RSS Feed for This Post

İslam’ın vizyonu (6) / Hamza Yusuf

İslam’ın bir güzelliği de dünyaya sırtını çevirmemesidir. “Dünyada bir yolcu gibi ol” der, “burada sonsuza kadar kalamayacağını bil ve buna göre davran”. Çünkü bir yabancı diğer insanlar gibi hareket etmez. Bir köyde misafirseniz tutup köyde dükkan açmazsınız, evlenip çoluk çocuğa karışmazsınız, çünkü bir sure sonra oradan ayrılacağınızı bilirsiniz. Maksadım bunları yapmayın demek değil, bunları eninde sonunda arkamızda bırakacağız, bu şuurla yaşamalı, dünyaya histerik bir şekilde bağlanmamalıyız demek istiyorum.

 Soru/ cevap

Kelimelerin kendi içinde bir değeri vardır ama asıl amacı başka bir manaya işaret etmektir, arada bir ilişki vardır. Kitap bu konuya da girmiş. 13.yüzyılda yaşamış, dünyanın harflerden oluştuğunu söyleyen bir Endülüs filozofundan alıntılar var. DNA’da dört nükleik asit vardır, ve bunlar 64 farklı kombinasyonda biraraya gelir. Bu 64 farklı kombinasyon birleşip belli yapıları oluşturur ve farklılaşmaya sebep olur. Fakat aslında hepsinin temeli aynı yapı taşlarıdır. Temelde her şey aynıdır, her canlıda bulunan DNA’lar birbirinin aynıdır. Bu filozof da aynı biçimde dünyanın ses ve kelimelerin tezahürü olduğunu söylüyor. DNA gibi. Karaciğerin belirli bir kombinasyonu vardır ve her vücutta bu kombinasyon aynıdır. Karaciğeri olan tüm canlılarda, karaciğer aynı erketip harflerden oluşur. Bu bir felsefe. Buna Kur’an’dan veya başka bir kaynaktan delil getirip getirmediğini bilmiyorum. Eminim delilleri vardır. Arapça’da alem işaret demektir. Âlim ism-i fâildir. Fâ’l bir vasıtayla bir şeyi yapmaktır, tabih’in bir şey ile kaplamak demek olması gibi. Alem de bir şey vasıtasıyla bilinendir. Dünya âlimle, bilenle bilinir ki o Allah’tır. Âlim’le alem (dünya) arasındaki fark fetha ve kesredir. Bunun anlamı dünya gerçeğinin imanla bilinebileceğidir. Bu Allah’ın ayetidir.

 Hangi arzular helal, hangileri haramdır?

Arzular illa ki kötü değildir. Şeriatta haram kılınanlar dışında, mesela yemek iştihası faydalı bir arzudur. Yemek iştihan olmazsa ölürsün. Ama domuz yeme iştihan varsa ortada bir sorun vardır. Veya aşırı yemek iştihan varsa bu sana zarar verecektir. Fazla yemek haram değildir ama mekruhtur. Ama sağlığına zarar verecek derecede yersen, doktorlar sana yemek tüketimini azaltman gerektiğini söylerse haram olur. Çünkü kendini öldürüyor konumuna düşersin. İnsanların mezarlarını kendi dişleriyle kazdığı söylenir.

 Haram arzuları olan bir kişiden boşanılabilir mi? Bu boşanmak için doğru bir sebep midir?

Yasaklı bir şeyse ve o kişiye de günahına ortak etmek istiyorsa bunu yapmak haramdır. Kişi onu bir şey yapmaya zorluyorsa veya talepte bulunuyorsa, mesela rektal ilişki gibi, bu boşanmak için bir sebeptir.

 Allah’ın tabiattaki delilleri nelerdir?

Peygamberler ve vahiy bir kenara, her şey işarettir. Kendimiz de bir işaretiz. İşitmemiz, görmemiz, aklımız, kavrayışımız, konuşmamız, hayatımız, tüm bunlar Allah’ın işaretleridir.

 Japon felsefeci İsuzu’dan bahseder misiniz?

Kur’anî Veleter Chalen diye bir kitabı var. 32 dil biliyor, müthiş bir zeka. Veleter Chalen Almanca bir tamlama, “dünya görüşü” demek. Kitaplarını Web’den Fons Vitae üzerinden satın alabilirsiniz.

 Telefonda şehadet getirilebilir mi?

Şahit gerekir. İstediğin yerde şehadet getirebilirsin ama sağlam bir şehadet için iki şahitle yapılması daha iyidir. Bir adada tek başına cep telefonuyla yaşıyorsanız şehadet getirmek istiyorsanız, bir müslüman ülkeyi ararsınız, ikinci bir operatörü de telefona davet edersiniz, ve bunu yapabilirsiniz.

 (Soru deşifre edilemedi)

Lichtenstein hayatının sonunda konuşmadı çünkü gerçeğe dair bir şeyin lisanla telaffuz edilemeyeceğine inanıyordu ve o bir dil felsefecisiydi. Dünya hem dille yürüyor, hem de dilden dolayı yürümüyor. Bütün problem dille ilgilidir. Rumi’nin en sevdiğim hikayelerinden biridir. Arap, Farsi ve Rum birlikte seyahat ediyorlar ve bir dirhem buluyorlar. Aynı anda ellerini uzatıyorlar. Arap, bununla “ineb” alalım diyor. Farsi, hayır bununla “engür” alalım diyor. Rum, hayır “venatas” alacağız diyor. Aslında aynı anlama gelen bir kelime uğruna kavgaya tutuşuyorlar. Rumi’nin yorumu şu ki, onların ihtiyaç duyduğu tek şey iyi bir tercümandır.

 Problemin bir parçası dildir. Burada temas edilen ve benim de katıldığım bir konu şu ki, insanlar ben tanrıya inanmıyorum dediklerinde müslümanlar senin tanrı tanımın nedir diye sormalılar. Çünkü ben de o tanrıya inanmıyorum. Birçok insan inanılamayacak bir Tanrıya inanmaz. Bu doğru ama bu dili reddeden bir kişi ile önce yeni bir dil inşa edilmelidir. Eğer ona kalkmasını söylüyorsam ve kalkıyorsa bu, o kişiyi harekete geçirmek için yeterince anlamlı bir dil kullandığımın göstergesidir. Anlam dil ile iletilebilir ve kolaylıkla sergilenebilir, bu dil anlamlıdır. Deney üstü bir gerçek hakkında bu dili kullanarak konuşamayız düşüncesi de mantıksal pozitivizm düşüncesidir ve modern bir sapkınlıktır. Metafizik bir dilin anlamsız olduğu ancak somut şeyler hakkında konuşulabileceği düşüncesi… Bu da problemlidir çünkü insan aklının evrenselliği vardır ama belirli bir ağaca işaret ettiğimde o evrensel değildir. O bir özel ağaçtır, yani dil içinde de tanımladığımız soyut şeyler vardır.

 Dışarı çıktım ve ağaçları izledim. Ağaçlar ilginç şeyler. Yürüyerek dolaştım ve farklı ağaçlara baktım, hepsi tamamen ayrı ve kim evrensel ağaç fikrini icad ettiyse, bu doğru değil, çünkü bu gezegendeki herbir canlı tektir. Evet insanoğlu olduğumuz gerçeğini paylaşıyoruz ama insaoğluna dair özel bir örneğe işaret edemem. Zihnimizde neyin insan olduğuna dair bir şekil var, evrenselleri bulamazsınız, zihin algılar. Bu metafizik kavramdır çünkü madde dünyasının ötesindedir, evrensel kavram. Tanrı düşüncesi, beyin bunla kodlanmıştır, bu kadar basit.

Bir kitap var, “Neden Tanrı çekip gitmez” diye, inancın nörobiyolojisini anlatıyor. İnsanlar inanmak üzere kodlanmışlardır. Bunun içinde bir gerçek var, insanlar inanır. Ne yazık ki bu akıl oyunlarına kapılıyoruz. Benim için sebep bir araba kazasıydı. Bazen gafletteki bir insanı uyandırmak için güçlü şoklara ihtiyaç duyulur. Şeyh Said Ramazan diyor ki, Müslümanlar için ateistler Allah’ın işaretleridir. Bir insan Allah’ı inkar edebilir, bu O’nun varlığına bir delil olduğu gibi O’nun merhametli ve şefkatli olduğunun da delilidir. Böylece aramızda dolaşır ve rahatlıkla “Allah’a inanmıyorum” diyebilir. Bazıları şöyle yapıyor: “Ben Sana inanmıyorum”. Sonra bakıyor çarpılmamış. Bunu yapanlar var, “Allah yok, hadi çarp beni, hadi çarpsana göreyim. Hey Tanrı eğer gerçekten oradaysan haydi çarp beni” diyor.

 Allah merhametlidir. Sidi Ahmed Zerruk der ki, Allah’ın en büyük delillerinden biri gemicilerdir, çünkü gezegendeki en muzır insanlardır ve okyanusta güvenli bir şekilde seyahat edebiliyorlar. Gemiciler alınmasın. İngilizce’de derler ki dilleri o kadar kirlidir ki, gemici allığı yapılabilir, liman şehirleri de meşhurdur.

 Tövbeden sonra affedildiğimizi nasıl anlarız?

Bunu farzetmek durumundayız. Bir hadis-i kudsi’de “Ben kulumun zannı üzerineyim” buyrulur. Bunun anlamı şudur: Halis bir tövbe yaptıysan ve Allah’ın seni affettiğine inanmıyorsan, seni affetmeyecektir. Ama buna içten inanıyorsan, samimi bir tövbe yaptıysan pişmanlığın kabul edilmiş, affedilmişsin demektir.

 Kur’an iki çeşit insan tasnifi yapar: İşaretleri takip edenler ve işaretleri (ayetleri) göz ardı edenler. Kur’an, işaretleri inkar etmenin sonuçlarının hem bu dünyada, hem de ahirette görüleceğini söyler. Mesela inkar eden ve Allah’ın onlara bahşettiği doğru yoldan sapan toplumların başına gelenlere dair ayetler sunar. Kur’an birçok yerde “yeryüzünü dolaşın ve sizden öncekilerin başlarına gelenlere bakın” der. Nasıl yaşadıklarına ve nihayetinde Allah’ın işaretlerini inkarlarından dolayı başlarına neler geldiğine ibret nazarıyla bakmamızı öğütler. Kur’an’ın bir şehirle ilgili benzetmesi şu şekildedir: “Allah bir şehri örnek verir, güvenliydi, huzurluydu ve ihtiyaçları tüm dünyadan geliyordu”… Bu tarif Mekke’yi anlatır, Mekke insanlarını hatırlatır. Kur’an bunun ardından diyor ki “onlar Allah’ın nimetlerini yalanladılar”, yani o nimetleri Allah’ın verdiğini unuttular. Nimetlerin kaynağını unutmak ; yaptıklarını, sahip olduklarını kendi çabasından, kendi toplumundan bilmenin sonucudur. Ulaştıkları sonuçları kendi çalışmasından bilen insanlar var.

 Kur’an bu iki işaretle ilgili kesin kelimeler kullanır. Dışarıda ve nefsinizdeki ayetler. Bunlar doğal ayetlerdir ve bir de vahyi ayetler vardır. Kur’an, akala kelimesini kullanıyor, “akletmez misiniz?” Akıl, Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimettir. Allah diyor ki “O size kulaklar, gözler ve kalpler verdi”. Ulema, bu üçünün birlikte zikredilmesinin sebebinin bilginin görerek ve işiterek elde edilmesi olduğunu söyler. Bunlar kendi içinde işarettir ama işaretleri görmek ve işitmek gerekir. Bu yüzden Allah, ayetleriyle ilgili şöyle buyurur: “onları görmüyor musunuz?”. Mülk suresinde Allah cehennemdekilerin “keşke dinleseydik” diyeceklerini bildirir. Allah “Onlara şükranlarını göstersinler diye görme nimetini verdik” buyurur, yani Allah, insanlara bahşettiği bu nimetlere karşı şükredilmesini istemektedir.

 Aklın kökü fuaddır, kalptir. Kur’an, “kalpleri vardır fakat anlamazlar” der. Bir de fehm var, yani anlama yeteneği. Allah insana aklını kullanarak anlayabilmek yeteneğini vermiş. Bir de fıkh var, eski Arapça’da fakih, bir hayvan sürüsü içinde gebe olan hayvanı farkeden kişi anlamına geliyor. Yani fakih başkaları için açık olmayan bir şeyi anlamaya malik kişidir. Hz.Peygamber (SAV) diyor ki, “Allah birine hayır murad etmişse onu dinde fakih kılar”. Her ne kadar geleneksel olarak fakih, hukukçu anlamında anlaşılsa da hadiste kastedilen bu değil. Dinin ruhunu kavramış, İslam’ı dünya hayatının koşullarına nasıl tatbik edeceğini bilen kişidir kastedilen. Gerçek fakih budur. “tufakera”, “fakara” Kur’an’da olumsuz bir sözcüktür, sadece El Velid’de bir defa kullanılmıştır. Tefakera düşüncedeki gayrettir, anlama çalışmasıdır, fakara düşünce üretmektir. Tefakera ise anlamaya çalışmaktır. Velid el Mugire Kur’an’ı nasıl yaftalayacağını düşünen bir adamdı. Sihir mi desem? Şu mu bu mu?… “tafakar” derin düşüncedir, bir düşünce aklına gelir ve bunu çözmeye çalışırsın, “tafakar” budur, “fakara” ise başka bir şeye yönelen, senden çıkan şeydir. Aslında zıt anlamlıdır, “fakara” başka bir şeye yönelttiğindir, “tafakar” ise içinde anlamaya yönelik seni teşvik eden şeydir, “tezakarah” ise hatırlamadır. Kur’an’da insanoğlunun içinde işaretlerin ne anlama geldiğine dair bir anlayışın bulunduğu, insanın bu özü unuttuğu düşüncesi vardır. İnsanoğlu dünyaya inmiş ve özünü unutmuştur, Kur’an buna “zikr” der, bu aslında zaten bildiğin bir şeyi hatırlamaktır, “onlara hatırlat çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir”. İnsan ancak bildiği bir şeyi hatırlayabilir. Yani bütün bize öğretilen şeyleri aslında biz biliyoruz, yani zaten bildiğimiz şeyleri hatırlıyoruz sadece. “Veseme”nin anlamı delildir. “tevaseme” delilin anlamını kavramaktır, “mutavasım” iyi ve kötüyü ayırt edebilen kişidir. “görünenin” altında gizli olanı görebilendir.

 Tüm bu kelimelere dikkat ettiğimizde aynı fikir etrafında döndüklerini farkediyoruz: dünya işaretlerle doludur ve insanoğulları işaretlerin yorumcusudur. Allah insana Kur’an’daki ifadeleriyle lubb, kalp, fu’ad, akıl vermiştir. Bütün bu farklı kelimeler aynı anlamın nüanslarıdır.

 Lubb; kök kelimesi itibarıyla tohumdur, bir şeyin derindeki özüdür, Tohum toprağın içine, derine gömülür, tüm ağaç tohum içinde saklıdır. aynı şekilde insanın içinde, özünde Allah ve kainatın bilgisi vardır.

 İşaretler, bize bu derin bilgimizi hatırlatır. Nimet ayetleri, Allah’ın nimetlerinin işaretleri vardır. Sağlık, afiyet Allah’ın nimet ayetidir, bütün bunlar Allah’ın nimet olarak gönderdiği işaretlerdir. Hz.Peygamber “zenginlik mal çokluğuyla değil gönül tokluğuyladır” buyurmuştur. Yani arzusu olmayan insan zengin bir insandır. Bir insan büyük zenginliğe sahipse ama arzularla doluysa, hep daha fazlasını istiyorsa, bu anlayışa göre zengin değildir.

 Rahmet, merhamettir, ve tüm kainatın köküdür. Er Rahman, Allah’ın kullarına da bahşettiği bir nimettir ve Hz.Peygamber’in varlığının özünde (sallallahu aleyhi vesellem) rahmet bulunur. “Biz Seni alemlere Rahmet olarak gönderdik”. Bu dünyadaki her bir ayet Allah’ın merhametinin tezahürüdür. İbn Abbas der ki, “dünyadaki her şeyin merhamet eseri olduğunu kavrarsan, yani merhametten başka bir şey görmezsen – Allah’ın merhametinin tezahürünü fiillerinde görmeye başlarsın ve failinin merhametine muttali olursun”.

 Bir diğer delil tebşirattır, Allah’ın büşra vermesi. Bunu yaparsanız böyle olur. İnanırsanız Allah size hükümranlık verir, mahsulünüzü arttırır, bunun gibi şeyler. Kur’an’da tebşir delilleri vardır. Bunun yanında intikam delilleri de vardır. Allah, kullarına doğruluklarından dolayı zulmedildiğinde mazlumların intikamını zalimlerden alır. Bunu farketmek ilk bakışta biraz zor olsa da bu uyarılar da birer ayettir. Şeriatta o şöyle yaptı, bu başına geldi şeklindeki düşünce yasaktır. Ama insanlar bu olasılığı göz önüne almalıdır. İnsan, başına kötü bir şey geldiğinde bunun sebebinin kendi hatası olduğu ihtimalini değerlendirmelidir, bu kendi eliyle işlediğinin bir sonucudur. Bu Kur’an’daki önemli bir düşüncedir. “İkap” kelimesi, “akabe” kelimesinden gelir, takip eden, sonra gelen demektir. Yani ikap önceki fiillerin cezasıdır. Keyfi azap yoktur, Allah kullarını sebepsiz yere cezalandırmaz. Ceza bir sonuçtur. Azap haddi aşmanın sonucudur, tebşir olduğu gibi inzar da vardır. Müjdeler olduğu gibi uyarılar da vardır. Peygamberler hem tebşir eder, hem de inzarda bulunurlar. Yani hem uyarırlar, hem de müjdeli haberler verirler. Kur’an’da nerede bir cezadan bahsedilse hemen arkasından rahmetle ilgili bir ayet gelir. Kur’an ayetlerinde ikisini ayrı göremezsiniz. Allah vaad eder. Güzel işler işleyen kullarını Allah över, ihsan ve ikram vaad eder. Yanlış yapan kullarını ise, yaptıklarının karşılığıyla inzar eder, uyarır.

 İnsanoğlunun bunlara karşılığı iki şeyden biridir. Ya tasdiktir veya tekzip. Ya bu işaretlere inanırsınız veya onları inkar edersiniz. İnkar edenler işaretleri tesadüf ve anlamsızlıkla itham ederler. Nihilizmin de yaptığı budur. Olan biten tesadüflerin sonucudur, şanstır, eylemlerimizin dünyada başımıza gelenlerle bir ilişkisi yoktur. Karşılık diye görünen şeyler tamamen tesadüften ibarettir. Sebep-sonuç ilişkisine ve ahlaki bir temele sahip olmayan, bazı değişkenlerin biraraya gelip ortaya çıkardığı suçun tesadüfen karşılık bulması durumudur. Bu insan işaretleri reddeder. İşaretleri kabul eden insanlar ise kainatta her şeyin ve hayatının da anlamlı olduğuna inanan insanlardır. Hayatındaki olayların anlamlı olduğunu, tesadüfi olmadığını düşünür. İnsan gruplarının da tuttukları yol önemlidir. Seçtikleri yol, kolektif olarak sonuçları belirler. Bir ülke Tanrı’nın gazabını üzerine çekebilir, çünkü bunu bireysel olarak değil, hep birlikte tercih etmişlerdir. Hz.Peygamber (SAV) demistir ki “Allah’ın musibeti geldiğinde iyi ve kötü herkesi etkiler”. Herkesi etkiler. Kur’an der ki “Öyle beladan çekinin ki içinizde sadece zalimlere isabet etmez”. Kötülüklerden dolayı sadece zulmedenler zarar görseydi kimse dünyadaki yanlışları düzeltmek için kılını kıpırdatmazdı. Zalimin başına gelecek olanın gelmesini beklerdi, fakat dünyadaki yanlışlar herkesi etkiler. Modernitenin sunduğu “kimseye zarar vermediğim sürece her şey yolundadır” anlayışına karşılık İslam kozmolojisinde açıkça ve herkesin önünde işlenen ve toplumun tepki göstermediği bir yanlışın toplumu etkileyeceğine inanılır, kimseye görünürde bir zararı olmasa bile. Görünür bir zarar yoktur belki ama aslında içten içe zarar vermektedir, toplum yapısını çürütmektedir. Önceki kavimlerin başlarına gelen işaretlerdeki seviyeye kadar gelinir ve medeniyet ortadan kalkar, istilaya uğrar. İbn Haldun “toplumlar dejenere olurlar ve işgal edilirler. Sonra işgalciler toplumu yeniden canlandırırlar” der, Amerika güneyliler tarafından işagl edildi, Pat Buchanan tipi bir senaryoya baktığınızda Güney Amerika ve Meksika, Amerika’yı yönetecek ve sonar tekrar canlanma olacak. Bu projeksiyondur. Geçmişte Moğol istilası vardı, Müslüman toplumları kırıp geçiriyorlardı, önlerine gelenleri acımasızca öldürüyorlardı ama Moğol istilası Müslüman kültürü ve medeniyetini canlandırdı ve bir nimet haline geldi. Nimeti hadisatın bulanıklığında göremezsiniz. Gördüğünüz bir katliamdır ve kıyımdır. Kur’an’ın hatırlattığı şeylerden biri de budur, bütününü göremediğiniz şeyler hakkında peşin hükümde bulunmamamız gerektiğini söyler. Bir hadise gerçekleşirken bunun korkunç bir şey olduğunu düşünebilirsiniz. Bu yüzden Kur’an der ki “bazı şeyleri istemezsiniz halbuki sizin için hayırlıdır” yani değerlendirmelerimiz kısırdır, kısa vadelidir. Gördüğümüz kısa bir zaman dilimi için bir değerlendirmedir ve sonucun korkunç olduğunu düşünürüz fakat sonunda içinde ne büyük nimetler olduğunu farkederiz. Bu yüzden beklemek ve peşin hükümde bulunmamak önemlidir çünkü sonuçta bu sadece resim içindeki bir kısımdan yola çıkıp bütün hakkında hüküm sahibi olmaktır. Bu yüzden beyan alimleri- bu İslam retoriği ilmidir- derler ki ,”bir konuda hüküm vermeden önce parçaların bütün içindeki yerine kavramalısınız” yani sadece bir yönünü anlıyorsanız bir hükümde bulunamazsınız. Onu iyice anlayabilmeniz gerekir. Bu yüzden ancak Allah hükmedebilir, biz sadece zahire gore hüküm veririz. Bu sınırlı bir hükümdür. Ancak Allah hüküm sahibidir çünkü hüküm vermek için gereken tüm değişkenleri, hadisatın iç yüzünü, batınını bilen ancak O’dur.

 İnsan iki şekilde karşılık verir: Şükranla veya nankörlükle. Ya şükran dolusunuzdur, şakirsinizdir, müminsinizdir veya nankörsünüzdür, kafirsinizdir. Dünyadaki işaretler bu iki şekilden biri ile yorumlanır. Bu durumun muhafazası için şükreden kişinin takva mertebesine ulaşması gerekir. Takva, sahip olduğunu kaybetmekten korumaktır. Bunu yapmanın yolu şükranı muhafazadır çünkü Kur’an der ki “şükrederseniz nimetimi arttırırım”yani mefhum-u muhalifiyle şükretmeyi bırakırsanız bu nimetler kesilir. Bu yüzden İbn Ataullah Hz. der ki “şükran nimetin bağlama ipidir”. Bir hayvanınız varsa ve kaybolmasın istiyorsanız ayaklarını bağlarsınız. “nimetin bağlama ipi şükrandır”… Şükretmiyorsanız nimetlerin uzaklaşmasına izin veriyorsunuz, muhafaza etmiyorsunuz demektir. Bunun sonucu ya iman veya küfürdür. İman ve küfrün sonucu da ya cennet veya cehennemdir.

 Kitaba dönmeden once, Ragıp el Hisbahani’nin verdiği sunumu çok ilginçti, bunun üzerinde biraz durmak istiyorum. Kur’an’daki en yüksek şey tevfiktir. İnsanoğlunun bulunabileceği en yüksek mertebe tevfiktir. Arapça’da tevfik kelimesi karşılık bulmak anlamındaki kökten gelir. “Muvafaka” yazışma demektir. Tevfik’in tanımı, insan oğlunun iradesinin Allah’ın iradesiyle karşılık bulması ve bu irade rehberliğiyle meydana gelmesidir. Kur’an’a göre bunun üç derecesi vardır.

 İlki iyi ve kötüyü bilmektir. Buna gore amel edilmese dahi bu bir rehberliktir. Kur’an’da “Biz insaoğluna iyi ve kötünün yollarını gösterdik” buyrulur. Yani herbir insanoğlu doğru ve yanlış konusunda yönlendirilmiştir ve ruhun doğası budur. Hz.Peygamber (SAV)’e “günah nedir?” diye sorulduğunda, “günah göğsünde sıkıntı oluşturan şeydir” diye cevap buyuruyor. Fıtrat budur. İnsan yanlış bir şey yaptığında içi sıkılır. İnsanoğlunun bu durumla başedebilmek için farklı stratejileri vardır. Bunlardan biri alkoldür, uyuşturucudur, dünyaya dalmaktır, günahını paylaşmaktır. Kendinden daha günahkar insanlarla birlikte bulunmak ister, çünkü bu insanlar kendinin yanlış yapmadığı konusunda kendi kendini ikna etmesine yardımcı olurlar.

 Şekerci adam operasyonunda, pedofilileri bulmaya çalışan FBI yetkilileriyle yapılan bir görüşme var. Çok ilginç. Bu insanlar yanlış yaptıklarını biliyorlar ve internete bağlanma sebepleri bu suçluluktan kurtulma çabası. Kötü arkadaşlarla birlikte olmak istiyor. Çünkü onlar da onun yaptığı kötü işi yapıyor. Günahı paylaşınca, “demek ki bu kadar kötü bir şey değil” diye düşünüyor. Bu yüzden İslam geleneğinde en kötü şeylerden biri yanlışı alenen yapmaktır çünkü insanların yanlışı önemsizleştirmesine yol açar. Bu yüzden tehlikelidir. Bir Fransız etik felsefecisi der ki “ikiyüzlülük ahlaksızlığın erdeme gösterdiği hürmettir”. Bu İslam anlayışına çok yakındır.

 Batı kültüründe “her şeyi açıkla, bütün kötülüklerini ortaya dök, içini boşalt, kötü hissetme!” fikri var. Katolik Kilisesinde, Meryem ananın önünde eğilip ve bütün bu ritüelleri yapıp günahlarından arınmak vardır. Bu kültürde günahlar, “bunlar günah değil !” diye silinir. Günah işlemiş insane şöyle deriz: “hayır, sende bir hata yok merak etme”. İyi ama o yanlış bir şey olduğunu hissediyor ve bu yüzden psikiyatristte. Psikiyatrist ona “kendin hakkında kötü hissetme, sende özgüven eksiği var” diyor. Tamam da neden bizde özgüven eksiği var? Çünkü bunu ona toplum söylüyor. Tüm bunlar nereden geliyor? Bunu görüyorsun çünkü bu tavuk/yumurta ikilemine giriyor.

 Bu erdem düşüncesi nereden geliyor? Chichester Üniversitesinde aldığım etik dersinin kitabında diyor ki “din yarattığı problemleri çözer”. Yani din günah fikrini yaratır, ve sonra tövbe, pişmanlık ve telafi fikrini de verir.

 Günahın nereden geldiği sorusunu sormalısınız. İnsan neden bazı şeyleri günah olarak görür, bu fikir nereden geliyor? Bu ilk Habil ve Kabil hikayesinde geçer. Kabil, kardeşini öldürünce kendini kötü hisseder. Neden kötü hisseder? Doğru ve yanlışın olmadığı nihilistik bir dünyadaysak, o halde ona kötü hissettiren şey ne? Kötü bir şey yapıyor ve ruhu bunu biliyor, ruhu kötünün ne olduğunu biliyor ve ruh bu yüzden sıkılıyor.

 İlk rehberlik derecesi doğru ve yanlış bilgisidir. Bunun ortaya çıkmasının iki yolu var. Bir doğal kanun var, buna “fıtrat” deniyor, insanoğlunun doğru ve yanlış hakkında bir iç bilgisinin olması demek. Aynı bir kedi gibi, ona yem verirsen senin önünde yer ama çalıyorsa, yakalar ve kaçar. Daha önce çalarken yakalandığından böyle olduğunu söyleyebilirsiniz ama bu sonucu değiştirmez, kedi ve kopek bile bir şeyi meşru olarak alıp almadıklarının farkındalar. İnsanoğlunda da bu var.

 Bir diğeri vahiydir, Peygamberler iyi ve kötünün, hayır ve şerrin bilgisini verirler. Bu eski bir problemdir. Filozoflar iyiyi Tanrı bizzat iyi olduğu için mi emretmiştir, yoksa o emrettiği için mi iyi olmuştur? Sorusunu tartışmışlardır. Bir şey kendi içinde mi iyidir yoksa Tanrı söylediği için mi iyidir? Müslüman alimler içinde baskın görüş, farklı görüşler olsa da, iyi olan şeylerin Tanrı iyi dediği için iyi olduğu şeklindedir. Başka bir deyişle, akıl her zaman iyinin ne olduğuna ulaşamaz, vahyin gelmesi ve söylemesi gerekir. Çünkü bildiğimiz şeyler olduğu gibi bilemeyeceğimiz şeyler de vardır.

 Oğullarımdan biri sigara içen biri görmüş ve ona şaşkınca bakmış. Adam ona “bunu hiçbir zaman yapma” demiş. Sonra bize sordu “neden bunu yapıyorlar?”. Yani, madem bunun yanlış olduğunu biliyorlar, neden bunu yapıyorlar? Burada insanoğlu çok komplike hale geliyor çünkü bir şeyi bilmelerine ragmen bildiklerinin tersine gidebiliyor çünkü ruhta denge yok. Rasyonel ruh bu düşük nefislere üstün geldiğinde, öfke, şehvet, arzuyu isteyen nefis rasyonel ruhun kontrolü altına girer. Allah buna “akıl” der ve bunu kullanmamızı söyler. İnsanlar isteklerine teslim olursa, nefsinin en düşük arzularının esiri olur, ve umutsuzluğun en dip gayyalarına kadar düşer. Yani en kötü durum senaryosu berbattır ama birçok insan orta bir yerlerde tutunur. Tamamen nefsine teslim olmuş insanlar vardır , kokain bağımlısıdır veya iştihalarının arzu ettiği şeyle yaşarlar. Alkolikler kendilerini hayata dair düşünmemek üzere uyuştururlar.

 İkinci çeşit rehberlik kula verilen meded veya yardımdır. Bu ilahi yardım onun ilmine ve amellerine, güzel amellerine bağlıdır ve Kur’an’daki “kim bu rehberliği alırsa biz ona rehberliğimizi arttırırız ve ona takvayı bahşederiz” diye buyrulan rehberlik budur. Hz.Peygamber (SAV) bir hadis-i kudside “Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ona bir zir’a (kol boyu) yaklaşırım. O bana bir zir’a yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim” buyruluyor. Bu antropomorfik olarak Allah’ın koşması şeklinde anlaşılmamalıdır, siz bir şeyler yapmaya gayret ederseniz, çabalarsanız Allah bunu inayetiyle, yardımıyla destekler demektir.

 Üçüncü seviye velayet nurudur. Bu, kulluk seviyesine ve Allah’a teslim olma seviyesine erişmiş kişilerin nail olduğu rehberliktir. Onlar nurlu bir seviyedelerdir ve amelleri nübüvvet nuru saçar. Bu yüzden Hz.Peygamber (SAV) “dindar alimler Peygamberlerin varisleridir” buyurmuştur. Onlar nübüvvet nurunun varisleridir.

 Bu üç seviye Kur’an’da bulunur. Hakkı ve batılı fark etmek, Allah’ın bahşettiği bir nimettir. Allah yolunda gayret edenlere, işaretleri doğru yorumlayanlara hidayet verir, doğru ve yanlış yolu gösterir.

 55.sayfada, doğal dünyayla ilgili ilginç bir benzetme yapılmış. Modern dünya ile İslam, Hristiyan, Yahudi ve belki doğu gelenekleri arasındaki bakış farkına dikkat çekiyor. Antiklerin dünyaya bakışı görünenin altındaki esrarın anlaşılmasına yönelikti. Aynı bir ağaçta olduğu gibi. Bir ağacın varlığının sebebi toprak altındaki büyük kök yapısıdır ve bunu göremezsiniz. O kök yapısı görünür hale gelirse bu taktirde ağaç ölür. Görünmeyen dünya görünen dünyanın köküdür. Görünmeyen dünya görünür hale gelmez çünkü böyle olduğu taktirde görünen dünyanın yok olması lazım gelir. Görünen dünyaya baktığınızda farketmeniz gereken şey köklerdir. Görünen dünyanın kökleri görünmeyen dünyadır. Dünyanın gerçek anlamı budur. İnsanlar bunu farkedemiyor ama ağaçların kök yapısı ağaçtan daha önemlidir. Çünkü ağaçların yaptığı toprağa tutunmak, toprağı dağ gibi tutmaktır. Kur’an “dağlar direkler gibidir” der, çünkü dünyayı sarsılmaktan vikaye eder. Bu modern jeolojide bilinen bir şeydir, Bir dağa baktığınızda önemli olan kısmı görünür olan kısmı değildir, büyük oranda toprak altındadır ama sadece dışını görür; onun ne muhteşem olduğunu düşünürüz ama asıl kökleri görünmemektedir. Bu yüzden Hz.Peygamber (SAV) “insana en benzeyen ağaç hurma ağacıdır” demiştir, çünkü kökleri yoktur. Yani madde dünyasının dibine gömülmemiştir.,Bu inanılmaz ağaçtır ki bu güzel yemişleri çıkartırken bütün bu güzel işleri başarır.

 Bir adam müzeye gidip Michaelangelo’nun bir resmini görüyor, kendine şu soruyu soruyor : “ressam bana ne söylemek istiyor? Bu resmin anlamı ne?” Veya bir şiir dinleyen de kendine benzer sorular soruyor. “Şiir bana ne söylemek istiyor? Bu şeyleri uydurup hazırlamamışlar. İletmek istediği bir şey var”. Modern analiz bir resim veya şiirde mana aramıyor. Yaklaşım şu: “resim neyden yapılıyor?”, “Tuvalden”. “Malzemesi ne?”, “Kumaş”. “O neyden yapılıyor?”, “Moleküllerden”. “Renkler nereden geliyor?”, “Bunlar ışık yansımaları ve bunun bir frekansı var, bu yüzden sarı ortaya çıkıyor, mavinin de belli bir frekansı var…” Resmin anlamına temas eden hiçbir soru yok. Sadece nelerden yapıldığını açıklıyorlar. Dünyaya bakışları da aynı. Bakıyorlar ve herşeyi analiz etmek istiyorlar ama size anlamını söylemiyorlar. Parçalara ayırıyorlar, ve didik didik ediyorlar, böylece o şey hakkında bir anlayışa sahip olduğumuz duygusuna kapılıyoruz. İnsanoğlunu alsanız, gözlerini çıkarsanız, kulaklarını sökseniz, saçını koparsanız, inceleseniz, içini açsanız, karaciğerini araştırsanız, böbreklerine baksanız, bunlarla insanın ne olduğunu anlayabilir misiniz? Bu size insanın ne olduğu bilgisini verir mi? Sadece etten oluştuğu, saçı, böbreği ve karaciğeri olduğu, karaciğerin şunu, böbreğin bunu yaptığı bilgisini verir. Bu da bir nevi bilgidir, ama bu düşünen, konuşan, şiir yazan, resim yapan, enstrüman çalan ve bütün bu olağanüstü işleri yapan insanoğlu hakkında bir şey söyler mi? Neden bunları yapmaya ihtiyaç duyuyor? Neden insanoğlu bu tip şeylerin peşinde koşuyor?

 İşaretleri anlamaya çalışmak, alelade gerçekliğin arkasına nüfuz etmek… burada Hz.Peygamberin (sav) bir hadisinden bahsediyor. Sahabeleriyle bir karyenin içinden geçiyorlar ve bir kabileden yaşlı ve eli ayağı tutmaz hale gelmiş bir kadın görüyorlar. Hareketli bir makarada yün yapıyor. Efendimiz kadını selamlayıp onunla konuşmaya başlıyor. Allah’a imanının olup olmadığını soruyor, o da olduğunu söylüyor. Hz.Peygamber (SAV) ona neden inandığını soruyor. O da “dönen makara, onu döndürecek bir el olmadıkça dönmez, gökler de onları döndüren olmadıkça dönmez” diyor. Hz.Peygamber (SAV) sahabelerine dönüyor ve bu yaşlı kadının dinine tabi olun buyuruyor. Bu imandır. Fahreddin Razi’nin de bir kıssası var. Talebeleriyle yürüyor, yaşlı bir kadın onu görüyor, talebelerinin onun çevresinde çırpınması onu heyecanlandırıyor ve bu kimdir? Diye soruyor. Talebelerden biri onun kim olduğunu bilmiyor musun? O’nun Allah’I ispat için bin delili var” diyor. Kadın gülüyor ve “O’nun olmadığına dair bin şüphesi olmasaydı, varlığı için bin delili bulunmazdı” diyor. Fahreddin Razi bunu duyduğunda talebelerine “yaşlı kadının imanına sahip olmalısınız” diye öğüt veriyor.

 Atalarımız dünyaya bakıp herşeyin Tanrı’yı gösterdiğini söylemişler ama modern insan, Tanrı’yı bizim icat ettiğimizi söylüyor. Tanrı insanın icadıdır, diye büyük bir icatta bulunuyor. Yani insanoğlu Tanrı’yı kendi imajında yarattı, ve bu bırakılması gereken bir ilüzyon.

 Bir sonraki bölümde ilahi isimlerden bahsediliyor. Hinduizmde çok tanrı inancı hakimdir. Kali ve Vişu’ları vardır, biri evrenin yaratıcı gücünü simgeler, diğeri yıkıcı gücünü. Bunun sebebi şudur: insanlar zıt olan şeyleri aynı anda zihinlerinde tutamazlar. Tanrının hem hayat bahşeden olması, aynı zamanda hayatı alan olması fikri zihnin kabullenmesi zor bir şeydir. İlahi isimler konusu Tanrının bütün bu özelliklerini anlamak içindir ve benzetme kullanmak istemiyorum ama kullanmak zorunda olsaydım bunu bir elmasın parıldayan yüzeylerine benzetirdim. Yani hangi tarafına baksanız O, baktığınız taraftan, o özelliğiyle görünür.

 Bazen Tanrının merhametine şahit olursunuz, bazen de öfkesine maruz kalırsınız, bir başka zaman da cebbariyetini yaşarsınız. Bir gün Allah’ın insanı zelil kıldığını, bir başka gün aziz ettiğini görürsünüz, o tüm bu sıfatlarla muttasıftır ve 99 isim bunlardır. Dünyada ilahi isimlerin tecellilerini anlamak için yollar vardır. Bunun özünde, amacında bu bulunur.

 La ilahe illallah gibi “ilah yoktur, Rahim vardır. Merhamet yoktur, tek merhamet sahibi, rahimiyetin kaynağı O’dur” diyoruz. Matematikte sonsuza kıyasla bir rakam sıfır kabul edilir. Yani Allah’ın sıfatlarına kıyaslandığında evrende mahlukata ait olan sıfatlar sıfır mesabesindedir. O’nun sıfatlarını kendine ait bu sıfatlarla bilirsin, ama O’nun sıfatlarına kıyasla senin sıfatın hiç hükmündedir. Allah işitir ve görür. Sen kendi işitme ve görmenle bu sıfatlara muttali olursun ama kendi işitme ve görmeni Allah ile kıyas ettiğinde varlığından söz edemezsin.

 Bu bölümde Tanrı’nın aşkınlığı ve yakınlığı anlatılıyor. Tanrı kevniyatın ötesindedir fakat aynı zamanda şah damarından yakındır. Yani dünyada olan biten her şey O’nun taht-ı tasarrufundadır ama bunları fiilen, doğrudan bir ilişki olarak düşünemeyiz. Şeyh Muhammed bunu dün geceki programda anlattı. Varlığımız Tanrı’nın varlığıyla kıyaslandığında bir hiç mesabesindedir. Böyle bir kıyas yapıldığında varlıktan söz edilemez. Bunu kavramak zordur çünkü bizler Hindular gibi bunun bir ilüzyon olduğunu söylemiyoruz, Gerçekte varlık yoktur demiyoruz. Müslümanlar diyor ki dünyanın bir varlığı vardır ama varlığı mevhumdur, mutlak değildir. Yani Allah’ın varlığıyla kaimdir, Allah olmasaydı dünya olmayacaktı ve Tanrı dünyayı sürdürdükçe var olacaktır. Bu Allah’ın Kayyum, sürdüren ismiyle ilgilidir., El Hayy, El Kayyum. Tanrı sürdürdükçe dünya kaimdir. Tanrı bir an için tasarrufunu çekse artık dünya var olamaz.

 Kitap bu bölümden sonra merhamet ve gazap konusuna giriyor ve bu çok önemli çünkü Kur’an ve hadis açıkça Allah’ın merhametinin gazabını geçtiğini söylüyor. Çünkü merhamet Allah’ın gerekli vasfıdır ama gazap insan eylemlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Mahlukatla doğrudan ilişkilidir. Rahmet ise Tanrı’nın gerçekliğidir. Bir benzetme yapılacak olursa -Hz.Peygamber (SAV) bu analojiyi kullanmıştır- bir kadın görüyor, çocuğunu emziriyor. Sahabelerine soruyor, “bu kadın hiç çocuğunu ateşe atar mı?”. Hepsi atmayacağını söylüyorlar. Efendimiz saadetle buyuruyorlar ki, “Allah yarattıklarına karşı bu annenin çocuğuna olandan daha şefkatli ve merhametlidir”. Rahmet ve merhamet Allah’ın vasfıdır.

 Merhamet ve gazabın denge içinde tutulması önemlidir. Batıda din modernleşme ile gazabı kısmen de olsa kaldırmıştır. Batıda artık insanlar ahirette Tanrı’nın cezası olacağına inanmıyor. Papazlar birçok kilisede bundan bahsedemiyor çünkü bunu yaparlarsa kiliselerini kaybedeceklerinden korkuyorlar. Metodist kilisedeki bir piskopozla tanışmıştık, banai artık birçok konudan, incil ayetlerindenbahsedemediğini söyledi. Çünkü bunu yaparsa insanlar ayaklarını kiliseden çekiyormuş. Yani giderek Tanrı’nın bizden nasıl olmamızı istediği önemini yitirip, Tanrı’nın bizim istediğimiz gibi olması söz konusu olmaya başlıyor. Nasıl bir tanrı istiyorsak o hale sokuyoruz. Kendimizi reforme ederek Tanrı’nın bizden olmasını istediğimiz şekle bürünmek yerine, Tanrı’yı reforme ederek kendi arzularımıza ve heveslerimize uyduruyoruz. Din’e neler olduğunu görmek şaşırtıcı.

 Bir diğer problem de gazab tarafına ağırlık vermek. Kendi dinine inanmayan herkesin kahrolmasını ve ölmesini dilemek de problemli bir durum. Böyle bir insan, Tanrının sadece gazabını görüyor, başka bir şey görmüyor. Her biri göz gibidir, tek gözle bakan derinliği göremez, Allah insana iki göz vermiş. Gazabı da merhameti de görmek zorunda insan. Görmezseniz sorun var demektir, İblis’in bir özelliği budur, İblis Adem’in yalnız maddesini gördü, ruhuna muttali olamadı. Neden secde etmedin diye sorulduğunda, “Sen beni ateşten yarattın ama onu topraktan yarattın” dedi. Yani, ben daha üstün bir elementim, neden ona secde edeyim diye düşündü. Fakat iblisin Adem’e ruh üfürüldüğünün farkında değildi. Toprağın tabiatıdır, içini göremezsiniz. Toprak bir kabınız varsa içinde ne olduğunu göremezsiniz. Dolu mu, boş mu bilemezsiniz, ama cam bir kavanozunuz varsa görürsünüz. O da insanoğluna baktı ve ruhu göremedi çünkü ruh, madde formunun arkasına saklanmıştı.

 Tanrı hem aşkındır, hem de yakındır. Yani bir yandan yarattıkları ile doğrudan bağı var, diğer yandan yarattıklarının ötesinde. Tanrıyı yarattıklarına izafe edemezsiniz ama diğer taraftan Allah yarattıkları ile bilinir. Bu denge; korku/ümit, rahmet/gazap, cemal/celal dengesi gibidir. Alimler buna birçok açıdan yaklaşmışlar. Allah’ın doksan dokuz ismine baktığınızda cemal ve celal sıfatlarını görürsünüz. Zül celali ve’l ikram’dır. Hem celal, yani ululuk sahibidir; hem de cemal, yani güzelliklerin sahibidir. Birini ıskalamak, tüm resmi kaçırmak demektir. Hem teolojik, hem de ruhsal ve birçok başka yönden tehlikeli bir durumdur.

 Sayfa 22’de, bu içiçe daire düşüncesine ait bir şekil veriyor ve bu hatlar merkezden çıkıyor. İkisi de yeterli değil, ikisine birlikte ihtiyaç var, ayrı olarak alamazsınız. Bu yüzden şekil 3’te şekille gösterim yapılmış. Tevhid ve bilmek. İmam Ali (KV) der ki “O uzaklığında yakın ve yakınlığında uzaktır”. Bu anlaşılması zor olan bir konu ama bu söz gerçeği bulma konusunda ipucu veriyor. Kur’an’da: “kimi dilersem cezalandırırım” buyrulur, ama hemen ardından “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” gelir. Bundan çıkan sonuç şudur: Kur’an hiçbir zaman Allah’ın gazabının herşeye yönelik olduğunu söylemez. Sadece belli şeylere yöneliktir ama rahmet küllidir, herşeye şümulü vardır. Herşeyin doğasında rahmet vardır, gazap ise bazı özel durumlar için, dolaylı olarak ortaya çıkan ikincil bir durumdur.

İslam farklılığı anlamakla başlar: Bizler Allah’tan farklıyız ve O’ndan korkarız. Allah yarattıklarından tamamen farklıdır ve yaratılmışların tamamı acizdir. İslam insanları Tanrı’dan uzaklaştırmak değil, O’na ve merhametine yakınlaştırmak içindir. Bu yüzden insanlar bu mesafe ile ilgili bir şey yapmak durumundadır ve bunu yaptıkça yaklaşırlar. “Kulum giderek Bana yanaşır, ve sonunda sevgime erer. Onu sevdim mi artık Ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum” buyruluyor. Yani kul, sadece Allah’ın fiilerini görür bir hale giriyor. Tanrı değildir ama Tanrının fiillerini anlamaktadır ve bunu öyle içten ve derinden anlamaktadır ki onun için dünya ilahi tecellilerin bir tiyatrosu halini almıştır.

 Tanrı değildir, ama Tanrıdan da ayrı değildir. Mesela, güneş ışınlarını belirli bir noktadan görebiliriz. O güneş değildir ama güneşten gelmektedir. Aynı şekilde yaratılanlar da Allah değildir ama O’nun tecellileridir, Allah’tan tezahür etmektedir. Allah değildir, ama O’nun yarattığıdır, Allah’tandır. Yani ışığın arkasındaki kaynağı görmektir mesele. “Allah göklerin ve yerin nurudur”. Yani gökler ve yer onun ışığıyla kaimdir, dünyayı aydınlatan O’nun ışığıdır. Bu bölümde ışık ve karanlık düşüncesine giriliyor ve meleklerden bahsediyorlar. Melekler nurdan yaratılmıştır. İnsanoğlu çamurdandır ama içlerinde ışık vardır, bu akıl ışığıdır. Akıldır. Allah’ın aklı nurdan yarattığına dair bir görüş de vardır. Akıl nurdan yaratılmıştır. Yani maddi doğasına ragmen insanoğlu, içinde bir ışık taşımaktadır.

 Işığı normalde görülür bir şey gibi düşünürüz ama aslında görünmezdir. Onu ancak karanlıkla karıştığı zaman görürüz ve bu önemlidir. Bunun anlamı şudur ki Tanrı’nın dışında herşey karanlıktır ama bu karanlığın içinde Tanrının tecellileri yayılır. Bu ışıktır, karanlıkla karışık bir ışıktır, bu yaratılışla ilgili en olağanüstü şeylerden biridir, ışık ve karanlığın karışımıdır.

 Bu noktada bir ayete bakmak istiyorum, bence bu Kur’an’ın en acayip ayetlerinden biridir . Çünkü hiç olmayacak bir şeyden bahsediyor, bunun bu şekilde birine olabileceğine inanmak güç. Farklı kılma anlamındaki Furkan suresinde geçen bir ayet. “Rabbiniz görmüyor musunuz gölgeyi nasıl uzatmış, O isteseydi onu hareketsiz kılardı”. Gölge sürekli hareket eder. Namazı beklemenin güzelliklerinden biri budur, gün boyu gölgeleri izlersiniz. Vakitleri gölgeler belirler. Gölgenin hareketini görürsünüz. Birçok insan bunu farketmez bile, birçok insan günün ortasında gölgesinin kısaldığının ve gün ilerledikçe uzadığının farkında değildir. Önce uzar, sonra kısalır ve sonra yine uzamaya başlar.

 Ayetin devamında buyruluyor ki “Biz güneşi gölgeye delil kılmışızdır”. Şimdi bu alışılmadık bir şey. Bunu ilk okuduğumda anlamamıştım. Gölge güneşten gelir. Gölgenin geldiği yer burasıdır, bu yüzden “Güneşi gölgeye delil kıldıkbuyruluyor. “Sonra yavaş yavaş karartırız. Size geceyi örtü yapan O’dur”, yani gece uyursunuz. Gecenin karanlığı sizi saran örtü gibidir. “Uykuyu yeniden yaratılma, yenilenme zamanı yaptık. Sonra gün ışığını yaydık”, yani gündüzü ışığın yayılması kıldık.

 Fahreddin Razi bunun hakkında ne diyor bakalım:

“Görmüyor musunuz?” buyruluyor. Görmek iki kısımdır. Bunların biri gözün görmesidir, diğeri ise kalbin görmesidir. Gözler görür ama işaretleri yorumlayan kalptir, ve onun görmesi daha önemlidir. Gerçek görme hakkında Kur’an diyor ki “gözler kör olmaz ama kalpler ve gönüller kör olur”, yani gerçek görüş kalbin görüşüdür.

 “Gölgeyi görmüyor musunuz, Allah onu nasıl hareket ettiriyor?”. Bu ayeti anlamak için birçok denemeler yapılmış , iki anlam üzerinde yoğunlaşılmış. Biri şu: gölge saf ışık ve saf karanlığın arasındadır. Ve hallerin en iyisidir. Tam karanlık doğaya uygun değildir, kimse saf karanlığı sevmez ve saf ışık o kadar güçlüdür ki bizi boğar, içinde kalamayız.  Güneşe bakamazsınız, bir an bakıp dönmek zorundasınızdır ve kara lekeler görürsünüz. Atmosfer dışına çıkarsanız bu görme duyunuzu tamamen yok eder.

 Gölge en iyi hal olduğundan, cennet her tarafı gölge şeklinde tasvir edilmiştir. Sonra diyor ki dünyada herhangi bir şeye baktığınızda onu ancak gölge olduğundan görebilirsiniz. Dünyayı görürüz çünkü karanlık ve ışığın karışımıdır. Saf ışık olsaydı algılayamazdık. Tam karanlık olsaydı yine algılayamazdık. Allah güneşi tüm dünyayı içine alan bu durumu ifade eden bir ayet olarak yaratmıştır. Böyle yapmasaydı gölgeyi fenomen olarak düşünemeyecektik, çünkü şu anda gölgedeyiz. Dışarı çıktığımızda gölgedeyiz. Hatta güneş doğrudan üzerimize ışıldarken dahi gölgedeyiz. Işık ve karanlığın karışımıdır çünkü saf ışık kör eder, hiçbir şeyi göremeyiz. Bu yüzden bizden alındıkça, yavaşça uzar ve böylece nimet olduğu anlaşılır. Gölge Allah’ın en gizli nimetlerinden biridir, birçok insan gölge nimetini düşünmüyor, güneşin alnında bile aslında sürekli gölgede olduğumuz gerçeğini kaçırıyorlar. Gölgeyi gördükleri zaman bunu anlayabiliyorlar, bu yüzden Kur’an aslında güneşin gölgenin delili olduğunu, gölgenin sebebi olmadığı gerçeğini söyleyerek üzerinde bizi düşünmeye davet ediyor.

 Işık bir metafordur, karanlık ışığın bulunmamasıdır ve bu yüzden Allah dışında herşey madumdur, çünkü Allah nurdur. Hz.Peygambere soruluyor: “Allah’ı gördün mü?”. “O nurdur, O nurken O’nu nasıl görebilirim? ” buyuruyor. Nur bir metafordur. Allah’ın nuru, dünyadaki ışık gibi değildir, ama anne şefkati ile Tanrının şefkatini bildiğimiz gibi, Allah’ın nurunu da güneşin ışığından anlayabiliriz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin