmiyorsa, yani sana Allah’ı hatırlatmıyorsa senin için lanetli olur. Böyle bir dünya fayda vermez, aksine zarar verir çünkü dünyanın amacı sana Allah’ı hatırlatmaktır. Ona baktığında Allah’ın ışığını, yani ayetlerini, işaretlerini görüyorsan ona yaratılış amacına uygun karşılığı veriyorsun ve uygun karşılığı bulacaksın demektir. Ama Allah’ın ışığını görmüyorsan, dünyada Allah’ı hatırlamıyorsan bu karşılığı vermiyorsun demektir. Işık hakkındaki ayetlerde bu yüzden “kör ile gören adam bir olur mu, karanlıklar ve aydınlık bir olur mu?” buyurulmaktadır. Işıkla ilgili ayetlerde karanlık hep çoğul olarak zikredilmiştir, ışık ise hep tekildir. “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna, apaçık ayetler indiren O’dur.”, “Ölü iken kalbini diriltip insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkamayan kimsenin durumu gibi midir? “, “Karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size rahmet ve istiğfar eden Allah ve melekleridir.” 

Melekler nurdan yaratılmışlardır. Şeytanlar ise ateştendir. İslam kozmolojisine göre şeytanların ateşten yaratılmış olması düşüncesi ilginçtir. Ateşe dikkat ettiğinizde tabiatının kaotik olduğunu görürsünüz. Ateş ışık gibi değildir. Bir ışın demeti, güneş ışığı da olsa, lazer de olsa çok kesin kanunlarla işler, fakat ateş kaos teorisine göre işler. Bu yüzden kaos teorisinde bilim adamları, duman ve ışığı çalışıyorlar çünkü yangının doğası kaostur, hareketi tahmin edilemez, ne yapacağı bilinemez, çok kolay bir şekilde yayılabilir. Kontrollü yangın da olabilir ama kontrolden çıkma ihtimali yüksektir. Işık böyle değildir, kontrol altındadır. Melekler Allah’a tamamen teslimiyet halindedir.

Ateş, çevresini tüketerek var olur, odunu tüketerek varlığını sürdürür. Şeytanlar da insanı tüketerek var olur. Besinleri budur. Sıska ve şişman şeytan hakkındaki hadis de bunu anlatır Hz.Peygamber (SAV) buyurmuştur ki, “iki şeytan karşılaşmışlar. Birisi ölmek üzereymiş, diğeri iyi görünüyormuş. Şişman olan sıska olanına “Senin neyin var?” diye sormuş. “Meşgul olduğum adam çok kötü. Ne zaman yemek yese Allah adıyla başlıyor. Sabah kalkıp ibadet ediyor. Allah’ı zikrediyor. Hiçbir besin alamıyorum. Görüyorsun yangının odunu yaktığı gibi tükeniyorum” demiş. Diğeri “Benim meşgul olduğum adam çok iyi. Hiç Allah’ın adını anmaz. Yemek yerken Allah’ın ismiyle başlamaz ve ben onunla birlikte yer, içerim. Uyumadan önce Allah’ın ismini zikretmez, ve çok güzel bir uyku çekerim”. Buradaki nokta kişinin şeytani alanının genişlemesidir. İlginçtir, eski İngilizcedede “tüketici” için kullanılan kelime şeytan anlamına gelir. Anlamı budur. Eski sözlüğe bakabilirsiniz. Tüketici şeytandır çünkü şeytan ruhları tüketir. Modern tüketiciler şeytandır, Kur’an der ki, “savurgan insan şeytanın kardeşleridir”. Bütün bu gereksiz tüketim, israf bir hastalıktır.

Kitabın bir sonraki bölümünde ruhlardan, ruhların tabiatı ve cinlerden bahsediyorlar. Cinler insanoğluyla birlikte yaşıyorlar. Ateşten yaratılmışlar, büyük babaları İblistir. Baskın görüş budur. Hz. Adem’in babamız olduğu gibi. İblis de onların babalarıdır. Bazıları iyidir, bazıları ise zararlıdır. Allah’a imansız değillerdir. İsyanları Ben-i Adem’inkinden farklıdır, Allah’a inanırlar, yani Allah’ın var olduğunu bilirler. Onların inançsızlıkları emirlere uymamaktan kaynaklı bir inançsızlıktır. Görünmeyen bir dünyadalar ve bizden daha fazla bilgiye sahipler, çok şey biliyorlar zira büyükbabaları İblis de çok şey bilir.

Sorusu olan var mı?

Zâhir nedir?

Zâhir açık olan veya dışarıya görünen, tezahür eden anlamına gelir. Kur’an’da “O, başlangıcı olmayan Evvel’dir, sonu olmayan Ahir’dir, Zahir’dir (görünendir) ve Batın’dır (perdelenmiş olandır) buyrulur.

Bunun anlamı görebilenler için görünür olduğudur. Bu iç göze sahipseniz, Tanrı’nın zuhurunu görebilirsiniz. Bu yüzden Gnostikler’in Tanrının varlığını bilen insanın inkar edilmesi fikrini şu hikayedeki adama benzetebiliriz …Galiba H G Wells hikayesi. Bir adam bir vadiye giriyor, vadi doğuştan kör insanlarla dolu. Bu insanlar dünyanın karanlıktan ibaret olduğunu söylüyorlar. Gözü gören adam bunun böyle olmadığını, dünyanın muhteşem bir yer olduğunu, ışık diye bir şey bulunduğunu, renkleri, çiçekleri, dağları, gökyüzünü anlatıyor. “Sizlerin gözleriniz yok, bu yüzden göremiyorsunuz” diyor.  Onlar ise “bu adam deli!” diyorlar. Gidip ona dokunuyorlar. “Tamam şimdi deliliğinin sebebi anlaşıldı” diyorlar. “Yüzünde şu iki çıkıntı beynine basınç yapıyor, bundan dolayı delirmiş” deyip adamın gözlerini oyuyorlar. Gnostik felsefesi budur. Körlerin arasında yaşayan, gören ama diğerleri görmediği için gördüğü inkar edilen bir adam. Peygamberlerin dünyaya geliş gayesi bu. Onlar için her şey çok berrak, bu yüzden konuşmaları bu kadar etkili. Peygamberler insanları etkilerler. Mesajlarının çok etkili olduğunu görürsünüz çünkü onlar, kendilerine açık olan bir şeyi anlatıyorlar ve diğer insanların da onların gördüğünü görmelerini istiyorlar. Şifa vericidirler çünkü insanların gözlerinin önündeki perdeyi, kataraktı kaldırabilirler. Tüm perdeleri kaldırmazlar, tahammül edilebilecek miktarını kaldırırlar çünkü tamamen kalkmasını istemezsiniz, delirirsiniz. Bazı insanlar, tahammül edebileceğinden fazlasını görmeye başlar ve delirirler. Dünya psikotiklerle doludur, çok fazla gören insanlarla. Fazla görmek tehlikelidir. İslam orta yoldur.

Nimetlere insanlar iki şekilde karşılık verir. Ya minnettarlıkla ya da nankörlükle. Şükredenin nimetinin arttırılacağı, nankörlük edenin ise istidracının arttırılacağı beyan edilir. (Ç.N.istidrac Allah’ın verdiği mal, başarı, sıhhat gibi nimetlere nankörlükle karşılık verenlerin isyanlarının arttırılmasıdır) Allah, onların isyanlarına karşın nimetlerimi vermeyi sürdürürüm, derece derece ellerinden alırım ve Benim mekrim, tuzağım uzun vadelidir, buyurur. Belalar için de aynı durum geçerlidir. Belalar farklı sebeplerle gelirler. Farklı olasılıklar vardır, Peygamberlere gelen belaların iki sebebi vardır. Birine “tesliye” denir, Peygamberler büyük belalara düçar olmuşlardır. Peygamberler zorluk çekmeseydi, ümmetleri zorluklarla karşılaştıklarında umutlarını kaybederlerdi. Ben çok kötüyüm, çok fenayım o yüzden Allah bana bunu yapıyor diye düşünürlerdi. Sadece gazabı görürlerdi, ama Peygamberler ağır bir şekilde eziyet çektiklerinde bizler için çekerler, onlar için değildir. Eziyet çekmeleri kendilerine inanan insanlar içindir. Hz.Peygamber tüm çocuklarını kaybetti, Fatıma (R.Anha) dışında hepsini kendi eliyle defnetti. 5 çocuğu olan ve birini kaybeden böyle düşünür: “Allah’ım, benim tek çocuğum vefat etti, Peygamberim ise yedi çocuğundan altısını defnetti”. Bu zorluğa göğüs germeniz için size bir dayanak olur. Şeytanın “Allah beni sevmiyor, o yüzden çocuğumu aldı” tuzağına düşmemiş olursunuz. Çünkü biliyoruz ki Allah Hz.Peygamber’i hepimizden daha çok seviyordu ve hayattayken yedi çocuğundan altısını aldı.

Bu sizi dünyanın zorluklarına karşı daha mukavim kılar. Bir mümine zorluk eriştiğinde bu önceki hatalarının temizleyicisidir, ama hatalar tevbe ile de kapatılabilir. İnsan belalara talip olmamalıdır, Allah’ın lütfuna talip olmalıdır. Geçmiş günahları için sadaka vermek, yardımda bulunmak, yanlışlarını telafi edecek şeyler yapmak günahların silinmesine vesile olabilir. Musibetler insanı zenginleştirir, bunu başta görmek zordur. Ama hiçbir musibet yoktur ki insanın dünyaya dair perspektifinizi değiştirmemiş olsun.

Hayatı boyunca uyur gezer gibi yaşayan, sahip olduğu hiçbir şeye minnet duymayan insanlar var. Birden sahip oldukları herşeyi kaybediyorlar ve tüm hayatı boyunca ilk defa daha önce sahip olduğu şeyler için şükretmediklerini hatırlıyorlar. Yani ancak kaybettikleri zaman daha önce nasıl bir nimete sahip olduklarını farkedebiliyorlar, bunun bir nimet olduğunu anlıyorlar. Bir musibete düçar olduğunda ona farklı şekillerde yaklaşabilirsin ama en doğrusu onun içindeki güzelliği görmektir. Sahih-i Müslim’de geçen bir rivayette “müminin hali ne güzeldir, çünkü herşeyi güzeldir. Allah ona musibet verirse sabreder ve sabrı ile mükafatlandırılır; nimet verirse şükreder…” buyruluyor. Müminin her hali güzeldir.

Bu çok güzel bir kitap, içindeki bakış açılarının çoğu gelenekten alınmış. Bunları çok hoş bir formatta sunmuşlar. Eski kitaplar tamamen farklı bir dünyadır. Şimdi modern kitaplarda bu havayı bulamıyorsunuz. Derin konularda, virajlarda, derin dalışlarda dikkat edilmesi gerekir. Dalıştan yavaş ve temkinli bir şekilde çıkılır. İslam geleneğinde derin bir dalıştaysanız yüzeye yavaş çıkmalısınız, hatta basınç odalarına girmeniz gerekebilir.

Kader bölümüne geldik. Kader, sadece İslam’da değil, tüm dinlerde en zor konulardan biridir. Kader önceden takdir olunmakla ilgilidir. Predetermine (önceden takdir etmek) sözcüğüne baktığımızda, De-termine, bir şey üzerine sınır koymaktır. Terminate sonlamaktır. De-termine bir şey üzerine son veya sınır eklemektir. Önceden takdir olunmuş olması, bir şeyin ortaya çıkmadan önce sınırlarının belirlenmiş olması demektir. Bu yüzden değil sadece gayr-i müslimler, müslümanların da zihninde kadere dair yanlış bir anlama söz konusudur. Yazarların dile getirdiği düşüncelerden biri bu, ve bu çok önemli. Kur’an’da emirler ve yasaklar var, eğer her şey belirlenmişse bütün bunlar anlamsız hale geliyor. O halde Kur’an anlamsız hale geliyor ve bu muhal. Vahye ait her şey anlam yüklüdür. Bu yüzden ilahi ferman, kader konusu tehlikeli bir konudur.

Bu hususta hadislerin ne söylediğine de dikkat etmemiz gerekir. Burada bazı din alimlerinin Batı’da “antinomy” adını verdikleri konuya geliyoruz. Görünürde insanların özgür olması ve kaderin hükmü altında bulunması paradoks gibi görünür ama değildir. Çünkü iki ucu da eşit derecede geçerli ve gerçektir. Antinomi bir gerçeklik derecesinde doğrudur ama daha üst bir derecede, daha yüksek bir gerçek ortaya çıkar. Yani paradoksal görünen bir şey, daha yüksek anlayış seviyesine çıkıldığında çözüme kavuşabilir.

Bunu modern fizikte ışığın hem dalga, hem de foton olmasıyla örneklendirebiliriz. Modern fizikte kuanta ışık parçalarıdır. Ama bir yandan dalga gibi davranmaktadır ve hareketi gözlenebilmektedir. Fakat bir yandan da kuanta veya süreksiz ışık parçaları özellikleri göstermektedir. İrade ve kader konusunu anlamak için bu örnek üzerinden hareket edebiliriz.

Şu bir gerçektir ki bazı şeyler insanlar için önceden belirlenmiştir. Anne babamızı biz seçmedik, onlar bizim kaderimizdi. Biyolojik ebeveynini değiştiren herhangi bir kişi olduğuna dair kaydedilmiş bir bilgiye rastlamıyoruz. Yani bir insanın bu seçimi kendisinin yaptığına dair elimizde bir veri, belge, kanıt yok. Doğduğumuz ülke, kendimizi içinde bulduğumuz ortam, zaman, koşullar; ailemizin zengin olması, fakir olması, entelektüel yeteneklerimiz, sanatsal kabiliyetlerimiz, atletik yatkınlıklarımız, daha bir çok şey bizim kontrolümüzde değil.

Diğer insanlardan daha zeki insanlar var, daha dengeli, daha esnek, daha hızlı olanlar var. Okuldayken matematik derslerinde cevapları bir çırpıda söyleyen çocuklar vardı, bazıları ise soğuk terler dökerdi. Bazı insanlar için problemler bir kola makinasındaki talimatlar kadar basittir. Problemi, çözümünü açıkça görebilir. Bazıları ise bunu hayatları boyunca göremez. Sürekli mücadele ederler, çalışırlar ama yine ulaşamazlar. Dünyada bize verilen özelliklerimiz, farklılıklarımız konusu ilginçtir. Bu yüzden İslam’ın kader konusunu sunması sebepsiz değildir.

Öncelikle kaderin ne olduğuna bakalım. Kök kelimesi kaddere. Kuvvetten geliyor. Kudret, güç anlamına geliyor. Kâdir, bir şey yapmaya gücü olan, kapasitesi olan kimse demek. Allah’ın isimlerinden biri.

Crosby’nin Batı tahakkümü ile ilgili bir kitabı var, Batı dünyasının nasıl mütehakkim, baskı kuran bir hale geldiğini anlatıyor. Crosby’ye göre, bunun sebebi herşeyi ölçmeleri. Bir şeyi ölçebilen kişinin ölçtüğü şey üzerinde belirli bir çeşit gücünün olduğu söylenebilir. Bu yüzden biri bir makinayı sökebiliyorsa, parçalarını ayırıp tüm parçalarını anlayabiliyorsa, onu tekrar birleştirebilir. Bunu nasıl yapacağını bilmeyen bir kişiye nazaran, bu adamın o makina üzerinde bir gücü olduğundan bahsedilebilir.

Allah’ın herşeyi takdir etmiş olması da, O’nun herşey üzerinde kudretli olduğunu gösterir çünkü O yaratmıştır, ve bu şekilde takdir etmiştir. Bizlerin, insanların vücutları takdir edilmiştir. Bir noktada hücrelerimiz büyümeyi durdurur, bu iskelet yapımızın durduğu noktadır. Bu nokta bizden uzun boylu biri için farklıdır. Yani insanlar arasında boy farklılıklarında bile kader vardır. İçinde bulunduğumuz dünyanın büyüklüğü de takdir edilmiştir. Evrenin sınırları vardır. Kur’an der ki: “evrenin sınırları dışına çıkmak istiyorsanız haydi yapın”. Bir şeye sınır koyan onun üzerinde güce sahip demektir. Çünkü bu sınırları koymuş olan odur. Kral neden güçlüdür? Çünkü krallığını, halkını sınırlayabilir. Bu kapasitesini kaybederse gücünü kaybeder, böyle biri gerçek kral olamaz. Güçlü bir hükümet ile güçsüz bir hükümetin farkı budur. Allah’ın kudretli olması, yarattıkları üzerinde mutlak hakim olmasındandır.

Kur’an’da “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler (ölçemediler)” buyrulur. Bu ilginç. İnsan oğlu ölçmekle obsesif bir şekilde meşgul. Geometri, ölçmeye çalışırken ortaya çıkmış bir şey. 2500 yıl önce Yunanlılar ve Mısırlılar dünyanın çevresini ölçmüşlerdi ve bunu 500 mil kadar ölçüm yaparak başardılar. Çok basit geometrik hesaplar yaparak, piramit gölgelerini farklı zamanlarda ölçerek sonuca ulaştılar. İskenderiye ve Kahire arasını basitçe hesaplayarak. Dünya çevresinin 25,000 mile yakın olduğunu hesapladılar. İnsanlar ölçmeye hep meraklıydılar.

Aydınlanma çağında havayı, gazları ölçüyorlar, Boyle Yasası ve tüm bu şeyler ölçme arzusundan ortaya çıkıyor. Ölçmeyi anladıkça, güçleri de artıyor. Jet uçuşu söz konusu olduğunda, sıvı yakıtın ne olduğuna hakim olunması gerekiyor. Mühendisliğin temeli ölçümdür, fakat herşeyin ölçülmesi gerekir düşüncesi bir obsesyon halini almıştır. Kıyamet alametlerinden biri insanların yaratılışa hakim olduklarını düşünmeleridir. Bu herşeyi bilmekle ilgilidir. Yani şimdi sonar dalgalar var. Uzaydan gönderiyorlar ve dalga geri dönüşüne göre, fetusa yaptıkları sonogram gibi petrolün, altının nerede olduğunu söyleyebiliyorlar. HARP ekibi Alaska’da buna benzer bir iş yapıyor, her şeyi ölçüyorlar. Allah diyor ki: “onlar Allah’ı takdir edemediler, ölçemediler”. Evreni ölçmek istiyorlar, kainatın ne kadar büyük olduğunu anlamak istiyorlar. Evet, her şeyi ölçebilirsiniz, Allah size bu kudreti vermiştir, ve bu ilahi isimlerin tecellilerinden biridir, İnsanoğlu, Allah’ın bu sıfatını yansıtabilir ve bunlardan biri de herşeyin sınırını bilmektir ama Allah’ın sınırı yoktur, bu yüzden ölçülemez.

Kur’an’da kader on ayette geçer. Hz.Peygamber (SAV) Cibril hadisinde imanın altı şartını bildirir, bunlardan biri ilahi fermana ve hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmaktır. Bununla ilgili konuşacağız. Kitapta bu detayıyla anlatılıyor ve önemli bir konu.

Hayır ve şer vardır, tatlı ve acı olduğu gibi. Hayat bazen tatlı, bazen acıdır. Tatlı ve acıdan bahseden rivayet önemlidir çünkü hayır ve şerre bir bakış sunuyor. Bir inanan için hayatta acı gibi görünen şeyler kötü ve şer değildir. Çünkü inanan insanın başına gelen musibetlerin menşei bu koşulları yaratandandır. Kendimizi bu durumun içinde buluruz ve bunları birer test gibi, dayanmamız gereken bir imtihan gibi algılarız. Bu acı bir ilacı içmek gibidir, klasik İngilizcede “acı hapı yutmak” veya “acı tatlı” diye deyimler vardır. Çinlilerde ilaçlar genellikle acıdır, kalp otları, kalbe iyi gelen otlar,.. Çin ilaçlarının özelliklerinden biri hep acı olmalarıdır.

Bu bölümde bahsedilen bir diğer konu kulluk, abdiyet. Abd kelimesinin birçok anlamı var. Bir anlamı doğasında Allah’a itaatli olan, emir altında bulunan demek.Kur’an 19:93’te göklerde ve yerde her şeyin Rahman olan Allah’a abd olduğu bildirilir. Her varlık Allah’a kuldur.  Ubudiyetinin farkında olan bilinçli kullar vardır, kulluğunun bilincinde olmayan kullar da vardır. Fark bundan ibarettir. Dar anlamda kul, Allah’a, Peygamberin izini takip ederek ulaşmaya çalışan kişidir. Daha dar anlamda da Allah’a özgür iradesi ve bilinçle mükemmel bir şekilde hizmet eden kişidir. Yani en dar anlamında abd aslında kendi halini özgür iradesiyle Rabbine teslim edendir. Müslümanlar bunu Allah’ın kullarına verdiği bir hediye olarak görürler. Tevbe suresinde “Allah sizin mallarınızı ve canlarınızı karşılığında cenneti vermek üzere satın almıştır” buyuruluyor. Eğer sahibimiz, malikimiz Allah’sa nasıl böyle bir ticaret yapabilirsin? Kendinin olmayanı nasıl satabilirsin? Bu bir armağandır, lütuftur. Birinin dükkana girip size bir şey vermesi ve sonra sizden tekrar satın alması gibidir. Çünkü buna ihtiyacınız olduğunu bilir  ve fazl’ın anlamı budur. Allah’tan gelen nimettir. Bir yandan zaten sana sahip ama diğer yandan seni bir ticaret içine dahil ediyor ve seni ortak yapıyor. Seni güya hakkın varmış gibi seçim sahibi kılıyor, bu tekrim’dir. İnsanoğulları bu şekilde onurlandırılmışlardır. Diğer varlıklara bu seçim hakkı verilmemiştir, onlar neyse odur. Bir ağaç ancak bir ağaçtır, başka bir şey olamaz, bir köpek ancak köpek olabilir; bir domuz, bir at, eşek, herşeyin özellikleri takdir edilmiştir, insan hariç. İnsanoğlu kendi doğasına uygun olmayan özellikleri de alabilir. Köpek gibi havlayan insanlar var. Hayvan gibi davranan insanlar var, hatta daha kötüleri var, Kur’an bunların hayvanlardan aşağı olduğunu belirtiyor, çünkü hayvanlar kendilerine bilerek zarar vermezler. Bir hayvan kendine bilerek asla zarar vermez, sadece bunun faydalı olduğunu düşünürse yapar. Bu yüzden bir hayvan yangın gördüğünde, yangından kaçar ama insanoğlu bilerek kendine zarar veren şeyler yapar. Bu noktada ruh, şehvet ve öfkenin hakim olduğu nefsin alt katmanlarının kontrolündedir.

Allah yarattıklarına verdiklerini takdir etmiştir. Herkesin istediğini almaması hikmet icabıdır. Sadece sınırlı sayıda insan ahlaksızlığı yayacak güce sahiptir, güç dengelenmiştir. Herkeste bu güç olsaydı burası yaşanılmaz bir dünya olurdu. Allah Kur’an’da buyurur ki ““Allah’ın bazılarını bazısıyla defetmesi olmasaydı tüm dünya ahlaksızlıkla dolardı” yani dünyada bir güç dengesi vardır. Her istediğini yapabilen bir diktator yoktur. Bir zalim peyda olursa mutlaka onu dengeleyecek bir güç zuhura gelir.

Günümüzdeki büyük sorunlardan biri Amerika’nın dengeleyici unsuru olmaması. 50’ler, 60’lar, 70’ler ve hatta 80’lerde Ruslar Amerikalılar için bir denge unsuru oldular. Amerikalılar her istediklerini yapamadılar çünkü Rusya’nın reaksiyonunun ne olacağını hesaplamak durumundaydılar, veya tam tersi söz konusuydu. Bu ortadan kalkınca ortada bir boşluk oluştu ve bu alışılmadık bir senaryo. Tarihte görülmemiş bir durum, Romalılar bir dönemde dünyanın büyük bir bölümünde bu güce ulaşmışlar ama Afrika’yı ancak kısmen kontrollerine alabilmişler. Kuzey Afrika’yı almışlar, ama Asya’yı, Hindistan’ı alamamışlar.

Büyük İskender Makedonya’dan Hindistan’a zaptetmek için yola çıktığında hastalanıyor. Orduda salgın hastalık başgösteriyor, ayrılmak zorunda kalıyorlar. Horatious’un bahsettiği bir diğer şey, hiçbir gücün Arap yarımadasına doğru hareket etmemesi. İşgal için hareket edenler de durduruldular. Büyük İskender Arabistan’ı işgal etmek üzere sefere çıktığı zaman Mısır’da hummadan öldü.

Arabistan antik çağda hiç işgal görmedi, ordular işgali durdurdular. Ebrehe Yemen’de yaşayan bir Etiyopyalıydı. Mekke’ye yöneldiğinde ordusu yok edildi. Yani bu dünyada her zaman bazı engeller vardır, ve birçoğunun farkında bile değiliz. Bazen bir ülke bir şey yapmak ister ve sonra gerçekten trajik bir olay olur ve onu yapmaktan engellenirler, başka bir işle meşgul olurlar, ekonomisi çöker veya büyük doğal afetler söz konusu olur, şu olur, bu olur, yapamazlar. Yani dünyada farkında bile olmadığımız şeyler vardır. Biz insanoğulları sınırlı perspektiflerimizle değerlendirme yapabiliyoruz.

Dünyaya baktığımızda, her zaman farkedilmeyen bir denge olduğunu anlamamız gerekiyor. Kısa görüşlülüğümüzden farkedemediğimiz bir denge. İmam Ragıp’ın bahsettiği şeylerden biri buydu, “her şey eşittir “ ve her şey hikmetle yaratılmıştır. Yani her şeyin özünde tevhid vardır. Taş insana eşittir. Taş bir amaçla yaratılmıştır. Aynı insanın bir amaçla yaratılmış olduğu gibi. Dünyaya bu seviyeden bakıldığında her şeyin bir sebep için orada olduğu farkedilir. “Rahman’ın yaratılışında bir uyumsuzluk göremezsin” buyuruluyor. Yani yaratılmışlara baktığında anlamsızlık göremezsin. Devamında Allah buyuruyor ki, “bakmaya devam edin ama yaratılışta anlamsızlık bulmaya çalışırken gözünüz yorgun bir şekilde size dönecektir”. Var olan herşeyin bir hikmeti vardır. Fakat yaratılışta da farklılıklar var. “Biz insanların bazısını diğerleri üzerinde yükselttik” buyruluyor. Kur’an’da dünyaya bakmamız ve bazıların nasıl diğerlerine üstün kılındığını görmemiz istenir, ve hemen bunun arkasından ahiretin bunlardan hayırlı olduğu anlatılır. Yani aldanmamak, dünyayı sonsuz zannetmemek için insanoğlu ikaz edilir. Bir insanın zenginliği, şöhreti, güzelliği, nesli, bütün bunlar 50,60,bilemediniz 70 yıl sürer, ve sonra biter. Ama ahiret sonsuzdur, bu yüzden ikisi kıyaslanamaz. “Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı”, “sizi öncekilerle değiştirdi”. Bizden önce yaşayan insanlar olduğunu bildiğimiz gibi, bizden sonra da insanlar olacak. Burada, Hereward’da insanlar vardı, çoğunlukla hispaniklerdi, tarlalarda çalışıyorlardı. Onlardan önce yerliler vardı, yerli California’lılar. Buradaydılar, burada yaşıyorlardı. Kozmolojileri vardı, Mount Diablo’da dini festivalleri vardı, ve şimdi yoklar. Şimdi biz buradayız ve onların yerini aldık. Sonra buyuruyor ki “Biz sizlerin bir kısmını diğerleri üzerine yükselttik, ta ki size verdiklerimizden imtihan edelim”. “Allah dileseydi sizi bir ümmet kılardı”, ve bakın farklı olmaya devam ediyorsunuz, farklısınız ve bunun sebebi Rahimiyettir. Rahimiyet sebebiyle farklıdırlar. Dünyada, farklı çeşit topraklar görürsünüz. Zengin toprak vardır, zayıf toprak vardır. Bir toprağa ektiğiniz hiçbir şey bitmez. Tuzlalarda hiçbir şey yetişmez, sadece belirli şeyler yetişir. Bazı bölgelerde ise meyvalar biter, bazı yerlerde ise toprak iyidir ama hava sebebiyle yetişmez.

Tur’un anlamlarında biri (Zeytun suresi) üzerinde ağaçların yetiştiği dağdır. Üzerinde ağaç yetişmeyen dağlar vardır. Çok yüksektir ve bitki yaşama tutunamaz. Yani yaratılışta bile bu çeşitlilik vardır ve bu çeşitlilik insanı da etkiler. İşaretler vardır ve birkaç hafta önce bahsettiğimiz konuya, insanoğlunun bu dünyaya işaretleri kavramak için geldiği düşüncesine dönüyoruz. Akleden, düşünen insanlar için bunlar işaretlerdir. Bunlar hikmet icabıdır. İnsanoğlu tek başına hayata tutunamaz. İnsanın ihtiyaçlarını kendisinin halletmesi beklenseydi birçok insan uzun süre buna dayanamazdı. İnsanın diğer insanlara ihtiyacı vardır, bu dayanışmanın oluşması gerekir. Herkese zenginlik verilseydi, hizmet diye bir şey olmazdı. Hepimiz eşit derecede zengin olsaydık hizmet de, diğergamlık da olmazdı.

Burada önemli bir diğer nokta şu ki, insanlar fakrını hissetmese Allah’a ihtiyaç duymaz. Kur’an insanların kendilerini Tanrı’dan bağımsız olarak gördüklerinde agresif, baskıcı ve günahkar olacaklarını söyler. Fakr hali, insanlar madden zengin de fakir de olsa denktir. Tüm insanlar hakikatte Allah’a karşı fakirdir, yaşamak için Allah’a muhtaçtır. Hayvanlarının insanın hizmetine verilmesinin sebebi budur. Onlardan yeriz, içeriz, giyeriz, faydalanırız. Birçok şeyi hayvanlara borçluyuz ve bunu düşünmüyoruz bile. Üzerinde durduğumuz halılar Afgan yün halıları. Hayvanlardan geliyor. Bu hayvanlardan faydalanıyoruz. İnsan olsaydı halı yapımı için saçlarının kırpılmasına müsaade etmezdi ama hayvanlar ne yapabilir? İnsana teslim olmuşlardır. Aynısı birçok insan için de söz konusudur. Komşunuzdan çöpü götürmesini isteyemezsiniz, bunu yapamazsınız. O halde çöpü kim götürecek? Çünkü birinin bunu yapması lazım. Bu bir fonksiyon çünkü insanoğlu çöp yaratıyor ve insanlara kendi çöplerinden kurtulmak bile çok zor geliyor.

Bazı insanlar da diğerlerine teslim olmuşlardır. Arapçanın cilvelerinden biridir “sukriya” ve “sikriya” kelimeleri aynı şekilde yazılır. Kullanmak, ve sömürmek, bunlar arasındaki fark bir ünlüdür, biri kesredir, diğeri damme’dir. İnsan mütehakkim pozisyonda diğer insanları düşük görebilir ve bu çok tehlikelidir. İnsanların diğerlerine hakaret etmesi, aşağılaması bir hastalıktır. Kur’an, sahip olduğun nimetin sahibinin Allah olduğunu söyler. Ona sen kendin sahip değilsin. Eğer Allah’ın kuluysan bu nimeti Allah’ın verdiğini bilirsin. Bunu sana hakettiğin için değil, öyle irade ettiği için, hasbeten vermiştir. Verdiği gibi alabilir de, senden alıp başkasına da verebilir. Geleneksel müslüman dünyada insanları farklı kılan şey bilgiydi. Bugün birçok müslüman ülkede, bu ülkede de para yapacak sermayeniz yoksa zengin olmanız zordur. Bunu başaranlar gerçekten zeki insanlardır, bunu nasıl yaptıkları merak konusu olan, ilgi çekici kimselerdir. Hiçbir şeyi olmayan bir adam sonunda zengin oluyorsa, bu yine bilgiye dayanan bir konudur. Daha önce kimsenin yapmadığı bir çeşit yaratıcılık sergilemiştir, veya bir fırsat yakalamış ve bunu değerlendirmiştir. Bazı kurnaz insanlar işleri dürüst olmayan şekillerde yapmayı öğrenmiş de olabilir. Örneğin ENRON skandalı organize bir suçtu, yüksek seviyede organize edilmişti.

Bir Amerikalı şaire ait güzel bir şiir var. Tanrı korkusu adını taşıyor:

Hiçlikten bir yere yükseldiysen

Kimse olmamaktan biri olmaya…

Kendine sürekli tekrarla bunu

Bunu kısmet Tanrı’sına borçlusun.

 

Kur’an’da “Allah dilediğine bahşeder” buyrulur. İhsan edilen nimetler Allah’ın takdiridir.

Bunu kısmet Tanrı’sına borçlusun ki diğerleri dururken

sana bahşetmesi fazla kurcalanmaya gelmez

Kendinize bakmaya başlarsanız, başkalarından daha çok haketmediğinizi görmeye başlarsınız, bunu fark etmeye başlarsınız.

Mütevazi ol. Olduğun kişinin üniformasını giymeye

Liyakatın yoksa bari telafi etmek için uğraş

Senden alttakilere bakışında, yüzeye çok yaklaşmaktan sakın

Ve en derindeki ruhuna perde olacak şapkayı takmaktan

 

Anlamaya başlarsınız, gerçekte haketmediğinizi, sahip olduğunuz şeye sahip olmaya hakkınızın olmadığını farkedersiniz. Bunu kendinizden aşağıdakilere bakarak hissedersiniz. Olduğun kişinin üniformasını giymeye liyakatin yoksa bari telafi etmek için kendinden aşağıdakilere bakarak uğraşabilirsin… çünkü gerçek, iç gerçekliktir. Sana bütün bu nimetler bahşedilmişse ve sen kibirli bir canavarsan, senden kimse bir fayda umamaz. Bu yüzden sana verilen her şey Allah’ın bahşıdır. Yaratılıştaki farklılıklar Allah’tandır ve seni diğerlerinden farklı bir yere yerleştirdiyse bu senin daha iyi olmandan değildir, bu dünyanın tabiatıdır ve sonra bir sorumluluk halini alır. Bu yüzden Hz.Peygamberin en büyük üstünlüğü Allah’a kulluğu ve kullarına hizmetidir (SAV). Çünkü herşeyden önce bir kuldu. Hayatına baktığınızda tüm hayatının diğer insanlara hizmetle geçtiğini görürsünüz hatta Peygamberliğinden önce dahi böyleydi. Diğer insanların hizmetindeki güvenilir bir tüccardı. Diğer Arapların küçültücü gördükleri bir şeyi yapıyordu, bir kadının hizmetindeydi. Fakat Hz.Peygamber (SAV)’in dünya görüşü diğer birçok insandan farklıydı, diğer insanların görmediği şeyleri farkediyordu. Bir şey onur verici ise o şey onur vericidir, diğerlerine nasıl gördündüğünün önemi yoktur diyordu.

Burada dile getirilen önemli konulardan biri de şu: Bir şeyden nefret edersiniz ama o şey sizin için iyidir, belki de bir şeyi seversiniz ve o sizin için kötüdür, Allah bilir, siz bilmezsiniz. Allah bilir siz bilmezsiniz. Kazandığınızı düşündüğünüz bir şey sizin helakiniz olabilir. Bazı insanların piyango kazanmak istediğinizi görüyorsunuz. Büyük ikramiyeyi kazanmış bir çok insan var. Hayatları tamamen alt üst olmuş, tüm arkadaşlarını kaybetmişler, boşanmışlar… Bu dünyanın gerçekliği bu. Sizin için neyin iyi olduğunu bilemezsiniz, neyin iyi olmadığını bilemeyeceğiniz gibi. Bu yüzden İslam’da olur olmaz her şeyin sorulması hoş görülmemiştir. Çünkü insan, kendi için neyin iyi ve neyin kötü olduğunu bilmez. Talibah bunun iyi bir örneğidir. Bu adam Hz.Peygamber (SAV)’e geliyor ve diyor ki “benim için Allah’a dua et, beni zengin etsin”. Resulullah (SAV) onun bu isteğine hayır karşılığını veriyor. Ama o ısrar ediyor “Ya Resulullah bana dua et zengin olayım ve söz veriyorum bunu hayır için, şunun için, bunun için kullanacağım” diyor. Peygamber (SAV) dua etmiyor. Buna “ilhah” denir. Adam mesajı almadığı için sürekli istiyor ve Hz.Peygamber (SAV) cömertliğinden, öyle emredildiğinden, ondan bir şey istendiğinde kimseye yüzünü dönmek adeti olmadığından ona dua ediyor. Fakat hep ilk safta namaz kılan o adam, zengin olduktan sonra, sürülerle hayvanları, büyük çiftlikleri olduktan sonra mescidden gittikçe daha da fazla uzaklaşıyor. Çünkü meşgalesi artıyor. Çıkıp hayvanlarını otlatması gerekiyor. Bütün bu macera namazı terketmesiyle sonuçlanıyor, ve sonra zekat zamanı geldiğinde “bu cizye gibidir” deyip mazeretler uydurmaya başlıyor. Zenginlik onu ibadetten, dürüstlükten ve Allah’tan uzaklaştırmaya başlıyor. Hz.Peygamber (SAV) bunu biliyor ve dua etmiyordu. Ama takdir-i ilahi bu olayın diğerleri için, bizler için bir ders olmasını takdir buyurmuştu. Bu yüzden bugün burada bu hadiseden bahsediyorum, diğer inananlar için bir ders oldu. Sizin için ve diğerleri için neyin iyi olduğunu bilemezsiniz. Allah’tan hayırlısı istenmelidir.

Allah herşeyi yaratmış ve onu amacına yönlendirmiştir. İnsanı da hikmetle yaratmıştır. İnsanın yaratılış gayesi kulluktur. Kulluk, insanın sadece yaratanın emri altında olması, başkasına boyun eğmemesi demektir. Bu insanı özgür kılan bir şeydir. Bu, yaratılıştaki hiyerarşiyi tanımamak değildir, insanların görünür hiyerarşisine bakıp değerlerini takdir etmemek demektir. Yani bir çöpçünün bir fizikçiden Allah’a daha yakın olup olmadığını bilemezsiniz. Dünya ölçeğinde bir fizikçi daha faydalı görünebilir, veya başka bir açıdan çöpçü daha faydalı görünebilir, ama Allah’a yakınlık söz konusu olduğunda bu hiyerarşi tamamen alt üst olabilir.

İç gözü, kalp gözü zahir gözünden farklıdır. Kalp gözü farklı bir bakış açısına sahiptir ama bu göz birçok insanda perdelidir. Çocuklar ilk doğduklarında göremez, sadece çok yakında olanları görebilir, gözleri görmelerini engelleyen bir madde ile kaplıdır. Büyüdükçe gözleri açılmaya başlar. Uyuyanlar da göremez çünkü gözleri kapalıdır. Farklı uyanışlarımız vardır. Üç ana uyanıştan bahsedilebilir. Hayvani uyanış, duyuların uyanışıdır ve dokunma ile başlar. Bu yüzden çocuklar her şeyi ağızlarına götürürler. Her şeyi duyularıyla deneyimlemek isterler, karı koca arasındaki münasebet de bu deneyimin sonucudur, hissi uyanışın son noktası budur.

Duygusal uyanış da vardır. Aşık olan veya nefret eden kişinin duyguları bu nevi bir uyanıştır. Bu çeşit uyanış, sahip olduğunuz duyguları uyandırmaya başlar. Neden bunlara sahibim ve neden buna kızıyorum veya neden bu insanı seviyorum diye düşünürsünüz.

Sonra insanların entelektüel uyanışı gelir. Bunun okullarda gerçekleşmesini beklersiniz ama birçok insan bunu yaşamıyor. Okul tam tersini yapıyor çünkü öğretmenler genellikle yetersiz ve entelektüel uyanışa önem vermiyor. Öğrencilerinin anlayıp anlamaması çok umurunda olmuyor ve bu durum genellikle insanların öğrenmekten nefret etmelerini sağlıyor ki bu gerçek bir cinayet. Marilyn’de, duvar ustası biriyle tanışmıştım. Bana hiçbir konuda hiçbir zaman düşünmediğini söylemişti. Spora ilgisi vardı. Bir evin duvarını örerken, başına bir tuğla düşüyor ve hastaneye yatırılıyor. Uzun süre orada kalıyor. Birisi ona bir kitap hediye ediyor “kitap nasıl okunur?” isminde. Daha önce hiç kitap okumamış. Ve bana dediği şuydu: “kitabın ilk veya ikinci kısımda kalakaldım, bölüm şöyle başlıyordu: “senin bir beynin var”, bunu ilk defa düşündüm, bunu bana daha önce söyleyen kimse olmamıştı, bana hep aptal olduğum söylenmişti ve öğretmenim bana aptal olduğumu söylemişti ve bu yüzden ben tuğla ustası oldum”. Bu duvar ustaları aptaldır demek değil, ama bu işçilik isteyen bir iş. Bu adam bu entelektüel uyanışı yaşadı. Okumaya başladı, edebiyata ilgi duymaya başladı, tarihe ilgi duymaya başladı, ve karısı da… çünkü bir süre sonra karısı eşinin bu gelişimine ayak uyduramamaya başladı, çünkü aynı uyanışı yaşamamıştı.

Son uyanış, dördüncü uyanış, büyük uyanış, ruhsal uyanıştır. Birçok insan bunu yaşamaz veya Firavun gibi bazen bunun için çok geçtir. O bunu, ruhsal uyanışını boğulurken yaşamıştı. Yani bir noktada insan hissi uyanışını yaşıyor ve duygusal bir varlık olduğunu farkediyor. Bir noktada entelektüel keşfini yapıyor, aklını uyandırıyor.

Her insanın aklı vardır. Bu kültürde ortalama denilen, hatta ortalamanın altında denilen insanların aslında muazzam bir entelektüel kapasitesi vardır ama bunu hiçbir zaman ortaya çıkartamamıştır. Hafızanızı düşünün. Muazzam bir hafızanız vardır. Hatırladığınız şeyleri bir düşünün, ATM makinası nerede, ona, şuna, buna ne deniyor, ne tip bulaşık deterjanı alıyorsun… şunu anlatmak istiyorum, o küçücük alanda bir kütüphane kadar geniş, masif bir bilgi deposu var. Bu olağanüstü bir şey. Sorunun bir parçası bu işte, yanlış, gereksiz şeyleri de hafızamıza depoluyoruz.

Ruhsal uyanma genellikle bazı travmalarla ortaya çıkar. Kalp krizi geçiren, büyük bir hastalık geçiren, ailesinden birini kaybeden, çocuğunu kaybeden insanlar, birden hayatını sorgulamaya başlar. Çünkü daha önce bunları sorgulamayı hep ertelemiştir. Birden bu sorulara odaklanır ve bu yaşadığı en büyük uyanıştır. Nihayetinde insan ruhsal bir varlıktır. Hayvani olan özelliklerden sıyrıldıkça ruh ortaya çıkar. Müslümanlar gerçek entelektüelin öldüğünde bilgisinin kendisine fayda sağladığı, öğrendiğinden ahirette de faydalanabileceği bilgiyi öğrenmiş olandır. Diğeri ise öğrenilen ve kaybedilen bilgidir. Gerçek entelektüel uyanış, aynı zamanda ruhsal uyanıştır.

Basiret iç görüştür. Bir şeyi iç gözüyle kavrama kabiliyetidir. Dünyada iyi ve kötü vardır. İnsanın iyi ve kötü kriteri çoğu zaman sevip sevmemekle alakalıdır. Yani, bu iyidir, neden? Çünkü onu sevdim. Bu kötüdür. Neden? Çünkü onu sevmedim. Sevdiğim şeyler iyidir, sevmediklerim kötüdür. İnsanın kriterleri bunlardır.

Araplarda “bir insanın felaketi, başka insanın faydasıdır” diye bir deyim vardır. Yani bir insan için iyi olan diğer bir insan için kötüdür. Mesela bu ülkede bir  dükkana girip çok ucuza kıyafet alabiliyorsunuz. Bu, ülkeyi sevmenizin sebeplerinden biri olabilir. Ama bu kıyafetlerin neden ucuz olduğunu düşündüğünüzde, bu uğurda Güney Amerika’da veya Endonezya’da, bu ucuz tişört için insanların hiç pahasına çalıştırıldıklarını farkedersiniz. Onlar orada sömürülüyor, ve karşılığında Amerika’da AVM’lere insan dolup taşıyor. Saatte 1,5 $’a çalışıyor bu işçiler, bazı yerlerde ise çocukları çalıştırıyorlar. Çünkü elleri küçük, büyük insanların yapamayacağı işleri yapabiliyorlar ve çok daha ucuzlar. İyi olan nedir, kötü olan ne, bu cevaplanması çok zor bir sorudur.

İslam’da, hayr ve şer tam olarak iyi ve kötüye karşılık gelmez. Bunlar “hayr” ve “şer” sözcüklerinin doğru çevirileri değildir. Çünkü “belki bir şeyden nefret edersiniz ve kötü olduğunu düşünürsünüz ama o güzeldir” ve bu yüzden buna mutlak bir kesinlikte karar vermek çok çok zor bir iştir. Şeriat, İslam’ın o korkulan kanunu, bunu belirlemek için bir kriter sunar. Öldürmek kötüdür. Her zaman mı kötüdür? Hayır. Her zaman kötü değildir. Bazen faydalıdır. Birisi sizi zalimce öldürecekse, kendinizi savunma hakkınız vardır ve onları öldürürseniz, kanunun yaptırımı olan bir iş yapmış olursunuz. Diğer taraftan diğer insanın yaptığı kötüdür, ama bu kötüden hayra bir kapı açılabilir. Görüyor musunuz? Aynı iş ama iki farklı durum. Öldürülen insan belki onu tanıyan bazı insanlar üzerinde ruhsal bir dönüşüme sebep olacak veya kişinin ölümüyle bir kanun yürürlüğe girecek ve tüm topluma etki edecek. O halde kötü görünen bir eylem aslında daha fazla iyi üretebilir, bu, Kur’an’ın siz bilmezsiniz dediği noktadır ve çok ilginçtir. …Bunun anlatılması için kullanılan hikaye etkileyici.

Sokrat’ın savunmasından bahsedilmiş. Sokrat dine küfrettiği için ölüme mahkum edildi çünkü devletin resmî tanrılarına inanmadığını söylemişti ve kendisine gençleri ifsad ettiği suçlaması yönlendirilmişti ama idamın gerçek sebebi kendi ifadesiyle şuydu: “Tüm zamanımı genç, yaşlı herkesi ikna etmeye harcadım. Ana meseleniz bedenleriniz olmasın, varlıklarınız olmasın, ama ruhunuzun ilan ettiği en büyük mutluluk olsun, dedim. Zenginlik iyilik getirmez ama iyilik zenginlik getirir dedim. Hem kişi, hem de devlet erdemli olmalıdır dedim. Şimdi bu mesajla gençleri ifsad ediyorsam, nedir bu gençleri ifsad eden mesaj? Kim mesajım bundan farklı diyorsa saçma konuşuyor”. Gençleri bozmak dedikleri şey onların materyalizmden kurtulmasıydı. Anne babalar çocukları daha az materyalistik olduğunda sinirlenirler çünkü eğer para kazanmazsa yaşlandıklarında onlara bakacak kimse olmayacak diye endişelenmeye başlarlar. Bunu yapmak zorundasın derler, dışarı çık ve bir sürü para kazan… Kim bu planı, ebeveynin kafa konforunu bozuyorsa o gençleri ifsad ediyordur, gerçek sebep budur.

Diğer bir sebebi ise şöyle açıklıyor: “Birisi bir kahine gidiyor ve Yunanistan’ın en akıllısı kimdir? diye soruyor. O da “Socrates’tir”diyor.  Socrates bu doğru olamaz diye düşünüyor. Ve bunu çürütmek için çalışıyor. Tüm zeki diye bilinen insanlara gidiyor ve gördüğü şey hepsinin gerçekten cahil oldukları oluyor. Bu yüzden ona idam cezası veriliyor. Diyor ki “sizler benim gibi değilsiniz çünkü ben halkın arasında konuşup sizin güya zeki dediğiniz adamları inceliyorum, ve cehaletlerini herkesin önünde sergiliyorum ve bu onları çılgına çevirdi ve bu yüzden benim ölmemi istiyorlar”. Bu metinde benim ilgimi çeken şey şu oldu, Socrates ne zaman yanlış bir şey yapmak istese hatiften onu durduran bir ses işittiğini söylüyor. Hiçbir zaman isteyerek kötü bir şey yapmak istemedim ama istemeden de olsa bir kötülük ortaya çıkacak olsa bu ses beni durduruyordu diyor.

Socrates şöyle diyor: “kınanmama sebep argümanlarımın eksikliği değildir, ama askerlerimin ve arsızlığımın eksikliğidir. Sizi suçlayarak kendimi temize çıkarmaya çalışmayacağım. Ben, tehlikeye düştüğüm zaman, ne böyle aşağılıklara, alçaklıklara saparım, ne de kendimi müdafaa etmediğime pişman olurum. Asla! Böyle bir şey yapmaktansa, sizin alıştığınız gibi kendimi müdafaa etmektense, alıştığım gibi söz söyleyerek ölmeyi üstün görürüm. Çünkü savaş meydanında olduğu kadar, adalet karşısında da ben de, başka hiç kimse de kendini ölümden kurtaracak vasıtaları kullanmağa kalkışmamalıdır. Evet, çok defa, bir kimse savaşta silahlarını bırakmakla, düşmanlarının önünde diz çökmekle ölümden kurtulabilir; her şeyi söylemeği, her şeyi yapmayı kabul eden bir kimse için her türlü tehlike karşısında ölümden kurtulmanın daha birçok çareleri vardır; yalnız şuna iyice inanınız, yargıçlarım, asıl mesele, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar,

Ve diyor ki: “benim katillerim olan sizlere haber vereyim ki, ölümümden çok geçmeden bana verdiğiniz cezadan daha ağır bir ceza sizi beklemektedir. Beni öldürmekle hayatınızın hesabını soranlardan kurtulacağınızı sanıyorsunuz. Fakat bana inanınız, sandığınızın tam tersi olacaktır. Evet, hiç şüphe etmeyiniz, şimdiye kadar öne atılmalarına engel olduğum birçok kimseler, karşınıza çıkacak, sizi şiddetle suçlayacaklardır.” İginçtir tüm bu adamlar Spartalılar geldiğinde öldürülmüştür, tamamını kıyımdan geçirmişlerdir. Socrates “Kehanete yaklaştığımı hissettim” diyor, böyle diyor.

Yani eğer Hindu-Avrupalı bir Peygamberdiyse, bilmiyorum, Allah bilir. Her durumda enteresan bir karakter. Diyor ki “eğer hayatınızın yanlışlığını ortaya dökmeyi durdurmak için insanları ölüme gönderiyorsanız, sizin bu mantığınızda bir hata var. Bu çeşit bir kaçış ne mümkündür ne de inandırıcıdır. Bunun yolu diğerlerini durdurmak değildir, kendinizi düzeltmenizdir. Eleştirileri göz ardı etmezseniz, dinlerseniz, ciddiye alırsanız ve kendinizi düzeltirseniz, kınanmaktan kurtulmuş olursunuz…” Bu ilginç bir diyalog, henüz ona idam cezası vermemişler, ona uygun cezayı sen seç diyorlar. Diyor ki “suçum sizin cehaletinizi göstermek ve materyalizmden uzak durun demek. Bence siz hayatımın geri kalanında bana bedava yemek vermelisiniz.” Onu idama mahkum ettiler, o da onları cehenneme mahkum etti.

Onu ölüme mahkum ettiklerinde şöyle diyor: “Başıma gelen bu şeyin benim için nimet olduğunu sanıyorum. Bizler ölümün kötü bir şey olduğu konusunda yanılıyoruz.”. Hayatı boyunca iyi sonuçlanmayacak bir iş yaptığında bir sesin onu engellediğini söylüyor. “Ölüm iki şeyden biridir, ya yok oluştur ve bilinçsizlik halidir, veya bize denildiği gibi ruhun bir mekandan diğerine göçmesidir. Hiçlik ise uyku gibidir, farklı bir dünyaya gidiliyorsa şüphesiz orası gerçek adaletin bulunduğu yer olacaktır. İyi bir insan olarak yaşadınsa korkacak neyin var? Doğru uğruna on defa ölmek isterim. Palamites, Ajax, Telemonun oğlu gibi bunları diğer tarafta tatmak isterim. Talihimi onlarınkiyle karşılaştırmak isterim çünkü onlar da adaletsizce hüküm giydiler.”

Ve sonra şöyle diyerek bitiriyor: “Kendi adıma bana bu cezayı verenlere ve beni suçlayanlara karşı kin duymuyorum. Her ne kadar niyetleri bana acı vermek olsa da, hepsini affediyorum çünkü bana acı verdiğinizi düşünmüyorum, bence bana iyilikte bulunuyorsunuz. Bana şehadet bahşediyorsunuz. Şimdi benim ölme, sizin yaşama vaktiniz ama hangimizin daha mutlu olacağını yalnız Allah bilir. Siz benden, bir kötüden kurtulacağınızı düşünüyorsunuz, topluma iyi bir şey yaptığınızı sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz ve yaptığınızın karşılığını bulacaksınız. Ben müsterihim, hayatımda hep iyi şeyler yaptım, sizi uyardım, sizlere öğütler verdim ve bu yüzden ölümden korkmuyorum”. Bu farklı bir ölüm perspektifidir, ölümün kötü olarak görülmesini cehalet olarak nitelendiriyor çünkü neyle karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz.

Gorgious’la bir başka diyaloğunda cennet ve cehenneme ve herkesin adil bir şekilde yargılanacağına inandığını söylüyor. Orada herşey çıplak olacak ve o mahkemede aldatma olmayacak, kimseyi güzel kıyafetlerle, süslü argümanlarla kandıramazsınız diyor. Birine de şöyle hitap ediyor: “belki bugün kulakları mühürleyebilirsiniz ama öteki dünyada sizin kulaklarınız mühürlenecek. Siz bunun bir efsane olduğunu düşünüyorsunuz, ben öyle olduğunu sanmıyorum. Onun doğru olduğuna inanıyorum” diyor.

… Biraz okumak için…

İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Kas 17, 2012 | Reply

    İslam’ın vizyonu (7) / Hamza Yusuf: http://t.co/xNwANgtx

  3. Yazan:@iyimser2 Tarih: Kas 17, 2012 | Reply

    İslam’ın vizyonu (7) / Hamza Yusuf: http://t.co/3mTVH5VK

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin